Create Your Custom Message


www.alnumel.com

 
akanselim bilgi dolu seyahat
Katogoriler  
  Ana Sayfa
  Giriş
  FORUM
  babam Naim Akan
  yılbası
  bilgi siteleri
  matematik ve haberler
  atatürk
  => resimler
  => atatürk 2
  => atatürk3
  => atatürk4
  => atatürk5
  => atatürk6
  => atatürk 7
  => şiirler
  => atatürk8
  savaşlar
  arabalar vb.
  bilgiler
  Ziyaretşi defteri
  MAKİNELER
  bletchley park
  MATEMATİK VE SAYI BİLGİLERİ
  osmanlı padişahları
  sözler
  bilmeceler
  belirli gün ve haftalar
  BURÇ ÖZELLİKLERİ
  DELİLLER
  DEYİMLER
  FIKRALAR
  FUTBOL
  Anketler
  UYDU HARİTASI
  İletişim
  HABERLER
  sayaç
  katılmak isteyenler
  ifadeler
  siteler
  ŞARKILAR
  TEKERLEMELER
  UZAY
  29 ekim çağlayan mitingi
  Afyonkarahisar milletvekilleri
  oyunlar
  blowish
  BÜYÜK İSKENDER
  cumhuriyetin yılları
  çocuk hakları
  ÇOCUK MASALLARI
  çocuk oyunları
  İZMİRİN TARİHİ
  kongreler vb:
  MALTA SÜRGÜNLERİ
  NİNNİLER
  ORATORYO
  ÖNEMLİ BULUŞLAR
  savaşlar işgaller vb.
  türkiyedeki müzikoloji
  yeni istanbul
  100 temel eser listesi
  camiler
  çanakkale
  din ve allah
  FEN
  kronoloji ve tarihçe konuları:
  uzgazete kapsamı
  LİNKLER(sadece üyeler girebilir!)
  bedri selim hocaoğlu
  program yükle
  teknoloji resimlerim
  bilgisayar
  windows orijinal yapma ve search (googleda)
  mıcrosoft
  radyo
  MP3
  rüya tabirleri
  hava durumu
  şehirler arası km ölçer
  canlı maç sonuçları
  istanbuldaki kütüphaneler
  MEB'dan Onaylı 100 Temel Eser
  satranç pulları
  istanbuldaki sinemalar
  istanbul tiyatro
  istanbuldaki okullar
  hedef bilgi toplumu
  yıldız resimleri
  flash saatler
  hoşgeldiniz vb. sismli yazılar
  simli şiirlerler
  diğer..
  googlehostedservice
  saat kaç?
  miniaturk
  kavimler göçü
  dünyanın 7 harikası
  sanatçılar
  yeni barlarve kodları
  en büyük bina
  GÜNEŞ PANELLERİ
Copyright 2009
atatürk 2

10 Kasım Bildirisi 
                                                                                                                   09.11.2007

 YOLUMUZU YİNE ATATÜRK AYDINLATACAK

 Aramızdan ayrılışının 69. yılında, yüce Atatürk’ü özlemle anıyoruz.

Atatürk, verdiği Kurtuluş Savaşı’yla tüm mazlum ülkelere öncü ve örnek olmuştur. Yıkıntılar arasındaki Osmanlı Devleti’nden kurduğu cumhuriyetle, ülkemize çağdaş uygarlık yolunu açmıştır. Atatürk yola başlarken Osmanlı devletini sömürgeleştirmek için kurulan ne kadar gerici kültür kaynağı varsa hepsini söndürmüştür. Osmanlı için kurulan misyoner okulları, birer ortaçağ kurumu olan medreseler kapatılmış, öğretimde birlik sağlanmıştır. Saltanat, hilafet kaldırılmış, iktidar Atatürk’le halka verilmiştir. Padişahın kullarından özgür bir ulus yaratılmaya çalışılmıştır.

 Atatürkçü Düşünce dünyada emsali olmayan ilkeleri içermektedir. Atatürk sayesinde bağımsız bir devlette, aynı coğrafyada ortak anılara sahip insanların birlikte yaşama isteği Türk Ulusunu ayağa kaldırmıştır. Bu toprakta yaşayan insanlar ülkelerini emperyalizme karşı birlikte savunmuşlardır. Ulusal birliğimizin bir yanı da Anadolu uygarlığına yaslanmaktadır. O Anadolu ki; dünya kültürünün de kaynağıdır. Atatürk en büyük Türk Milliyetçisidir. Atatürk’ün Türk tarifi ırkçılığa dayanmaz; başka uluslara karşı saygılıdır, dünya milletler ailesinin eşit saygın bir üyesi olmayı amaçlar. Bağımsızlıktan yana  ve emperyalizme karşıdır. Kalkınmacıdır. Ülkenin zenginliklerinin ulusun bütününe dağılımından yanadır. Plancıdır. Ülke kaynaklarının çarçur edilmeden, dünya koşulları da dikkate alınarak ülke potansiyelinin en doğru şekilde değerlendirilmesi amacına dayanır. Her şey Türkiye içindir ilkesine dayanır. Onun devlet yapar veya özel sektör yapar diye bir dayatması yoktur. Atatürkçülükte devlet de, özel sektör de bir coşku içinde milletin mutluluğu için çalışır. Uluslararası ilişkilerde karşılıklı eşitlik kuralı egemendir. Kalkınmaya katkısı olan yabancı sermaye de bir kaynaktır. Topraklarımıza göz dikmeyen tüm devletlerle dostça ilişki kurmak esas amaçtır. Fikri hür, vicdanı hür bireyler yaratmak çağdaş bir ulus olmanın gereğidir. Aklın ve bilimin öncülüğünde laik bir yapı oluşturmak işin başlangıç noktasıdır. Savaşı değil barışı ister; Atatürkçüler Türk  Ulusu’nun onurunu çiğnetmez.

Yadsınamaz gerçektir ki; laik ve özgür bir kafayla, akıl ve bilimle çağdaş ulus olma yolu açılabilir. Halkın özgürleşmesi, tüm dogmalardan kurtulmakla mümkün olabilir. Tüm fertlere eşit olanaklar yaratılması da işin başka bir parçasıdır. Halkın yüzünü yeniliğe ve değişikliğe doğru değiştirmesi gerekir. Atatürkçülük, ilke ve devrimleri ile bir bütündür ve bir sistemdir ki,  21. yüzyıl da yol gösterici olmayı sürdürecektir.

Ne yazık ki çok partili dönemle birlikte dış güçlerin de dayatması ile içerdeki işbirlikçi, gerici ve etnik bölücüler adım adım devleti ele geçirmektedirler. Şu anda yapılacak şey karşı devrimcilerin amaçlarına ulaşmalarına engel olmak, Atatürk’ün eserlerini korumak ve yeni bir dirilişi başlatmaktır. 

Düşüncelerimizi iktidara taşıyacak ve çağdaş uygarlık seviyesine ulaştıracak güç Atatürkçülüktür. Bireylerin gelişmeye engel olan bağlarından kurtularak, özgürleşmesi ile gerçek demokrasi kurulabilir. Ulus olmadan, ulusal devlet düzeni kurulmadan, çok parti var diye  demokratik düzen kurulmuş sayılamaz.

Ümmetçilik, etnik ırkçılık, tarikatçılık, bölgecilik gibi ayrımcılıkların egemen olduğu toplumlarda ancak “sömürge demokrasisi”nden söz edilebilir. Amacımız gerçek demokratik yaşama geçmek olmalıdır.

Toplumda kültür kaynaklarının %90’dan fazlası tarikat, cemaat, gericilik, etnik ırkçılık ve ulusal kültürü yok etmeye çalışan, toplumu dejenere eden, bir yanı arabesk, öbür yanı magazin ve dizilere dayanan kuruluşların elindedir. Yoksulluk içindeki yaşam biçimi de yozlaşmaya yataklık etmektedir.

Ülkemize Sevr şartlarını dayatanlar işbirlikçi olarak, gerici güçleri, etnik bölücüleri ve ikinci cumhuriyetçileri seçmişlerdir.

Ülke borç batağına saplanmış, üniter yapının yok edilmesi için terör sürekli diri tutulmaktadır.

Bütün bu kötü koşullar altında dahi, Türk Milleti zorlukların üstesinden gelmeyi başaracaktır.

14 Nisan’da Tandoğan Meydanında başlayan Atatürkçü şahlanış, genişleyerek tüm yurt alanına yayılacak ve kesinlikle başarıya ulaşacaktır.

Yüce Atatürk; seni sevgiyle, saygıyla, minnetle anıyoruz.

    

 

YENİLSEYDİK SORUMLU BEN OLACAKTIM

Bir aralık konu İstiklâl Savaşı'na geldi. Dikkat ettim, Binbaşılar dahil her komutanın hangi birliğe komuta ettiğini, nerede bulunduğunu, -bir gün önce olmuş gibi- hatırlıyordu. O savaş ki araç, gereç, personel kıtlığı bugün güç tasavvur edilirdi. Tümenlere binbaşılar, Kolordulara yarbaylar komuta ediyordu! Fakat, bu kadro canını dişine takmış bir ekipti. Var olmak ya da olmamak bu savaşın sonucuna bağlıydı. 30 Ağustos bu ruh haletinin eseriydi. Böyle bir dramı, hem yazarı, hem baş aktörünün ağzından dinlemek müstesna bir mutluluktu. O anılar Ata'yı coşturdukça coşturuyordu. Anlatmalarında abartma yoktu. Ama bu anlatış öylesine canlı, öylesine plastikti ki, hepimiz heyecandan heyecana sürükleniyorduk. Anlatışlarını şöyle bağladı:
- İşte büyük zafer böyle ortak bir eserdir. Şerefler de ortaktır.

Bu alçakgönüllülük şaheseriyle konunun kapanacağını tahmin ediyorduk. Bu arada Atatürk bir duraklama yaptı. Sonra içine dönük, adeta kendisiyle konuşur gibi ilave etti:
- Ama yenilseydik sorumluluk ortak olmayacak yalnız bana ait olacaktı.

Bu belagat karşısında gözyaşımı tutamadım. Tarihin, zaferleri kendine maleden, yenilgileri ise maiyetine yükleyen sahte kahramanlarını hatırladım.

Ord. Prof. Sadi IRMAK

Kaynak: Sadi Irmak, Ord Prof. - Atatürk'ten Anılar, 1978

 

-----------------------------ooOoo-----------------------------



YANINA ALDIĞI İLK ER

O, Samsun'a çıktığı zaman, üstü başı yırtık, postalları patlamış, silahsız bir er gördü. Yüzünün rengi bakıra dönmüş, yağlan eriyip kemik ve sinir kalmış bu Türk askeri ağlıyordu. O'na sordu:
- Asker ağlamaz arkadaş, sen ne ağlıyorsun?
Er irkildi, başını kaldırdı. Bu sesi tanıyordu ve bu yüz ona yabancı değildi. Hemen doğruldu ve Anafartalar'daki Komutanını çelik yay gibi selamladı.
- Söyle niçin ağlıyorsun?
İç Anadolu'nun yanık yürekli çocuğu içini çekti:
- Düşman memleketi bastı, hükümet beni terhis etti. Silahımızı elimizden aldı. Toprağıma giren düşmanı ne ile öldüreceğim? Kemal Atatürk, er'in omzuna elini koydu:
- Üzülme çocuğum, dedi. Gel benimle!
Ve Samsun deposunda giydirilip silahlandırarak yanına aldığı ilk er bu Mehmetçik oldu.

Burhan Cahit MORKAYA

 

-----------------------------ooOoo-----------------------------



İNANMAYANLAR DA HAKLIYDILAR

Mustafa Kemal realist bir liderdi. Lekelemelerin politika kadrosunu nasıl daraltacağını ve kendisini bir avuç partizan takımı elinde bırakacağını düşünerek, açıkça bir suç işlemiş olanlar dışında yalnız kişisel değerlere saygı gösterdi. Sicil yoklamalarına rağbet etmedi. Bir gün bana:
- Kuva-yı Milliye'ye inanmayanlar da inananlar kadar haklı idiler, demişti.

Falih Rıfkı ATAY

Kaynak: Falif Rıfkı Atay - Mustafa Kemal, Mütareke Defteri, 1955

 

-----------------------------ooOoo-----------------------------



TÜRK ORDULARI BAŞKUMANDANIYIM

Afyonkarahisar'ın hatlarının çözülmesi sonunda birkaç Yunanlı tutsak, geceleyin Mustafa Kemal'in çadırına getirilmişti. Bunlardan birisi, Muzaffer Generalin doğup büyümüş olduğu Selanik'ten gelmişti. Yüz, kendisine yabancı gelmediğinden ve üniformasında da hiçbir bellilik görmediğinden kim olduklarını ve rütbelerini sormaya başlamıştı.
- Binbaşı mısınız?
- Hayır.
- Albay mı?
- Hayır.
- Korgeneral mi?
- Hayır.
- Peki nesiniz?
- Ben Mareşal ve Türk Orduları Başkomutanıyım! Şaşkınlıktan ağzı açık kalan Yunanlı kekeledi:
- Bir başkomutanın savaş hattına bu kadar yakın yerlerde dolaşması işitilmiş değil de!..

General SHERRIL

Kaynak: General Sherril - Atatürk Nezdinde Bir Yıl Elçilik, 1935

 

-----------------------------ooOoo-----------------------------



İZMİR SUİKASTI

İzmir'de hazırlanan o alçakça suikastın sonuçsuz kalmasından sonra bir gün bize şu olayı anlatmıştı:
- "Ziya Hurşit'in beni öldürmeye memur ettiği iki zavallı vardı. Sorguları yapıldıktan sonra bunların birisini yanıma çağırdım. Odada kimse yoktu. Kendisine sordum:
- Sen Mustafa Kemal'i öldürecekmişsin, öyle mi?
- Evet, dedi. Ben yine sordum:
- Mustafa Kemal ne yapmıştı ki onu öldürecektin?
- Fena bir adammış o. Memlekete çok fenalık yapmış. Sonra bize onu öldürmek için para da vereceklerdi.
- Sen Mustafa Kemal'i tanıyor musun?
- Hayır.
- O halde tanımadığın bir adamı nasıl öldürecektin?
- Geçerken işaret edecekler, Mustafa Kemal işte budur, diyeceklerdi. Biz de öldürecektik.
O zaman cebimdeki tabancayı çıkararak kendisine uzattım:
- Mustafa Kemal benim, haydi al eline tabancayı, öldür, dedim.

Herif benden bu karşılığı alınca yıldırımla vurulmuş gibi oldu. Bir süre şaşkın şaşkın yüzüme baktıktan sonra diz üstü kapanarak hüngür hüngür ağlamaya başladı.

Yahya Galip KARGI

Kaynak: Yücel Dergisi, 1948

 

-----------------------------ooOoo-----------------------------



MUTSUZ LİDER

Bir akşam sofrasının hararetli bir döneminde Mustafa Kemal, kişisel özgürlüğünün birçok bölümlerinden yoksun bırakılması acısını hüzün dolu sözlerle şöyle anlattı:

- "Şimdi siz buradan ayrılır, istediğiniz yerde gezer dolaşırsınız. Benim gözümde bunun ne büyük mutluluk olduğunu bilemezsiniz. Halime bakın, sahip olduğunuz bu özgürlükten yoksunum, cumhurbaşkanıyım ama köşeye atılmış ve özgürlüğü sınırlı bir insanım. Bütün eğlencem, akşamları soframa topladığım arkadaşlara ayrılmıştır. Haydi şimdi buradan ayrılıp bol bol dolaşın, istediğiniz yerlere girip çıkın, arzu ettiğiniz gibi eğlenin. Ben de bunun hayaliyle avunurum." dedi.

O akşam hepimiz masadan erken ayrıldık.

Damar ARIKOĞLU
Kaynak: Damar Arıkoğlu - Hatıralar, 1961

 

-----------------------------ooOoo-----------------------------



ASKERLE GÜREŞ

Bir gezisinde, Kolordu binasının kapısında aslan yapılı bir Mehmetçik gördü. Çağırdı ve güler yüzle sordu:
- Sen güreş bilir misin?

Yanındakilerden en kuvvetli görünenlerle Mehmetçiği güreştirdi. Genç asker her zaman üstün geliyordu. Çok neşelendi, ayağa fırladı.

Ceketini çıkarıp Mehmet'e ense tuttu:
- Haydi, bir de benimle güreş!

Katıksız ve temiz Anadolu çocuğu Ata'sının yüzüne hayranlıkla baktı:
- "Atam," dedi. "Senin sırtını yedi düvel yere getiremedi. Bir Mehmet mi bu işi başarır?"

Gözleri doldu ve ağlamamak için gülmeye çalıştı.

Tahsin UZER

Kaynak: Millet Dergisi, 1946

 

-----------------------------ooOoo-----------------------------



ABDÜLHAMİD

1937 yılında idi. Yaz aylarından biri. Doğrudan doğruya kendi kontrolündeki bir gazetede "Makedonya" adlı bir eserim tefrika ediliyordu. Bir akşam üstü Başyaver Celâl (Üner) Bey beni telefonla aradı. Dolmabahçe Sarayı'na davet edildim. Ve Saraya gidince de, hemen hiç bekletilmeden, üst kata çıkarıldım. Bir kapı açıldı, kendimi Büyük Adamın karşısında buldum. Saygılarımı bildirince, belli bir iki nezaket cümlesi ile beni okşadı. Sonra:
- Yazını okuyorum, dedi. Hürriyetin ilân edildiği zaman küçük bir çocuk olman lâzım. Fakat kutlarım, o günleri iyi canlandırıyorsun. Yalnız Abdülhamid'i hiç sevmediğin belli.

Biraz durdu. Elindeki bir renkli kalemi, önünde açık duran kalın ciltli bir Fransızca kitaba dikine vurarak düşünür gibi oldu. Ben susuyordum. Bu hal bir iki dakika devam etti. Sonra birdenbire şu sözler çıktı ağzından:
- Sevme Abdülhamid'i! Yine de sevme! Fakat sakın anısına hakaret edeyim deme. Senin kuşağın biraz daha ölçülü kararlar vermeye alışmalı. Bak çocuk! Kişisel kanımı kısaca söyleyeyim: Tecrübe göstermiştir ki, toprakları üstünde yaşayan insanların çoğunun durumu kuşkulu ve sınırları yalnız düşmanlarla çevrili bir büyük devlette, Abdülhamid'in yönetimi büyük hoşgörüdür. Hele bu yönetim on dokuzuncu yüzyılın son yıllarında uygulanmış olursa...

Bunun üzerine ayrılmama müsaade buyurmuşlardı. Saygılarımı tekrarlayarak huzurundan uzaklaştım.

Nizamettin Nazif TEPEDELENLİOĞLU

Kaynak: Hürriyet Gazetesi, 31.07.1958

Not : mythief ; Böyle fikre sahip bir insanın eli öpülmezde kimim öpülür...

 

-----------------------------ooOoo-----------------------------



İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI

Hastalığının ilerlemiş zamanında:
"Hatta bir gün, bizim önümüzde bazı siyasi sorunlara değinip Romanya' da yapılan hükümet değişmesinden söz ederken, bir patriğin işbaşına gelmiş olmasından hayret duyduğumu söyledim. Bu nedenle İkinci Dünya Savaşı'nın da yaklaşmakta olduğunu anıştırarak dedi ki:
- "Bir savaş çıktığı takdirde, kanımca yansız kalmalıyız. O zaman birçok fırtınalar kopacak. Devlet gemisini gayet ustaca yöneterek işin içinden sıyrılmaya çalışılmalıdır." dedi.

Prof. Dr. Nihat Reşat BELGER

Kaynak: Nihat Reşat Belger - Atatürk'ün Hastalığı

 

-----------------------------ooOoo-----------------------------



YANINA ALDIĞI İLK ER

Atatürk, Mudanya yolu ile Bursa'ya gidiyordu. Kalabalık bir halk kütlesi iskelede etrafını çevirmiş bulunmakta idi. Bir kadının, elinde bir kâğıtla Atatürk'e yaklaştığı görüldü. Zayıf bir kadındı. Ata'nın yolunu keserek titrek bir sesle:
- Beni tanıdın mı oğul? dedi... Ben sizin Selanik'te komşunuzdum. Bir oğlum var: Devlet Demir Yolları'na girmek istiyor. Siz onu alsınlar dediniz. Fakat Müdür dinlemedi. Oğlumu yine işe almamış... Ne olur bir kere de siz söyleyiniz.
Atatürk'ün çelik bakışlı gözleri samimiyetle parladı. Elleriyle geniş jestler yaparak ve yüksek sesle:
- Oğlunu almadılar mı? dedi. Ben salık verdiğim halde mi almadılar? Ne kadar iyi olmuş... Çok iyi yapmışlar... İşte Cumhuriyet böyle anlaşılacak...
Kadın kalabalığın içinde kaybolmuştu. Ve Atatürk adeta kendinden geçercesine dolu bir sesle:
- İşte Cumhuriyetten beklediğimiz sonuç... diyordu.

Hulusi KÖYMEN

Kaynak: Uludağ Dergisi, 1941

 

-----------------------------ooOoo-----------------------------



GENELGEYLE DEVRİM OLMAZ

1924 yılının ilkbaharıydı. Erzurum ve Pasinler'de depremde birçok köyün evleri yıkılmıştı. Zarar gören halkla görüşmek için Pasinler'e gelen Atatürk, halkın içinden ihtiyar bir köylüyü çağırdı:
- Depremden çok zarar gördün mü, baba? diye sordu. Atatürk ihtiyarın şüphesini görünce, tekrar sordu:
- Hükümet sana kaç lira verse, zararını karşılayabilirsin? İhtiyar, Kürt şivesiyle:
- Valle Padişah bilir! dedi
Atatürk gülümsedi. Yumuşak bir sesle:
- Baba, Padişah yok; onları siz kaldırmadınız mı? Söyle bakalım zararın ne?
İhtiyar tekrar etti:
- Padişah bilir!...

Bu cevap karşısında kaşları çatılan Atatürk, Kaymakam'a döndü:
- Siz daha devrimi yaymamışsınız! dedi
Bu sırada görevini başarmış insanlara özgü bir ağırbaşlılıkla ortaya atılan tahrirat katibi:
- Köylere genelge yolladık Paşam, dedi. Atatürk'ün fırtınalı yüzü, daha çok karıştı:
- Oğlum, dedi, genelgeyle devrim olamaz!..."

Ahmet Hidayet Reel

 

-----------------------------ooOoo-----------------------------



KÖYLÜ MİLLETİN EFENDİSİDİR

Bir gece beraber oturuyorduk. Yanımızda Siirt milletvekili Mahmut Soydan, şimdiki Macaristan elçimiz Ruşen Eşref Onaydın, bir de Soysallı vardı. Atatürk, ertesi günü Büyük Millet Meclisi'nde okuyacağı söylevi hazırlıyordu. Mahmut'la Ruşen Eşref not tutuyorlardı. Atatürk ara sıra bana da, "Ne dersin?" diye soruyordu. Ben ne diyebilirim? Hiç... Sonra Atatürk bana döndü ve dedi ki:

- Bu memleketin efendisi kimdir?

Düşündüm. Karşılığı o verdi:
- Türk köylüsüdür, dedi. Ve devam etti:

- Türk köylüsü "Efendi" yerine getirilmedikçe memleket ve millet yükselmez!...

Prof. Mahmut Esat BOZKURT

Kaynak: Tan Gazetesi, 10.11.1942

 

-----------------------------ooOoo-----------------------------



KAHRAMAN TÜRK KADINI

17Mart 1923 Tarsus:

Mustafa Kemal İstasyon'dan şehre doğru, bir süre yaya olarak yürüdü. O'nu görmek için sabahtan itibaren yolları dolduran Tarsusluların arasından neşe ile selamlar vererek, ilerledi. O sırada ansızın bir olayla karşılaştı.

Milli Mücadele'deki çete giysili bir kadın, Atatürk'ün yolunu keserek ayağına kapandı. Gözyaşlarıyla şöyle haykırıyordu:
- "Bastığın toprağa kurban olayım Paşam!"
Mustafa Kemal onu yerden kaldırmak için eğilirken kulağına bu kadının Kurtuluş Savaşında cephelerde çarpışmış olan (Adile Çavuş) olduğunu fısıldadılar.

Gözlerinden iki damla yaş düşen Mustafa Kemal, bu güneşten yüzü yanmış kadının elinden tutup ayağa kaldırdı ve ona şöyle seslendi:
- "Kahraman Türk kadını! Sen yerlerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde yükselmeye layıksın."

Taha TOROS

 

-----------------------------ooOoo-----------------------------



GÖMÜLECEĞİ YER

Atatürk'ün gömüleceği yer ve toprak:
O'nun kabri Ankara'da olacaktır. Fakat bu şehrin neresinde? Çünkü O' nun en son kuvvetli isteği bir an önce Ankara'ya dönebilmekti. Biri Büyük Millet Meclisi'nden İstasyon'a inen cadde üzerindeki yuvarlak yer, diğeri Çankaya'daki yeni köşkün mermer havuzu. Bu yerler şu nedenle konuşulmuştur:
Bir akşam Atatürk'ün etrafında toplananlar arasında, O'nun ölümlü oluşu üzerinde durulmuş ve özellikle kendisi 1926 suikast girişiminden sonra söylediği cümleyi tekrar etmişti. "Benim naçiz vücudum bir gün elbette toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır." dedikten sonra "Milletim beni istediği yerde yatırsın, yeter ki beni unutmasın," demişti. Meclisin altındaki yuvarlak yeri ortaya atan kişiye ise, "iyi ve kalabalık bir yer, fakat ben böyle bir arzumu milletime vasiyet edemem". Ancak, gene o akşam ileri sürülen bir fikrin kendisini çok duygulandırdığını, bugün bile hatırlıyorum.
Memleketin bütün sınır boylarından getirilecek toprak üzerinde yatmak. Recep Peker, hararetle bu fikrin sembolik savunmasını yapmıştı.

Atatürk, böyle bir fikrin uygulanmasından ancak, ölümlü vücudu için hoşlanacağını ve gurur duyacağını anlatırken bana bakarak: "Bunu unutma!" demişti.

Prof. Dr. Afet İNAN

Kaynak: Ulus Gazetesi, 25.06.1950



Sen Rahat Uyu Ata'm mı ... Hayır !!!

VATANIMIN TOPRAĞI TEMİZDİR

Kral Edward İstanbul’a geldiği zaman, yatından bir motora binerek Dolmabahçe Sarayı’na yanaştı. Atatürk de rıhtımda O’nu bekliyordu. Deniz dalgalı idi ve kralın bindiği motor inip çıkıyordu. Kral rıhtıma çıkmak istediği bir sırada eli yere değdi ve tozlandı. O sırada Atatürk de Kral’ı rıhtıma almak üzere elini uzatmış bulunuyordu. Bunu gören kral bir mendille elini silmek istediği bir anda Atatürk:

-Vatanımın toprağı temizdir, o, elinizi kirletmez! diyerek, Kral’ı elinden tutup rıhtıma çıkarıverdi.

Enver Behnan Şapolyo


ANKARA’YI NEDEN BAŞKENT YAPTIM?

Sıcak bir günün akşamında yanında bazı ileri gelenler ile Köşkü’nün bahçesinde dolaşıyordu. Ben de o sıralar eski Köşk’ün tavan dekorlarıyla meşguldüm. Tozlu ve sisli bir akşam Ankara’nın üzerine çökmüştü. Yer yer toz hortumları semaya doğru yükseliyor ve manzaraya daha boğucu bir hava ekliyordu. Bize:

- Ankara’yı hükümet merkezi yapmakla iyi mi ettim? diye sordu.

Tabii herkes müspet cevap verdi. Arkasından:

- Neden? suali gelince, kimi stratejiden, kimi siyasetten bahsetti. Hatta birimiz “kayalık güzeldir” gibi bir estetik nazariye de ortaya attı. Atatürk :

-“Şimdi dalkavukluğu bırakın” diye münakaşayı kapattı. Ankara’nın hükümet merkezi olmak için saydığınız meziyetleri beni ikna etmeye yetmez. Ben Ankara’yı hükümet merkezi yapmakla büsbütün başka bir hedef güttüm. Türk’ün imkansızı imkan haline getiren kudretini dünyaya bir kere daha tekrar etmek istedim. Bir gün gelecek şu çorak tarlalar, yeşil ağaçların çevirdiği villaların arasından uzanan yeşil sahalar asfaltlarla bezenecek. Hem bunu hepimiz göreceğiz. O kadar yakında olacak”.

Anekdotlarla Atatürk Em.Tümg. Muzaffer Erendil


TÜRK MİLLETİNE OLAN HAYRANLIĞI

Zamanının ünlü biyografi üstadı alman Emil Ludwig 1934’de Atatürk’ün hayatını yazmak için Ankara’ya gelmişti. Eserleri arasında geçmişin ve yaşanılan devrin iz bırakmış nice şahsiyeti vardı.

O günlerde Polonya Cumhurbaşkanı, çok ünlü bir piyanist, bir virtüöz olan Ignas Jan Paderavsky’nin hayatını yazıyordu. Mustafa Kemal kendisini kabul ettiğinde, önce bedeni hususiyetlerini uzun uzun tetkik etmesi genel sekreteri Hikmet Bayur’un dikkatini çekmişti. Nitekim soyu sopu üzerinde bilgiler edindikten sonra Hikmet Bayur’a Ata’nın musiki ve bilhassa keman-piyano ile meşgul olup olmadığını sormuş Bayur’un bu soru üzerine şaşkınlığını görünce şu açıklamayı yapmıştı:

 - “İzah edeyim. Atatürk’ün parmakları daha çok bu müzik aletleriyle meşgul olanların bariz hususiyetleridir. Mesela Paderavsky’ninki böyledir. Size rica edeceğim. Bana bir elinin parmaklarını bir kağıda çizer, verir misiniz?”

Atatürk, bu isteğe tebessüm etmiş, daima nazik ev sahibi olarak arzuyu yerine getirmiş, fakat tarihçinin yanlış hüküm vermemesi için şu açıklamayı yapmıştı:

- “Bana ailemde zafer kazanmış büyük kumandanlar olup olmadığını sormuştunuz. Size yoktur cevabını vermiştim. Şimdi parmaklarımı ömrü savaş meydanlarında geçmiş bir askerde yadırgadığınızı seziyor gibiyim. Size kestirmeden bir açıklama yapacağım. Eğer, bende bazı fevkaladelikler görüyor ve buluyorsanız bunları sadece ve yalnız Türk olmama, Türklüğüme bağlayınız. Bu ülkenin bütün insanları temelde benzer yapı içindedir. Hatta kusurlarımızda bile... Biz bu aynı kaynağın kök sağlamlığı ile milliyet ve devlet yapısını muhafaza edebilmiş müstesna milletiz. Sadece ben değil, tarihte bu büyük millete sahalarında hizmet edebilmişler varsa, hepsinin ilham kaynağı aynıdır”.

Cemal Kutay, Atatürk Olmasaydı


MİLLETİNE GÜVEN

Toplantıda kendisinden evvel söz söyleyenlerden biri ona: “nereden ilham ve kuvvet” aldığını sormuştu; büyük adam bu soruya millet hizmetinde bulunan insanların ilham kaynakları hakkında, uzunca bir tahlil yaparak cevap verdi... Sonunda kısaca demişti ki :

“Efendiler... İlham ve kuvvet kaynağı milletin kendisidir; milletin müşterek arzusu, gerçek temayülüdür. Varlığımızı, istiklalimizi kurtaran bütün teşebbüs ve hareketler; milletin müşterek fikrinin, arzusunun azminin yüksek tecellisinden başka bir şey değildir.”

(Atatürk’ün bu nutku, seyahatini temsilcisi ile takip eden Anadolu ajansı tarafından çıkarılan bir broşürde mevcuttur.)

Soyak, Hasan Rıza, Atatürk’ten Hatıralar, S.50


SİLAHIN, ORDUN, PARAN VAR MI?

Birinci Dünya Harbi yenilgisinden sonra öz yurdun kurtuluşu için mücadeleye atıldığı zaman O’na, “Silahın, ordun, paran var mı?” Diye soranlar olmuştu. Eşsiz kahraman; bu zayıf iradeli ve kısa görüşlülere şu cevabı vermişti:

“Paramız olacak, silahımız olacak, ordumuz olacak, savaşacağız ve muzaffer olacağız.”

Bu sefer de, “devletin bünyesini yaşatmak için, harice baş vurmaksızın, memleketin gelir kaynakları ile idaresini sağlamak çare ve tedbirlerini bulmak lazım ve mümkündür, ” diyordu.


VATAN İÇİN

Ölümünden otuz altı gün önce, birinci komutan, sonra Başvekil Celal Bayar, hastalığı süresince yaptığı hafta sonu ziyaretinde, beraberinde hazırlığı tamamlanmış üçüncü beş yıllık plan dosyasıyla gelir. Hekimler, zaman alan ciddi konularla meşgul olmasını yasaklamışlardı. Başvekil, bir-iki temel konuda fikrini öğrenme ihtiyacındadır. En çok beş dakika için evet derler.

Bundan sonrasını Celal Bayar şöyle anlatır :

- "Sanki hasta değil, rahat bir uykudan yeni kalkmış gibiydi.

Elimdeki dosyanın ne olduğunu sordu :

- "Üçüncü beş yıllık planın son şekli Atatürk" dedim.

Eliyle işaret etti.

- "Şöyle, yanıma otur anlat"

Şezlongunu yükseltmelerini ve arkasına bir yastık konulmasını istedi. Göreceği yakınlıkta oturdum. Dinledikçe alakası artıyordu. Verilen beş dakika geçmişti. Genel sekreteri Hasan Rıza'nın bana bunu hatırlatmak için içeri girdiğini hissetti;

- "Gel Soyak, sen de dinle, başbakan çok güzel şeyler anlatıyor" dedi.

Sadece başlıkları okuyor, birkaç cümle ile o bahsi tamamlıyordum. Öğrenmek istediklerimi de öğrenmiştim. Yakın gelecekleri okurcasına:

- "Ufukta yeni bir dünya harbinin bulutları var. Acele edin. Bunların çoğu ordu ve halk ihtiyaçları için şart olan tesisler, allah muvaffak etsin acele edin" dedi.

Bunları söyleyen insan birkaç gün önce komadan çıkmıştı.

Sağlığı ile ilgili bir tek kelime etmedi.

Cemal Kutay, Atatürk Olmasaydı


MİLLETE GÜVENİ

Bir gün Müslüman memleketlerden birinde (Mısır'da) bağımsızlık davası için çalışan liderlerden biri, Mustafa Kemal'i görmeye gelmişti, kendisine;

- Bizim hareketin de başına geçmek istemez misiniz ? diye sordu.

Olabilecek bir şey değildi ama, insan yoklamalarını pek seven Mustafa Kemal;

- Yarım milyonun bu uğurda ölür mü ? diye sordu.

Adamcağız yüzüme baka kaldı:

- Fakat paşa hasretleri yarım milyonun ölmesine ne lüzum var ? Başımızda siz olacaksınız ya... dedi.

- Benimle olmaz, beyefendi hazretleri, yalnız benimle olmaz. Ne zaman halkınızın yarım milyonu ölmeye karar verirse o vakit gelip beni ararsınız.

Rıfkı Atay, Çankaya


BİR TÜRK DÜNYAYA BEDELDİR

Ata Kastamonu'yu ziyaret etmişti. Kışlaya da uğramıştı. Koğuşları geziyordu. Her koğuşta birçok vecizeler vardı. Güzel sözlerdi bunlar. Bir koğuşta büyük bir levha yazılmış :

- Bir Türk on düşmana bedeldi.

Atatürk bunu görünce birdenbire durdu, yüzü değişti, gözleri daldı. Sonra sert bir sesle:

- Hayır, hayır... dedi. Bir Türk dünyaya bedeldir.

Zeki Cemal Bakiçelebioğlu


İNGİLİZ KRALI'NA VERİLEN ZİYAFET

İngiliz kralı VIII. Edward İstanbul’a Atatürk’ü ziyarete geldiği zaman, Atatürk kendisine bir akşam ziyafeti vermişti. Ziyafetten önce:

- “Bana İngiltere sarayında verilen ziyafetler ne şekilde olur, onu bilen birisini yahut bir aşçı bulunuz!...” dedi.

Ve nihayet bu sofra merasimini bilen bir zattan öğrenerek sofrayı o şekilde düzene koydular... Akşam kral sofraya oturunca kendisini kral sarayında zannederek memnun oldu. Atatürk'e dönerek:

- “Sizi tebrik eder ve teşekkür ederim. Kendimi İngiltere’de zannettim" diyerek memnuniyetini bildirdi.

Sofraya hep Türk garsonlar hizmet etmekte idi. Bunlardan bir tanesi heyecanlanarak, elindeki büyük bir tabakla birdenbire yere yuvarlandı. Yemekler de halılara dağıldı. Misafirler utançlarından kıpkırmızı kesildiler. Fakat Atatürk Kral'a eğilerek:

- “Bu millete her şeyi öğrettim, fakat uşaklığı öğretemedim!” dedi. Bütün sofradakiler Atatürk'ün zekasına hayran oldular. Atatürk garsona da “vazifene devam et” emrini verdi.

Enver Behram Şapolyo


MUSTAFA KEMAL HAKİKİ BİR TÜRK MİLLİYETÇİSİ İDİ.

Mustafa kemal 5. Orduda Arap ırkından olan askerlere daha özel muamele yapıldığını ve Anadolu çocuklarından daha üstün tutulduklarını gördükçe müteessir oluyordu.

- Osmanlılığın telkin ettiği bu aşağılık duygudan ne zaman kurtulacağız?

diyordu. Aynı ıstırabı bende duyuyordum. Yafa'da Mustafa Kemal’in bölüğünde alaydan yetişmiş Makedonya Türkler'inden yaşlı bir yüzbaşı vardı. Yüzbaşı Anadolu'lu Kıt'a çavuşlarına karşı şiddetli davranıyor, yeni erlere karşı ise lüzumundan fazla müsamaha gösteriyordu. Onların azarlanmasına, hırpalanmasına gönlü razı olmuyordu.

Mustafa Kemal, başından geçen bir olayı şöyle anlattı:

- "Bir gün Makedonyalı yüzbaşı, Kıt'a çavuşlarından birini bölük kumandanlığı odasına çağırdı. Müfit'le ben de orada idik. Çavuş sağlam yapılı ve yakışıklı bir Türk delikanlısı idi. Yüzbaşı gencin onurunu kıracak şekilde azarlamaya başladı. Daha ziyade mensup olduğu ırka hücum ediyordu.

- Sen, diyordu, nasıl olurda necip Arap kavmine mensup peygamber efendimizin mübarek soyundan gelen bu çocuklara sert davranır, ağır sözler söylersin? Kendini iyi bil, sen onların ayağına su bile dökemezsin.

Gibi gittikçe manasızlaşan sözlerle hakaret ediyordu. Sesi yükseldikçe yükseliyordu. Çavuşun yüzündeki ifadeye baktım. Önce bir babaya duyulan saygının samimiyeti okunan çizgiler sertleşmeye, içten gelen bir isyanın ateşleri gözlerinden okunmaya başladı, fakat gerçek itaatin sembolü olan Türk askeri gibi iç duygularını gemlemeye çalıştı. Göz pınarlarından tanelenen yaşlar yanaklarından döküldü.

Dayanamadım.

- “Yüzbaşı efendi susunuz!” diye bağırdım, birden şaşırdı, sözlerin bizden onay görmesini beklediği anlaşılıyordu.

- “Yoksa fena bir şey mi söyledim?”

- Evet, çok fena hareket ettiniz, buna hakkınız yok, bu erlerin bağlı bulunduğu Arap kavmi birçok bakımdan necip olabilir, fakat senin de benim de, Müfid'in de ve çavuşun da mensup olduğumuz kavmin de büyük ve asil bir millet olduğu asla inkar edilemez bir gerçektir.

Yüzbaşı başını önüne eğdi, utanmıştı.

Çok yıllar sonra, bir gün Ankara’da beni de şahit göstererek anlattığı bu hakiki olay karşısında görüşü şu idi:

Bu ve buna benzer hadiseler, Türk aydınlarının kendi kendisini bilmemesinden ve başka milletlerde şu veya bu sebeple üstünlük olduğunu sanarak, kendini onlardan aşağı görmesinden doğmaktadır. Bu yanlış görüşe son vermek için Türklüğümüzü bütün asaleti ve tarihi ile tanımak ve tanıtmak şarttır.

Mustafa Kemal'in, Türk Tarih Kurumu’nu kurmasının en büyük nedeni bu asil düşüncede aranmalıdır. Türk Milleti’nin asaletine, büyüklüğüne bütün Türklerin inanmasını ve bunu iftiharla savunmasını hayatı boyunca amaç edinmiştir. Milletine:

- "Ne mutlu Türküm diyene!"

Hitabıyla seslendiği zaman, buna bütün mevcudiyeti ve samimiyeti ile inanmıştı.

Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk


EFELERİN AKŞAMI

Atatürk'ün Ankara’ya ayak basışının yıldönümü halkevinde ilk defa kutlanıyordu. Ankaralıların gönülden kopan kadirşinaslığı ile gündüzden beri heyecan içinde olan Atatürk efelerin oyunundan sonra yanına gelmelerini istedi. Efeleri yakınına konmuş iki sandalyeye oturmağa davet etti.

- Şimdi size soframdakileri tanıtayım. Bu büyük bir alimdir, tarih yazar ve okutur. Bu büyük bir yazıcıdır, olanı ve olacağı dile getirir.

Sofradakilerin hepsi için mahsus iltifat ve mübalağa dolu vasıflar buluyor, keskin, kesin, özlü methiyeler sıralıyordu. Sıra seymenlere geldi onlara döndü ve masadakilere tanıttı:

- Bunlar da, bu dünyanın en kahraman milletinin en yiğit insanlarından. Bana gelince, eğer bundan daha iyi tarihimizi bilmesem, bundan daha iyi dertlerimizi dile getiremeseydim, bundan daha iyi asker, bundan daha iyi hatip ve sizden biraz daha yiğit olmasam başınız olmazdım!

Biran başını önüne eğdi, biran yüzünde koyu bir pembelik dolaştı gülümseyerek seymenin birine hitap etti:

- Bırak şunu bunu; ne Mustafa Kemal, ne reisicumhur... İkimizde Türk, ikimizde efe... Sen beni bilmiyorsun , ben seni... Dağda karşılaştık; benden korkar mısın, korkmaz mısın?

- Sayende düşmandan korkmadık ki, senden korkalım.

Cevap Atatürk'ün hoşuna gitmemişti : düşmandan tabii korkmayacaksın, düşman bir başka, Türk değil ki korkasın gel bakalım, tam efe misin?

Başını dizine doğru çekti, gel bana desteklik et bakalım, dedi. Ve onun boynuna namlusunu dayadı; duvarın bir yerine nişan almağa başladı kurşun boynunun tüylerini yalayarak geçen seymende hiçbir kımıldama yoktu, oradakiler seymenin korkudan bayıldığını sanıyordu, kurşunlar bitmişti.

Seymen doğruldu, yüzünde ne bir pembelik, ne bir sarılık vardı, hiç titremeyen, belki biran gürleyen ve gülen bir sesle;

- Kurşunlar bitti mi, paşam? diye sordu :

Bu yüzdeki huzuru bir anlık bakışla sezen Atatürk seymenin ata kurşunu insana zarar vermez inancı ile öyle dimdik ve sakin kalabildiğini anlamıştı. Birden tabancayı yere attı, gözlerinden iri yaşlar damlıyordu. Hıçkırıklı bir sesle dedi ki:

- Demin söylediklerim yalandı, yanlıştı. Ben her şey değilim, ben hiçim. Ben hiç olurdum, eğer bu millet bana böyle inanmasaydı. Bu millet kılı kıpırdamadan benim uğruma canını vermeye hazır olmasaydı, ben hiçbir şey yapamazdım.

Atatürk: Denizinden Damlalar, Behçet Kemal Çağlar, sayfa 141-143


BU MİLLETLE NELER YAPILMAZ!..

Atatürk, milletin ruhundaki o sönmez meşaleyi tutuşturmak için Anadolu'yu adım adım dolaştığı 1919 yılıydı. Büyük asker, Erzurum yolundadır. Ilıca'da tunç yüzlü bir ihtiyarla yaptığı enteresan bir görüşmeyi Cevat Dursun oğlu şöyle anlatmaktadır:

"20-30 kişilik bir göçmen kafilesi başında bulunan bu ihtiyar, omuzlarına kartal kanadı attığı paltosu ve elindeki asası ile bir yolcudan çok doğu mitolojisindeki yarı tanrı kabile reislerine benziyordu. Misafirlerin önemli kimseler olduğunu anlayan ihtiyarın zeki gözleri parladı. İri ve ak tüylerle örtülü elini geniş göğsünün üstüne koyarak onları selamladı.

Mustafa kemal, ta yanı başına kadar geldiği halde heybetliliğinin azametini kaybetmeyen bu ihtiyarın hatırını soruyor, o da gövdesine yaraşan derin ve gür sesiyle teşekkür ediyordu. Bu kısa hoş-beşten sonra Paşa ihtiyara:

-Ağa, dedi. Böyle nereden geliyorsun?

- Paşam Rus gelirken göçmen olmuştuk. Çukurova'daydım. Şimdi köyüme dönüyorum. Buralara dönmenin pek yerinde olmadığını, kışın sıkıntı çekileceğini anlatmak istedi. Sonra da ekledi.

- Ağa, yoksa oralarda geçinemedin mi?

- Hayır paşam, Çukurova cennet gibi bir yer. Bir eken yüz alıyor. Son günlerde işittim ki, İstanbul’daki "ırz kırıkları" bizim Erzurum’u Ermenilere vereceklermiş. Geldim ki ne göreyim, bu namertler kimin malını kimlere veriyorlar?..

Tunç çehreli, beyaz sakallı, gün görmüş ihtiyarın iman dolu göğsünden gelen bu ses, yine onun gibi tunç yüzlü askerin gözlerini yaşarttı.

- Bu eski Türk kalesine millet işi için milletle beraber çalışmaya gelen büyük devlet adamı, yaşlı gözlerle arkadaşlarına döndü:

- Bu milletle neler yapılmaz!..dedi ve sonra ihtiyarla vedalaştı.

(Banoğlu, Niyazi, Ahmet, nükte ve fıkralarla Atatürk, İstanbul, İnkılap Kitapevi, 1981, sh.371-372)


BEN, CUMHURİYETİ BÖYLE KAZANDIM!...

Ankara, 10. Cumhuriyet yılının büyük ve ölçüsüz sevinci içindedir. Şehir, baştanbaşa ışıklarla donatılmıştır. Eğlence yerlerinde her Türk, tam bir şuurla devrimin nimetlerini idrak ederek neşe içinde eğlenmektedir.

Atatürk, resmi baloların verildiği yerlere uğradıktan sonra Halkevi’ne de teşrif ediyor. Orada, milli ve mahalli giysileriyle coşan ve coşturan Türk köylüleriyle karşılaşıyor.

Bir gün bu milleti ve bu memleketi kurtarmak için atıldığı mücadelede kendisine yegane kudret ve kuvvet membaı olan bu temiz yürekli vatan evlatlarının neşelerinden son derece duygulanıyor. Onları bir süre seyrettikten sonra, doğru Çankaya’ya teşrif ediyorlar ve:

-Efeleri buraya getiriniz!.. Emrini buyuruyorlar.

Efelerin Çankaya’da, Atatürk’ün sofrasında nasıl coştuklarını ve nasıl coşturduklarını anlatmaya imkan yoktur. Büyük Ata, sahnenin en heyecanlı bir anında, Ankara efelerinden birine soruyor:

- Efe, sen benim için ne yapabilirsin?

Efe tereddüt etmeden cevap verir:

- Her şey...

- Mesela?..

- Ölürüm...

Şimdi bütün dikkat Atatürk’e çevrilmişti. Kimse konuşmuyor, onları dinliyordu. Atatürk, gözlerini etrafındakiler üzerinde bir kez gezdiriyor. Sonra:

- Efe, diyor, sözünde samimi misin?

- Emir sizindir, Ata'm.

Atatürk, elini dizinin üstüne vuruyor:

- Koy başını buraya!...

Efe derhal başını Ata'nın dizlerine koydu ve başını koyar koymaz şakağında bir soğuk temas hissetti. Bu, Atatürk’ün şakağına dayadığı tabanca namlusunun soğukluğuydu. Efe, bu soğuklukla beraber şakağına dayanmış bir tabanca olduğunu görmüş, fakat en küçük bir harekette bulunmamıştı.

Efe, Ata'sı için ölümü seve seve kabul edebilirdi. Fakat Atatürk, ona kıyacak mıydı?

Bütün yüzlerin rengi bir anda solmuş, heyecan son haddini bulmuştu. Nefes almaktan korkuyorlardı ve gözler Atatürk’ün elindeydi. Tabanca, efenin şakağına dayanmıştı. Fişek sürülmüş ve emniyet açılmıştı. Atatürk, bir saniye bile sürmeyen bu an içinde ve gözle fark edilemeyecek bir hızla tabancanın namlusunu şakağın yanından, belki bir santim kadar kaydırarak tetiği çekiyor.

Derin sükutu yırtan korkunç tabanca sesi...

Kalpler, sanki yerinden kopacak.

Hazır bulunanların hepsinin beti benzi kül rengini almıştır.

Fakat, efenin başı hala Ata’nın dizindedir ve efede en küçük bir kımıldanma yoktur.

Atatürk, efenin başını dizlerinden kaldırıyor, temiz alnını dudaklarına doğru çekiyor ve öpüyor.

Hala biraz önceki havanın tesirinden kurtulamamış olanlara:

- İşte, ben Anadolu Savaşını bunlarla ve böyle canlarını esirgemeyenlerle kazandım, diyor.

(Nükte ve Fıkralarla Atatürk, sh.11-12-13)


HERKESİN MİLLETE İNANMASINI İSTERDİ

Zaferi müteakip yaptığı seyahatte Samsun'a da uğramış, orada öğretmenlerle görüşüyordu.

Öğretmenler adını konuşanların, kendisi hakkında çok sitayişkarane sözler söyleyişlerini, sükunetle dinledikten sonra , onlara şu cevabı vermişti:

- Vatandaşınız olan herhangi bir şahsı, istediğiniz gibi sevebilirsiniz. Kardeşiniz gibi, arkadaşınız gibi, babanız gibi, evladınız gibi, sevgiliniz gibi sevebilirsiniz! Fakat bu sevgi, sizi milli varlığınızı, bütün muhabbetlerinize rağmen herhangi bir şahsa, herhangi bir sevdiğinize vermenize sebep olmamalıdır. Bunun aksine hareket kadar büyük hata olmaz. Ben ancak vazifemi yaptım. Bana, bu ilhamı ve kudreti nereden aldığımı soruyorsunuz. cevap olarak diyebilirim ki, bu günkü uyanıklığı, düne, geçmişe borçluyuz. Geçmişte bu milletin çektiklerinden büyük bir ilham ve kudret kaynağı olamaz!.

(Nükte ve Fıktalarla Atatürk, sh.74) 


HALK İSTERSE BENİ DE KOVAR !

1935 senesinde idi. Atatürk’ün Çanakkale’ye geleceği rivayetleri dolaşıyordu.

O zamanlar dünyanın bazı yerlerinde olduğu gibi, memleketimizin de bazı bölgelerinde Yahudiler aleyhinde bir hareket ve ayaklanma baş göstermişti. Bu hal karşısında bütün Museviler mallarını, mülklerini satarak yolculuğa hazırlanıyorlardı. Bunlar, o zaman rivayet olunduğuna göre Filistin’e gitmek istiyorlardı.

İşte bu sıralarda "Atatürk Çanakkale’ye geliyor"dediler. Çok sevindim. Çünkü Atatürk’ü hiç görmemiştim. Heyecanla Atatürk’ün geleceği Balıkesir caddesine dikildim. Bu esnada yanımda bulunan birkaç Yahudinin fısıltı ile pek hararetli olarak konuştuklarını gördüm. Alakadar olmağa vakit kalmadan karşıdan birkaç otomobil göründü."Atatürk geliyor" sözü yeniden ağızdan ağıza dolaştı. Halkın "yaşa, varol!" nidaları arasında Atatürk otomobilinden indi. Alkışlar devam ediyor, o da halkın arasında ilerliyordu. Garip bir tesadüf ve talih eseri olarak Atatürk bizim önümüze gelince hafif bir duraklama yaptı. Halka bakıyor ve kalabalığı selamlıyordu. Tam bu esnada yanımda bulunan ve biraz evvel fısıltı halinde, fakat hareketli konuşan Yahudilerden biri, ileriye doğru yürüdü ve Ata'nın önüne atıldı. Muhafızlar mani olmak istedi. Atatürk:

- Bırakın gelsin! dedi.

Bu Musevi vatandaş, Atatürk'ün önünde ellerini açtı, omuzlarını yukarıya kaldırarak:

- Paşam bizi kovuyorlar. Biz ne yapacağız? dedi.

Atatürk bu şekilde önüne atılan bu adamın ne demek istediğini ve kim olduğunu derhal anlamıştı. Buna rağmen sordu:

- Sen kimsin?

- Ben paşam, Çanakkale Musevileri'nden Avram Palto.

- Sizi kim kovuyor? Hükümet mi? Kanun mu? Polis mi? Jandarma mı? Bana söyle? dedi.

Bu Musevi vatandaş durakladı, şaşaladı. Biraz sonra kendini toparlayarak cevap verdi:

- Hayır paşam, halk kovuyor.

Atatürk, bu adamın yüzüne dikkatle baktı, gülümsedi ve:

- Halk isterse beni de kovar, dedi ve yürüdü.

(Atatürk’ün Nükteleri, Fıkraları, Hatıraları, sh.68)


MİLLET ADAMIYDI

Milli mücadelenin buhranlı günlerinde, Ankara civarında yaptığı bir gezintiden dönerken, yolda sarıklı bir hocaya rast gelmişti. Konuşurken, üstlerinden geçen uçağı göstererek, sordu :

- Hocam, bu uçak nasıl uçuyor?

- Ne bileyim ben?... Öğretmediler ki bize?

- Peki, sen ne bilirsin?"

- Ne mi bilirim? Bu uçağa bin dersin, binerim, oradan kendini aşağı at, dersin atarım... İşte ben bunu bildirdim ama, bunu da senden öğrendim, paşam !

Mustafa kemal, bu söz üzerine,

- Var ol hocam!... Ama, şunu da bil ki, bende senin gibiyim... Bende, milletin hiç bir arzusunu, hiç bir isteğini, hayatım pahasına da olsa, yapmamazlık edemem!..."

Nükte ve Fıkralarla Atatürk sh 73-74


TÜRK'ÜN DOSTU VAR MI?

 28 Haziran, 1933 Ankara Erkek Lisesi’nde:

Sınava giren çocuklardan biri sorulan bir soruya şöyle karşılık vermişti:

- Fransa ile olan geleneksel dostluğumuz gereği...

Atatürk, derhal sözü keserek sormuştu:

- Hangi geleneksel dostluk, bu nereden çıktı, kim söyledi bunu?

O zaman coğrafya hocası ayağa kalkarak “Ben söyledim paşam” diye onun hiddetini azaltmaya çalışmıştı. Bana dönerek ve “sen söyle tarih hocası” deyince, hemen ayağa kalkarak cevap vermiştim.

- Paşam ortada geleneksel dostluk diye bir şey yoktur. Yalnız ortak hareketlere Fransız yazarları geleneksel dostluk niteliği vermişlerdir. Örneğin Kırım Savaşında olduğu gibi...

- Aferin, bu gerçekten böyledir. Acınarak söylüyorum Türk’ün geleneksel dostu yoktur. Çıkarlar ortak olunca Avrupalılar buna hemen geleneksel dostluk ismini vermişlerdir” buyurmuşlardı.

Arıburnu, Age, s:199 


MİLLETE GÜVEN

Erzurum: 3 Temmuz, 1919...

Ilıca’da Mustafa Kemal’in ilk karşılamasında konukların önemli kimseler olduğunu anlayan ihtiyarın zeki gözleri parladı. İri ve ak tüylere örtülü elini geniş göğsünün üstüne koyarak oturanları selamladı. Mustafa Kemal Paşa, ta yanı başına kadar geldiği halde heykelciğinin büyüklüğünü kaybetmeyen bu ihtiyarın hatırını soruyor, o da gövdesine yaraşan derin gür sesiyle teşekkür ediyordu.

Bu kısa hoşbeşten sonra, Paşa ihtiyara :

- Ağa, böyle nereden geliyorsun? dedi.

İhtiyar:

- Paşam, Rus gelirken göçmen olmuştum. Çukurova’da idim. Şimdi köyüme dönüyorum, diye karşılık verdi.

Paşa, zamanın nezaketini, emniyetsizliğini ileri sürerek böyle zamanda buralara dönmesini pek yerinde olmadığını, kışın sıkıntı çekeceğini anlatmak istedi. Sonunda da:

- Ağa, yoksa oralarda geçinmedin mi? dedi.

Ağa derhal karşılık verdi :

- Hayır Paşam, Çukurova cennet gibi bir yer. Bir eken yüz biçiyor. Allah millete düşkünlük vermesin. Bize tarla da verdiler, çayır da... Hamdolsun uşaklarda çalışkandırlar. Değil Çukurova gibi bir yerden, taştan bile ekmeklerini çıkartırlar. Geçimimizi padişahta bile yoktu. Çok rahattık. Yalnız son günlerde işittim ki, İstanbul’daki “ırzı kırıklar” bizim Erzurum’u Ermenilere vereceklermiş. Geldim ki göreyim, bu “namertler” kimin malını kime veriyorlar?

Tunç çehreli, ak sakallı, gün görmüş ihtiyarın iman dolu göğsünden gelen bu ses, yine O’nun gibi tunç çehreli kahraman askerin gözlerini yaşarttı. Bu eski Türk kalesine millet işi için milletle beraber çalışmağa gelen büyük devlet adamı yaşlı gözlerle arkadaşlarına döndü ve “bu milletle neler yapılmaz!” Dedikten sonra ihtiyarla vedalaştı.

Arıburnu, Age, s: 199-200


HALK VE YÖNETİCİ

1923 Martı’nın 17. Cumartesi günü Mersin’e gidiyoruz. İstasyonda yaya olarak topluluk halinde ilerlerken, yolun ortasında, aynen Adana’ya giderken olduğu gibi, büyük bir levha taşıyan bir kaç kız Şef’in karşısına çıktı. Levhada şu cümle yazılı idi: “Suriye hemşirenizi de kurtarınız.”

İki gün evvel Adana’da Antalya ve İskenderun için yapılan o levhalı gösteri, Antalyalı kızın o herkesi ağlatıp sızlatan hıçkırıklı söylevi ve Şef’in ona verdiği tarihi cevapla, yüce bir nitelik almıştı. Şef şimdi bu Suriye levhasına ne diyecekti?

- “Her millet layık olduğu mutluluğa erişir!” dedi ve yürüdü.

Arıburnu, Age, s:201


KOMPLEKS

20 haziran, 1933, Ankara Erkek Lisesi’nde :

Büyük Mustafa Kemal, önce öğrenci ile öğretmenini karşı karşıya bırakmayı uygun görmüş ve sorunların o zamanki yöntemle öğretmenler tarafından sorulmasını istemişti. Şimdi güzel soru bulmak ve güzel soru çıkartmak ne güçtü. Nitekim coğrafyacı arkadaşlarımızdan birinin şu sorusunu derhal kesmiş ve değiştirmişti.

Öğretmen öğrenciye şöyle sormuştu :

- İtalya’nın memleketimiz hakkında istekleri nedir? Bize siyasetini anlatır mısın?

Atatürk kaşlarını çatmış ve öğretmene sormuştu:

- Bundan ne amaçlıyorsunuz? İtalya’nın memleketimiz hakkında ne gibi istekleri vardır, bunu devlet başkanı olarak ben bilmiyorum siz açıklar mısınız?

Öğretmen şaşırmış, sıkılmış ve karşılık vermişti:

- Paşam, İtalyanlar Antalya’yı almak istiyorlar, memleketimizde gözleri var da onları sormak istedim.

- Bu öğrenci dışarı çıkıp da biz bize kaldığımız zaman, hepimize dönerek şöyle demişti :

- Çocuklar başka memleketleri umacı olarak göstermeye hakkımız yoktur. Türk çocuğu, kendisine hiç bir milletin saldırmağa cesaret edemeyeceğini bir ruh güvenliği ile beslemelidir. Bilmelidir ki Türk milletine kimse ilişemez!

Arıburnu, Age, s:201-202


ADAM KAYIRMA

“Fuat Paşa (Cebesoy) bana, şöyle bir soru yöneltti:

- Senin şimdi (apotr) ların kimlerdir; bunu anlayabilir miyiz?

Ben, bu sorudan bir şey anlayamadığımı söyledim. Paşa, amacını açıkladı. O zaman, ben de, şu demeçte bulundum:

- Benim, (apotr) larım yoktur. Memleket ve millete kimler hizmet eder ve görev, yararlık ve gücünü gösterir ise, (apotr) onlardır!

Arıburnu, Age, s:202


BİS, BİS!...

Atatürk’le Musollini’nin arası malum!... İkinci Dünya Savaşı’nın “sinir harbi” dediğimiz söz hücumları Mussoli’nin baş silahı.

İtalyan diktatörü, o sırada yine bir nutuk söyleyerek, aklınca sinirlerimizi bozmak istemişti. Atatürk, buna fiili bile cevap mahiyetinde, Antalya’ya bir seyahat hazırladı.

Yolda otomobiller, güzel bir yerde mola verdiler. Atatürk, kulağına akseden bir türküyle ilgilendi. Etrafı aradılar.bunu bir çoban söylüyordu.

Çobanı getirdiler. Atatürk:

- Türküyü sen mi söylüyorsun? diye sordu. Çoban, “evet” deyince:

- Sesin güzel, okuman da fena değil, burada da söyle de dinleyelim!...

Çoban bir şey anlamamıştı. Ata izah etti:

- Bis demek, beğendik, bir daha söyle, tekrarla demektir. Çoban türküyü tekrarladı. O zaman Atatürk, cebinden bir “elli liralık”çıkardı, çobana uzattı. Çoban paraya baktı, aldı, memnun bir tavırla kuşağının arasına koyduktan sonra, ellerini çırptı ve yüksek sesle haykırdı:

- Bis, bis!..

Atatürk, bu zeki hareket ve cevap karşısında o kadar memnun olmuştu ki, yanındakilere döndü:

- İmkan olsaydı da Mussolini şu sahneyi görseydi ve şu cevabı işitseydi,

Dedi, hangi millete nutuk söylediğini anlardı!..

Banoğlu, Age, s: 62-63


TÜRKİYE’YE KİN YAKIŞMAZ!..

İstanbul’un işgali yıllarında bir Türk okulunu gezen Fransız Generallerinden M. Bramon, bir kızımızın yaptığı elişini beğenmişti. General bunu almak arzusu göstermesi üzerine elişinin sahibine öğretmen armağan edilmesi için teklifte bulunmuş ve öğrenci buna son derece sinirli:

- Hayır, bir çöp bile vermem!.. demek suretiyle şiddetle reddetmişti.

Aradan yıllar geçtikten sonra aynı okula Atatürk gelmiş, aynı öğrenci bu kez düşman generaline vermediği aynı elişini Atatürk’e armağan etmek üzere uzatmış ve heyecanla şöyle demişti:

- Büyük Atam, bu değersiz hediyenin kabulünü rica ediyorum. Bu işimi bir zamanlar hocam, memleketimin işgali zamanında Fransız Genaral Mösyö Bramon’a armağan olarak vermemi rica etmişti. Halbuki ben bu arzuyu reddetmekle düşman ellerinde bir çöpümü bile görmek istemediğimi söylemiştim. Şu dakikada içimden gelen bir istek ve sevgiyle armağanımı kabul etmenizi rica ediyorum.

Ata’nın bu sözler üzerine kaşları çatılmış ve sert bir sesle şu cevabı verdiği duyulmuştur:

- Kızım, Türkiye’ ye kin yakışmaz!..biz herkesle dostuz. Çektiklerimiz, başımızda bulunan saltanat devrinin büyük hatalarının neticesidir. Avrupalı'ların, Türk kızlarının eserlerini hayranlıkla seyretmeleriyle fikirlerini değiştirebilir miyiz? Sen onu o zaman verseydin, şimdi şanlı Türk kızlarını temsil eden bir eser Avrupa duvarlarını süslerdi.

Banoğlu, Age, s:63-64


DOĞUŞUNDAKİ FEVKALADELİK

Atatürk kendisini insan üstü bir varlık olduğunu söylemelerini hiç hoş karşılamazdı. Çocukluk arkadaşı Nuri Conker'in sert şakalarını büyük bir neşeyle dinler ve hepimizin önünde tekrarlattırırdı.

Bir gün sofrada ismini zikretmek istediğim bir zat :

- Paşam, demişti. Kimbilir çocukluğunuzda ne müstesna bir insandınız. Kimbilir, ne harikulade hatıralarınız vardır. Atatürk güldü ve Nuri Conker'e döndü:

- Nuri, anlatsana!.. dedi.

Nuri Bey her vakitki şakacı diliyle:

- Bakla tarlasında karga çobanlığı ederdi, cevabını verdi. Deminki suali soran zat, lafın bu yolu almasından fena halde ürktü. Suali ortaya attığına bin kere pişman oldu:

- Aman efendimiz... diyecek oldu. Atatürk hemen sözünü kesti:

Bana insanlar üstünde bir doğuş atfetmeye kalkışmayınız. Doğuşumdaki tek fevkaladelik, Türk olarak dünyaya gelmemdir.

- Eski bir Atatürkçü.

Banoğlu, Age, s. 220


TÜRK İFTİHAR ETMEK İÇİN YARATILMIŞTIR

Sarayburnundaki büyük eğlentide, 9 Ağustos 1928 akşamı, etrafını saran halka hitaben, ilk defa harf devrimini açıklayarak yeni harflerin kabul edilmesi lazım geldiğini belirttikten sonra:

- Bir milletin yüzde onu, yirmisi okuma yazma bilir de, yüzde seksen, doksanı bilmezse, ayıptır. Bu millet utanmalıdır. Ama Türk Milleti utanmak için yaratılmış bir millet değildir. İftihar etmek için yaratılmış, şanlı şerefli bir millettir. Tarihi baştan başa iftiharla dolu bir millettir. Okuma yazma bilmeyenlerin çokluğu, onun hatası değildir. Hata Türk’ün karakterini anlamayarak kafasını bir takım zincirlerle saranlardadır. Artık geçmişin bu hatalarını kökünden temizlemek zamanındayız. Hataları düzelteceğiz. Bu hususta bütün vatandaşların gayretini isterim. En nihayet bir, yıl içinde, bütün Türk Toplumu yeni harfleri öğrenmelidir, öğrenecektir. Milletim, kafasıyle olduğu gibi yazısıyla da uygar dünyanın yanında bulunduğunu gösterecektir! Deyince, halk, kendini kucaklamak, bağrına basmak isteyen bir coşkunlukla alkışlarken, heyecandan ağlaşanlar bile görülmüştür.

Oradan Büyükada’ya gitmişlerdi, yat kulübünde pırıl pırıl ışıklar içinde, kırıta kırıta sırıtan fraklı, smokinli, tuvaletli bay, bayanlarla karşılaşınca, bir an durmuş, yanındakilere:

- Hani Sarayburnunda yaptığımız yok mu? Onu burada yapamazdık!..demişti.

Bir gün -devrimin ilk günlerinde idi - şöyle demişti:

- Daha çocukken, dersler, kitaplar arasında yuvarlanırken hissederdim ki bu dilin bir şeye ihtiyacı var. O ihtiyacın ne olduğunu, nasıl elde edileceğini bilmezdim. Fakat mutlaka bir şey lazım olduğunu duyardım.

N. A. Banoğlu, yayınlanmış belgelerle Atatürk,

Siyasi ve özel hayatı-ilkeleri, 2. Baskı, ist., 198, s.263


BÜYÜK ADAM ÖLÜNCE 

Sene 1938, 10 Kasım...

İstanbul Üniversitesi’nde saat 9'u 5 geçenin meşum haberi duyulmuş... Bir alman profesör var, Hukuk Fakültesinde, o da duymuş, şaşırmış. Derse girsin mi, girmesin mi bir türlü karar veremiyor. O sırada aklına rektöre müracaat etmek gelir. Kalkar, yanına gider. Aralarında şu konuşma geçer:

- Efendim, mütereddidim. Acaba ne yapsam?

- Sizde böyle büyük bir adam ölünce ne yaparlarsa, onu yapın.

İşte o zaman alman profesör kollarını iki yana sarkıtarak:

- Bizde bu kadar büyük bir adam ölmedi ki... der.

(Yücebaş, Hilmi, Atatürk'ün Nükteleri-Fıkraları, Hatıraları, İstanbul, Kültür Kitapevi, 1963, Sh. 39) 


MUSTAFA KEMAL PAŞA'NIN ANADOLU'YA GEÇİŞ HİKAYESİ 

Mustafa Kemal Paşa Sivas'ta Heyet-i Temsiliye (Temsilciler Kurulu ) Karargahı'nda, Samsun'a gidişini Kılıç Ali'ye şöyle anlatmıştır (Ekim 1919):

- “Ben tasarladığım programımı Şili’deki evimin bir köşesinde oturarak ve birtakım pestenkerani anasırla görüşerek tatbik edebileceğime kani olmadığım içindir ki doğrudan doğruya milletle temasa gelmek istedim. Cevherini çok ala bildiğim ve çok sevdiğim milletimizin içinde ve onunla birlikte hareket etmeyi daha faydalı, hatta çok lüzumlu gördüm. Senelerden beri ıstırap içinde bulunan Anadolu’nun derhal varlığına karışmak elbette ki daha salim bir düşünce idi. Bundan dolayı 3. Ordu Müfettişliğine tayinimi temin ettim ve seyrisefainin küçük bir vapuruna binerek karargahımla birlikte alelacele yola çıktım. Bazı dostlarım bana İngilizlerin yolda gemiyi batırması ihtimali olduğunu söyledikleri halde kulak asmadım, kıymet vermedim.

Hareketimiz gecesini, Karadeniz'de büyük bir fırtına içinde geçirdik. Korkunç bir fırtına!küçük vapur bazen mukavemetini kaybediyor, sulara dalıp gidecekmiş tesirini veriyordu. Bir aralık kaptan köprüsüne çıktım. Kaptana "nasıl bir rota takip ediyorsunuz" diye sordum.

Kaptan bana:

- “Muntazam bir rota takip etmek imkanı yok. Allah'a sığındık, gidiyoruz!" deyince:

- Niçin böyle gidiyoruz diye sordum. Kaptan:

- “Paşam, hareket için iki gün evvel emir verdiler. Gemiyi gözden geçirdim. Birçok noksanları vardır. Kalkamam dedim. Fakat kimseye dinletemedim. Pusulası yok, paraketesi bozuk, bu vaziyette rota mevzubahis olabilir mi? Cevabını verdi."

Paşa bize bunları anlattıktan sonra şunları ilave etti:

- “Bizi böyle bir gemi ile yola çıkarmak bir cinayetti ve muhakkak bir ölüme göndermekti. İstanbul'daki temaslarımdan, gizli faaliyetlerimden ürken, endişeye düşen Ferit Paşa hiç şüphesiz ki bu cinayeti bilerek intikap etmiştir. "

Hakikaten paşa bu görüşünde yerden göğe haklıydı. Nitekin Samsun'a ayak basar basmaz kendisine verilen telgraflarda bazı talimat olarak tekrar dönmek üzere İstanbul'a bir an evvel avdeti isteniyordu. Hatta bir bakımdan geminin rota takip etmeyişi, pusulasız oluşu hayırlı olmuştu. Çünkü geminin ya yedeğe alınıp getirilmesine, yahut batırılmasına memur edilen bir İngiliz torpidosu sırf muntazam bir rota takip edilmemesi yüzünden gemi ile karşılaşamamış, izini kaybederek vazifesini yapamamıştı.

Mustafa Kemal Paşa İstanbul'dan Anadolu'ya geçişini bize anlatırken gözleri parlayarak bütün heybetiyle memleket için yegane kurtuluş çaresinin milli birliğin muhafazası olduğunu ve içinde yaşanılan felaketlere bu birlikte mukavemet edilerek milletin ancak bu sayede kurtulabileceğini, milletle beraber behemehal ve mutlaka bu gayeye varacağı kanaatini izhar ediyordu."

(Erendil, Muzaffer, İlginç Olaylar Ve Anektodlarla Atatürk, Ankara, Gn. Kur. Basımevi, 1988, Sh. 9-10) 


MUSTAFA KEMAL'CE BİR YANIT 

İstanbul'un işgal günleri; başta General Harrington olmak üzere bir kısım işgal kumandanları Pera Palas Salonu’nun bir köşesinde otururlar. Mustafa Kemal nedense dikkatlerini çeker. Kim olduğunu soruşturdular. Mustafa Kemal denir. Onlar için Mustafa Kemal Birinci Dünya Savaşı’nın en ünlü şahsiyetlerinden biridir. Yabancı dillerde Çanakkale Harpleri’nden bahseden ve daima Mustafa Kemal'in isminde düğümlenen kitaplar, yazılar, o zaman bile bir kitaplığı doldururdu.

Kendisine haber göndererek masalarına davet ederler. Ama Mustafa Kemal'in cevabı hem nazik, hem kesindir:

- Burada ev sahibi olan biziz. Kendileri misafirdirler. Onların bu masaya gelmeleri gerekir.

(Olaylar Ve Atatürk, Ankara, T. S. K. Mehmetçik Vakfı Yayını, Gn. Kur. Basımevi, 1984, Sh. 68-69) 


SEN KİMSİN ? 

Dumlupınar savaşı kazanılmıştır. Düşman askerleri geri çekilmektedir. Afyonkarahisar hatları çözülünce birkaç yunan esiri geceleyin Mustafa Kemal’in çadırına getirilmişti. Bunlardan biri zafer kazanmış kumandanın doğup büyümüş olduğu Selanik’ten gelmişti. Yüzü kendisine yabancı gelmemişti. Üniformasında hiç bir işaret yoktu. Mustafa Kemal’e sordu:

- Binbaşı mısınız?

- Hayır.

- Kaymakam mı?

- Hayır.

- Miralay mı?

- Hayır.

- Ferik mi?

- Hayır.

- Peki nesiniz o halde?

- Ben mareşal ve Türk Orduları Başkumandanı'yım. Şaşkınlıktan ağzı açık kalan Yunan, kekeler:

- Ben başkumandanın savaş hattına bu kadar yakın bir yerde dolaşmasını işitmiş değilim de...

(Olaylar Ve Atatürk, Sh. 67-68)


ZÜLÜFLÜ İSMAİL PAŞA 

Antalya'ya gidiş Yozgat'tan dönüş, kar, kış...

Çankaya köşkünün rahat ve sıcak salonlarına dönüşte Mustafa Kemal çevresindekilere şu hikayeyi anlatır:

"Biz Harbiye'de öğrenci iken, okulun sobaları yanmazdı. Bütün kış, titreşir dururduk. Nihayet bir gün arkadaşlar beni müdüre çıkmak için seçtiler. Müdür Zülüflü İsmail Paşa adında bir saray adamı idi. Müsaade aldık, huzura çıktık; önce Padişah'a sonra müdüre dualarımızı arz ettik. Nihayet, maksada geldik, işi anlatmak istedik. Ama müdür, daha ilk cümlelerde kükredi:ne soğuğu be nankörler! Padişah nimeti gözünüze dizinize dursun. Görmüyor musunuz? Sobalar nasıl gürül gürül yanıyor. Defolun buradan! Gerçekten, müdürün sobası gürül gürül yanıyordu. Müdür, buram buram terliyordu, sıcaktan, göğsünü bağrını açmıştı ve zannediyordu ki, bütün okulun sobaları da böyle yanar... Çocuklar, biz bu Çankaya köşkünde, bazen, galiba bu zülüflü İsmail Paşa gibi kendimizi anlatıyoruz... "

İşte Mustafa Kemal sadece gerçekçi değil, öz eleştiriden çekinmeyen açık sözlü bir gerçekçi idi.

Zaman zaman gerçekten, kendini çevresinde esen havaya kaptırmayan lider yoktur. Bütün liderlerin yaşamlarında bir an gelir ki, liderle gerçeklerin arasına, her liderin bilinç altında yaşayan beşeri iç güdülerinin hatta beşeri zaaflarının perdesi girebilir. Ama gerçek lider odur ki, yapay olan, iğreti olan perdenin arkasında kalmaz ve eriyip gitmez.

(Olaylar Ve Atatürk, Sh. 39)


DOĞRUNUN AŞIĞIYDI

Dil kurultayı toplanmak üzereydi. Kurultayı hazırlayanların ricası üzerine, Hüseyin Cahit de dil davasına dair fikirlerini, mütalaalarını yazmış göndermişti. Fakat bu fikirler aşırı kurultaycıların düşüncelerine uymuyordu. Hüseyin Cahit, öteden beri olduğu gibi Türkçe’yi sadeleştirmek ve konuşma diline yaklaştırmak gibi, özelleştirme zorlamalarına, hele konuşma dili kelimelerine dokunulmasına taraftar değildi.

Hüseyin Cahit'in bu yazısını Atatürk'e de okuyan kurultaycılar zaten bir takım siyasi sebeplerle aralarının açık olduğunu fırsat bilerek.

- “İşte dil davasını baltalıyor. Dil meselesine askerlerin karışmaya hakkı yoktur!..." diyor, şeklinde kışkırtıcı telkinlerde bulunmuşlardı.

Bunun üzerine Atatürk, kurultaycılarla, Hüseyin Cahit'in karşılaştırılmalarını ve büyük toplantıda, iki tarafında, davalarını savunmalarını istemişti.

Ve o gün, kurultaycıların, Hüseyin Cahit karşısında bocaladıklarını gören Atatürk, bizzat kendisinin de benimsediği davanın sarsılır gibi olduğunu görünce, Dolmabahçe sarayının bir odasında hasta yatmakta olan en kuvvetli taraftarlarından, meşhur dilci Samih Rıfat'ı çağırtarak: "bütün kuvvetini toplayıp, cevap vermesini" rica etmiştir.

Samih Rıfat da, kendine has kuvvetli belagatı ve olanca kuvvetiyle davayı müdafaa etmiş, kurultaycılarda, mütemadiyen alkışlayarak, işin sonunu getirdiklerini kanaat ederek toplantı sonunda da Atatürk'e:

- “Paşam, Hüseyin Cahit işte bu gün bitti. Artık öldü. Davayı kaybetti!... " diye sevinçlerini izhar etmişlerse de, Atatürk'ün hiç bir sesi çıkmamıştı.

Ancak, biraz sonra, kendi aralarında toplandıkları zaman, Atatürk, duvardaki karatahtayı göstererek kurultaycılara hitapla şöyle demişti:

- Hüseyin Cahit Bey ne yaptı, biliyor musunuz? Nasıl sınıfta hoca karatahta üzerine bir şeyler yazar, sonra onları silgiyle siler... İşte, hepimizi böyle silgiden geçirdi!...

Atatürk yenilmeyi hiç sevmeyen bir insandı. Fakat, doğru karşısında, eğrinin yenilmeye mahkum olduğunu kabul ederdi. Hatta yenen hasmı olsa bile...

(Nükte Ve Fıkralarla Atatürk, Sh. 75-76) 


NAZIR BİRAZ BEKLESİN 

Atatürk Anafartalar ve Arıburnu zaferlerinden sonra İstanbul'a gelmişti. Ata, Hariciye Nazırını (Dışişleri Bakanı) ziyaret ederek son durum hakkında konuşmak, mütelalarını bildirmek istiyordu. Nezaret binasına gelerek nazır beye haber gönderdi.

- Beklesinler... Buyrulmuş

Atatürk bir hayli beklemiş. Bir aralık kendisinden sonra gelenlerin de kabul edildiklerini farkedince müsteşar muavinine:

- Beyefendi hazretleri galiba beni unuttular, demiş. Müsteşar muavini tekrar içeri girerek Mustafa Kemal'i hatırlatmış ve yine:

- Beklesinler, cevabını almış.

Atatürk ikinci "beklesinler" üzerine dayanamamış ve muavine:

- Sizin nazırınız bütün zamanlarını hep böyle manasız ziyaretler kabul ederek mi geçirir?

Muavin tabii buna bir cevap verememiş, biraz sonra başka bir mevzu açılmış ve konuşmaya başlamışlar. Mevzunun en hareketli anında salon kapısı açılarak bir hademe:

- Mustafa Kemal Bey buyursunlar deyince, Atatürk:

Nedir o? diye sormuş. Nazır beyefendinin kabul edeceğini söylemiş. Mustafa Kemal hademeye:

- Beklesinler... Diyerek dönmüş. Muavin ile olan muhaveresine devam etmiş.

(İlginç Olaylar Ve Anekdotlarla Atatürk, Sh. 122)


O MEMLEKET BATAR

Bundan kaç yıl önceydi bilmiyorum, bir akşam Mustafa Kemal Paşa ile beraber Gül Cemal vapurunda verilen bir baloda bulunuyorduk. Ekselans’ın bana karşı büyük bir ilgisi vardı.

Bir aralık dalmış, yere bakıyordum, birdenbire:

- Madam, dedi; aşka tutulmuş bir kadın gibi ne düşünüyorsunuz öyle derin derin?

Ben o zaman, nereden hatırıma esti bilmiyorum, anlaşılan dilimin ucuna gelmiş olacak ki, düşünmeden hemen cevabını verdim:

- Paşam, dedim; Başbakanınızın dudaklarından eksik olmayan şu neşeli, sempatik gülüşlerine hayranım. O kadar güzel erkek gülüşü ile gülüyor ki...

- Başbakanımın gülüşlerine hayran olmuşsunuz, benim de belki dansımdan hoşlanırsınız. Madam, müsaade ederseniz bu valsi beraber yapalım.

Kalktık ve dönmeye başladık. Ben o zaman gençtim, belki, birazda şımartılmış bir kadındım. Nereden içime o heves doğdu bilmiyorum, başladım dansta Paşa’yı ben idare etmeye... Bir kez baktı, ses çıkarmadı. Bir daha baktı, yine ses çıkarmadı. Nihayet üçüncüsünde birdenbire durdu. Hiddetli değil, fakat gözlerini ciddiyetle bana çevirdi:

- Madam, dedi bir erkekle bir kadın yanyana durdukları zaman, yönetmeyi erkeğe bırakmak en doğru davranıştır.

Çocukluk işte. Ben büyük bir cesaretle şöyle bir karşılık verdim:

- Müsaade edin de Paşam, ne olur, bir kez de ben sizi idare edeyim, dedim.

Kızmadı, aksine gülmeğe başladı:

- Bir memleket idare edeni, bir kadın idare etmeğe kalkarsa o memleket batar, gelin biz yerimize oturalım sizinle.

Beni elimden tutup getirdi ve yanındaki koltuğa oturttu.

Madam Hanses


BUNLARA KENDİMİZİ TANITACAĞIZ

Ankara’ya son gidişimde bir akşam gazi, beni Ankara Palas’a götürmüştü. Sofrada bir kaç kişi daha vardı. Yedik, içtik, eğlendik, gece yarısına doğru Fransız Büyükelçisi pavyona geldi. Paşa bu elçiden hoşlanıyordu. Sofraya çağırdı, bir kaç kadeh de onunla birlikte içildi. Büyük şehirlerden, Paris’ten söz açılmıştı. Bu arada Büyükelçi, Gazi’ye:

- Ekselans, Paris’i bir daha görmek istemez misiniz? Dedi. Mustafa Kemal Paşa:

- “Nasıl görmek istemem? Gençlik hatıralarımı tazelerim,” diye cevap verdi. Bu karşılığa çok sevinen büyükelçi:

- “Böyle bir seyahat Fransa’yı çok sevindirir. Ben de refakatinizde bulunmaktan şeref duyarım. En büyük Fransız zırhlısı bizi İzmir’den alır. Akdeniz donanması emrimize verilir. Marsilya’ya çıktığınızda Fransız ordusu kumandanız altına girer. Hükümdarlara yapılmayan bir törenle karşılanırsınız.”

Bu sözleri dikkatle dinleyen Gazi:

- “Bu daveti siz kendiliğinizden mi yapıyorsunuz, yoksa hükümetiniz adına mı konuşuyorsunuz?” diye sordu. Bu soru karşısında büyükelçi hemen kendisini topladı:

-"Muvaffakiyetinizi hükümetime bildirirsem, hükümetim de bunu büyük bir şeref sayar,” dedi.

Gazi’nin yüzü değişti. Çok kesin bir dille:

-”Ekselans, Paris’i çok görmek istiyorum, ama büyük törenle karşılanacağım Paris’i değil. Ben Paris’e, dünyanın bu güzel şehrine, operalarını, tiyatrolarını, revülerini, zarif kadınlarını bir daha görmek için gitmek isterim. Dedim ya gençlik hatıralarımı tazelemek için... Böyle olunca da belli olmadan gitmek isterim. Yoksa törenlerle karşılanmak için değil.”

Büyükelçi gaf yaptığını anlamıştı, biraz sonra bir iş uydurarak sofradan kalktı. Gazi’nin de neşesi kaçmıştı.

- “Kalkalım çocuklar, sofraya Çankaya’da devam ederiz,” dedi. Sofradakilerin çoğunu pavyonda bıraktı yalnız iki-üç yakın arkadaşını yanına aldı. Yolda kendisine:

- “Elçi çok fena bozuldu ama, söylediğine de söyleyeceğine de pişman ettiniz” dedim. Artık kızgınlığı geçmişti:

- “Bana bak Kemal, sen de başıma kırk yıllık diplomat kesilme. Adamın zihniyetini anlamadın mı? Bu Avrupalılar bizi bir türlü kavrayamıyorlar. Adam beni bir şark emiri sanıyor. Hangi donanmayı kimin emrine, hangi orduyu kimin kumandası altına veriyor? Bunlara kendimizi tanıtacağız, kim olduğumuzu öğrenecekler. Yoksa ben kaba bir adam değilim çocuğum” dedi.

Atatürk, çok ince bir adamdı.

Kemaalettin Sami Paşa’dan Cevat Dursunoğlu


ON YIL SONRA

Samsun’dan Havza’ya gidiyorduk. Altımızda, Birinci Dünya Harbi’nden kalan benz marka bir otomobil vardı. Şoför de Türk değildi. Yola çıktık, biraz sonra motorda bozukluk oldu ve araba durdu. Otuz altı yaşında zaferler kazanan kumandan Mustafa Kemal Paşa’nın ne demek olduğunu arkadaşları bilirler. Kızdı ve asabileşti. Şoförü azarladı ve kendisi makinayı harekete geçirmeğe uğraştı. Tabi muvaffak olamadı.

Ben, Doktor Refik Saydam ve Kazım Dirik bir köşede duruyorduk. Doğrusu, içimizden neden işe karıştığına hem üzülüyor, hem sinirleniyorduk. İçimizden geçeni anlamış gibi bize baktı ve dedi ki:

- On sene sonra sizinle, kendi yaptığımız yollarda, Türk şoförleri bizi istediğimiz yerlere götürecekler!

Biz sustuk. İçimizden geçenlerin ne olduğunu bilmem anlatmak lazım mı? Aradan tam on yıl geçti. Ben Birinci Umumi Müfettiş idim. Diyarbakır’a gelmişti. Bir yolda giderken gene otomobil bozuldu. Kafile durdu. Beni yanına çağırdı ve Türk şoförle işlemeye başlayan makineyi işaret etti:

- Vaadimi yerine getirdim!

Dr. İbrahim Tali Öngören


BU MİLLETVEKİLLİĞİ AYRICALIĞINI HİÇ BEĞENMEDİM 

Atatürk bir sabah Florya’dan Dolmabahçe sarayına dönüyor. Yeşilköy istasyonunun önünden geçerken birdenbire otomobili durduruyor ve başyaver’e:

- Sorunuz, tren var mı? Diye emir veriyor.

O sırada tren hemen hareket etmek üzeredir, hep birlikte otomobilden inip yanındakilerle trene biniyor. Karar ani verildiği ve tatbik edildiği için bu trene biniş hemen kimsenin nazarı dikkatini çekmiyor. Bir müddet sonra, her şeyden habersiz olan kondüktör ata’nın bulunduğu kompartımana geliyor. Kafileyi görünce çekilmek istiyor. Ata hemen sesleniyor;

- Vazifeni yap! (yanındakileri göstererek) bu efendilere niçin bilet sormuyorsun?

Yanındakiler cevap verirler.

- Paşam biz mebusuz. Tren bileti almayız. Parasız seyahat ederiz.

Ata hayretle:

- Bu imtiyazı hiç beğenmedim, der. Çok ayıp ve acayip bir kaide. Çok güzel halkçılık!

Ali Kılıç


DEVLET İMKANLARINI AMACINA UYGUN KULLANMA

Sivas Kongresi sonrası, Heyeti Temsiliye’nin Ankara’ya gelmesi kararlaştırıldıktan sonra Mustafa Kemal ve Hüseyin Rauf beraberlerindekilerle Ankara’ya geldiklerinde Keçiören yolu üzerindeki Ziraat Mektebi’ne misafir edilmişlerdi. Daha sonra Mustafa Kemal, Ankara istasyonundaki Gar Müdürlüğü binasına yerleşti. Burası hem evi, hem çalışma yeriydi.

O tarihlerde Ankara vilayetinin şehir merkezi kale ve onun hemen çevresi idi. Keçiören, Etlik, Dikmen, Ayrancı’da bağ evleri vardı. Bunlar arasında Çankaya'da papazın bağı olarak adlandırılan iki katlı ev Mustafa Kemal’e armağan edildi ve o da evi Ordu’ya devrederek evin adı Ordu Köşkü oldu. İki katlı binaya 1924’de ilaveler yapıldı fakat bina ısıtılamıyor idi. Zafer, inkılaplar, cumhuriyet, dünyanın üzerimizde toplanan gözleri, Mustafa Kemal’in müstesna şahsiyeti, mütevazı de olsa yeni bir devlet başkanlığı konutunu zorunlu kılıyordu.

Mustafa Kemal yeri kendi seçti, kayalar düzenlendi, dış cephe pembe rengin hakimiyetinde, içerde yeşilin her tonu ile ve planın esası Mustafa Kemal’in olan yapı 1932’de tamamlandı ve aynı yılın haziran ayında da taşınıldı.

Pembe Köşk'ün döşenmesi için bütçede pek mütevazı para vardı. Gazi, gerekli olanı şahsi imkanları ile karşılama kararı aldı ve kendisine tavsiye edilen o günlerde Beyoğlu İstiklal Caddesinde bir Türk’ün açtığı dekorasyon mağazası sahibi Selahattin Refik Beyi Ankara’ya davet etti. Binayı gezdirdi, arzularını açıkladı ve kendisinden teklif istedi.

Kısa süre sonra kendisine sunulan tasarıyı inceledi, muhatabı konuyu gerçekten biliyordu ve anladı ki, kendisini tanıyanlarca da uyarılmıştı. Buna rağmen teklifleri hazırlayanları kırmadan ülkenin mütevazı imkanlarını izah edebilmiş olmanın rahatlığı içinde feragatler istedi. O sırada ata’nın yanında olan Ankara Belediye Başkanı Asaf İlbay Bey Ata’nın şu açıklamasını kaydeder.

- “Biliyorsunuz burası Cumhurbaşkanlığı Köşkü... Mülkiyeti devletin... Benden sonra buraya meclisin veya belki milletin doğrudan seçeceği zatlar gelecek. Bu eşyaların parasını benim şahsen verdiğimi sizler biliyorsunuz ama, yarın bunu bilmeyenler içinde yanlış hükümler veren olmaz mı? Memlekete en zaruri hizmetlerin yapılamadığı bütçe darlığı içinde israf yapıldığını düşünenler bulunmaz mı? Bir endişem de karar mevkiinde olanların şahsi arzularını devlete yükleme mevzuunda beni emsal göstermelidir. Bunu hiç istemem.”

Sonra Selahattin Refik Bey’e döner:

- “Şahsi imkanların olsa bile, böyle mekânlara asgari masraflarla rahat ve zevkli tefrişi tercih etme tercihindeyim. Beni anlıyorsunuz zannederim.” der.

Cemal Kutay, Atatürk Olmasaydı


ŞEF ASKER Mİ SİVİL Mİ OLMALI?

Çankaya akşamlarından biri. Bazen Atatürk soruyor, bazen de Atatürk’e soruyorlar. O’ na diyorlar ki:

- Şef asker mi, sivil mi olmalı? Cevap veriyor:

- Şef, şef olmalı. İster sivil, ister asker.

Bu cevabı ile “şef”liğin rütbede ve elbisede değil, ruhta ve kafa yapısında olduğu hakikatini veciz surette belirtmiş oluyor.

Nükte Ve Fıkralarla Atatürk, Niyazi Ahmet Banoğlu


BAYRAĞA SAYGI

Atatürk bu engin insanlık duygusu ile milletlerin istiklâli prensibine olan gönülden saygı ve bağlılığını İzmir’e girdiği sırada da göstermişti... O’na İzmir’de Karşıyaka’da bir ev hazırlanmıştı ki, bu evde işgal esnasında yunan kralı Konstantin de kalmıştı... Evin sahibinin oğlu ile hazırlıkta çalışanların bazı yakın akrabası Yunanistan’da esir bulunuyorlardı; işgal esnasında, bütün Türkler gibi çok ıstırap çekmişlerdi; içlerinden yaralıydılar ve yunanlılardan öç almak ateşiyle yanıp tutuşuyorlardı. Bu duyguların etkisi altında evin dış merdiveninin üzerine, muzaffer başkomutanının basıp geçmesi için, ipek bir düşman bayrağı sermişlerdi...

Atatürk yere serili bayrağın önünde durmuştu; etrafında bulunan kadın-erkek İzmirliler, kendisini içeriye girmeye davet ediyor, gözleri yaşlarla dolu:

“Buyurunuz, geçiniz, bizim öcümüzü yerine getiriniz. Yabancı kral bu evden içeri, bizim bayrağımıza basarak girmişti; siz lütfedin, bu karşılıkla o lekeyi silin. Burası bizim şehrimizdir, bu ev sizin evinizdir, bu hak sizindir” diye yalvarıyorlardı.

Hiçbir durumda benliğini ve sağduyusunu kaybetmeyen civanmert insan; kendilerine en tatlı bakış ve sesi ile:

“O, geçmişte hata etmiş; bir milletin istiklalinin timsali olan bayrak çiğnenmez, ben onun hatasını tekrar edemem,” cevabını vermişti ve ancak bayrağı yerden kaldırttıktan sonra beyaz mermerlere basarak içeri girmişti...

Hasan Rıza Soyak; Atatürk’ten Hatıralar, s. 136


CUMHURİYET

Atatürk, Mudanya yolu ile Bursa’ya gidiyordu. Kalabalık bir halk kitlesi iskelede etrafını çevirmiş bulunmakta idi. Bir kadının, elinde bir kağıtla Atatürk’e yaklaştığı görüldü. İhtiyar, zayıf bir kadındı. Ata’nın yolunu keserek titrek bir sesle:

- Beni tanıdın mı oğul? dedi. Ben sizin Selanik’te komşunuzdum. Bir oğlum var; devlet demiryollarına girmek istiyor. Siz onu alsınlar dediniz. Fakat müdür dinlemedi. Oğlumu yine işe almamış Ne olur bir kere de siz söyleseniz.

Atatürk’ün çelik bakışlı gözleri samimiyetle parladı... Elleriyle geniş jestler yaparak ve yüksek sesle :

- Oğlunu almadılar mı? Dedi. Ben tavsiye ettiğim halde mi almadılar? Ne kadar iyi olmuş... Çok iyi yapmışlar... İşte Cumhuriyet böyle anlaşılacak...

Kadın kalabalığın içinde kaybolmuştu. Ve Atatürk adeta vecd (çoşku) dolu bir sesle:

- İşte Cumhuriyet'ten beklediğimiz netice... diyordu.

Hulusi Köymen; Atatürk’ü Anmak Kitabından, s. 260


BAYRAĞA SAYGI

30 Ağustos sabahı, Mustafa Kemal muharebe sahasında dolaşıyordu. Etraf binlerce düşman cesetleri ve birbiri üzerine yığılmış yüzlerce topçu hayvanı, terkedilmiş silah, top ve cephane dolu idi...

Atatürk şöyle söylendi:

- “Bu manzara insanlığı utandırabilir! Fakat meşru müdafaamız için buna mecbur olduk. Türkler, başka milletlerin vatanında böyle bir harekete teşebbüs etmezler."

Ganimetlerin arasında yırtılmış ve terkedilmiş bir de yunan bayrağı gören başkumandan eli ile kaldırılmasını işaret ederek;

- “Bir milletin istiklâl alametidir, düşman da olsa hürmet etmek lazımdır, kaldırıp topun üzerine koyunuz."

Sait Arif Terzioğlu, İnsancıl Atatürk


VATAN İŞLERİNDE KORKMAK OLMAZ

Sivas’ta vatan bütünlüğü ve bütün millet adına bir kongre toplamaya karşı olanlar çoktu.

İşgal Kuvvetleri ile İstanbul Hükümeti de kongreyi toplatmamak için el birliği etmişlerdi. Binbaşı rütbesinde bir Fransız Jandarma Subayı, yanına bir tercüman alarak Sivas Valisi'ne geldi.

"Eğer burada Kongre toplanırsa Fransızlar Sivas’ı işgal edecekler" dedi.

Vali, Mustafa Kemal’e ikinci bir kongreden vazgeçilmesini yahut Erzincan’da toplanmasını söyledi. Kuva-i Milliyeci bir genç sonradan Sivas Milletvekili Kasım da valiyi desteklemekteydiler. Mustafa kemal, İngilizlerin Samsun’u topa tutmak, on güne kadar yeni işgaller yapmak şantajı ile kendi çalışmalarına engel olmak istediklerini hatırlatarak bu blöflere kulak asmamaları cevabını verdi.

Hiç bir vaka olmadan 2 Eylül akşamı Sivas’a varılmıştır. Şehirde ne kadar fayton ve yaylı araba varsa hepsini karşılayıcılar tutmuşlardı. Yalnız Hürriyet ve İtilaf Partisi'nden kimse yoktu. Kalabalık arasında Fransız subayın tehdidi üzerine telaşlanan genç Rasim'i gören Mustafa Kemal:

- "Gençler için vatan işlerinde ölmek olabilir, korkmak asla!”

Kurtuluş Savaşı’nda Sakarya zaferi nasıl bir kader dönümü olmuşsa, Anadolu’da yeni devletin kuruluşunda Sivas Kongresi’nin o kadar büyük önemi vardır.

F. Rıfkı Atay, Çankaya


ATATÜRK'ÜN YARGIÇ KARARINA SAYGISI

Ölümünden iki yıl önce Atatürk’ün canına kıymak için kurulan bir düzen meydana çıkarılmıştı. Hem bu düzeni kurmakla suçlanan kimse "milli mücadele"den beri ata'nın yolunda çalışmış, sevgi ve güvenini kazanmış, birçok iyiliklerini de görmüş biri idi.

Haber yurtta şaşkınlık ve tiksinme yaratmıştı. Herkes bunu konuşuyor, "nasıl olur, nasıl olur!" diyor, bir türlü herhangi bir nedene bağlayamıyordu.

Sanık tutuldu, adalete teslim edildi. Fakat Atatürk, olaydan haberi yokmuş gibi, bu konuda ne düşündüğünü açıklamak için ağzını açmadı, adalet son sözünü söyleyinceye dek sustu. Atatürk'ün bu suskunluğu çeşitli yorumlara uğramıştı, kimi "bu üzüntülü olayı anmak istemiyor", dedi; kimi de "bunun doğru olduğuna inanmıyor" diye düşündü.

Sanığa yükletilen suç yargı yerinde ispat edilemediği için adam aklandı.

İşte, yargıç kararını bu yolda verdikten sonradır ki Atatürk bu konuda ağzını ilk ve son kez olarak açtı ve yalnız şunu dedi:

- Suça yeltenilmiştir, ancak yargıç buna kanacak ölçüde kanıt bulmuş değildir.

Mehmet Ali Ağakay, Atatürk'ten 20 Anı 


SAMSUN GEZİSİ

Serbest Fırka'nın kuruluşu ve kaldırılışı:

Gazi, 1930 yılının Kasım’ında Kayseri yönünde trenle yurt gezisine çıkmıştı. Yol arkadaşlarına ilk sorduğu soru;

"Serbest Fırka'yı kapatmakla iyi mi ettik?" idi. Tabii herkes "iyi oldu" diyordu. Ama bu soru bütün gezi boyunca sürecekti. Sonunda 22 Kasım 1930'da gazi Samsun'a varmıştı. Samsun'da olağanüstü önlemler alınmıştır. Halk asker kordonlarının arkasına sinmiştir. Akşam ziyafet verilir. Ama masada kenti temsil eden hiç kimse yoktur. (Boşnakzade Ahmet Bey).

"Belediye Başkanı nerede? Nasıl olur? Kentlerine konuk geldik" diye sorar belediye başkanı Serbest Fırka’lı olduğu için vali tarafından davet edilmemiştir. Hemen belediye başkanı’nı bulup masaya getirirler. Söz Serbest Fırka'dan açılır. Gazi Serbest Fırka'nın kendinden beklenen işleri göremeyeceği, memlekette gericiliğin ve inkılap dışı akımların bundan yararlanacağı düşüncesi ile Serbest Fırka'nın kapatıldığını anlatır ve sonunda Belediye Başkanı’na dönerek der ki;

"Şimdi Başkan Bey, siz de artık kaldırılmış olan bir partinin belediye başkanı olarak görevinizi sürdürmek istemezsiniz, değil mi? İstifa ediniz" ama Belediye Başkanı’nın yanıtı başkadır.

"Paşam, ben Serbest Fırka'yı temsil etmiyorum. Bu seçim halkın bana karşı bir güveni şeklinde ortaya çıkmıştır. Eğer bu görevden istifa edersem, halkın gösterdiği yakınlığa ve güvenine karşı gelmiş olurum."

Gazi sakin bir sesle:

"Düşündüğünüz doğru. Dilediğiniz gibi olsun." yanıtını verir.

12 Eylül 1929 tarihinde Ankara’da Paris Büyükelçisi Fethi Okyar’a Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Tevfik Bıyıklıoğlun’dan bir telgraf gider:

“Reisicumhur hazretleri Fransız hukuk fakültelerinde okutulan derslere ait kitaplarla en mufassal ve yüksek bir umumi tarihi zat-ı alilerinden rica etmektedir.”

Fethi Bey, üç gün içinde kitapları gönderir, arkadan yeni siparişler gelir, Ernest Lavisse ve Alfret Rambaud’un 12 ciltlik “Histoire generale des peoples et des civilisations” kitabı istenir, Fethi Okyar bunları da gönderir.

18 kasım 1929’da Büyükelçi’ye, Çankaya’dan bir mektup gelir:

“Dün Ernest Lavisse’in on iki ciltlik tarih-i umumisi geldi. Yalnız tarih-i kadim’e ait kısmı yok, yani milattan sonra başlıyor. Bunu ikmal edecek kısmın da lütuf buyrulmasını Reisicumhur Hazretleri rica ediyorlar (...) Yalnız bunların bedeli bir hayli tutsa gerektir. Tasfiye edilmek üzere bedelinin iş’arını istirham ederim. Paşa Hazretleri, sonra bir daha kitap istemeye yüzümüz olmaz, diyorlar. Reisicumhur Hazretleri muhabbetle gözlerinden öpüyorlar efendim.”

Fethi bey, Atatürk’ün çok yakın arkadaşıdır, kitapların bedelini seve seve ödeyebilir, ama Atatürk bunu istemez, fatura gelir, kitapların bedeli Paris’e gönderilir.

1930’da Fethi Okyar, merkeze döner, Paris Büyükelçiliği’ne Münir Ertegün atanır, Atatürk’ün kitap siparişleri devam eder, Genel Sekreter, Rene Grousset’nin iki ciltlik “Historie de i’ektreme orıent” adlı kitabını ister.

Kitap hemen gönderilir.....

Devamını Bilal Şimşir Şöyle Anlatır:

“Münir bey, hemen kitabı postalar. Kitabın 571 frank, 80 santim tutarındaki faturasını da Dışişleri Bakanlığı’na yollar. Büyük bir hukukçu olan Münir Bey, Büyükelçilik ve Bakanlık bütçesinden Cumhurbaşkanı için harcama yapılamayacağını herhalde bilir. Ama, belki, Gazi için bir kerecik çiğnesek ne çıkar, diye düşünmüştür. Bu yüzden Dışişleri Bakanlığı ve Sayıştay kendisinden hesap soracak değildi ya. Gazi denince akan sular dururdu.”

Ama Büyükelçi yanılmaktadır, Çankaya’nın böyle şeylere tahammülü yoktur.

Hatta Büyükelçi, Dışişleri’nin kitap, broşür tahsisatı vardır, fatura bakanlığa gönderilmiş, bedeli o tahsisattan ödenmiştir, dese bile...

Çankaya faturaları Dışişleri Bakanlığı’ndan alır, 571 frank, 80 santim İş Bankası aracılığıyla Paris’e gönderilir.


ATATÜRK SOVYET ELÇİSİNE: “ASLA BOLŞEVİK OLMAYACAĞIZ” DEDİ.

Ankara’nın Şubat ayına tesadüf eden oldukça soğuk ve karlı bir gecesi idi. Ankara Kulübünde bir balo tertip edilmiştir. O zamanın bütün mümtaz simaları orada idiler. Saat henüz 12‘ye gelmemişti. Herkesin kalbinde ani bir heyecan uyandıran mes’ut bir haber baloya yayıldı:

- Gazi Paşa baloya geliyorlar!

Rus sefarethanesinde imişler, oradan baloya geliyorlar. O zamanki Rus sefiri de baloya gelmişti.

Bir aralık sefir, salonunun ortasına doğru ilerlemekte olan gaziye yaklaşarak Fransızca:

Ekselans dedi, sizi çok seviyorum, hürmetim sonsuzdur; çünkü müşterek bir gaye uğrunda varlığını kurtarmağa çalışan milletleriz. Türkiye’nin en büyük halaskarı ve banisi olan sizi müsaade ederseniz bir kere öpmek şerefini kazanabilir miyim?...

Atatürk evvela gülerek elini uzattı, sonra o da elçiyi öptü. Büyük ve kıymetli atamız bu çeşit eğlence yerlerinde dahi memleketin menfaat ve siyasetini göz önünden bir an uzak tutmazdı. Onun için bütün yabancı gazete muhabirlerinin huzurunda şu cümlelerle sefirin sözlerini cevaplandırdı:

- Ekselans, gösterdiğiniz sevgi hareketinden ve sözlerinizden çok mütehassis oldum. Teşekkür ederim. Bu iki millet ilelebet dost kalmalıdır. Yalnız şuna dikkat ediniz, her zaman dost olmak arzumuza rağmen asla Bolşevik olmayacağız !

Atatürk’ün Nükteleri, Hilmi Yücebaş


ATATÜRK’ÜN EŞİTLİK ANLAYIŞI

Atatürk bir gün Dolmabahçe’den gizlice çıkar Topkapı Sarayı Müzesine gelir. Müzeyi gezmek ister. Kendisini kapıcıya tanıtır, fakat kapıcı "henüz saat 9 olmadı, memurlar da gelmedi Atatürk değil, kim olursan ol, bekleyeceksin" der.

Hiç şüphe yok ki, kapıcı Atatürk'ü tanımamış ve birden fazla bu sözlere muhatap bulunduğu için gelenin Atatürk olabileceğine inanmamıştır. Fakat bu anekdotta mühim olan nokta Atatürk'ün kapıcının sert cevabı karşısında ısrar etmeyerek, bir kenara çekilip, saatin 9 olmasını ve memurların gelmesini beklemesidir.

Yazılmayan Yönleriyle Atatürk, S. Arif Terzioğlu Sayfa 4


SATI KADIN

Ankara'da yakıcı bir yaz günü idi. Atatürk beraberinde arkadaşları ve yaverleri olduğu halde Kızılcahamam’a giderken kazan köyü yakınlarında durmuş ve otomobilinden inmişti. Köyün kadını, genci, yaşlısı, ihtiyarı köylerin içinden geçen, şosede duran bu yabancı konukları görünce hep koşuştular. Kimi su seyirtti, kimi ayran, bunlardan biri, güğümünden aktardığı soğuk ayranı Ata'ya uzattı:

- Bir soğuk ayran içer misiniz, dedi.

Bu çorak iklimin kavurduğu yüzünde bronzlaşmış Türk kadının en bariz ifadelerini taşıyan, bir Türk Anası idi. Böğrüne sıkıştırdığı kundağı biraz daha bastırdıktan sonra, sağ elindeki ayran bardağını uzattı, bekledi. Ata'sı, ayranı kana kana içmiş ve biran durakladıktan sonra ona:

- Senin kocan kim? diye sormuştu

Köylü kadını,yüzü tunçlaşmış, elleri nasırlı bir Türk Anası Ankara'nın kendine has şivesi ile kocasının Sakarya harbinde boğazından yaralanmış bir cengaver olduğunu söyledi. Ata bir soru daha sordu:

- Ne zaman doğdun?

- 1919'da Atatürk Samsun'a çıktığı zaman doğdum.

Ata, bir an düşündü. Yıl 1934 idi. Kadının bu ifadesine göre 15 yaşında olması lazım gelirdi. Halbuki karşısındaki kadın 25 yaşlarında görünüyordu tekrar sordu:

- Nasıl olur

Evet, nasıl olurdu. Bu Satı Kadın hiç tereddütsüz, o her zamanki nüktedan haliyle ve memleketin işgal altında geçirdiği acı yılları ima ederek:

- Evet Paşam, ondan evvel yaşamıyordum ki!

Bu Espiri Ata'yı bir hayli düşündürdü. Ayrılırken yaverine kadının ismini ve adresini not ettirdi. Daha sonra biz Satı Kadını Büyük Millet Meclisine giren ilk kadın milletvekili olarak görmekteyiz.

Yazılmayan Yönleriyle Atatürk, S.Arif Terzioğlu Sayfa 22-23


DIŞ POLİTİKA

1938 yazında bir sabah, Dolmabahçe sarayına gitmiştim. Atatürk, iki aydan beri Savarona yatında bulunuyordu. Bir gün önce, beni görmek istediğini bildirmiş, fakat bir saat belirtmemişti. Bunun için, erkenden Dolmabahçe’ye giderek emirlerini orada beklemeyi doğru bulmuştum. Saat ona doğru, Nöbetçi Yaver Bey oturduğum salona gelerek:

- Efendim, dedi. Savarona’dan sizin için gönderilen motor şimdi rıhtıma yanaştı.

Servisimi aldım, acele salonları geçip taşlığa çıktım. Geniş mermer merdivenleri inerken, arkamdan koşarak gelen, aynı nöbetçi yaver beyin sesini duydum:

- Efendim, bir krallık yatı gelmiş.

- Hangi kralın yatı? Ne zaman gelmiş? Nerede?

- Romanya Kralı Carol’un yatı. Şimdi. İşte Savarona’nın az ötesinde demirliyor.

- Acaba kral da gelmiş mi?

- Boğaz Komutanlığı gönderinde Krallık Bandırası olduğunu haber veriyor.

Bir an düşündüm, sonra:

- Öyleyse dedim. Motoru kullananlara söyleyiniz, beni önce Romen yatına götürsünler.

Bir Devlet Başkanının gelmesi, elbette her zaman en ön planda önemli olan bir siyasi olaydır.

Romen yatına gitmeden Savarona’ya gitmiş olsam, Atatürk’ün ilk işi, tabii benden bu gezi hakkında fikir almak olacaktı. Halbuki Carol’un-eğer gelmişse- niçin geldiğini bilmiyorum. Ne Bükreş’te elçimiz, ne memleketimizdeki Romen temsilcileri bize bir haber salmış değillerdir.

Üç dakika sonra motor, Romen yatına yaklaşırken, kralın küpeşteye yaslanmış, bana gülümsemekte olduğunu gördüm.

Yanında, kızıl saçları rüzgarla dağılan, kadın arkadaşı, dillere destan olan sevgilisi Madam Lupesku duruyordu.

Hemen güverteye çıkıp kendini selamladım ve Türkiye adına “hoş geldiniz” dedim.

Carol, ince ve bir centilmen olarak tanınırdı. Fakat beni hayal kırıklığına uğrattı. Madam Lupesku’ya saygılarımı bildirmek olanağını bana vermesi gerekmez miydi? Halbuki Madam, sanki yanımızda değilmiş gibi davrandı ve koluma geçerek beni yatın salonuna götürdü. Sabah sabah, koca bir kadeh Romen şarabı içmeğe zorladı ve sonunda :

- Cumhurbaşkanı hazretleri ile konuşmak istiyorum. Ekselans, dedi. Ne kadar mümkün olursa o kadar çabuk.

- İsteğinizi hemen Cumhurbaşkanı hazretlerine bildirmek, bana şeref veren görev olacaktır. Majeste, dedim. Cumhurbaşkanı hazretlerinin rahatsız bulunduklarını biliyorsunuz. Bununla beraber kendilerine hemen arz edeceğim.

Ve sordum:

- Şu anda İstanbul’da bulunan Romanya Elçisi’de size eşlik edecekler midir?

- Hayır hayır... Atatürk’le başbaşa iki dost gibi konuşmak istiyorum. Tabii, ekselans siz de hazır bulunacaksınız...

Savarona’ya gidince Atatürk’ü her zamankinden daha rahatsız buldum. Uğursuz hastalık o kutsal varlığı kemirdikçe kemiriyordu. Kestirdiğim gibi, ilk sözü şu oldu:

- Yatta Carl’da var mı? Kaptan dürbünle bakmış... Güvertede kadınlar varmış...

Gördüklerimi ve konuştuklarımı Atatürk’e bildirdim. Bir an gözlerini yumdu, sonra hafif bir sesle :

- Pek takatsizim be, doktor; dedi. Ama.. Peki, bir gayret edelim. Kendisini kabul edelim. Madem ki, buraya kadar gelmiş; olmaz demek olmaz. Herhalde bir derdi vardır. Sakın südetler için gelmiş olmasın?

Atatürk, o gün öğleden sonra saat dört buçukta Kral Carol’u kabul etti. Kral yalnız gelmişti. Savarona’nın merdiveni başında Başyaver (Üner) Bey tarafından karşılandı ve yattaki Cumhurbaşkanlığı Yazı Odasına götürüldü. Atatürk, açık bir kostüm giymiş, beyaz ipekli gömleğine düz yeşil bir kravat takmıştı. Carol ona dikkatle bakıyordu. İlk sözü:

- Sizi pek sağlıklı gördüm, ekselans.. Demek oldu.

Sonra hiçbir başlangıca gerek görmek sizin:

- Uluslararası durum pek nazik, dedi. Durumun en kritik noktası da südetler...

Bu sırada kutsal bardaklarla şerbetler gelmişti. Dudaklarını değirmeden büro üzerine bırakarak devem etti:

- Çekoslovakya çok inatçı bir taktik kullanıyor. Bu konuya ivedilikle bir hal çaresi bulmak doğru olacaktır. Halbuki Benes çok zorluk çıkartıyor. Balkan Antantı’nın çıkarları Çekoslovakya’nın biraz uysal hareket etmesini emreder, sanırım...

Ve tekrar etti:

- Beneş pek inatçı... Çok güçlük çıkartıyor.

Atatürk Fransızca bilirdi. Fakat Devlet Başkanı olarak yabancılarla konuşurken yalnız Türkçe konuşmuştur.

- Haşmetmeaba söyleyiniz, dedi. Çekoslovakya bizim dostumuzdur. Fakat kendilerinin müttefikidir. Her devlet gibi Çekoslovakya da böyle bir durumda dostlarından yardım umduğu gibi müttefiklerinden de daha sağlam bir yardım arar. Kral Hazretleri Beneş’in güçlük çıkardığından sözediyorlar. Bir Devlet Başkanın ilk görevi, memleketinin her noktasını herkesten önce savunmaktır.

Ve sonra o hasta halinde hiç umulmayacak bir sertlikle iki elini oturduğu koltuğun iki kenarına vurarak kükremiş bir kaplan gibi gövdesini ileri fırlattı :

- Ne istiyorlar kral hazretleri? Çekoslovakya’dan büyük bir parça koparmak isterken Cumhurbaşkanı Beneş’in kolaylıklar göstermesini mi?

Örneğin siz bunu yapabilir misiniz?

Carol şaşırıverdi:

Ekselans, biz bu durumu anlamıyor değiliz, diye kekeledi. ”ama Almanya’nın gözdağı vermesi karşısında kuşku duyuyoruz.”

Sözü hemen başka bir yola götürerek eğlenceli şeyler anlatmaya başladı. Siyasi konuşma bitmiş, monden görüşmeler başlamıştı.

Sonra kalktı, yatına gitti.

Arıburnu, Age, S:318-321


DEVLET VE BÜROKRASİ

- “Cumhuriyetin ilanından sonra idi. Karadeniz’de bir gezintiye çıkmıştı. Kendisine eşlik edenler arasında bulunuyordum. Rize’ye geldik. Yolların düzgünlüğü ilgisini çekmişti Vali’ye:

- Yollarınızı nasıl bu hale getirebildiniz? diye sordu.

Vali de anlattı. Bu yakın köylüleri jandarmalarla toplattırmış ve yol onarımında çalıştırmış.

Ata’nın kaşları çatıldı. Oldukça sert bir dille:

- Vali bey, dedi. “Corvee” nedir bilir misin? Öyle ise ben söyleyeyim: Angarya demektir. Ve şu anda bilmeniz lazım ki, kanunsuz hiçbir vatandaşı işten alıkoyamaz, onu çalışmaya zorlayamazsınız. Cumhuriyette, angarya diye bir şey yoktur.

Arıburnu, Age, S:321


DEVLETİN BAĞIMSIZLIĞI

Hastalığın ilerlemiş zamanında:

- “O zaman ki Dışişleri Bakanı Dr. Tevfik Rüştü Aras da, iyice aklımdadır, bir defa şöyle bir anısından söz etmiştir:

Zamanın Romanya Kralı II. Carol, Atatürk’le görüşmek için yatına binmiş;

İstanbul’a gelmiş. Atatürk rahatsız ve istirahatlı bulunduğundan Kral Carol o’nu Savarona’da ziyarete gitmiş... Konuşmasında o zamanki genel durumdan söz etmiş, “bugün Avrupa’da en ön sırada işin südet meselesi olduğunu” açıklamış... Çekoslovakya Cumhurbaşkanı Doktor Beneş’in ısrarlı hareket etmesinin bu işi kolaylaştırmadığını, bu yüzden Avrupa’da savaş tehlikesi belirdiğini” ifade etmiş... Doktor Tevfik Rüştü’nün anlattığına göre, Atatürk oturduğu koltuktan bir direnme hareketi göstermiş; adeta tüyleri ürpermiş. Doktora demiş ki :

- “Tevfik Rüştü! Haşmetmeaba söyleyiniz: Devletin bağımsızlığından ve bütünlüğünden en başta sorumlu olan devlet başkanından ne bekliyorlar? Müttefikleri, Doktor Beneş’in memleketinin parçalanmasını mı istiyorlar?...

Atatürk’ün bu uyarışı üzerine kral adeta sararmış...

Arıburnu, Age S:321


ATATÜRK VE DİKTATÖRLÜK

Yine gece sofralarından birinde de totaliter devlet şeflerinden birinin Parlamento ilişkilerinden söz ediliyordu. Konunun sonunda biraz düşündükten sonra:

- “Ben ne yaptım, onlar ne yaptılar” dedi ve sustu.

Arıburnu, Age S:321


 DIŞ POLİTİKA VE SORUMLULUK

“Bir akşam, daha sofraya henüz oturmuştu. Tevfik Rüştü Aras ile bilardo oynuyorlardı. Aras’ı telefondan çağırdılar. İçeriye dönerken:

- Atatürk, dedi, size canınızı sıkacak bir haber vereceğim: Yugoslavya Kralı'nı öldürmüşler.

Üzüntülerini daima içinde saklamayı bilen ebedi şef kıpkırmızı olmuştu, ayakta duramadı. Gelin, sofrada konuşalım dedi. O gece, sabahın yedisinden akşamın tam yedisine kadar büyüklerimizi çağırtarak onlarla ne kadar titiz bir dikkatle konuştuğunu, onlara direktifler verdiğini görerek hayret içinde kalmıştım. O gece alınması kendilerince gerekli görülen tedbirler ne kadar derin bir görüş eseri olduğunu sonradan çıkan olaylar bize pek iyi anlatmıştı. O akşam bu tedbirleri alnının çizgileriyle; erken ve anlaşılmaz bir sakınma gibi karşılayanlardan değerli bir kişi yine bir gün bunun bir keramet olduğunu huzurlarında açıklamıştı.

Ancak sabah olmuş, gün yayılmıştı. Sofrada dört beş kişi kalmıştık:

- Acıktınız galiba, dedi.

Harp okulundan beri çok sevdiğini söylediği fasulyeli pilavla muhallebi ve kavun geldi. Sabahın tam yedisinde böyle tatlı ikinci bir akşam yemeğinden sonra :

- Uykunuz, geldi, artık size müsaade. Ben, Çakmak’ın, (Sayın Mareşalimiz o gece İstanbul’da Yavuz Zırhlısı’nda bulunuyorlarmış) izlemlerini almadan yatmayacağım, demişlerdi.

Arıburnu, Age S:322-323 


GERÇEKÇİLİK

Bir gün Çankaya’daki eski köşkün alt katında, o zaman, içinde bir de havuzu bulunan holde oturuyordum. Atatürk, yandaki yeşil salonda, birkaç konuğu ile görüşüyordu.

Zamanın hatırı sayılır adamlarından olan konuklar bir aralık sözü zafere ve Yunanistan’ın zayıf durumuna getirdiler; biri diğerinin görüşünü tamamlıya özetle şöyle konuştular :

- “Karşımızda kuvvet diye bir şey kalmamıştır. Büyük devletlerin artık bizim işlerimizle fazla uğraşamaya niyetleri olmadığı görülüyor. Bundan ötürü elverişli durumlardan faydalanarak Batı Trakya’ya girelim ve Selanik’e kadar yürüyelim.”

Belli ki, ifadelerini kuvvetlendirmek için Atatürk’ün Selanik’li olmasından da faydalanmak istiyorlardı. Atatürk, bütün bunları sessizce dinledikten sonra oturduğu koltuktan kalktı ve yüksek sesle şu karşılığı verdi:

- “Arkadaşlar! Zafere ulaşmak için insan güç ve dayanıklılığının son aşamasına geldiğimizi dünya bilmese bile bizim her zaman unutmamamız gerekir. Bilirsiniz ki, başlarken davamızı 'Milli Misak' namı altında toplamış ve dünyaya ilan etmiştik. Bu ilan, dünyaya karşı bir üstlenme durumundadır. Daha ilk adımda verdiğimiz sözü tutmamış bir kurul durumuna giremeyiz. Asla hatırdan çıkarmamalısınız; bizim en büyük kuvvetimiz, bugün de yarın da dürüst, açık bir siyaset ve sözlerimize içten bağlılık teşkil edecektir. Bununla beraber arkadaşlar, sizden “ricayı mahsusla rica ederim” bir daha böyle bir konuyu ağıza almayalım.”

Arıburnu, Age, S:323-324


İLERİ GÖRÜŞLÜLÜK

21.06.1935’deki görüşmelerinde:

- Savaş çıktığı taktirde Amerika tarafsızlık siyasetini koruyabilecek mi?

- Olanak yok,dedi, olanak yok. Eğer savaş çıkarsa, Amerika’nın milletler topluluğunda işgal ettiği yüksek durumu herhalde etkili olacaktır. Coğrafi durumları ne olursa olsun, milletler birbirlerine bir çok bağlarla bağlıdır.

Atatürk, dünyadaki milletleri, bir apartmanda oturanlar gibi görüyor.

- Birleşik Amerika cumhuriyetleri bu apartmanın en lüks dairesinde oturmaktadır.

Eğer apartman, oturanlarının bazıları tarafından ateşe verilirse, diğerlerinin etkisinden kurtulması olanak yoktur. Savaş için de aynı şey olabilir. Birleşik Amerika Cumhuriyeti'nin bundan uzak kalması olanaksızdır.

Atatürk şu sözleri ilave etti:

- Bundan başka, Amerika Büyük ve Kuvvetli ve dünyanın her yerinde ilişiği olan bir devlet olduğundan kendisinin siyaset ve ekonomi yönünden ikinci basamaktaki bir duruma düşmesine hiçbir zaman izin veremez.

Glayds Bakker, Arıburnu, Age, S:328


İNSAN İDARE ETME

Çiftlik, Marmara Havuzu Balkan Antlaşması'ndan yaklaşık olarak yedi sekiz yıl evvel:

Huzurunu bozmaktan korkarak ayaklarımın ucuna bas basa:

Kendisine doğru ilerledim. Ancak iyice yaklaştıktan sonra benim kendisine doğru gelmekte olduğumu gördü ve her zamanki inceliğiyle yanına çağırdı.

- Burada kendi kendime biraz düşünceye dalmıştım. Dedikten ve bir kaç havai soru ve cevaptan sonra kendisi:

- Biliyor musun, deminden beri neler düşündüm? Düşündüm ki, ben cumhurbaşkanlığından çekileyim, veyahut yeni seçimde arkadaşların beni tekrar Cumhurbaşkanı yapmamalarını rica edeyim. Bu durumda hükümete geçmekliğim söz konusu olabilir ama onu da yapmayayım.

Hareketlerinde hürriyet ve bağımsızlığına sahip, sadece bir vatandaş olarak. Bu takdirde yalnız bir şeyi bırakamam: Partinin Şefliği'ni. Başkanı bulunduğum Cumhuriyet Halk Partisi, Türk milletinin bon şahsına (sağduyu) dayanan bir kuruluştur ki herhangi bir koşul altında ondan ayrılamam. Beni,bütün külfeti resmi sınıflardan ayıracak olan bu durum şunun için istiyorum:

Yanıma çok değil, bir iki arkadaş alarak gösterişsiz, tantanasız, hatta özellikle sessiz sedasız bir balkan gezisi yapmaya çıksam, bundan ancak büyük sonuçlar alınabileceğini kesin olarak görüyorum. Bu gezide kimseye haber vermeksizin Atina’ya uğrarız; Belgrada Fatiyle yok olacaktır. Herhangi bir şahsın, yaşadıkça kıvançlı ve mutlu olması için lazım gelen şey, kendisi için değil, kendisinden sonra gelecekler için çalışmaktır. Akıllı bir adam, ancak bu suretle hareket edebilir. Hayatta tam zevk ve mutluluk, ancak gelecek kuşakların şerefi, varlığı, mutluluğu için çalışmakta bulunabilir.

Bir insan böyle hareket ederken, “benden sonra gelecekler acaba böyle bir ruhla çalıştığımı fark edecekler mi?” diye bile düşünmemelidir. Hatta en mutlu olanlar, çalışmalarının bütün kuşakların bilmemesini isteyen karakterde bulunanlardır.

Herkesin kendine göre bir zevki var. Kimi bahçe ile uğraşmak, güzel çiçekler yetiştirmek ister. Bazı insanlarda adam yetiştirmekten hoşlanır.

Bahçesinde çiçek yetiştiren adam çiçekten bir şey bekler mi? Adam yetiştiren adam da, çiçek yetiştiren adamın duyguları gibi hareket edebilmelidir. Ancak bu biçimde düşünen ve çalışan adamlardır ki, memleketlerine ve milletlerine ve bunların geleceğine faydalı olabilirler. Bir adam ki, memleketin ve milletinin mutluluğunu düşünmekten ziyade kendisini düşünür. O adamın değeri ikinci derecedir. Temel değeri kendine veren ve bağlı olduğu millet ve memleketi ancak kişiliği ile sanan adamlar, milletlerinin mutluluğuna emek vermiş sayılmaz.ancak kendisinden sonrakini düşünebilenler, milletlerini yaşamak ve ilerlemek olanağına eriştirebilirler. Kendi gidince ilerleme ve hareket durur sanmak bir gaflettir.

Şimdiye kadar sözünü ettiğim noktalar ayrı ayrı toplumlara aittir. Fakat bugün bütün dünya milletleri aşağı yukarı akraba olmuşlardır ve olmakla meşguldürler. Bu itibarla insan bağlı olduğu milletin varlığını ve mutluluğunu düşündüğü kadar, bütün dünya milletlerinin dirlik ve gönençliğini düşünmeli ve kendi milletinin mutluluğuna ne kadar değer veriyorsa bütün dünya milletlerinin mutluluğuna yararlı olmağa elinden geldiği kadar çalışmalıdır. Bütün akıllı adamlar taktir ederler ki, bu alanda çalışmakla hiçbir şey kaybedilmez. Çünkü dünya milletlerinin mutluluğuna çalışmak, diğer bir yoldan kendi milletinin dirlik ve mutluluğunu temine çalışmak demektir. Dünyada ve dünya milletleri arasında anlaşma, açıklık, ve iyi geçim olmazsa, bir millet kendi kendisi için ne yaparsa yapsın, dirlikten yoksundur. Onun için ben sevdiklerime şunu öğütlerim:

Milletleri yöneten adamlar, tabiidir ki her şeyden evvel kendi milletlerinin varlığının ve mutluluğunun faktörü olmak isterler. Fakat aynı zamanda bütün milletler için aynı şeyi istemek lazımdır.

Bütün dünya olayları bize bunu açıktan açığa kanıtlar. En uzakta zannettiğimiz bir olayın bize bir gün işlemeyeceğini bilemeyiz.

Bunun için insanlığın hepsini bir vücut ve bir milleti bunun bir uzvu addetmek icabeder. Bir vücudun parmağının uçundaki acıdan diğer bütün üye etkilenmiş olur.

Türkiye, Romanya ve diğer dostları kuvvetlidirler. Hiçbir taraftan bize gelecek bir şey beklemem. Beklemeğe de gerek yoktur.

İşte bu sessizlik içinde bütün dünyayı düşünmek bizdedir. “dünyanın filan yerinde bir rahatsızlık varsa bana ne?” Dememeliyiz. Böyle bir rahatsızlık varsa benzeri kendi aranda olmuş gibi onunla ilgilenmeliyiz. Olay ne kadar uzak olursa olsun, bu temelden şaşmamak lazımdır. İşte bu düşünüş, insanları, milletleri ve hükümetleri bencilikten kurtarır. Bencillik kişisel olsun, milli olsun daima fena anlaşılmamalıdır.

O halde konuştuklarımızdan şu sonucu çıkaracağım:

Tabii olarak kendimiz için bütün lazım gelen şeyleri düşüneceğiz ve gereğini yapacağız. Fakat bundan sonra bütün dünya ile ilgileneceğiz. Kısa bir örnek:

Ben askerim. Birinci dünya savaşında bir ordunun başında idim. Türkiye’de diğer ordular ve onların komutanları vardı. Ben yalnız kendi ordumla değil, öteki ordularla da uğraşıyordum. Bir gün Erzurum Cephesi'ndeki hareketlere ait bir sorun üzerinde durduğum sırada yaverim dedi ki :

- Niçin sizinle ilgili olmayan sorunlarla da uğraşıyorsunuz?

Cevap verdim:

- Ben bütün orduların durumunu iyice bilmezsem kendi ordumu nasıl yürütebilirim ve yönetebileceğimi belgeleyemem.

Bir devlet ve milleti yönetir durumda bulunanların daima göz önünde tutmaları lazım gereken sorun budur.

Bu nedenle sayın konuklarımıza şunu diyeceğim :

Ben düşündüklerimi sevdiklerime olduğu gibi söylerim. Aynı zamanda gerekli olmayan bir sırrı kalbimde taşımak gücünde olmayan bir adamım. Çünkü ben bir halk adamıyım. Ben düşündüklerimi daima halkın huzurunda söylemeliyim. Yanlışım varsa halk beni yalanlar. Fakat şimdiye kadar bu açık konuşmam da halkın beni yalanladığını görmedim.

Arıburnu, Age, S:331-334


HALKA DEĞER VERME

Acı işgal günlerinde, önemli devlet adamlarının da hası bulundukları toplantıda herkes, Türkiye’nin düştüğü acıklı duruma bir çare arıyor. Amerikan, İngiliz koruyuculuğundan söz ediliyor. Bir aralık, Mustafa Kemal Paşa’ya da ne düşündüğünü sordular. Atatürk, şu kısa cevabı verdi:

- “Efendiler, hepiniz konuştunuz, isteklerinizi beyan ettiniz ve birbirinize sordunuz, hepinizi dinledik. Fakat... Anadolu'ya bir şey sordunuz mu? Anadolu’yu dinlediniz mi?

Ona da soralım, bir de onu dinleyelim efendiler!”

Arıburnu, Age, S:334


DAVA ADAMI OLMAK

Yıl 1918, Selanik’te bir konferanstan sonra arkadaşlarıyla konuşması:

- Devrimi tamamlamak lazımdır. Biz bunu yapabiliriz. Ben, bunu yapacağım. O zaman için düşündüklerimi size kısaca anlatayım: bu günkü Osmanlı İmparatorluğu’nun yüksek sayılan komutanları, benim için yoktur. Ordu kumanda sicilleri içinde ben, son limit olarak, binbaşıyı kabul ediyorum. Geleceğin büyük komutanı bunlar olması gerekir. Sicil Defterleri'ni binbaşıya kadar olanları saklayacağım, üst tarafını yaktıracağım.

Arkadaşlardan biri, bu söz üzerine bana karşı duruyor ve bu büyük ayıklama işinin nasıl yapılabileceğini anlamak istiyor. Mustafa Kemal şu cevabı veriyor :

- Evet, binbaşından yüksek olanlar aybaşında, benim kuracağım bürolara gelip maaşlarını istedikleri zaman, büro şefleri defterleri dikkatle inceledikten sonra : “efendim, defterlerde sizin adınız yoktur, sizi tanımıyorum” diyeceklerdir.

Arıburnu, Age, S:337-338


ATATÜRK VE İSMET İNÖNÜ

Yıl: 1957

İsmet İnönü aleyhine söylenmiş bir söz nedeniyle:

İsmet Paşa (İnönü) hakkında söz söylenmesine katlanamayan barutçu söz etmişse de söz hakkı verilmeyince meclisi terk etmiş, yazıhaneye gelmişti. Üzerinde hırsını yenememiş bir insanın hali vardı. Sık sık dudaklarını ısırıyor ve emiyordu.

- Bugün eğer bana söz verselerdi, ağa oğluna şu anıyı anlatacak ve İsmet Paşa'nın (İnönü) nasıl bir insan olduğunu kendisine öğretecektim. Anının gözlemcisi Refik Koraltan idi ve Barutçu’ya o anlatmıştı.

Serbest Fırka’nın kurulduğu günlerde imiş. Fırka Reisi Fethi Bey, vapurla İstanbul’dan İzmir’e doğru geliyormuş. Gemi Ayvalık açıklarında iken, İzmir Valisi Kazım Paşa (Dirik) Atatürk’e gönderdiği telgraflarda Fethi Bey’in İzmir’e ayak basmamasını, zira İzmir’de önemli olaylar çıkabileceğini ve belki de Fethi Bey’in (Okyar) hayatına dahi kastedilebileceğini, İzmirlilerin kendisine karşı büyük bir antipati duyduklarını, belirtiyormuş. Atatürk:

- Telgrafı Fethi Bey’e (Okyar) gönderiniz, hareketini tayinde serbesttir, emir buyurmuşlardır.

Vapur İzmir açıklarına geldiği zaman bir de bakılıyor ki, olaylar hiç de Kazım Paşa’nın anlattığı gibi geçmiyor. Onbinlerce kalabalık Kordonboyu’nu doldurmuş ve Fethi Bey’i karşılamaya hazırlanıyorlar. Fethi Bey İzmir’e ayak basınca yapılan büyük gösteriler arasında İzmir Kemeraltı bölgesindeki kahvelerde asılı bulunan Atatürk’ün ve İsmet İnönü’nün resimleri ayaklar altına atılıyor, yırtılıyor ve çiğneniyor.

Bütün bu olaylar, vaktinde Atatürk’e iletiliyor ve pek tabii ki, Atatürk üzülüyor. O günün akşamı milletvekillerinden oluşan bir kurul Atatürk’ü yatıştırmak için Çankaya’ya çıkıyorlar. Atatürk’ün bu olay nedeniyle söylediği söz şu oluyor:

- Benim resimlerimin yırtılmasına, çiğnenmesine üzülmedim desem yalan söylemiş olurum. Fakat asıl beni üzen nokta nedir bilir misiniz? O İzmir’i kurtarmak için canını dişine takmış batı cephesi komutanı İsmet Paşa’nın resimlerinin yırtılıp çiğnenmesidir. Bari bu davranış ona uygulanmasaydı.

Arıburnu, Age, S: 338-339


GENEL DEĞERLENDİRME

Meslekten yetişmiş yüksek değerli bir diplomatın, Ankara’da görev almış eski İtalyan Elçileri'nden Baron Popea Aloisi’nin bir bölük anıları geçenlerde yayınlandı. Bunlar arasında Atatürk’ün bu kudretli kişiliğini belirten bir olayda dikkatle kaydedilmiş bulunuyor. Mussolini’nin “küçük dağları ben yarattım” dediği günlerde, Habeşistan’ı aldığı, bizim Atatürk’ümüzün nasıl çalıştığını, Mussolini’ye üstünlüğünü nasıl anlattığını anılarından aldığım şu satırlar açıkça gösteriyor:

12 Nisan: Mussolini dörtlü antlaşma üzerinde (Almanya, İtalya, İngiltere, Fransa) çok dikkatli duruyor. Küçük antant (Yugostavya, Çekostavakya, Romanya) dadır. Mussolini bu ideayı sert bir makale ile karşıladı : “Beşinci büyük devlet mi? Ne palavra! Küçük antant devletleri elele tutuşup yeşil çuha örtülü bir masa üstüne çıkmışlar, büyük devlet olduk sanıyorlar!.. “Bu makale, Yugoslavları, Çekleri ve Romenleri fena halde sinirlendirdi.”

Bu sırada Ttürkiye’nin Romanya Büyükelçisi Vasıf Çınar İtalya Dışışleri Genel Sekreterini ziyaret ederek, Mussolini’nin dörtlü antlaşma girişimi hakkında bilgi istiyor. Genel Sekreter bunu rapor edince Mussolini alaylı alaylı gülüyor:

- “Dünya politikamızı Ankara’dan direktif alarak mı göreceğiz?”

7 Nisan: Saat 11:50’de Tevfik Rüştü Aras beni görmeğe geldi. Ankara’nın dörtlü antlaşmaya karşı çıkmasının doğru olmadığını, olayın Ankara’ya herhalde yanlış yansımış olduğunu söyledim. Bana şu karşılığı verdi:

- “Bizi bir oldu bitti karşısında bıraktığınız için, bize hiç bir bilgi vermediğiniz için biz de yalnız kendi yeteneklerimizle bu işi incelemeğe mecbur olduk.”

21 Nisan: Türk hükümetinin, Kan’da bulunan Romen Dışışleri Bakanı Titulesko’yu telgrafla Ankara’ya davet ettiğini haber aldık. Türk Hükümeti İtalya’nın dörtlü bir antlaşma girişimine karşı küçük antantı destekleyeceğini üstü kapalı anlatıyor. Şu halde Türkiye bize karşı cephe almak üzere... Bütün bunlar, hiç şüphesiz, Gazi’nin büyük devletler sırasında bulundurmak ve Türkiye’siz hiçbir siyasi tasavvura olanak bırakmamak arzusundan doğmaktır.

5 Mayıs: Cenevre’deyim. Fransız Delegesi Masaigli’ye dedim ki:

- “Eğer dörtlü antlaşma yapmazsam silahsızlanma konferansı bir adım dahi ileri gidemez. Elli üç devletle birlikte bir hedefe ulaşmak kolay mı?”

6 Mayıs: Beneş’in gelmeyeceği anlaşılıyor. Silahsızlanma konferansında Tevfik Rüştü (Aras) ile Titulesku durmadan manevralar çeviriyorlar. Durum güçleşiyor.

7 Mayıs: Sabah on bir buçukta Tevfik Rüştü Aras’ı bizzat ziyaret ederek Mussolini adına kendisine şu teklifi yaptım: “Eksalans; bundan sonra İtalya, bütün siyasi girişimlerini tam zamanında Türk Hükümetinin bilgisine arzedecektir.”

Türkiye Dışişleri Bakanı bildiriden memnun kaldığını söyledi. Bunu üzerine kendisine şu ricada bulundum: “Hükümetimiz, herhangi bir biçim ve surette, Büyük Millet Meclisi'nde Türkiye ve İtalya arasındaki siyasi ilişkilerin her zamandan daha iyi bir durumda bulunduğunu beyan edebilir mi?...” Tevfik Rüştü Aras uygun cevap verdi. Bunun üzerine ikinci bir arzumuzu bildirdim: “Arnavutluk’taki elçini de Kral Zogo’ya Türk-İtalyan ilişkilerinin iyi olduğuna dair bilgi vermesini lütfen telgraflar mısınız?...” Bundan amacımız Arnavutluk Kralı’nın Roma’ya karşı manevralara girişmesini önlemekti.

Tevfik Rüştü Aras buna da uygunluğunu belirtince hemen Roma’ya hareket ettim (Saat: 12.50)

Mussolini’nin bu işe ne kadar kaygılı bir suretle önem verdiğini açıklamaya artık gerek var mı?

Niçin Zogu’ya haber verecek Türk elçisi? Çünkü Arnavutluk Kralı da Ankara’ya bağlı.

Bizim büyük adam, Ankara’da oturuyor ama Adriyatik politikası avucunun içindedir.

Tevfik Rüştü’nün yanından çıkınca, Aloisi’nin soluğu hava alanında alışı bundan.

Dörtlü antlaşma suya düşmüştü. Çünkü büyük Atatürk, zamanında kendisinden izin alınmadığı için Mussolini’nin girişimine müsaade etmemişti ve o’nun devrinde o’nun istemediği şey... Eh yapılmazdı be!

Arıburnu, Age, S:340-342


İŞTE TÜRK ASKERİ BUDUR! 

Bir gün, Atatürk'ten Türk askeri hakkında ne düşün düğünü sormuşlar:

- Durun size bir hikaye anlatayım, dedi. Orduları kumandanı idim. Liman van Sanders Paşa da o sırada kıtalarımızı teftişe gelmişti. Hastaneden yeni çıkmış bazı askeri de her nasılsa bölüklerin arasına karıştırmışlar van Sanders:

- Canım böyle adamları ne diye buraya gönderiyorlar? diye söylenerek hasta ve cılız neferi göğsünden itti. Mehmetçik derhal yere yuvarlandı.

Alman generali davasını ispat etmiş olmanın gururu içinde:

- İşte gördünüz ya, dedi düşmek için bahane arıyormuş! Oracıkta van Sanders'e bir azizlik yapmak aklıma geldi neferin yanına sokularak;

- Ne kof şeymişsin sen... Dedim. Dikkat etsene seni yere yuvarlayan adam bizden değildi. Ne diye karşı durmadın? Şimdi tekrar yanına gelirse, sıkı dur. Gücün yetiyorsa bir kakma da sen ona vur.

Sonra van Sanders'e dönerek:

- Sizin takatsiz sandığınız nefer boş bulunduğu için yere yıkılmış. Türk askeri amir karşısında, dünyanın en uysal insanı olur. Kendisine söyleyin:"hele gelsin bak bir daha beni yere yıkabilir mi?" diyor.

Van Sanders askerlerle şakalaşmasını severdi. Gülerek aynı askerin yanına geldi. Fakat eliyle dokunur dokunmaz o mecalsiz Mehmet’ten öyle bir kakma yedi ki, derhal sırt üstü yuvarlandı. Van Sanders, Mehmetçik'in bu mukabelerine hiddet etmemiş bilakis Türk neferine karşı olan hayranlığı artmıştı. O kadar ki yerden kalkınca ilk işi gidip hasta Türk neferinin elini sıkmak oldu.

Atatürk:

- İşte Türk askeri budur!diyerek sözlerini bitirmişti.

(Olaylar Ve Atatürk, Sh. 70-71) 


KIRK ASIRLIK TÜRK YURDU 

1923 senesinin martının onbeşinci pazar günüydü. Atatürk, Adana istasyonunda trenden inmiş;sağı solu dolduran halkın coşkun alkışları:"yaşa, varol!"sesleri arasında yaya olarak şehre gidiyordu.

Yarı yolda karalar giymiş bir kadın, kalabalığı göze çarptı;sonra onların arasından ikişer levha taşıyan dört genç kız çıktı; Atatürk’ün önünde durdular, arkalarında bir kız daha göründü ve önüne geçti. Hıçkırıklar, iniltiler ve yalvarışlarla dolu bir nutuk söylemeye başladı. Bu genç kızın şahsın da henüz esir bulunan İskenderunlu Antakya’nın Türk olan bütün halkı; “bizi de kurtar!”diye yalvarıyordu.

Herkesin gözleri yaşarmıştı; hıçkırıklarını tutamayanlar vardı.

Atatürk'ün de gözleri nemliydi ve başı eğilmiş gibiydi. Genç kızın nutku bitince, anlı yükseldi; mavi gözlerinde ve pembe yüzünden bir çelik parıltısı görüldü. Her kelimesi üzerinde kuvvetle durarak:

- Kırk asırlık Türk yurdu yabancı elinde kalamaz! dedi.

On altı yıl sonra Hatay davasının en heyecanlı günlerinde hasta ve bitkin olmasına, mutlak istirahat tavsiyesine rağmen, Hatay’a yakın olmak için tekrar Adana'ya gitti. Dört saat ayakta durmak ve çalışmak gibi olağanüstü metanet gösterdi. Hatay kurtuldu, fakat Atatürk'ü kaybettik.

İsmail Habib bu bahsi şöyle bitirir:

"Hatay, Hatay!... Seni kurtaran aynı zamanda senin şehidin oldu. "

(Nükte Ve Fıkralarla Atatürk, Sh. 97-98) 


NEYE LAYIKSIN!...

Atatürk'ün Adana'da Hatay için:

- Kırkasırlık Türk yurdu yabancı elinde kalamaz!

Demesinden iki gün sonraydı. Mersin'de istasyondan şehrin içine doğru yavaş gidiyordu. Yolun üstüne siyahlar giyinmiş ve ellerinde büyük bir levha tutan bir kaç genç kız çıktı. Levhada şu yazı vardı: "Suriye hemşehrinizi de kurtarın!"

Suriye, ancak din kardeşi olan bir milletin vatanıydı. Türkiye’yse artık dinci değil, milliyetçi bir devletti. Suriye içinde, bütün esir yurtlar için olduğu gibi, kurtuluş dilerdi. Lakin kurtarmaya kalkmak fuzili olurdu.

Etrafta hıçkırıklar ve göz yaşları yoktu; Atatürk'ün de gözleri ıslanmış değildi. Suriyelilerin 1. Dünya Savaşı’nda Türk düşmanlarıyla birleştiklerini, Türk ordusunu arkadan vurmaya çabaladıklarını, belki ihanet ettikleri için ihanete uğradıklarını düşünüyordu.

- Her millet, layık olduğu yaşayışa erer!.. dedi ve yürüyüp gitti.

(Nükte Ve Fıkralarla Atatürk, Sh. 98) 


BABASININ TARLASI 

Bir gün bir köylü Atatürk’ün orman çiftliği hudutları içindeki bir tarlayı, kendi tarlasıymış gibi sürüyordu. Onu gördüler. İhtar ettiler, dinletemediler. Bunun üzerine Atatürk’e söylediler.

Atatürk teftişe çıktığı zaman o tarafa gitti. Yanındakiler toprağı sürmekte olan köylüyü göstererek:

- İşte budur! dediler.

Atatürk yavaş yavaş ona doğru yürüdü. Yaklaşınca sordu:

- Burada ne yapıyorsun?

Köylü gülümsüyordu. Son derece sevip saydığımız, fakat asla korkmadığımız bir insan karşısında nasıl durursak köylü de öyle duruyordu. Sakin bir sesle cevap verdi:

- Tarlayı sürüyorum.

- İyi ama, bu tarla senin midir?

- Değildir.

- Kimindir?

- Atatürk'ündür!.

Köylü bu cevabı vermekle suçu kabul etmiş oluyordu. Bu itibarla dava kaybolmuş demekti. Atatürk, kendi toprağına tecavüz edildiği için değil, haksızlık yapıldığı için sertlendi ve sordu:

- İyi ama, sen başkasının toprağını ona sormadan ve izin alınmadan sürülüp ekilmeyeceğini bilmiyor musun?

Köylü hiç telaş etmiyordu. Aynı sükunetle dedi ki:

- Biliyorum, fakat benim bu tarlayı sürüp ekmeye hakkım vardır!

Atatürk'ün kaşları çatıldı ve büyük bir merak ve hayretle ona sordu:

- Bu hakkı nereden alıyorsun?

- Çok basit... Atatürk bizim babamız değil mi? İnsan babasının tarlasını sürüp ekerse kabahat mi işlemiş olur?

Atatürk'ün yüzünde takdir ve sevgi duygularının en coşkununu anlatan engin bir gülümseme oldu, köylünün sırtını okşadı ve;

- Haklısın!.. diyerek uzaklaştı.

(Nükte Ve Fıkralarla Atatürk, Sh. 99-100) 


İTALYAN SEFİRİNE VERİLEN DERS

Atatürk'e ihanet edenler, o'nun birçok konuları içki sofrasında hallettiğini iddia ederler. Yalnız aşağıda nakledeceğim olay bile bu düşüncenin ne kadar yanlış olduğunu ispata yeter:

"Habeşistan savaşının başlamasından önce, İtalya'nın Rodos'a askeri yığınakta bulunduğu günlerdeydi. Bir akşam yine Atatürk’ün sofrasına çağrılanlar onu ayakta ve balkonda gezinmekte buldular.

 - Tevfik Rüştü nerede?

- Ankara Palas'ta, bazı sefirlere bir ziyafet veriyor.

- Biz de oraya gitsek olmaz mı?

Etrafındakiler beyhude Atatürk'ü buna protokolün müsait olmadığına inandırmaya gayret ediyorlar. Fakat, o'nun kesin karar verdiği bir konudan geriye çevirmek kimsenin haddi değildir.

Otomobiller, Ankara Palas'a vardığı zaman Atatürk’ün otelin merdivenlerini sallana sallana ve yanındakilerin yardımı ile çıktığını görenler hayret ettiler. Çünkü Çankaya’da Atatürk’ün bir yudum bile içmediğini herkes biliyordu.

Sefire ziyafet verilen salona giren Atatürk, Arnavutluk Sefiri, Asaf Bey’in yakınında ve giriş çıkış kapısını iyi görebilecek bir yere oturuyor. O dakikadan itibaren salondan içeri ve dışarı kimsenin geçmesi mümkün değildir. Şimdi konuşulanları takip edelim:

Atatürk:

- Asaf Bey, gazetelerde bir takım resimler görüyorum, Arnavutlukla operet mi oynanıyor? diyor.

Bu sözleriyle o zamanlar yeni kral olan Zogo'nun sorguçlu resimlerini kastettiğini anlamakta gecikme yen sefir ne söyleyeceğini şaşırıyor. Atatürk devam ediyor:

- Cumhuriyetten ne zarar görüldü ki, Arnavutluk'ta krallık ilan edildi? Hem, takip edilen politika da tehlikelidir. İtalya'nın Arnavutluk’u Balkanlar’da bir basamak yapması ihtimalden uzak değildir.

Bunu duyan İtalyan Sefiri, mücadeleye kalkınca Ata:

- Haber aldığıma göre, Roma'da bazı öğrenciler sefaretimizin önünde mümayiş yapmışlar. Antalya'yı istemişler. Antalya sigara paketimidir ki, sefir cebinden çıkarıp atsın. Antalya buradadır. Buyurun alın!... Hem benim bir teklifim var. Eğer hakikaten böyle bir şey düşünülüyorsa Mussolini cenaplarına müsaade edelim. Antalya'ya asker çıkarsınlar. Bütün çıkarma tamam olunca savaşırız. Mağlup olan hakkına razı olur.

Sefir atılıyor:

- Ekselans bu bir savaş ilanımıdır?

Ata:

- Hayır, diyor. Ben burada bir fert olarak konuşuyorum. Türkiye savaş ilanı ancak büyük millet meclisi dahilindedir. Fakat unutmayınız ki, gerektiği zaman Büyük Meclis Türk Milleti’nin hissiyatını tercüman olmakta gecikmez.

Konuşmasının bu hali olması üzerine, İsmet Paşa'ya telefon edilir ve Ankara Palas'a çağrılır.

Atatürk de bunu haber alınca etrafındakilere:

- Hükümet geliyor, biz gidelim! diyerek Ankara Palas'ı terk eder.

- Çankaya'ya dönüldüğü zaman herkes Atatürk'ün gayet normal olduğunu hayretler içinde seyrederken Ata:

- Artık İtalya ile savaş tehlikesi yok. Rodos'a yapılan yığınak Habeşistan'a dönecektir!

Hakikaten kısa bir süre sonra Habeşistan savaşı başladı.

(Nükte Ve Fıkralarla Atattürk, Sh. 308-309-310 ) 


ATATÜRK VE LİMAN VON SANDERS 

Mustafa Kemal Arıburnu kumandanıdır. İngilizler Anafartalar'a çıkmışlardı. Vaziyet buhranlı ve çok tehlikeli idi. Mustafa Kemal, Başkumandan Vekili Enver Paşa'ya doğrudan doğruya müracaata mecbur kalıyor. Kendisini tatmin eden cevap alamıyor. O sırada karargahı Yalova' da bulunan Liman von Sanders Paşa telefonla Mustafa Kemal’i arıyor. Muhavereye delalet eden Erkan-ı Harbiye Reisi Kazım Bey'dir. Liman von Sanders'in sorduğu sual şudur:

- Vaziyeti nasıl görüyorsunuz, nasıl bir tedbir-i tasarruf ediyorsunuz?

- Vaziyeti nasıl gördüğünüzü çoktan size iblağ etmiştim. Tedbire gelince:bu dakikaya kadar çok müsait tedbirler vardı. Fakat bu dakikada bir tek tedbir kalmıştır.

Liman von Sanders Paşa soruyor:

- O tedbir nedir?

Cevap katidir:

- Bütün kumanda ettiğimiz kuvvetleri tahtı emrine veriniz. Tedbir budur.

Cevap müstehzidir:

- Çok gelmez mi?

- Az gelir,

Ve telefon kapanıyor.

Pek kısa bir zaman sonra hadiseler, Liman von Sanders Paşa'yı kumanda ettiği kuvvetleri Mustafa Kemal'in emri altında vermeye mecbur etmiştir.

(İlginç Olaylar Ve Anektodlarla Atatürk, Sh. 162) 


İÇİNDEKİLER SAYFASINA DÖN

Bu Sayfayı Yazdır

 

Satıraralığı

·          Makaleler

·          İletişim

·          Forum

·          Ziyaretci Defteri

·          Site Haritası

·          Reklam


Edebiyatın Bölümleri

·         Türkçenin Tarihi gelişimi ve devirleri

·         Eski Türk Edebiyatı

·         II.Meşrutiyet Sonrası Türk Edebiyatı

·         Divan Edebiyatı

·         Tanzimat Edebiyatı

·         Edebiyat-ı Cedide (Servet-i Fünun Edebiyatı)

·         Fecri Ati Edebiyatı

·         Milli Edebiyat Dönemi

 


Yeni Eklenen Şair Ve Yazarlar

·          Atilla İlhan

·          Halide Edip Adıvar

·          Tevfik Fikret

·          Haldun Taner

·          Aziz Nesin

·          Abdülhalk Hamit Tarhan

·          Kemalettin Tuğcu

·          Ömer Seyfettin

·          Peyami Safa

 


Çanakkale Geçilmez

·          Çanakkale Şiirleri

·          Çanakkale Savaşı ve pullar

·          Ölü Teğmenin matarası

·          Çanakkale Türküsünün    öyküsü

·          Bir Arşiv yağmasının öyküsü

·          Marmara Denizaltı Savaşları

Devamı>>


Diğerleri

·          Edebiyat

·          Edebiyat Sözlüğü

·          Yazılı Anlatım

·          Fabılar

·          Edebi Akımlar

·          Bizde Akımlar

 


Portre

 





 






 






 






 






 






 






 



 

ÖLMEYİ TERCİH EDERİZ

General Pershing'in Kurmay Başkanı olan General Harbord Sivas'ta Mustafa Kemal'le görüşürken der ki;

- Türk tarihini okudum. Milletiniz büyük komutanlar yetiştirmiş, büyük ordular hazırlamıştır. Bunları yapan bir millet elbette bir medeniyet sahibi olmalıdır. Takdir ederim. Ama bugünkü duruma bakalım. Başta Almanya müttefikinizle dört yıl har bettiniz, yenildiniz, dördünüz bir arada yapamadığınız şeyi, bu durumda tek başınıza yapmayı nasıl düşünebiliyorsunuz? Fertlerin intihar ettikleri vakit görülür. Bir milletin intihar ettiğini mi göreceğiz?

Mustafa Kemal General'e "teşekkür ederim" dedi. Tarihimizi okumuş, bizi öğrenmişsiniz. Fakat, şunu bilmenizi isterdim ki biz emperyalist pençesine düşen bir kuş gibi yavaş yavaş aşağılık bir ölüme mahkum olmaktansa babalarımızın oğulları olarak vuruşa vuruşa ölmeyi tercih ediyoruz."

General ve arkadaşları sezsizce ayağa kalktılar.

- Bizde olsa böyle yapardık!

F.Rıfkı Atay, Çankaya


EFKARI YOKLAMAK

Bir gün sohbetin ilerlediği bir zamanda, Atatürk bir ara şu suali sordu:

- "Ben artık cumhurbaşkanlığından çekilmek, parti başkanı olarak çalışmak istiyorum.

Siz ne dersiniz?"

Ata bu soruyu sorarken etrafında bulunanların teker teker yüzüne bakıyordu. Herkes sorunun kendisine yöneltildiğini sanmış; şaşkınlık içine düşmüştü, rahmetli Rıfat Bey'de böyle sanarak cevabın akıbetini hiç düşünmeden;

- "Muvafık efendim" deyi verdi.

Birden yüzündeki yumuşak ifade silinen Atatürk sert bir şekilde ona doğru baktı ve sonra merhum Ziya Bey'e döndü onun cevabını bekledi. Fakat Ziya Bey;

- "Efendimiz bilir!" diyerek işin içinden sıyrıldı. İmtihan sırası bana gelmişti.

- "Henüz göreviniz bitmemiştir. İnkılâplar tamam olmamıştır. Tamam olunca biz size (artık çekil, istirahat et) deriz, inkılâp yarım bırakılmaz!" cevabını verdim. Gülümsedi.

- "Zaten ben de bunun için henüz bırakmak istemiyorum" dedi. Maksadı efkarı yoklamaktı.

Said Arif Terzioğlu, İnsancıl Atatürk


BEN MUHAKKAK ERKANI HARP OLACAĞIM

Üçüncü sınıf kalabalıktı. Bunlardan ancak, pek az bir kısmı Harp Akademisi’nde girebilecekti. Geri kalanlar tayin edildikleri kıtalara dağıtılacaklardı.

Mustafa Kemal, muhakkak Kurmay Subay olacağına inanıyordu. Bir gün;

- Ya erkanı harp olamazsan, ne yaparsın?

Diye yarı ciddi, yarı şaka takılan sınıf arkadaşımız Arif'i derhal susturmuştu:

- Seni bilmiyorum, fakat ben muhakkak, Erkan-ı Harp olacağım.

Mustafa Kemal kurmay oldu. Arif, Mümtaz Yüzbaşı olarak okuldan çıktı.

Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk


ZAFERE İNANIYORDU

Yaşanılan şartlar ne olursa olsun, istiklal ve hürriyet için açıkça ifadesi şart gayeleri, devlet literatürüne o soktu. Sakarya Zaferi öncesinde düşman toplarının Polatlı’dan duyulduğu ve devlet merkezinin Ankara’dan Kayseri’ye taşınması hazırlıklarının yapıldığı buhran günlerinde Tekalif-i Milliye adı altında vatandaşın nesi var nesi yoksa yüzde kırkına el koyarken verilen senetlere;

"Zaferden sonra aynen iade" tabirini Maliye Vekili Hasan Bey "zaferin elde edilmesi halinde" şeklinde değiştirmek isteyince, yerinden fırlamış;

- "Ne demek zaferin elde edilmesi halinde... Zafer elbette elde edilecek, şüphe mi ediyorsun? " diye bağırmıştı.

Cemal Kutay, Atatürk Olmasaydı


GEÇMİŞ OLSUN

Karşısında kim olursa olsun, milleti ve devletinin haysiyet ve itibarını alakadar eden mevzularda seremoniyi aşarak hakikatleri ders verir gibi konuşmak yiğitliği Atatürk’le devlet literatürüne girmiştir. 4 Ekim 1933’de Dolmabahçe Sarayı’nda, İstanbul’a gelen Yugoslavya Kralı II. Aleksandr ile Kraliçe Mary’yi kabul etmiş, aynı akşam şereflerine ziyafet vermişti. Baş başa kaldıklarında Yugoslav Kralı:

- “Size bir hakikati anlatmak isterim. 1919’da İngilizler, Ege sahillerinizin işgali için Yunanlılardan evvel bana müracaat ettiler. Çok cazip teklifler de yaptılar. Fakat ben reddettim. Ekselansınızı tanıdıktan sonra bu kararımın doğruluğunu bir daha anladım.” dedi.

Başkası olsa ne yapardı? Teşekkür ederdi değil mi?

Hayır!.. Yugoslav Kralı cümlesini tamamlayıp cevap bekler gibi tavır alınca, Atatürk ayağa kalktı, bunun üzerine kral da kalkmıştı. Ona bir iki adım attı ve dudaklarında kendisine çok yakışan anlamlı tebessümü ile elini uzattı:

- “Geçmiş olsun majeste...” dedi.

Çünkü Mustafa Kemal’in, kendisine İstanbul Rumları şivesi ile Kosti dediği Yunan Kralı Konstantin, ordusu denize döküldükten sonra taç ve tahtını kaybetmişti.

Atatürk ile devlet hayatımızda yaşanılan günü düşünme ve nabza göre şerbet verme illetinden kurtulunmuştur.

Cemal Kutay, Atatürk Olmasaydı


BU MİLLET O KADAR ZENGİN DEĞİL

Bir tarihte Atatürk Ege Vapuru ile Mersin’e gitmiş. Dönüşte vapur Fethiye’de durmuş. Kasabada halk şenlik yaparken, gemilerden de havai fişekler atılıyormuş. Kendisine refakat eden Zafer Torpidosu’nda bulunan Atatürk, donanmanın şenliklerini seyrederken, zafer torpidosu komutanına kumandanlardan biri,bir torpil atmasını söylemiş. Torpido kumandanı:

- Hayhay efendim, yalnız bir torpilin kıymeti elli bin liradır demiş.

Bunun üzerine Atatürk:

- Vazgeçin torpil atmaktan, bu millet o kadar zengin değildir.

Ve torpido kumandanına dönerek:

- Sizi tebrik ederim, diye iltifatta bulunmuş.

Anekdotlarla Atatürk, Em. Tümg. Muzaffer Erendil


ATATÜRK’ÜN BİR HEDİYESİ

Bir gün Konya’da Behiç Bey’in evinde Mustafa Kemal General Tawsend şerefine büyük bir ziyafet verdi. Ziyafette Behiç Bey, Muhtar Bey, Salih Bozok bulunuyorlardı. Yemek çok güzel bir hava içinde geçti. Yemeğin sonunda Mustafa Kemal misafirine dedi ki:

- “Biz Türklerde bir adet vardır. Misafirimize mutlaka bir hediye veririz. Ben asil bir milletin mütevazı bir Başkumandan'ıyım. Size ancak bu tespihi verebiliyorum” diyerek elindeki kırmızı mercan tespihi hediye etti ve sofradan kalkılacağı sırada kolundaki saati çıkararak General’e dedi ki :

- “Bu saati bana Anafartalar’da bir Türk Askeri, ölen bir İngiliz zabitinin kolundan çıkardığını söyleyerek verdi. Saatin arkasında subayın künyesi yazılıdır. Bu subayın ailesini arattımsa da bulamadım. İngiltere ye döndüğünüzde, ailesini bulur ve saati verirseniz çok memnun olurum” diyerek generale teslim etti.

Anekdotlarla Atatürk Em. Tümg. Muzaffer Erendil


GELENEKSEL DOSTLUK

28 Haziran 1933 tarihinde Ankara Erkek Lisesi'nde imtihana giren çocuklardan biri sorulan bir suale şöyle cevap vermişti:

- Fransa ile olan ananevi dostluğumuz icabı...

Atatürk, derhal öğrencinin sözünü keserek sormuştu:

- Hangi ananevi dostluk, bu da nereden çıktı, kim söyledi bunu?

O zaman coğrafya öğretmeni ayağa kalkarak “Ben söyledim paşam” diye onun hiddetini azaltmaya çalışmıştı. Bana dönünce ve “sen söyle tarih hocası” deyince, hemen ayağa kalkarak cevap vermiştim.

- Paşam, ortada ananevi bir dostluk yoktur. Yalnız müşterek hareketlere Fransız Muharrirleri ananevi dostluk vasfını vermişlerdir. Mesela Kırım Harbi’nde olduğu gibi ...

- Aferin bu hakikaten böyledir. Maalesef Türk’ün ananevi dostu yoktur. Menfaatler müşterek olunca Avrupalılar hemen (ananevi dostluk) ismini vermişlerdir, buyurmuşlardı.

Dr. Samih Nafiz Tansu


ATATÜRK KENDİNİ TANIMLIYOR

Etrafını çeviren halktan bir genç, Ata’ya sordu :

- Paşa hazretleri, bir İtalyan gazetecisi olan Kont Sfortza bir eserinde sizden (diktatör) diye bahsediyor. Gençlik olarak ne cevap verelim?

Atatürk hiç tereddüt etmeden cevap veriyor:

- Ben bir diktatörüm.

Meclistekilerin hepsi şaşırıyor, Ata izah ediyor:

- Fakat benim hayatımı tetkik edenler görürler ki ben Mısır firavunları gibi şahsıma mezar yaptırmak için kırbaçlar altında insanları sürmedim. Ben, memlekete tatbik etmek istediğim herhangi bir fikri evvela kongreler toplayarak, onlara danışarak bunları onlardan aldığım salahiyete dayanarak tatbik ettim. İşte Erzurum, Sivas Kongreleri, işte büyük millet meclisi bunun en canlı ifadeleridir. Onlar ne derlerse desinler biz yolumuza devam edelim.

Muammer Yüzbaşıoğlu


ATATÜRK’Ü ANMAK

O, dediklerinin hepsini yaptı . Yapamayacağı şeyi asla vadetmedi. Bir devlet şefinin kendisini millete sevdirebilmesi için belki ilk şart bu değil midir?

Banoğlu, Age, S: 87


KENDİNE GÜVEN

Yıl: 1921, batı cephesinde: Mustafa Kemal’le görüşmede;

Yunan ordusu kocaman bir canavar gibi Ankara’ya yaklaşmış gözüküyordu. Buna paralel olarak Sakarya’nın doğusunda Türk ordusu da kıvrılarak bu canavarın Ankara’yı yutmasına engel olmaya çalışıyordu. Siyah canavar o kadar kocamandı ki, insana umutsuzluk veriyordu.

- Eğer Ankara’ya gider de bizi geride bırakırsa, ne yaparız? diye sordum.

Korkunç bir kaplan gibi güldü.

- Arkalarından vurarak onları yok ederim.

Arıburnu, Age, S:198-199 


SÖYLEDİĞİNİ YAPARDI!..

Kurtuluş savaşına başladığı sırada Atatürk’e dediler ki :

- Nasıl mümkün olur? Ordu yok!

Atatürk hemen cevap verdi:

- Yapılır!

- İyi ama, bunun için para lazım... O da yok ?

- Bulunur!..

- Diyelim ki bulduk, düşmanlarımız hem büyük, hem de çok!

- Olsun, yenilir!..

O, dediklerinin hepsini yaptı . Yapamayacağı şeyi asla vaadetmedi. Bir devlet şefinin kendisini millete sevdirebilmesi için belki ilk şart bu değil midir?

Banoğlu, Age, S: 87


BULUNUR!..

Kurtuluş savaşı henüz başlıyordu. Ordu yoktu ve her taraftan vatanın bağrına giren düşmanlara karşı ancak gönüllü çetelerle savaş yapılıyordu . Mebuslar arasında bile, dövüşü göze alan, fakat ümitsizlikten kurtulamayanlar vardı.

Bir gün büyük millet meclisinde vatanın kurtulması için neler yapılması lazım geldiği hakkında heyecanlı konuşmalar oluyordu. Mebuslardan biri, sözleri büyük vatan şairi Namık Kemal’in şu beyiti ile bitirdi: “Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?..”

En büyük ve korkunç düşmanın ümitsizlik olduğunu pek iyi bilen Atatürk bu beyitin iki kelimesini değiştirerek, fakat veznini de bozmaksızın sert ve sarsılmayan bir sesle şu cevabı verdi:

“Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini, bulunur kurtaracak maderini!...”

“Siz Ankara’ dan giderseniz, ben Elmadağ’na çıkar, kurşunum bitinceye kadar vatanı tek başıma müdafaa ederim!..”

23 Nisan 1920... Ankara’da büyük millet meclisi açılmıştır. Memleketin her tarafından birçok milletvekilleri gelmiştir. Bu yeni meclise gelenlerin bir kısmı Ankara’da hiçbir şeyin olmadığını görünce, ümitsizliğe düşmüşlerdi. Bahsedilen ne Yeşilordu, ne hazine, ne yatacak otel, hiçbir şey yoktu. Sadece, Mustafa Kemal...

...Bazılarına bu dava çürük gelmiş olacak ki, memleketlerine dönmeye karar verdiler. Bunlar geri dönerlerse mecliste huzursuzluk olacağını anlayan Mustafa Kemal, kürsüye çıktı. O gün pek heyecanlıydı. Atatürk’ün hayatında belki de böyle canlı bir tablo doğmamıştı. Milletvekillerine hitaben :

- İşittim ki, bazı arkadaşlar yoksulluğumuzu bahane ederek memleketlerine dönmek istiyorlarmış. Ben kimseyi zorla milli meclise davet etmedim. Herkes kararında özgürdür, bunlara başkaları da katılabilirler. Ben bu mukaddes davaya inanmış bir insan sıfatı ile buradan bir yere gitmemeye karar verdim. Hatta, hepiniz gidebilirsiniz. Asker Mustafa Kemal mavzerini eline alır, fişeklerini göğsüne dizer, bir eline de bayrağını alır, bu şekilde Elmadağ’ına çıkar, orada tek kurşunum kalana kadar vatanı savunurum. Kurşunlarım bitince de bu aciz vücudumu bayrağıma sarar, düşman kurşunları ile yaralanır, temiz kanımı, mukaddes bayrağıma içire içire tek başıma can veririm. Ben buna and içtim!.. diye feryat edince, herkesi bir heyecan dalgası sardı. Hiç biri gözyaşlarını tutamıyordu. - Falih Rıfkı Atay

Banoğlu, Age, S. 497


“BEN EĞİLMEM”

Mustafa Kemal’in çocukluk arkadaşı Asaf İlbay, okula devam ettiği günlere ait iki anısını şöyle anlatır:

“Evimizin bahçesi büyüktü. Sık sık mahalle arkadaşları toplanır ve o zamanlar Selanik’de pek moda olan “mancık” oyunu oynardık. Bu bir çeşit “birdirbir” oyunu idi. Bir kişi eğiliyor, diğerleri sıra ile üzerinden atlıyorlardı. O, oyuna katılmazdı, ama seyrine de bayılırdı. Hele içimizde düşenler filan olursa, keyfine son olmazdı. Bir gün kararlaştırdık. Yaka paça zorla oyuna soktuk. Sıra ile hepimizin üzerinden atladı ve sıra kendisine gelince, eğilmeden dimdik durdu ve:

- Haydi atlayın! dedi.

Biz başını yere doğru eğmesi için ısrar ettikçe o:

- “Ben eğilmem” böyle atlarsanız atlayın, diyordu.

Bir türlü razı edemedik.

N. A. Banoğlu, Yayınlanmış Belgelerle Atatürk, Siyasi Ve Özel Hayatı-İlkeleri, 2. Baskı, İst.,198,S.22 


MUSTAFA KEMAL PAŞA VE YUNAN KUVVETLERİ KOMUTAN TRİKOPİS 

Bütün bu taarruz esnasında Gazi'nin yanında bulunan arkadaşlar, Yunan Kuvvetleri Komutanı General Trikopis'in başkumandan çadırına nasıl getirildiğini şöyle anlattılar.

Trikopis, diğer esir kolordu ve fırka (tümen) kumandanları ile birlikte Gazi'nin huzuruna çıkarıldıkları vakit, hepsi çok heyecanlı ve bitkin halde imişler. Gazi, bunları oturtmuş, kendilerini teselli için bu gibi malubiyetlerin tarihte misalleri olduğunu, sevk ve idarede vazifesini bi hakkın yapmış iseler vicdanen müsterih olabileceklerini söylediği zaman Trikopis:

- “Askeri vazifemi tamamen yaptığıma eminim. Fakat asıl vazifemi maalesef yapamadım." diye intahar edemediğini anlatmak isterken Gazi:

- “O size ait bir düşüncedir." diye sözünü kesmiş ve harita üzerinde:

- “Şurada bir fırkanız vardı. Niçin onu şuraya almadınız. Filan yerdeki kuvvetlerinizi falan yere süreydiniz daha iyi olmaz mıydı?" gibi bazı tenkitler yapmış, Trikopis:

- “Ben öyle hareket etmek için emir verdim. Fakat (yanındaki kolordu komutanını gösterirken) bu yapamadı!" demiş.

Bu görüşmeler olurken esir fırka kumandanı yavaşça yanında bulunan zabitlerimizden birine:

- “Bizim ile konuşan bu general kimdir?" diye sormuş zabit:

- “Başkumandan Mustafa Kemal" deyince adam hayrete düşmüş:

- “Şimdi anladım biz niçin mağlup olduk! Bizim başkumandan İzmir'de vapurda oturuyordu!" diyerek derdini dökmüş.

(İlginç Olaylar Ve Anektodlarla Atatürk Sh. 43) 


ATATÜRK VE KÖYLÜ

Atatürk, sık sık memleketi dolaşan bir liderdi. Çiftçi ile konuşur; işçi, sanatkar, esnaf ile konuşur. Memleketin derdini arar bulur. Meclise getirir, milletvekillerinden, bakanlardan hesap sorardı.

İşte böyle yurt gezilerinden birinde orta Anadolu’da tarlasında çift süren bir çiftçi ile karşılaşmıştır.

- Kolay gele, bereketli ola ağa.

- Allah razı olsun bey.

- Hayrola ağa, öküzün teki ne oldu?

- Devlete borcumuz vardı bey, icra kapımızı çalınca çaresiz kaldık, koca öküzü satıp borcumuzu ödedik.

- "Sağlık olsun ağa" diyerek konuşmasını kısa kesmiştir.

Çiftçinin adı Halil Ağa idi. Atatürk'ün yanındakiler, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Salih Bozok, Kılıç Ali, Husrev Gerede, Emir Subayı Resuhi Bey, daha bir kaç yakını vardı. Yürüyorlardı. Atatürk düşünceli idi. Salih Bozok'u yanına çağırdı. Salih, yarın sabah git Halil Ağayı bul, bana getir. Benim kim olduğumu sorarsa, bizim bey seni bir kahve içmeye çağırıyor de.

Ertesi gün; Salih Bozok Halil Ağayı bulmuş, yanına getirmiştir. Atatürk ayağa kalkarak; “Buyur Halil Ağa” deyip bir sandalye göstermiştir. Zamanın başbakanı İsmet İnönü de salonda bulunuyordu ve olanlardan habersizdi. Atatürk Halil Ağaya dönerek; "Halil Ağa, anlat şu vergi işini bir daha" demişti.

Halil Ağa, vergi borcunu, icrayı, satılan öküzünü tekrar anlattı. Atatürk kaşlarını çatarak İsmet Paşa ve Şükrü Kaya'ya dönerek; "Arkadaşlar, biz İstiklal Savaşı'nı Halil Ağa’nın öküzünü icra yoluyla satalım diye yapmadık. Bu memlekette adaleti, vatandaşı böyle mi koruyacağız. Gerekirse vergi borcu ertelenebilir. Köylünün çift sürdüğü öküzü elinden alınmaz. "

Halil Ağa "Sen Atatürk paşamsın galiba, beni bağışla, kusur ettim" diye yalvaracak oldu.

"Sana güle güle Halil Ağa, sen bizim gözümüzü açtın" diye Halil Ağa’yı ayakta uğurlamıştı. Atatürk Türk köylüsünün borcu konusunda çok titiz davranmıştır.

Olaylar Ve Atatürk, Sh 41-42 


YAVUKLUM GÖNDERDİ

Bir akşam, uzun müddet didişen, uğraşan iki erden birisinin yüzünü sildiği mendil gözüne ilişmişti. Bu işlemeli ve göz alıcı yağlığı isteyerek sordu.

- Bunu nereden aldın ?

Bu ani soru karşısında şaşıran kahraman Türk çocuğu, sıkılarak cevap verdi :

- Yavuklum gönderdi, Atam !

Büyük kayıplar karşısında bile ağladığı görülmeyen, acı duygularını içinde gizleyen büyük şef, bilmem neden, o anda sarsılmıştı; dolan mavi gözlerinden iri damlalı yaşlar dökülüyordu. Erin, demin yüzünden akan terleri sildiği bu mendile o da göz yaşlarını silmiştir.

Olaylar Ve Atatürk, Sh 56 


HACER NİNE

Hacer Nine yine bunalmıştı. İçi içine sığmıyordu. Beş gözlü evinin içi yine birkaç gündür zindan kesilmişti. Düşündükçe yüreği yerinden kopuyordu. Yetmiş yaşındaki bu kimsesizlik ona büsbütün koymuştu.

Kocasını Yemen'de kaybetmişti. Bir oğlu balkanlarda, ikisi de çöllerde kalmıştı. Bir gelini ile üç torunu vardı. Gelini hastalıktan öldü, torunlarının biri de büyük muharebede şehit düştü. Birisi İkinci İnönü'den dönmedi.

En son torununu da Sakarya'ya gönderdi. Bir gün haber aldık ki en son delikanlısı da Duatepe Muharebesi’nde öteki ağalarının yanına göçüp gitmişti.

Çok ağladı. Fakat “Sakarya kazanıldı” haberi gelince ağlaması durdu, gülmeye başladı.

Ondan sonra vakit vakit böyle bunalırdı. Ve her bunalışında çarıklarını çeker, değneğini alır, Ankara'nın yolunu tutardı. Bu sefer de öyle yaptı. Saatlerce yürüdükten sonra ikindide Ankara'ya geldi, doğruca gitti, Büyük Millet Meclisi'nin kapısı önünde durup çömeldi.

Aradan biraz vakit geçti, sordular:"

- Nine ne istiyorsun?

- Hiç, hiç bir şey. "

- Ya neden burada duruyorsun?

- Onun gözlerini görmek için çıkmasını bekliyorum.

- O dediğin kim?

- Gazi Paşa.

Sonunda hikayesini anlattı, sonunda dedi ki;

- İşte böyle, ara sıra çok bunaldıkça buraya gelirim. O Millet Meclisi'nden çıkarken gözlerine bakarım. Mavi bebeklerinde bütün ölenlerimin gözlerini görür gibi olurum. Sonra içime bir ferahlık dolar, kalkar köyüme giderim.

İşte siperlerde evlat, torun gömmüş Türk Ninesi buna derler.

Atatürk'ün Nükteleri-Fıkraları-Hatıraları, Sh 29-30 


DİNLEMEKTEN ZEVK ALIRIM

Neşeli bulunduğu bir zamanı seçerek:

- Paşam... Demiştim, şu danıştıklarının içinde bazen öyleleri var ki, şaşırıyorum. Bunların mütalalarına nasıl olsa sonunda iştirak etmeyeceksin. Kararını önceden vermiş olduğun da malum... O hal de, ne diye onları birer birer çağırıp karşısında söyletirsin?

Atatürk, yüzüne alaycı bir eda ile bakıp şu cevabı vermişti:

- Bazen hiç umulmadık adamdan ben çok şeyler öğrenmişimdir; hiç bi kanaatı hakir (değersiz) görmemek lazımdır. Neticede, kendi fikrimi bile edecek olsam, herkesi ayrı ayrı dinlemekten zevk alırım.

Olaylar Ve Atatürk Sh 58 


İKİMİZ DE "GAZİ"YİZ...

Bir tarihte Eskişehir’i ziyaretinde; yakın köylerde gezinti yaparken, asırlık çınarların gölgesine sığınmış bir köy kahvesi önünde otomobili durdurdu. Salih Bozok'a;

- Bu çınarları hatırlıyorum... Dedi; zaferden sonra bir gün yolum düşmüştü!... Eski hatıraları bir an tekrar yaşatmak için; araba dan inip, büyük bir tevazuuyla köy kahvesinin harap iskemlesine oturdu.

Biraz sonra kahveci ona, köyünün yegane ikramı olan ayranı temiz bardaklar içinde getirince “Gazi” pek memnun oldu. Yaşlı kahveciye sordu:

- Adın ne?...

- Yusuf!...

- Buralarda geçmiş harbi hatırlar mısın?...

- Nasıl hatırlamam, paşam?... Maiyetinde çavuştum!...

- Maiyetimde mi...

Bütün kuvvetlerin baş kumandanı değil miydin, paşam!... Hep emrinde savaştık.

Büyük kurtarıcı zeki köylüyü takdir etmişti. Aferin; Gazi Yusuf Çavuş!... deyince, eski asker el buğuladı:

- Estağfurullah, paşam!... Gazi sizsiniz!...

- Rütbe başka... Fakat harpten dönmüş iki asker olmamız sıfatıyla ikimiz de "Gazi"yiz!...

Ve tepside duran ayran bardaklarından birini bizzat eliyle çavuşa vermek lütfünü göstererek, ilave etti:

- Şerefine Gazi Yusuf Çavuş!...

- Şerefte daim ol paşam!...

Ağlamaktan ayranı içemeyen kahveciye, o zamanın çok parası olan bir yüzlük verip gülümsedi:

- Allahaısmarladık, silah arkadaşım!...

Atatürk’ün Nükteleri-Fıkraları-Hatıraları, Sh 50-51 


KONYA İSYANINDA

Konya İsyanı'nı müteakip Konya'ya gelen Atatürk sinirli ve üzgündü. Şehrin ileri gelenleriyle belediye salonunda konuşurken elindeki yanar sigarayı bir aralık iki parmağı arasına almış ve ateşi parmakları arasında ezerek söndürmüş ve şöyle demişti:

Ateş nerede çıkarsa çıksın, iki parmağımın arasında böyle ezeceğim!...

Nükte Ve Fıkralarla Atatürk, Sh 41 


ATATÜRK VE SPOR 

Bir gece Atatürk Ada'da yat kulübünde konuşurken, yanındakilerden birinin sportmen olduğunu anladı. Ona şu suali sordu:

- Spor nedir?

Muhatabı, sporu herkesin bildiği gibi tarif etti.

Gazi dedi ki:

- “Bana daha açık, bariz bir tarif bulabilir misiniz?"

Belki en güzel cevabı bulabilmek için düşünen sportmenin ufak bir tevakkufu üzerine Gazi şu hatırasını anlattı:

"Arıburnu Kumandanı idim, iki tarafın ateş hatları arasında elli altmış metre mesafe vardı. Birbirine en yakın hatlar arasında dolaşan Türk ve İngiliz keşşaflarından ikisi gecenin kara kesafeti içinde ellerindeki uzun silahları istimal edemeyecek kadar burun buruna temas etmişler. Her iki cesur keşşaf, silahlarını atmışlar doğrudan doğruya birbirini boğazlamak için ellerini kullanmak zaruretini hissetmişler.

İngiliz keşşaf yumruklarını sıkmış, boks denilen idmanı, Türk neferinin vücut ve kalbi üzerinde tatbik etmeye başlamış. Bu mahirene yumruk idmanını bilmeyen Türk neferi kalbine maddeten; vicdanına manen vurulan darbelerin tesiri altında iki elinin ötekinin boğazına uzatmış, var kuvvetiyle düşmanın gırtlağını yakalamış. Düşman neferinin boğazı iki demir pençesinin mengenesinde sıkışınca bizim nefer, boks darbelerinin iptida hafiflediğini biraz sonra zail olduğunu görmüş.

Nefer, esirini sürükleyerek benim yanıma getirdi. Gece yarısından sonra idi. Evvela düşman neferini isticap ettim.

- Ne oldu? Sen niçin buralara kadar geldin?

- Spor, cevabını verdi.

Bizimkine sordum:

- Nasıl oldu?

Nefer, esirin verdiği ilmi cevabı anlamamış olmaktan korkarak:

- Bilmiyorum, dedi. Ben birinci ilmi ve fenni değil, ikincinin cehilden ziyade edep ve terbiyesi üzerinde fazla durmadım.

- Sen sportmen misin?

- Evet, çok iyi...

- Bizim neferi nasıl buldun?

- Bilmiyor dedi.

Türk neferine döndüm:

- İşitiyor musun, senin için bilmiyor, cahildir, dedi.

Kısaca;

- Huzurumuza getirdim efendim, cevabını verdi.

Gazi devam etti:

- Ben spor nedir, diye sorulursa vereceğim cevap şudur:

- "Spor; vatanın, milletin ali menfaatlerine tecavüz edenleri gırtlağından yakalayıp memleket ve millet hadimlerinin huzuruna getirebilmek kabiliyeti maddiye ve maneviyesidir. "

Atatürk'ün Nükteleri-Fıkraları-Hatıraları, Sh 51-52 


ATATÜRK VE ALEMDAR

Atatürk, Osmanlı Padişahları arasında Yıldırım ve Beyazıt, Fatih, Yavuz, IV. Murat'ı beğenirdi. Sadrazamlar arasında da Alemdar Mustafa Paşa'ya kızardı:

- Biraz kültürü olsaydı Cumhuriyeti ilan ederdi!.. derdi.

- Büyük Reşit Paşa'nın kültürü, Alemdar Mustafa Paşa'nın kültürü birleşebilseydi, ben tarihe başka bir görevle girerdim, demişti.

Nükte Ve Fıkralarla Atatürk, Sh 321-322 


OLUR ŞEY DEĞİL

Muallimler Ankara'da bir içtima yapmışlar, içtimaa iki üç muallim hanım da iştirak ederek salonda ayrı bir yere oturmuşlardı.

Muallim hanımların içtimaa gitmelerini hoş görmeyen Meclis'in sarıklıları Gazi'ye şikayete gidiyorlar.

Gazi kızarak:

- "Kimmiş Muallimler Cemiyeti Reisi? Çağırın onu!"

Ve Mazhar Müfit birkaç dakika sonra içeri girince gürleyen bir sesle çıkışıyor:

- “Siz Muallimler içtimamda ne yapmışsınız? Ne ayıp şey bu?"

Mazhar Müfit şaşakalır. Gazi'den bu hareket mi beklenirdi? Sarıklılar muzaffer bir besaretle gülüyor. Sarıklılar neşe içinde Gazi'nin sesi hep aynı tonda devam ediyor.

- "Olur şey değil olur şey değil!"

Mazhar Müfit hala ayakta ve hala ne diyeceğini şaşırmış bir halde cevap vermeye çalışıyor:

- "Efendim vallahi..."

- "Bırak bırak ben hepsini biliyorum; içtimaa Muallime Hanımlar’ıda çağırdınız. Fakat onları niye ayrı sıralara oturttunuz? Sizin kendinize mi itimadınız yok, Türk hanımının faziletine mi ? Bir daha öyle ayrılık gayrılık görmeyeyim, anladınız mı ?

Atatürk'ün Nükteleri-Fıkraları-Hatıraları Sh 59 


PEYNİR, ZEYTİN, SOĞAN VE KURU EKMEK

Mustafa Kemal Paşa, Erzurum ve Sivas Kongreleri’ne katılan arkadaşlarıyla birlikte ciddi para sıkıntısındaydı. Erzurum'dan Sivas'a intikal sırasında, yoldaki durumlarını Mazhar Müfit şöyle anlatır:

"Önümüzde ve Paşa'nın üstün iradesi ve dahi ışığı altında yeni ve engin bir savaş ufku açılmıştı. Erzurum'dan sonra yeni bir irade, yeni bir madde ve mana hamlesi ile büyük vatan savaşına atılacak, Erzurum'da kurulan büyük temele bina edilecek eserin ikinci safhasındaki çalışmalara katılacaktır.

Sesimi biraz yükseltmiş olacağım ki, öndeki arabadan Mustafa Kemal Paşa arkaya bakarak eli ile;

- Daha yüksek sesle!... diyerek işaret veriyordu. Ve bu işaret üzerinedir ki, yine gayri iradi, gayri ihtiyari olarak dilimin ucuna:

"Ey gaziler yol göründü tarihi şarkısı geldi ve ben bu şarkıya başlayınca insiyaki bir sirayetle hemen bütün otomobillerdeki arkadaşlar da bana katıldılar ve hep bir ağızdan bu şarkıyı okuduk ve söyledik. Arızasız öğle vaktini bulduk. Her kilometreyi arızasız kat ettikçe adeta sevinç duyuyor ve:

- Otomobillerimiz bu vaziyette bizi Sivas'a selametle ulaştıra bilecekler ümidini muhafaza ediyorduk. Bir pınar başında mola verdik. Paşa:

- Hemen yemeğimizi yiyelim, vakit kaybetmeksizin yine yola devam edelim dedi.

Çünkü 4 Eylül'de kongrenin açılması kararlaştırılmış olduğuna nazaran, yolculuğumuz muayyen bir programla tayin ve tespit edilmiştir.

Hareket ve molalarda o programa uymak zorundaydık. Ancak paşanın;

- Yemeğimizi yiyelim deyişinde sonraki vaziyetimizin biraz acıklı olduğunu da tebarüz ettirmeyelim. Yemek deyince, bilhassa Anadolu'daki kara yolculuklarında gün görmüş insanlar için yemek; tavuk, hindi, soğuk et, su böreği, köfte vesaire gibi şeylerden düzülen nevaledir.

Hepimiz de bu çeşit nevalelerle yolculuk etmiş insanlardık. Fakat, bu defa nevalemiz; peynir, zeytin ve kuru ekmekten ibaret bir azıktı. Su başında rastladığımız köylüler de torbalarından birkaç baş kuru soğan ikram ettiler. Fakat, paşa başta olmak üzere hepimiz en büyük bir lokantada pişirilmiş veya ziyafette tertiplenmiş yemeklerden ve İstanbul tabiri ile et'ime-i nefise-i lezize (en güzel yemekler) den daha mükemmel ve daha iştahlı olarak zevkle kuru soğanı, peyniri, zeytini, ekmeğimize katık ederek ve pınarın buz gibi suyunu içerek karnımızı doyurduk.

İlginç Olaylar Ve Anektotlarla Atatürk, Sh 21-22 


ATATÜRK'E BİR KÖYLÜNÜN CEVABI

Tarihimiz sayısız savaşlarla doludur. Biz bu savaşlardan başkaldırıp ne memleketi imar edebilmişiz, ne de kendimiz refaha kavuşmuşuzdur. Bunun sebebi, bizim suçumuzda olduğu kadar düşmanlarımızdadır da. Çünkü başta Moskoflar olmak üzere düşmanlarımız hep şöyle düşünürlerdi :

- Türklere rahat vermemeli ki, başka sahalarda ilerleyemesinler...

Bunun için de sık sık başımıza belalar çıkarırlar, savaşlar açarlar, balkan milletlerini “istiklal” diye kışkırtırlardı.

Biz böyle durmadan savaşırken de o zamanlar askere alınmayan gayri müslimler durmadan zenginleşirlerdi.

Onların neden zengin, bizim neden fakir kaldığımızı bir köylü, Atatürk’e verdiği kısa bir cevap ile gayet veciz olarak izah etmiştir.

Atatürk, Mersin'e yaptığı seyahatlerden birinde, şehirde gördüğü büyük binaları işaret ederek sormuş:

- Bu köşk kimin?

- Kirkor'un...

- Ya şu koca bina ?

- Yargo'nun

- Ya şu ?

- Salomon'un...

Atatürk biraz sinirlenerek sormuş:

- Onlar bu binaları yaparken ya siz nerede idiniz? Toplananların arkalarından bir köylünün sesi duyulur:

- Biz mi nerede idik? Biz Yemen'de, Tuna Boyları’nda, Balkanlar’da, Arnavutluk Dağları’nda, Kafkaslar'da, Çanakkale'de, Sakarya'da savaşıyorduk paşam...

Atatürk bu hatırasını naklederken:

- Hayatımda cevap veremediğim yegane insan bu ak sakallı ihtiyar olmuştur, der dururdu.

Atatürk'ün Nükteleri-Fıkraları-Hatıraları, Sh 18 


ATATÜRK'ÜN AĞZINDAN TÜRK KÖYLÜSÜ

Bir gün Akşehir civarında bir köye gittim. Çok yağmur yağıyordu ve soğuk vardı. Kendimi belli etmeyerek, bir evin önünde duran kadına: übacı yağmur var, soğuk var. Beni çatın altına kabul eder misin dedim ? Hiç tereddüt etmeyerek “buyrun” dedi ve beni bir odaya aldı odada ateş olmadığı ve yeni bir ateşin yakılması uzun zamana bağlı olduğu için:

"İsterseniz bizim odaya gidelim. Orada hazır ateş var" dedi. Gittik. Müteakiben komşulardan birkaç kadın ve birkaç erkek geldi. Beraberce konuşmaya başladık. Konuşurken bana en mühim sualleri soranlar kadınlar oldu. Askerin vaziyetini, düşmanın halini, en mühim düşmanın hangisi olduğunu sordular ve bunları sorarken hiç bir telaş ve tekayyüde lüzum görmediler. İnsanca konuştular. Fakat, biraz sonra, benim kim olduğumu anlayınca telaş gösterdiler ve söyledikleri, sordukları şeylerden kendilerine bir zarar geleceğini zannederek korktular! Çünkü şimdiye kadar resmi bir adamla açıkça konuşmayı büyük bir kabahat telakki etmişlerdi...

Atatürk'ün Nükteleri-Fıkraları-Hatıraları, Sh 14 


SATIN ALINMAYAN ADAM

Atatürk geçen dünya harbi başladığı zaman Türk ordusunda alman general ve subaylarına mühim mevkiler verilmesinin aleyhinde bulunmuştu. Alman mareşali falkenhayn bu gibileri itirazdan vazgeçirmek için çeşitli çarelere başvuruyordu. Bu sırada Mustafa Kemal Paşa’nın yedinci ordu kumandanlığına hareket edeceği günün gecesi, İstanbul’da Akaretler'de 74 numaralı eve alman mareşalinin karargahında memur olan bir Türk kurmay subayı ile genç bir alman subayı geldiler. Ufak sandıklar içinde bazı şeyler getirdiler. Mustafa Kemal sordu:

- Bunlar nedir?

Alman subay cevap verdi.

- İstanbul'dan ayrılıyorsunuz; size Mareşal Falkenhayn bir miktar altın göndermiştir.

- Bu paralar bana yanlış geldi. Ordunun levazım reisliğine gönderilmesi lazımdı.

- Efendim, o da başka...

Mustafa Kemal paranın ne kadar olduğunu anladıktan sonra, alman subayının önünde, onları teslim aldığına dair senet imzaladı; fakat alman subayı bunu kabul etmedi. O zaman Mustafa Kemal Türk subayına emretti:

- Bu zabit bilmiyor, senedi alsın. Mareşale versin ve siz de paraları gelip alması için levazım reisliğine haber gönderiniz...

Bir kaç ay sonra Atatürk yedinci ordu kumandanlığını, vekil olarak Ali Rıza Paşa'ya bırakmış, ayrılmıştı; altınları da ona teslim ederek makbuz almıştı. Bu makbuzu iki yaverine verdi ve emretti.

- Mareşal Falkenhayn'e gidiniz; kendisini görünüz; bu makbuzu vererek benim imzamın bulunduğu kağıdı ondan alınız!

Mareşal Falkenhayn yaverine:

- Mustafa Kemal Paşa'ya böyle bir para verdiğimi hatırlamıyorum; bende imzalı senedinin bulunduğunu da bilmiyorum. Bunun için Ali Rıza imzalı kağıdı da kabul edemem! dedi. Mustafa Kemal Paşa şu haberi yolladı;

- Verdiğiniz altınlar olduğu gibi duruyor; onlar için size senet verilmiştir. Sizde böyle bir senedin bulunmayışı altınları yok edemez. Vesikayı kaybetmiş olabilirsiniz; o halde verdiğiniz altınları size iade edeceğiz; aldığınıza dair siz bize makbuz veriniz! Ben altın için memleket menfaatleri hakkında müsamaha gösterecek insanlar dan değilim. Paralarınız duruyor, fakat onlardan daha kıymetli olan Mustafa Kemal imzası sizde kalamaz!

Olaylar Ve Atatürk, Sh 63-64 


HAKİKİ İNSAN

Atatürk, muhtelif vesilelerle maiyetinde çalışan kimselerin samimiyet ve sadakatlarını imtihan etmesini gayet iyi bilirdi. İnsanların halet-i ruhiyesini, niyet ve emellerini teşhis ve temyiz etmekte şelaleler saçan bir zekaya malikti.

O büyük insan, bir gece Çankaya köşkündeki bir ziyafette devrin vekillerinden maruf bir zata şöyle bir sual sorar:

- Beni hakikaten sever misiniz?

Muhatabı hemen cevabı yapıştırır:

- Sevmek ne kelime Ata'm, taparım!

- Peki her dediğimi de yapar mısınız?

- Derhal

Atatürk, bu söz üzerine belinden tabancasını çıkarır ona uzatır.

- Öyleyse, al tabancamı, sık kafana...

- “Aman Atam” der, herhalde benimle şaka ediyorsunuz. Benim ölmemi istemezsiniz. Meseleyi anlayan Atatürk, yeleleri kabaran bir aslan mehabetiyle dışarıda hizmet eden askeri yanına çağırıp aynı sualleri sorup, cevabını aldıktan sonra, karşısında Toroslar’dan kopmuş bir kaya parçası gibi duran bu bağrı yanık Anadolu çocuğuna tabancasını uzatıp kafasına sıkmasını emreder. Aslan Mehmetçik, bu emri bilatereddüt yerine getirir, fakat kendisine bir şey olmaz. Çünkü, Atatürk, daha önce tabancasındaki merminin kurşununu çıkarmıştır.

İşte o zaman, Atatürk yanındakilere şöyle der:

- Beni ve vatanı seven hakiki insanı gördünüz mü?

Ruhu şad olsun.

Atatürk'ün Nükteleri-Fıkraları-Hatıraları, Sh 17 


SARIŞIN YARBAY

Atatürk, kendisini ilk görenlerin üzerinde son derece olumlu etkiler yapan bir insandı.

Çanakkale muhabereleri sırasındaydı.

O güne kadar hiç karşılaşmadığım bu yarbay tabancası belinde, dürbünü göğsünde avurtları çökük sarışın sarı bıyıkları hafifçe yukarıya doğru bükük, incecik belli ve orta boylu bir zattı.

Atından atlayınca bana bir şey sormadan ve söylemeden sağ eliyle dürbününü aldı ve ufku taramaya başladı. Eldivenli olan sol elinde gümüş kabzalı bir kırbaç vardı. Bir tarafta düşmanın yaklaşan donanmasını gözetlerken sol elindeki kırbacı ile hafif hafif getrlerine vuruyordu. Getrleri ile ayakkabılarının ve mahmuzlarının temizliği bilhassa dikkatimi çekti.

Dürbünü bir ara gözlerinden çekti. Kendimi takdim etmek fırsatını buldum. Gözlerine baktım. O güne kadar tesadüf etmediğim bir tesir altında kaldım.

O gözlerde şimşekler çakıyordu sanki... Bir iki defa daha düşman donanmasına baktı ve söylediği tek cümle şu oldu;

- Bu günkü geliş başka geliştir.

Seri bir hareketle elimi sıktı. Çabuk bir hareketle atına bindi. Dört nala uzaklaştı.

- Bu zat kimdi? diye arkasından baka kaldım. Sonra bu tok sözlü, insanı her hareketiyle tesir altında bırakan yarbayın Mustafa Kemal olduğunu arkadaşlarımdan öğrendim.

Said Arif Terzioğlu, İnsancıl Atatürk 


ADAM OLMAK

Bir gün mecliste, halk partisi tüzüğü konuşulduğu zaman, hoca milletvekillerinden biri kürsüde ağır tenkitlerde bulunuyordu. Tenkitler hiç de hoşa gidecek şeyler değildi.

Hoca bir aralık:

- Bu "asri" kelimesi ne demektir? deyince, Mustafa Kemal, reislik makamında oturduğunu unutarak, yukardan hatibe doğru eğilerek:

- Adam olmak demektir, hocam adam olmak... demişti.

Doğrusu bütün inkılap programının da özeti bu idi.

F. Rıfkı Atay, Çankaya 


İNSAN, ASKER VE BABA ATATÜRK

 Asker, politikacı Atatürk aynı zamanda iyi bir de baba idi. Çocuklarla yakından ilgilenirdi. Bilhassa askeri okulların talebeleri en çok ilgilendiği kişilerdi.

1929 yılının bir sonbaharın trenle İstanbul'dan Ankara'ya dönüyordu. Özel tren Hereke istasyonunda kısa bir duruş yapmıştı... Birden Ata'nın gözü istasyon meydanında silah çatmış istirahat eden er kıyafetli gençlere ilişti. Ve bunları bir el işareti ile yanına çağırdı. Koşuştular, trenin bir adım yakınında levent vücutlar sanki birden çakılıp kaldılar. Gözleri atalarındaydı. Bir emir bekliyor gibiydiler.

- Siz kimsiniz ne yapıyorsunuz burada?

Hepsi bir ağızdan gök gürültüsünü andıran bir haykırışla cevapladılar.

- Harbiye Stajeriyiz paşam, manevraya gidiyoruz.

Fazlaca mütehassis olan Atatürk;

- Bu kısa duraklamadan faydalanarak size bazı şeyler söylemek isterim! dedi. Bir an gözlerini onların üzerlerinde gezdirdi ve şöyle devam etti,

- Madem ki, zabit olacaksınız mesleğinizin size yüklediği sorumluluğu müdrik olarak çalışın. Kendinizi geleceğe ona göre hazırlayın, Türk tarihini tetkik ederseniz göreceksiniz ki bu millet ne zaman yükseldi ise Türk subaylarının omuzlarında yükselmiş, ne zaman düşmüş ise zabitlerinin çizmeleri altına düşmüştür.

Harbiye talebeleri Ata'nın bu nasihatını büyük bir dikkatle ve "hazır ol" vaziyette dinlediler. Atatürk'ün gözleri denize dalmıştı. Tekrar ağır düşüncelerden sıyrılır gibi bir hareket yaparak.

- "Sizin bir marşınız var, onu bana söyleyin” dedi, marş bitince geri döndü ve arkasında bekleyenlere bir şeyler söyledi. Koşuşmalar oldu. Atatürk tekrar pencereden dışarıya uzandığı zaman elinde büyükçe bir paket vardı. Tren ağır ağır hareket ederken Atatürk gençlere hitaben şöyle diyordu;

- "Size bir şeyler ikram etmek isterim. Kusura bakmayın, yol hali başka bir şeyim yok. Belki hepiniz sigara içmiyorsunuz, belki bir kısmınız içiyor, bir kısmınız içmiyor, ama bu sigara benim sigaramdır. Bundan hepiniz içeceksiniz. Sayıları az olduğu içinde tabirimi mazur görün onları nefes nefes içmenizi isterim."

Genç Harbiyeliler hep bir ağızdan "Sağol Paşam" diye bağırdılar ve Ata'nın attığı paketi havada kaptılar.

Ata’nın bu sözleri üzerinden 33 yıl gibi çok uzun bir zaman geçmesine rağmen o günleri yaşayanların kulaklarında çınlamaktadır.

- "Nefes, nefes içmenizi isterim!"

Tren uzaklaştıktan sonra uzun uzun Ata'nın ardından bakan bizler, ne demek istediğini çözmeye çalışırken bir karışıklık oldu ve sigaralar kapışıldı.

Bunlardan üç tanesi g. M. K. (Gazi Mustafa Kemal) markalı sigara bana bu hatırayı nakleden Emekli Albay Fuat Uluç'un en kıymetli hatırası olarak söylenmektedir.

Sait Arif Terzioğlu, İnsancıl Atatürk


DÜŞMAN DA KAHRAMAN

Birgün Çanakkale’ye giden bakanlardan birine Atatürk şöyle dedi:

- Orada Mehmetçik anıtının başında şehitleri anacaksınız. Siz olmasaydınız, siz göğüslerinizi çelik kalelere karşı siper etmeseydiniz, boğaz elden gider, İstanbul elden giderdi diyeceksin.

- Evet efendim.

- Çanakkale'de yalnız bizim şehitlerimiz yok. Bu topraklar üzerinde kanlarını döken insanları da o kahraman düşman savaşçılarını da saygıyla anacaksın.

Bakanın ricası üzerine bu son söylenecekleri Atatürk'ün kendisi hazırlamıştır. Nutuk şudur:

"Bu memlekette kanlarını döken kahraman, burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yanyana koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz; evlatlarınız bizim bağrımızdadır, huzur içindedirler. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evladımız olmuşlardır."

Bu nutku yabancı gazeteler haber aldıktan sonra, haftalarca, aylarca Avusturalya'dan, Yeni Zelanda'dan sevgi minnet mektupları yağmıştı.

F. Rıfkı Atay, Hatıralar 


BİR RESSAMLA KONUŞMA

Yıllar sonra bir ressam, Mustafa Kemal'e Sakarya Savaşı’nı gösteren bir tablo hediye etti. Kendisi, ön planda yağız bir savaş hayvanına binmiş olarak görünüyordu. Ressam, tebrik beklerken, birdenbire Mustafa Kemal'in "Bu tabloyu kimseye göstermeyin" demesi üzerine şaşırıp kaldı. Kimse ne söyleyeceğini bilemiyordu. Mustafa Kemal açıkladı:

- "Savaşa katılmış olan herkes bilir ki, hayvanlarımız bir deri, bir kemikten ibaretti, bizimde onlardan arta kalır yanımız yoktu. Hepimiz iskelet halindeydik. Atları da, savaşçıları da böyle güçlü kuvvetli göstermekle Sakarya'nın değerini küçültmüş oluyorsunuz dostum."

Behçet Kemal Çağlar, Atatürk Denizinden Damlalar


DİNLERİM

Bir gün Atatürk'e kuvvetinin sırrını sordum;

- Durur dinlerim... dedi, sonra tekrar etti.

- Dinlerim ve sustu.

Noelle Roger, Olaylar Ve Atatürk, TSK Mehmetçik Vakfı Yayını


BABALIK DUYGUSU

Düğün, o'nun varlığı ile son sınırına ulaşan bir neşe içinde geçmişti. Ata ayrılmak üzere ayağa kalkınca kendisini uğurlamak için halk iki sıra diziliverdi. Sevecen bakışlarını sağa sola yönelterek yavaş yavaş ilerlerken bir yerde durakladı, sonra durdu, elini yedi sekiz yaşlarında bir kız çocuğunun başına uzattı.

Çocuğun arkasında yer alan ve anası ile babası olan çifte yavaşça seslendi: "öpeyim mi?

Herkesi derinden duygulandıran bu isteği ana babanın nasıl yerinde bir minnetle karşıladıkları kestirilebilir.

Atatürk çocuğu iki eliyle kaldırdı, öptü ve yere bıraktı. Fakat sahne bununla kapanmış olmadı.

Uyanık ve duygulu çocuk : "Ben de öpeyim ne olursunuz Atatürk" diye direndi.

Ata, belki de hiç ummadığı halde kendisine babalık mutluluğu tattıran bu içten davranışı, çocuğu bir daha yerden alarak yüzüne yaklaştırmakla karşıladı.

Bilmiyorum, halk bu dokunaklı sahneyi, gözleri yaşlı alkışlayarak kutlu kılarken, o çelik iradeli insanın da iki damla gözyaşını tutamadığını görebilmiş mi idi?

Mehmet Ali Ağakay, Atatürk'ten 20 Anı


ATANIN ANAFARTALAR'DAN BİR ANISI

Atatürk Anafartalar'da düşmanı şaşkına çevirirken gerektikçe hasmının durumundan bilgi edinmek için "bir dil yakalayın!" der, Mehmetçikler de ne yapıp yapıp karşı taraftan bir asker yakalar getirirlermiş.

Bir gün getirilen dilden gerekli bilgiler alındıktan sonra ata sormuş:

- Peki, sen yeni Zelandalısın madem, Türklerden ne kötülük gördün ki vuruşmak için kalkmış ta oralardan buraya gelmişsin?

Yeni Zelandalının bunu sırf spor için yaptığını ve kendisinin sportmen olduğunu öğüngen bir tavırla söylemesi üzerine Ata:

- İyi ama, sportmenliğin ne işe yaradı? Baksana, bir erimizin önüne düşmüş kuzu kuzu buraya getirilmişsin! Deyince tutsak şu karşılıkta bulunmuş:

- Sizin eriniz spor kurallarını çok kaba bir şekilde çiğneyince ben ne yapabilirdim? Sportmen olmayan hasımlarla karşılaşacağımı bilseydim hiç gelmezdim!

Meğer Mehmetçik, Zelandalıyı en can alacak yerinden yakalayarak sıkıp bayıltmış, avını ayılıncaya dek sırtında taşımış, sonra da elini çekmeden Türk siperlerine değin sürmüş.

Ata bu öyküyü anlatır. Zelandalının sportmenlik anlayışına, Mehmetçiğin de kullandığı pratik (!) usule gülerdi.

Mehmet Ali Ağakay, Atatürk'ten 20 Anı


YERE DÜŞEN BARDAKLAR

Az önce küme küme, birbirinden ayrı, birbirinden uzak birer alem yaşayan bahçe halkı ansızın ortak bir topluluk gibi aynı duygunun çevresinde birleşmiş oldu. Atatürk'ün gelişi onları öylesine büyülemiş, gönüllerini o denli kaynaştırmıştı. Onun toplayıcı gücü kendini burada da göstermiş.

Oraya Boğaziçi mehtabının tadını çıkarmaya gelenlerin gözüne, o'ndan başka her şey artık görünmez olmuştu. Müzik susmuş, şimdi herkes okşayan bakışlarla o'na bakıyor, sesini duyurmak için konuşmasını bekliyor.

Oysa, kendisi birkaç saat kendi kimliğinden ve çevresinden uzak, etiketsiz, protokolsüz sıradan bir yurttaş özgürlüğünü yaşamak için gelmişti.

Baktı olmuyor. Üstelik eğlencesini bir yana koyan halkın kendisinden bir şeyler beklediğini de görmekte. Ata bir gence yönelerek bu bekleyişe son veriyor:

- Siz, delikanlı, ne iş yapıyorsunuz?

Delikanlı biraz şaşkın, ama çok mutlu, ayağa kalkıyor:

- Resim yaparım, paşam.

- Güzel. Demek sanatçısınız. Şimdi bize sanatın ne olduğunu anlatır mısınız?

Genç, sanatın tanımını yapıyor. Ata topluluğa bakarak:

- Nasıl? Bu tanımı nasıl buldunuz? Diyerek bir konuşma açıyor.

Müzikle uğraştığı anlaşılan başka bir genç kalkıyor, değişik bir tanım yapıyor. Bu akademik konuşma umulandan çok ilgi topluyor, tartışma genelleşiyor söz isteyenler parmak kaldırıyor. Derken konu değişiyor. Bu kez hukuk ele alınıyor.

Herkes kulak kesilmiş, Atatürk'ün bu konular üzerindeki düşüncelerini dinlerken araya beklenmedik bir olay giriyor. Eşi ve çocuklarıyla bir köşede oturan yaşlıca bir efendinin elinden nasılsa bir bardak kurtuluyor ve o sessizlik içinde kulakları irkilten şangırtı ile yerde parçalanıyor. Herkesin yerici gözleri bu yakışıksızlığı yapanın üzerinde toplanıyor. Adamcağız nerde ise sakarlığının verdiği utançtan ölecek. Demeye kalmadan ikinci bir şangırtı bu kez bakışları kendi bardağını da yere bıraktıktan sonra eli henüz havada duran Ata'nın gülen yüzü ve hoşgörürlük taşıyan gözleri üzerine çekiyor.

Ve halk, bu davranıştaki inceliği kavradığını uzun, çok uzun alkışlarla anlatıyor.

Mehmet Ali Aakay, Aatürk'ten 20 Anı


YARALI MUSTAFA KEMAL

(Halide Edip Adıvar, orduya bir nefer olarak katılmayı istemiş. Bu isteği başkomutanlıkça kabul olunmuş ve garp cephesine gidip katılması emri gelmiş. Sakarya meydan savaşının arifesindeyiz. Mustafa Kemal Alagöz köyünde, cephenin yanı başında).

... Bir zabit beni Mustafa Kemal Paşa’nın karargahına götürdü. Solda toprak yığınlarının altında birkaç evin ışığı yanıyordu. Bir tek karanlıktan geliyordu. O'da telefon servisini yapan bir askerin "inler, katrancı, inler, katrancı" diye bir köyle muhaberesiydi. Sağ taraf bir çukur, içinden su geçiyor. Arkasında üç ev daha var. Bu evlerin arkasında yine ışıkları yanan çadırlar; uzun ve sivri bir direk; telsiz tesisatı. Köy yolları karanlık ve çamur içinde. Ay batmış, gece yarısı oluyor. Küçük bir tahta köprüyü geçerek öbür taraftaki eve gittik. Mustafa Kemal Paşa'nın muhafızları kapıda; onlardan biri beni yukarıya çıkardı. Paşa’nın yaveri Muzaffer Bey beni Paşa’nın odasına götürdü. Çok aydınlık ve tek lüks lambası olan bir Anadolu odası.

Mustafa Kemal Paşa, oturduğu koltuktan güçlükle kalkmaya çalıştı. Çünkü kaburga kemikleri hala ağrılar içindeydi. Paşa’ya doğru kalbimde mutlak, bir hürmetle gittim. O mütevazi odada bütün gençliğin, "bir millet yaşasın diye ölmeyi göze alan kararı"nı temsil ediyordu. Ne saray, ne şöhret, ne herhangi bir kudret, onun o odadaki büyüklüğüne yaklaşamaz. Gittim, elini öptüm.

"Safa geldiniz hanımefendi" dedikten sonra bana bir sandalye gösterdi. Ve Ankara hakkında havadis sordu. Aynı zamanda tahta masanın üzerindeki bir haritaya eğilerek : durumu, dört yaşındaki bir çocuğun bile anlayabileceği kadar açık ve sade bir ifade ile anlattı. İşte Sakarya kıvrılarak gidiyor. Nehrin etrafına üzerlerinde kırmızı ve mavi kağıt kelebekler titreşen toplu iğneler konulmuş. Eğer askeri durum hakkındaki duygularımı Mustafa Kemal Paşa'ya söylesem mutlaka gülerdi. Yunan ordusu kocaman bir canavar gibi Ankara'ya yaklaşmış görünüyordu. Buna muvazi olarak Sakarya'nın doğusunda Türk ordusu da kıvrılarak bu canavarın Ankara'yı yutmasına mani olmaya çalışıyordu. Siyah canavar o kadar kocamandı ki, insana korku veriyordu.

"Eğer Ankara'ya gider de bizi geride bırakırsa ne yaparız?" diye sordum. Korkunç bir kaplan gibi güldü.

- "İyi yolculuklar efendiler" derim; arkalarından vurarak onları Anadolu’nun boşluğunda mahfederim!

Halide Edip Adıvar, Türkün Ateşle İmtihanı


BİR GÜN YANILMIŞIM

“Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” Emrinden ve büyük taarruz hazırlıklarından önceki günlerdeyiz.

Mustafa Kemal Keçiören’de yakın adamlarıyla Ankara’da son gecesini geçirdi. Ayrıldığı zaman bir hayli yorgundu. Yanındakilere:

- “Taarruz haberini alınca hesap ediniz. Onbeşinci gün İzmir’deyiz” demişti.

İzmir’den dönüşünde karşılayıcılar arasında o gece beraber bulunduklarından bir ikisini görünce:

- “Bir gün yanılmışım!” dedi.

Falih Rıfkı Atay


ATATÜRK VE ANNESİ

Bu ana; oğluna daha beşik çocuğu iken, vatan ve millet sevgisini telkin eden ninnilerden başlamış, O’nu her çağında aynı akidelerle büyütmüş, köyde, şehirde tahsile sevketmiş ilim ve irfan aşılamıştı. Yetişen, mevkiini bulan halaskar oğlunu o, Mustafa kemal yapmıştı.

Anasını ziyaretlerinin her birinde Atatürk o’nun mübarek elini büyük bir saygıyla öperdi. Sonra anasının karşısında o büyük adam küçülür Mustafa, hatta Mustafacık olurdu.

Çankaya’da bu ana-oğul görüşmelerinin birinde şahit olduğum bir vaziyeti, kıymeti hudutsuz olan bayan Zübeyde’nin faal zekasının bir numunesi olarak arz edeceğim.

Atatürk, anasının elini öptü. Bayan Zübeyde oğluna elini uzatırken coşkun sevgisinin gözlerinde toplanan bütün ifadesiyle Atatürk’ü bağrına basmak istiyordu. O’nu kucakladıktan sonra Aziz Türk Milleti’ne eşsiz bir halaskar kahraman veren ana olmak itibariyle gururlanmalıydı. Fakat öyle olmadı, bahtiyarlığını gülen ve şirin yüzünden okurken o Büyük Türk Anası kolları arasında uzaklaşan ciğerparesinin eline sarıldı. Atatürk:

- “Ne yapıyorsun anne” dedi. Elini çekmek istedi.

Bayan Zübeyde, sükunetle ve kat’i bir ciddiyetle:

- “Be senin ananım, sen benim elimi öpmekle bana karşı olan vazifeni yapıyorsun, fakat sen vatanı ve milleti kurtaran bir devlet reisisin. Ben de bu aziz milletin bir ferdiyim ve onun tebaasıyım. Elini öpebilirim” cevabını verdi.

Oğlunun elini öpmekten ziyade bayan Zübeyde, bu hareketiyle oğlunun mevkiinin en büyük ihtirama layık olduğunu etrafındakilere işaret ediyordu. Büyük Türk Anası sayın bayan Zübeyde’yi ne zaman hatırlasam gözlerim yaşarır, O’nun buna benzer hatıraları önünde derin hürmet duyarım. Bu mülakat sayesinde gerek O’nu ve gerekse oğlunu her ikisinin büyük terbiye ve nezaket kabiliyetlerini daha yakından tanımıştım.

Cevat Abbas Gürer


ATATÜRK VE ADALET

Birçok kimsenin düşündüklerinin aksine Atatürk’e ve istediklerine muhalif fikir söylemek kabildi. Hatta samimi olmak şartıyla makbuldü. O’nun her dediğine kavuk sallayan ekseriye kendi samimiyetlerinden şüphe edenlerdir. Şu hikaye buna ne güzel bir misaldir.

Atatürk bir Balıkesir seyahatinde kendisine Milli Mücadele’de yakın hizmetler etmiş bir kimsenin müracaatı ile karşılaştı. Bir mevzuda haksız olarak mahkum olduğunu söyleyerek şikayet etti. Atatürk:

- “Haklısın, meseleyi ben de biliyorum” dedikten sonra refakatinde bulunan genç bir adliye müfettişini çağırdı. Mevzuu anlattı ve kararın düzeltilmesini istedi. Müfettiş hikayeyi dinledikten sonra:

- “Efendimiz, karar bütün adli sıralardan geçtikten sonra tekemmül etmiş (yetkinleşmiş). Hükmün infazından başka yapılacak kanuni çare yoktur.

Atatürk:

- “Ama ben söylüyorum bu iş haksızdır. Çünkü ben işin usulünü biliyorum, dedi.

Genç adliye müfettişi ısrar etti:

- Efendimizin bu beyanı kanun nazarında bir değişiklik yapamaz. Adliye vekaletinin de bir şey yapmasına imkan yoktur.

Ortada soğuk bir hava esti. Şimdi bir fırtına kopacağına hüküm veriliyordu. Fakat, Atatürk şayanı hayret bir sükunla sordu :

- Peki, bir adli hata olursa kanun bunun tashihini öngörmez mi?

Müfettiş:

- Yeni delille mahkemenin tekrarı istenebilir.

O vakit, Atatürk, müracaat eden zata döndü:

- Beni şahit olarak göster. Onda yeni deliller olduğunu haber aldım diye iddia et. Ben mahkemeye gider ve şahitlik ederim.

Sonra adliye müfettişine döndü:

- Size teşekkür ederim, dedi ve müracaatçıya da.

- Neden bana vaktiyle müracaat etmedin? Zamanında gelir şahitlik ederdim. Beyhude mahkemeleri de kanunu da işgal etmezdin. Her vatandaş, hatta reisicumhur dahi olsa adalete hürmetle mükelleftir.

Münir Hayri Egeli


ATATÜRK VE BABA KAVRAMI

Diyarbakır’da paşa kumandandı. Ben de emir subayı idim. Babam, Paşa’nın içtiğini duymuştu. İzinden dönerken bana:

- Bir damla bile içersen hakkımı helal etmem, dedi. Döndüm. Karargaha vardığım akşam Mustafa kemal Paşa yakın subaylarıyla sofrada oturmuş içiyordu. Bana da bir kadeh koydular. Ben içer gibi yapıp vakit geçiriyordum. O vakit baş yaveri olan Cevat Abbas, usulca Paşa’ya eğildi:

- Paşam, Nesip içmiyor, atlatıyor, dedi.

O vakit Mustafa Kemal bana döndü kadehini kaldırdı:

- Nesip şerefine, dedi.

Ben kıpkırmızı olmuştum. Paşa sordu:

- Ne o bir mazeretin mi var?

- Paşam diye cevap verdim. Sizin için canımı feda ederim, yalnız buraya gelmeden babam bana içki içmemem için yemin ettirdi de tereddüdüm odur.

Mustafa kemal o vakit:

- Bırak kadehi öyleyse, dedi. Babanın emri, benim emrimden üstündür. Seni taktir ettim. Babasına hayrı olmayanın, kimseye hayrı olmaz.

Mehmet Nesip Himalay


YANLIŞLARIMI HALK DÜZELTSİN

Atatürk bir gün Türkiye’ye ziyarete gelen yabancı bir zatla Ankara palasta halkın önünde ve arasında konuşurken şöyle demişti;

Ben düşüncelerimi daima halkın huzurunda söylemeliyim. Yanlışım varsa, halk beni tekzip etsin.

Banoğlu, Niyazi; Nükte Ve Fıkralarla Atatürk, İstanbul 1967, C: 3, S. 5 - 6


ORDU VE POLİTİKA

Meşrutiyetin ilanı üzerine hürriyeti sağlamakta az veya çok gayret göstermiş olan subaylar, kendilerini birden bire politika içine yuvarlanmış buldular. Üst ve ast arasında orduyu ayakta tutan geleneksel saygı ve disiplin de çok azalmıştı. Bir gün, çok genç bir ittihatçı teğmenin, ömrünü savaş meydanlarında geçirmiş bir tümen kumandanından bahsederken:

- Adam yüzüme dik dik baktı. Fakat ben selam vermek bile istemedim. Dediğini yakın bir arkadaşım anlattı. Ne ittihat ve terakki cemiyeti subaylara ve ne de subaylar, cemiyete söz geçirmez oldular. Genel merkez inisiyatifi kaybetti. Çünkü daha önce de anlattığım gibi ne bir programı ne de o programı uygulayacak lideri vardı. Talat (Paşa) bir gün bize:

- Vallahi, ben de şaşırdım, kaldım. Suyun durulmasını bekliyoruz demişti. Olaylardan en ziyade, müteessir olan Mustafa Kemal’di. İhtilalden önce yaptığı uyarmaların hiç bir etki yaratmamış olduğunu görmüş, teessürü büsbütün artmıştı.

Diyordu ki:

- Ordu muhakkak ve derhal siyasetten çekilmelidir. Aksi takdirde, bir kudret olmak vasfını kaybedecektir. Bu ise memleket için bir felaket olacaktır.

Cebesoy, Ali Fuat; Sınıf Arkadaşım Atatürk, 2. Baskı, İstanbul 1981, S. 134 - 135


FİKİRLERE SAYGI

Akşam Konya Valisi İzzet Bey, Köşk’te bir ziyafet vermiş, yemeğe Konya Milletvekilleri de davet edilmişti. O zamanlar Atatürk’ün özel kalem müdürü olarak gezide bulunan Hasan Rıza (Soyak)’ın bu yemekle ilgili bir hatırasını buraya aynen alıyoruz:

Konya’da Atatürk’e, halk tarafından hediye edilmiş olan konakta - ki, şimdi vali konağı olarak kullanılmaktadır- mebuslardan bazılarının da davetli olarak bulunduğu bir akşam yemeğinde, milli mücadeleden söz açılmıştı. Sofrada bulunanlar, o zamana ait hatıralarını anlatıyorlardı. Atatürk çok neşelenmişti. Bu tatlı sohbet en hararetli noktasına geldiği bir sırada mebuslardan Refik Bey (Koraltan) Atatürk’e hitaben uzun bir nutuk vermeye koyuldu; özet olarak, “her şeyi yapan sensin, bütün varlığımızı sana borçluyuz; sen olmasaydın, başka hiç kimse, hiçbir şey yapamazdı, bundan sonra da yapamaz. Allah seni başımızdan eksik etmesin...” demek istiyordu.

Atatürk’ün neşesi kaçmış, bunalmaya başlamıştı, bahsi kapatmak istedi:

“Beyefendi,” dedi, “bütün yapılanlar, herkesten evvel Büyük Türk Milleti’nin eseridir. Onun başında bulunmak bahtiyarlığına ermiş bulunan bizler ise, ancak onun şuurlu fedakarlığı sayesinde ve fikir ve iman birliği içinde müşterek vazife görmüş, öylece başarı kazanmış insanlarız. Hakikat bundan ibarettir.”

Fakat Koraltan, alkolün tesiriyle coşmuştu, susmak niyetinde değildi, atıldı: “Paşam bu kadar yüksek tevazua tahammülümüz yoktur.”

Atatürk artık iyice sinirlenmişti; sesini biraz yükselterek cevap verdi:

“Efendim; müsaade buyurunuz... Ortada tevazu filan yok... Gerçeğin ifadesi vardır. Zatıalinize bir şeyi hatırlatacağım; elbette dikkat etmişsinizdir; ben önümüze çıkan meseleler hakkında, her zaman uzun uzadıya konuşur, istişarelerde bulunurum; herkesi söyletir ve dinlerim. İtiraf edeyim ki, konuşulacak meselelerin hal şekilleri hakkında vazıh bir fikre sahip olmadan müzakerelere girdiğim olmamıştır; bu konularda, ancak arkadaşlarımı yani sizleri dinledikten sonradır ki kanaate varmışımdır. Binaenaleyh tatbikatta olduğu gibi, verilen kararlarda da hepimizin hissesi vardır, bunu bilesiniz.”

Biraz sustuktan ve düşündükten sora devam etti:

“Şimdi mevzuun asıl ince noktasına geliyorum; beyefendi; içeride ve dışarıda şahsıma karşı suikastlar tertip edilmesinin sebep ve hikmeti nedir; hiç düşündünüz mü? Bu tertiplerin peşinde koşanların benimle bir şahsi alıp veremedikleri mi vardır? O da değil... Sizin sözlerinizin de onların sakat muhakemesine uygun olduğunu bilmem fark edebiliyor musunuz?

Çok rica ederim beyefendi. Eğer samimi iseniz; bu fikri kafanızdan çıkarınız. Hatta böyle düşünenlere rastlarsanız, onlara da aynı şeyi ihtar ediniz. Herkes milli vazife ve mesuliyetini bilmeli ve memleket meseleleri üzerinde o zihniyetle, düşünüp çalışmayı itiyat edinmelidir.”

Sonra sofradakilere döndü:

“Efendiler,” dedi; “Size şunu söyleyeyim ki, İnkılâpçı Türkiye Cumhuriyetini benim şahsımla kaim zannedenler çok aldanıyorlar, Türkiye Cumhuriyeti; her manası ile, Büyük Türk Milleti’nin öz ve aziz malıdır. Kıymetli evlatlarının elinde daima yükselecek, ebediyen payidar olacaktır. Şimdi rica ederim artık bu bahsi kapayalım, bir daha da tekrar etmeyelim.”

Önder, Mehmet; Atatürk Konya’da, Ankara 1989, S. 100


ÖVÜLMEYİ SEVMEZDİ

Atatürk bizden biridir.

Ulusuyla bütünleşme yöneliminin en tipik göstergelerinden biri de şu kısa öyküde belirlenir:

“Cumhuriyetin onikinci yıl dönümü için bir sıra dövizler hazırlanmıştı. Bunlar içinde şöyleleri vardı: “Atatürk bizim en büyüğümüzdür”, “Atatürk bu milletin en yücesidir”, “Türk Milleti asırlardır bağrından bir Mustafa Kemal çıkardı.”

Listeyi dikkatle gözden geçirdi. Bunlar ve bunlara benzeyenleri çizdi. Hepsinin yerine şunu yazdı: “Atatürk bizden birisidir.”

Banoğlu, Age, S. 11


KİMSEYİ UYANDIRMAK İSTEMEDİM

İzmir zaferinden sonra trenle Ankara’ya dönmüştü. Vali daha önceki istasyonlardan birinde kendisini karşılamağa gitti:

- Nerededir? diye sordu.

- Daha giyinmedi. Dediler.

Vali Atatürk’ün ahbabı idi. Biraz teklifsizliğe vurarak kompartıman kapısına kadar gitti:

- Büsbütün çıplak değilsiniz ya efendim... dedi.

- Hayır ceketsizim.

İçeri girdi Atatürk:

- Uyuyamadım, dedi, battaniye yastık koymamışlar. Koluma dayandım, ağrıdı. Setremi yastık yapayım dedim, üşüdüm. Uyuyamadım kaldım.

- Peki ama efendim niçin haber vermediniz?

Gülümseyerek cevap verdi:

- Hepside benim kadar uykusuzdurlar. Rahatsız etmek istemedim.

Atay, Falih Rıfkı, Babanız Atatürk, Bayrak, Atatürkçülük Nedir, Atatürk Ne İdi, İstanbul 1980, S. 106 - 107


İDEALİST

Erkan-ı Harbiye Mektebi’ni bitirir bitirmez, staj bahanesiyle Şam’da V. Ordu Merkezi’ne sürülmüştü.

O sırada, mensup olduğu süvari alayı, Havran’da patlak veren bir isyanı bastırmaya sevk edilirken, Mustafa Kemal, Şam’da alıkonmak istenmişti.

Bu hareket, çok ağırına gitti. Kıtasıyla beraber sevkini istemek için, alay kumandanına müracaat etti. Alay kumandanı:

- Siz bu alayda stajyersiniz! Kumanda ettiğiniz bölüğün asıl kumandanı vazifesi başına geçmiştir. Harekata o gidecektir. Zaten siz erkanıharp zabitisiniz. Böylece çetin işlere gelemezsiniz. Biz, sizi istirahat edin diye Şam’da bıraktık. Merak etmeyin, maaşınız verilecektir.

Deyince büsbütün sinirlenmiş. Fırka kumandanından da bir şey çıkmayacağını düşünerek, Ordu Kumandanı Müşür Hakkı Paşa’ya başvurmak teşebbüsünde bulunmuş, fakat onun tarafından da kabul edilmediğini görünce, arkadaşı Müfit’le beraber, atlarına binerek, habersizce, Havran’a gitmişler, harekata iştirak ederek yararlıklar göstermişler.

Şam’a dönüşlerinde, karşılaştığı muameleyi bir türlü af ve hazmedemeyen Mustafa Kemal, bir gün çarşıda dolaşırken, tesadüfen girdiği bir dükkanda, tanıştığı -bu dükkan sahibi- tüccardan, -bilahare çorum mebusu olan- doktor Mustafa Cantekin ile ahbaplığı ilerletince, doktorun kendisine:

- İhtilal yapmak lazım!.. Bu idareden başka türlü kurtulunmaz. Ben Tıbbiye’nin son sınıfındayken bu emeli takip ettiğim için hapse tıkıldım, sonra, işte böyle sürüldüm. Benim kafamda birçok arkadaşlar var. Behemehal ihtilal yapmak lazım. Bu yolda ölmekten bile çekinmem!.. Deyince, Mustafa Kemal’in verdiği cevap:

- Hayır, mesele ölmekle bitmez!... Asıl, ölmeden evvel, idealimizi yaratmak, tahakkuk ettirmek ve yerleştirmek şarttır!..

Olmuştu. Bu 1905 senesinde oluyordu. Ve o gece, orada, Mustafa Kemal, üç kafadar arkadaşıyla İnkılâp yolundaki ilk adımını atarak, (vatan ve hürriyet) cemiyetini kurmuştu.

Banoğlu, Age, S: 72-73


JAPON VELİAHDINA VERİLEN DERS

Japon Veliahdı gelmişti. Büyük ve mükellef bir ziyafet sofrasındaydılar. Atatürk bir aralık Japon tarihinden söz açtı ve bir meydan muharebesini anlattı.

Japon Veliahdı hayret etmişti.

Atatürk tarihten mitolojiye geçti ve yine Japon mitolojisinden konuştu.

Veliahdın ağzı açık kalmıştı.

Söz edebiyata intikal etti. Gazi:

- Japon şiirinin dünya edebiyatında çok büyük yeri vardır... Diyerek meşhur Japon şairlerinden mısralar okudu.

Veliaht:

Bunları nereden biliyorsunuz? diye soramadı. Fakat Atatürk’ün bilgi ve hafızasına hayran kalmış, onun esiri olmuştu.

Atatürk hep böyleydi. Herkesi kendine esir ederdi. Her şeyi planlıydı. O, bütün bunları, veliaht gelmeden on gün önce tercümeler yaptırarak öğrenmiş, Japon Veliahdı’na bu dersi vermeyi ve kendine hayran bırakmayı kurmuştu.

Niyazi 116-117


SİZ NAPOLYONA BENZİYORSUNUZ.

Mustafa kemal, bu benzetmeyi reddetti ve:

- “Napolyon, arkasına bir sürü, muhtelif milliyetteki insanları toplayacak macera aramaya çıktı. Ve bunun içindir ki yarı yolda kaldı. Ben bir anadan, bir babadan gelen kardeşlerimle kendi vatanımı kurtarmak davası yolundayım. Ve bu muhakkak ki muvaffak olacağım!” Cevabını verdi.

Mustafa Kemal’in giriştiği mücadeleyi hayret ve takdirle karşılayan Towsend, kendisine karşısındaki düşmanın kudretini hatırlatmak isteyerek:

- “Siz mücadeleye mecbur olduğunuz düşmanın ne kadar kuvvetli olduğunu hesaba katmıyorsunuz. Bu düşmanın size her vasıta ile, oturduğunuz odadaki eşya, yemeğiniz ve her şeyinizle bir fenalık yapabilmesi ihtimali bile vardır,” dedi.

Mustafa Kemal gayet sakin bir eda ile:

- “Evet, karşımdaki düşmanın çok kuvvetli olduğunu biliyorum. Fakat insaniyeti müdafaa eden kimseler ölümle tehdit edilmelerine rağmen ölmezler ve ebediyen yaşarlar!” Cevabını verdi.

Sabaha karşı müzakere bittiği vakit büyük bir hayranlıkla Mustafa Kemal’den ayrılan Towsend, refakatindeki memur Türk subayına:

- “Ben şimdiye kadar 15 hükümdar ve cumhurbaşkanı ile özel ve resmi konuşmalar yaptım. Bu geceki kadar ezildiğimi hatırlamıyorum. Mustafa Kemal’de büyük bir ruh kudretinin esrarı var, ” dedi.

Banoğlu, Age, S:126


REŞİD GALİP’İN KAFA TUTMASI

Dolmabahçe Sarayı’nda, bir akşam Dr. Reşit Galip merhum, maarif meselelerini tenkit ederken, milli eğitim bakanı Esat Bey hakkında biraz sert bir lisan kullanıyor. Atatürk:

- “Reşit Galip, Esat Bey benim hocamdır. Soframda hocam hakkında böyle konuşmanı istemem”.

Deyince Reşit Galip tereddütsüz:

- “Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Vakıa biz saraydayız ama, hocanız sultan hocası değildir. Cumhuriyette tenkit serbesttir, diye başlayınca Atatürk:

- “Sofradan kalk! Emrini veriyor. Reşit Galip hiç aldırmayınca, Ata:

- “O halde ben kalkarım, diye sofrayı terk ediyor. Sofradakiler de dağılmaya hazırlanırken, yaver şu emri getiriyor:

- “Cumhurbaşkanı hazretleri kendileri varmış gibi sofranın devamını rica ediyorlar”.

Ertesi sabah Reşit Galip, Ankara’ya hareket ediyor. Fakat aradan çok geçmeden Milli Eğitim Bakanı oluyor.

Banoğlu, Age, S:235


HALKIN NEŞESİNİ HİÇ BİR ZAMAN BOZMAMALI

Milli Mücadele’den sonra İzmir’i ziyaret ediyordu. Naim Palas otelinde bir ziyafette bulunuyorduk. Başka bir otelin bahçesinde çalan bandonun derhal getirtilmesini emretti. Biraz sonra, kendisine, emirlerini niçin yerine getirmediğimi şu suretle izah ettim:

- “Paşam, halk bandonun etrafına toplanmış, neşe içinde dans ediyor ve eğleniyor. Bunu bozmak istemediğim için bandoyu getirtmedim. Af buyurunuz!”

Bir an düşündü. “isabet ettin, dedi. Hiç bir zaman ve hiç bir surette halkın neşe ve huzurunu bozmamak lazım.”

Banoğlu, Age, S:367


YARIN CUMHURİYETİ İLAN EDECEĞİZ

Seçim yapılmış, yeni meclis kurulmuş, sonuç Mustafa Kemal’in beklentisine en yakın biçimde alınmıştı. 26 Ekim 1923 akşamı Gazi kabineyi Çankaya Köşkü’nde toplantıya çağırdı. Bu toplantıda başvekil Fethi Okyar'ın istifası karara bağlandı, ertesi sabah haber gazete manşetlerinde yer alacaktı.

28 Ekim gecesi Çankaya’daki akşam yemeğine Latife Hanım da katıldı. Son derece heyecanlıydı. İçi içine sığmıyordu. Çünkü o akşam yemeğinin gündemini biliyordu. Sevgili Paşa'sı niyetlerini önce eşine heyecan ve içtenlikle anlatmıştı. Latife Hanım bu sebeple birkaç kez mutfağa inmiş, yemeklerin o akşam yaşanacak olayların şanına yakışır olmasına özen göstermişti.

Mustafa Kemal arkadaşlarına, yemekten sonra Anayasa'nın bazı maddeleri üzerinde çalışacağını bildirmiş yeni Başbakan adayı olduğu söylenen İsmet Paşa'yı da bu çalışmaya davet etmişti. İsmet Paşa bu daveti bekliyordu. Sofrada seçim heyecanı, seçim dedikoduları, yeni seçilenler, bu kez meclise giremeyenler hakkında konuşmalar sürüp giderken Mustafa Kemal bıçağını eline aldı, doğruldu, derin bir nefes aldıktan sonra hafifçe tabağına vurarak:

- Beyler! dedi.

O da heyecanlı, kaşları çatılmış ama gözlerinde güleç bir ifade ile arkadaşlarına bakıyordu. Çıt çıkmıyordu şimdi yemek salonunda:

- Beyler, yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz!

Tek tek herkesin yüzüne bakarak durumu kontrol ediyordu. Şimdi sofradakiler yıldırım çarpmış gibi kalakalmıştı. Neden sonra, beyinlerde şok yaratan bu haberi alkışlamak birilerinin aklına geldi ve yemek odası bir anda sanki patladı. Mustafa Kemal uygun bir süre bekledikten sonra açıklamasını sürdürdü:

- Türkiye Devleti’nin hükümet şekli Cumhuriyet'tir. Bunu Anayasa'mıza yarınki Meclis toplantısında koyduracağız. Hazırlıklarımızı bir kere daha gözden geçirmemiz lazım.

Gerçekten de iki arkadaş bütün bir gece süren çalışmalarını sabah ezanları okunurken bitirebildiler. İsmet paşa, Mustafa Kemal’in ısrarıyla Çankaya Köşkü’nde kaldı, birkaç saat uyudu.

Nezihe Araz, Mustafa Kemal'le 1000 Gün


TÜRK ALFABESİ

Atatürk, Milli Tarih ve Dil'imizin asıl gerçeğine yol açabilmek için güneş-dil teorisine uzanan, dikkatleri çekebilme yolları denedi. Bu arada asıl gayesini açıklamadı. Yusuf Akçura, Ağaoğlu Ahmet, Sadri Maksudi Arsal, İbrahim Necmi Dilmen, Dr. Saim Dilemre ve Veled Çelebi İzbudak gibi konunun uzmanlarından şunu istedi.

- "Bana bir konuşulan Türkçe yapacaksınız ki dünyanın neresinde olursa olsun bütün Türkler, temelde bu dili anlayabilecekler. Bugün Türk Anavatanı, Rus işgali altındadır. Komünizm, her yolu denemekte olan bir asimilasyon veya jenosit tatbikatı içindedir. Bir gün yıkılacaklardır. Fakat o günü bekleyemeyiz. Çünkü artlarında kalanlar dillerini kökten kaybetmişler ve biz onlara hep birlikte anlayabileceğimiz bir dili veremezsek boşluk doldurulamaz. Sizden bunu istiyorum."

Evet, Atatürk olmasaydı bizi benliğimize kavuşturan gerçek tarihimizden de, cehaleti yenmek yolunda başlıca dayancımız olan Türk alfabesinden de sona kadar mahrum kalırdık. Dilimiz, Arap-Farsça’nın yanında, salgın haline gelmesi onun aramızdan ayrılmasından sonra başlayan, her dilde yabancı kelimelerin istilasıyla eriyip giderdi.

Cemal Kutay, Atatürk Olmasaydı


KADIN HAK VE HÜRRİYETLERİ

Şeriat'ın mesela Suudi Arabistan’da olduğu gibi doğrudan hakim olduğu ülkelerde kadının nasıl dışlandığı gözler önündedir. Bu arada mesela iki yüzyıla yakın İngiltere’nin egemenliğinde kalmış resmi dilleri arasında İngilizce’nin bulunması kadar batı hayatı ile ilgisi olmuş Pakistan’da, Şeriat'ın dolaylı tatbik edildiği bu ülkede bir ümit halinde çıkardığı Benazir Butto'ya sadece ve yalnız kadın olduğu için reva görülenler gözler önündedir. İşte Atatürk’ün kendinden öncekilerden çağdaşlarından ve hatta yarınkilerden farkı buradadır. Çağa karşı olmak yapıları gereği olan görünür görünmez mihraklara doğru teşhis koyabilmesi ve onları milletin vicdanında gerçek hüviyetleri ile mühürlemesi...

İsviçre Medeni Kanunu’nu alırken aile hukuku, siyasi haklar, vatan kaderi üzerine etkinliklerde istediklerinin çoğunun başta İsviçre, birçok batılı ülkede olmadığını söyleyen, samimiyetine inandığı bir dostuna:

- "İyi ama bizdeki karşı kök, bin yaşını aşmış derinliklerde... Birkaç nesil sonrasına kadar tedbir almak gerek" demiştir.

Atatürk çapındaki kişiler tesadüflerin ürünü değildir. Milletlerin çilelerinin uğradığı haksızlıkların yarattıkları hava içinden, ulusal yapılarının niteliğine göre çıkarlar. Osmanlı'nın asıl unsuru olan Türklük, on altıncı yüzyılın ikinci yarısında duraksama ve on dokuzuncu yüzyılın başlangıcına kadar gerileme devrine girdi ve bunun bedelini o Osmanlı karması içinde kendisi ödedi. Siz isterseniz Atatürk’ü tanrı ihsanı sayınız, isterseniz çekilenlerin kefareti ...

Cemal Kutay, Atatürk Olmasaydı


ŞAPKA İNKILÂBINI NEDEN KASTAMONU'DA İLAN ETTİ

Hiç unutmam Ağustos’un ilk günlerinde Kastamonu’dan bir heyet gelmişti. Adet yerini bulsun diye haber verdim. Gazi, hemen ilgilendi.

-"Bu heyeti ben kabul edeceğim, yarın Çankaya’ya getir" dedi. Bu emre hayret etmekle beraber hususi bir mana da veremedim. Ertesi gün gazi heyeti kabul etti, olağanüstü iltifatlarda bulundu. Bir saat kadar yanında tuttu, Kastamonu hakkında çeşitli sualler sordu. Heyeti uğurlarken:

- “Davetinize çok teşekkür ederim, yakında Kastamonu’ya geleceğim. Hemşehrilerime selamlarımı söyleyiniz" dedi. Halbuki heyet Gazi'yi Kastamonu’ya davet etmemişti. Bu sözleri işitince hayretim büsbütün arttı. Ama gene bir mana veremedim. Heyeti uğurladıktan sonra benim kalmamı emretti. Koluma girerek beni salona götürdü, çok neşeliydi:

- "Çocuğum, Kastamonu’ya gidiyorum. Şapkayı orada giyeceğim" dedi.

Epeyce zamandan beri zihninin şapka meselesiyle meşgul olduğunu biliyordum. Birkaç arkadaşı Beyoğlu’nda şapka giydirerek gezdirmiş, yapacağı akisleri inceletmişti. Sözlerine şöyle devam etti:

- "Niçin Kastamonu’yu seçtiğimi bilmezsin. Dur, anlatayım. Bütün vilayetler beni tanırlar. Ya üniforma ile yahut fesli, kalpaklı sivil elbise ile görmüşlerdir. Yalnız Kastamonu’ya gidemedim, ilk önce nasıl görürlerse öyle alışırlar, yadırgamazlar. Üstelik bu vilayet halkının hemen hepsi asker ocağından geçmişlerdir. İtaatlidirler, munistirler. Adları mütaassıb çıkmışsa da anlayışlıdırlar. Bunun için şapkayı orada giyeceğim" dedi. Birkaç gün sonra gitti ve şapkalı olarak döndü. Dönüşte Ankara’ya yaklaşırken en çok Diyanet İşleri Reisi Rıfat Efendi üzerinde yapacağı tesiri düşünüyor, onun kırılmasını istemiyordu.

Ankara'da kendisini karşılayanları, şapkasını çıkararak selamlarken gözü hep Rıfat Efendi'de idi. Rıfat Efendi, büyük bir anlayış gösterdi. O da sarıklı fesini çıkararak Gazi'yi çok sevindirmişti. Hoca'yı otomobiline aldı. Kendi başında şapka vardı. Rıfat Efendinin başı açıktı. Böylece şehre girildi.

Halk psikolojisini bu kadar iyi anlayan inkılâpçı bir baş kolay kolay bulunmaz.

Saffet Arıkan


LAİKLİK

İlk Melis’te bir gün lâiklik söz konusu oluyordu. Gazi Mustafa Kemal Paşa o gün Meclis'e başkanlık ediyordu. Meclis'in tanınmış din alimlerinden bir vatandaş kürsüye geldi. Alaycı bir tavırla:

- Arkadaşlar, bir lâikliktir gidiyor. Affedersiniz, ben bu lâikliğin manasını anlamıyorum.

Diye söze başlarken riyaset makamında bulunan Mustafa Kemal Paşa dayanamamış, oturduğu yerden eline kürsüye vurarak:

- Adam olmak demektir hocam, adam olmak!

Diye hoca efendinin sualini cevaplandırmıştır.

Kılıç, Ali, Atatürk’ü Anmak Kitabından, S.253


YİNE TEPELER, YİNE ÖLDÜRÜRÜM

20.03.1923: Konya Türk ocağında verilen çayda:

Atatürk'ün söylevleri sırasında Türk Ocağı azasından (üyesinden) Operatör Eyüp Sabri'nin:

- Milletimizin inkılabına muhalefet eden ve kendini din iradiyle (yolunu gösterme ile) mükellef (yükümlü) telakki eyleyen (sayan) bir sınıf var, bu sınıfa karşı ne gibi tedbirler alınmıştır?

Sorusu üzerine Mustafa Kemal ayağa kalkarak sözüne tekrar başlamış ve sonunu şöyle bitirmiştir:

- Benim ve benimle hem fikir (aynı görüşte) arkadaşlarımın yapacağı şey mutlaka ve mutlaka o adımı atanı tepelemektir.

Sizlere bununda ötesinde bir söz söyleyeyim. Mesela bunu temin edecek kanunlar olmasa, bunu temin edecek meclis olmasa, öyle menfi adımlar atanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam, yine tepeler ve yine öldürürüm.

Atatürk'ün Söylev ve Demeçlerinden


YUNANİSTAN'DA DİL DAVASI

Bir akşam konuklar için, Başbakanlık'ça bir şölen düzenlenmişti. Yemek sırasında Atina Üniversitesi’nin bir yüzyıl boyunca gördüğü hizmetler övüldü, birçok söylevler söylendi. Bu arada Yunanlı bir profesör, Başbakan Metaksas'tan bir dilekte bulunarak:

- Çözülemez sanılan nice sorunları kolaylıkla çözüverdiniz; şu dil işimizi de yakında mutlu bir sonuca bağlamanızı istemek hakkımızdır demişti.

Yemekten sonra grup grup tanışmalar, konuşmalar olurken profesörden dil davalarını bana açıklamasını rica ettim. "yazı dilini halkın anlayacağı bir dil haline koymak davası" diye açıklamış ve "ne yazık ki eskiye çok bağlı kalmış birtakım filologların direnmesi yüzünden bu haklı davamızı yürütemiyoruz" diye yakınmıştı.

Ben kendisine Türkiye’de de aynı davanın bu gibi engellerle birlikte yine de pekala yürüdüğünü söyleyince profesörün yanıtı şu oldu:

- Yürür; çünkü sizde Atatürk var.

Mehmet Ali Ağakay, Atatürk'ten 20 Anı.


MISIR SEFİRİ'NİN FESİ

Bir kısım sefirlerin ve devlet erkanının da bulunduğu bir ziyarette mısır sefiri başındaki fesle ter içinde kalmıştı. Atatürk ona döndü:

- Bu başınızdaki serpuşun bu kadar sıkıntılı olduğunu sizde kabul edersiniz tabi... Sefir hazretlerinin başındakini alınız...

Derhal birisi fesi alıyor. Bir gümüş tepsiye konan fesi fraklı bir garson uçura uçura salondan dışarıya götürüyor. Sefir bir aralık ne yapacağını şaşırıyor. Hatta bir an salonu terk etmeyi bile tasarlıyor, fakat İngiliz sefirinin tavsiyesi üzerine harekete geçmiyor.

Mesele az kalsın bir diplomatik hadise olmak gelişmesini gösteriyor, fakat kapanıyor. Neden sonra öğrendik ki mısır hükümeti sefire gönderdiği direktifte:

"Gazi, bütün şark aleminin rehberidir. O'nun hareketlerine bir diplomatik hadise değil, bir mürşit ikazı aramak daha münasiptir" gibi bir cümle sarf edilmiştir.

Em. Tümg. Muzaffer Erendil, İlginç Olaylar Ve Anekdotlarla Atatürk


ATATÜRK VE DİL REFORMU

"Harf komisyonunun son kararlarını Ankara’dan İstanbul’a getirip Dolmabahçe Sarayı'nın denize karşı aydınlık çalışma odasında Atatürk’e anlattığım günü dün gibi hatırlıyorum. Büyük güçlük Osmanlıca’daki yabancı kelimelerin bütün söyleniş hususiyetlerine göre harfler ve işaretler aramakta direnen arkadaşlarla, biz Türkçeciler arasında idi. Türkçe kelimelere lüzum olmayan harf ve işaretleri istemiyorduk. Böylece dilde kalacak yabancı kelimelerinde de, git gide söyleniş hususiyetlerini kaybederek Türkçeleşmesini sağlamak istiyorduk. Bize göre yazı, dil meselesine dahil edilecekti. Yeni yazı, yalnız Arap yazısı dediğimiz eski yazının değil, Osmanlıca’nın da tasfiye edilmesi demekti.

Atatürk karşı tarafın tekliflerini gözden geçirdi.

- Biz bunları halka ve çocuklara nasıl öğretebiliriz? Bu da eskisi kadar güç...

Sonra:

- Yeni yazının eskisi yerine geçmesi için müddet olarak ne düşündünüz diye sordu?

Müddet arkadaşlardan azına göre beş, bir haylisine göre onbeş yıl olmalıydı. İlk zamanları okullarda iki yazıyı da öğretecektik. Gazeteler birkaç fıkrayı yeni yazı ile dizdirmekten başlayarak, yavaş yavaş arttıracaklar ve mühletin sonunda bütün gazeteyi yeni yazı ile dizdireceklerdi:

- Farz edelim on beşinci yılda gazetelerde yarım sütun Arapça yazı kaldı. Ne olacak biliyor musunuz? Herkes o yarım sütunu okuyacak. Bir harp, bir buhran, bir şey çıktı mı bizim yazı da Enver’inkine dönecek.

Enver Paşa'nın daha fazla imla inkılabı diyebileceğimiz denemesi birinci dünya harbi olur olmaz suya düşmüştü:

- Ya üç ayda yapabiliriz, ya hiçbir zaman... dedi.

Buna bende şaştım doğrusu. Üç ayda bir millete yazı değiştirtmek! Bunu da başarabilecek miydi?

Mevsim sıcaktı. Bir akşam kendisini Sarayburnu'nda bir halk eğlencesine, Büyükada'da bir baloya davet etmişlerdi. Sarayburnu bahçesindeki büyük halk kalabalığını gördükten biraz sonra:

- Bana bir defter veriniz dedi.

Galiba garsonlardan birinin küçük cep defterini aldı ve bir şeyler yazmaya koyuldu. Bir aralık beni yanına çağırarak:

- Bir defa gözden geçir. Bunları sana okutacağım dedi. Latin harfleri ile ilk Türkçe yazı idi.

Diktatörler halk kalabalığından korkar. Rast gelenin katıldığı kalabalık, polis için en şüpheli meçhuldür. Atatürk, halkın kendinde yalnız, kendi iyiliğini ve yükselişini isteyen bir kahraman gözüktüğüne inanan bir inkılapçı idi. Halk kalabalıklarında kendi asıl kuvvetini görürdü. Ara sıra:

- Halka giderim demekten ne kastettiğini o akşam da anladım. Halk yazı inkılabı müjdesini çılgınca alkışlıyordu. Çünkü bu inkılabı halk için ve halk adına yaptığını halka anlatabiliyordu. 

Nitekim daha sonra Büyükada'ya gitmiştik. Kıyıdan bahçeye çıkınca, orta binadan tuvaletli hanımlar, fraklı ve smokinli efendiler kendisini karşılamak üzere ilerledikleri sırada bana eğildi:

- Çocuk dedi, orada yaptığımızı burada yapamazdık.

O bir saray Tanzimatçısı değildi.

Sonra Anadolu'ya köylere çıktı. Bir kara tahta üzerinde yeni yazının ilk derslerini verdi ve üç ayda yaptı.

Ne kadar haklıymış büyük inkılapçı! Eğer Onbeş yıl fikri yürüseydi eski yazı hemen hemen demokrasiye kadar sürecekti ve hiç şüphesiz Türkçe ezandan önce yeni yazı tarihe karışacaktı. Birçoklarımız yazıda eski alışkanlıklarımıza bağlı kaldık. Artık hiç eski yazı bilen kalmayıncaya kadar, dairelerde biri resmi biri hususi iki yazı yanyana devam etti. İki kişi vardı ki yeni yazı başladığı günden sonra kalemlerini eski yazıya dokundurmamışlardı:

Biri Atatürk, öteki İnönü!

Bunlar oyuncu değildiler, inkılapçıydılar!

Em. Tümg. Muzaffer Erendil, İlginç Olaylar Ve Anekdotlarla Atatürk 


HOCA EFENDİ

Atatürk bir yurt gezisi sırasında Tekirdağ'da sokağa çıkmış, canı kadar sevdiği halkın arasında yürüyordu. Eczacı Ekrem Bey'in eczanesi önüne geldiğinde durmuştu. Gözü birine takılmıştı, bu sarıklı cüppeli Eski Cami İmamı Mevlana Mustafa Özeren'di.

- Hoca efendi... Hoca efendi...

Eski Cami imamı hemen koşmuş Gazi'nin yanına sokulmuştu. Birlikte merkez eczanesine girilmiş, bir masanın etrafına geçilmişti.

- Hoca Efendi! Yaz bakalım Vettini Vezzeytuni ve Turi Sinin ve Hazel-beledil emin...

Hoca efendi, tabi Arap harfleri ile itina ederek Kuran’dan bu ayeti yazmıştı. Mustafa Kemal Paşa gözlerini hocanın gözlerine dikerek "Hocam ben bu yazdıklarını (valtin vaiziton) okuyorum ne dersin" demiş Eskicami imamı da "Efendim bunun üstünü var, esresi var, şeddesi var, meddi var. Bakınız bunları koyduğumuz zaman aslı gibi okunur" diye cevap vermişti. Gazi, Arap harfleri ile ayeti etrafındakilere okutmuş her biri başka türlü bir şey söylemişti. Bunun üzerine Gazi kalemi hocanın elinden alıp aynı ayeti yeni harflerle yazıp ve demişti ki:

- Görüyorsun Hoca Efendi, bu harflerin şeddesi maddesi yok. Hem bak bu harflerle ne kadar kolay ve yanlışsız okunuyor. Biz işte bunu düşünerek ve batı eserlerini de kolayca öğrenebilmek için, bütün cihana lisanımızı kolaylıkla öğretebilmek için Latin harflerini kabul ediyoruz. Buna ne dersiniz?

- Çok güzel efendim, çok güzel diyecek bir şey yok, Allah muvaffak etsin...

Gazi ayrılırken gene Eski Cami imamına "Sizden Türk yazısını öğrenmenizi isterim" demişti. İnkılaplara inanmış olan bu ihtiyar din adamı birkaç ay zarfında bu harfleri öğrenecek, Gazi'nin kendisine hediye ettiği el yazısının bulunduğu küçük kağıdı hayatının en kıymetli hatırası olarak saklayacaktı.

Prof. Dr. Zeyneb Korkmaz, Belgelerle Türk Dili.


YİNE YAK!.. LAİKLİK

Atatürk, Florya’dan Çekmece'ye doğru bir yaya yürüyüşünde, bir ağaç altında dinlenen ihtiyar bir adama rastladı. Adam hürmetle ayağa kalktı, Ata’yı selamladı.

Atatürk sordu:

- Beni tanır mısın?

- Tanımaz olur muyum, evimde resmin bile var!..

Atatürk memnun olmuştu. Konuşmaya başladılar. İhtiyar:

- Bir işine aklım ermedi, dedi. Cumhuriyetçiliği, İnkılapçılığı, Milliyetçiliği, Halkçılığı, hatta Devletçiliği anlıyorum ama, şu "Laikliği" pek kavrayamadım. Neden her şeyi birden bozdun?

Ata:

- Bunu sana bir hikaye ile anlatayım, dedi. Amr- ibnl- as, Mısır'ı fethettiği zaman, Halife Ömer'e bir mektup yazmış: "Burada birçok kütüphaneler, içlerinde de bir sürü kitaplar var. Bunları yakayım mı, yoksa bırakayım mı?.." Ömer cevap vermiş: "Kitapları tetkik et, eğer faydasız şeyler ise, yak! Yok,eğer faydalı şeyler ise yine yak! Çünkü halk, o kitapları okudukça, onlara uymaktan vazgeçmeyecekler, eskiyi unutmayacaklar ve bize --yani, yeniye ve yeniliğe -- daima düşman olacaklardır!.."

Hikayeyi anlatan Ata, ihtiyara sordu:

- Şimdi sana laikliğin ne olduğunu izah edeyim mi?..

İhtiyar, derin bir sezgi ve sağduyu ile cevap verdi:

- İstemez paşam, dedi hepsini anladım!-

Banoğlu, Age, S: 66-67

ATATÜRK VE  ÇOBAN   ÇOCUK                                                                    
                                                                                                
                                                                                                                                           
 ATATÜRK,  Antalya'ya  giderken yolda verdiği bir mola esnasında bir çocuğun söylediği türkü sesi duyar.Türkü ilgisini çekince türküyü söyleyen kişinin yanına getirilmesini emreder.Atatürk'ün yanındakiler türküyü söyleyen kişiyi bulurlar.Genç bir çoban çocuk türküyü söylemektedir. 
                                                                                        
 ATATÜRK                                                   
                                                                                              
 - Türküyü sen mi söylüyorsun? diye sorduktan sonra

 -  Burada da söyle de dinleyelim der.                                               
                                                                                 
 Genç  çoban  türküyü bitirince Atatürk çocuğu alkışlar ve
                                                                                              
 - Biis... biis, diye bağırır.                                                                  
                                                                                               
 Genç çoban ve yanındakiler anlamayınca  ATATÜRK biis' in ne olduğunu izah eder.                                 
                                                                                              
 -     Biis     demek,     beğendim,     tekrar     söyle     demektir.

 Çoban  bunun üzerine türküyü  tekrarlar. ATATÜRK'te, cebinden  elli lira çıkararak  çobana verir. Çoban paraya bakar ve                                                            
                                                                                                
 - Biis... biis diye bağırır.                                                                 
                                                                                                
                                                                                                
 ATATÜRK,  bu  zeki  cevaptan o kadar memnun olur ki, bir elli liralık daha  çıkarıp verir ve  yanındakilere dönerek   o dönemde sürekli Türkiye'ye sataşan İtalyan diktatörü Mussoloni için                                                               
                                                                                              
 -  İ
mkân  olsaydı  da,  Musolini  şu  sahneyi görseydi ve cevabı işitseydi, hangi millete nutuk
 söylediğini anlardı der
.                                                      

 

Yürüyen Köşk                                                                     
                                                  
Atatürk bir gün Yalovadaki çiftliğe gittiğinde, Köşk'ün hemen yanındaki çıınar ağacının dallarını kesmeye
çalışan  bir  bahçıvana rastlar .  Hemen  bahçıvanı yanına çağırarak bunun nedenini sorar.
Bahçıvanın ağacın  dalları  uzamış ve  binanın duvarlarına dayandığı için kestiğini söyler.Atatürk, Bunun üzerine ağacın kesilmeyip binanın yerinin değiştirilmesini emreder. 8 Ağustos 1930 tarihinde önce bina çevresi kazılır. İstanbul'dan  getirilen  tramvay rayları döşenir.Santim , santim   çalışılarak  bina  yapı altına sokulan raylar üzerine oturtturulur ve  bina yaklaşık 5 m kaydırılır ve ve çınar  ağacıda      kesilmekten     kurtulur.

 

 

 Atatürk'ün Eserleri

TAKIMIN MUHAREBE EĞİTİMİ

Bu kitap; Berlin Askeri Üniversitesi eski müdürlerinden General Litzmann'ın "Seferber Mevcudunda Takım, Bölük ve Taburun Muharebe Talimleri" adlı eserinin ilk bölümünü oluşturmakta olup, Selanik'te 3.Ordu Karargahı'nda görevli, Kurmay Kıdemli Yüzbaşı Mustafa Kemal tarafından Almanca'dan Osmanlıca diline çevrilmiş ve 1908 yılında Selanik Asır Matbaasında basılmıştır.

Kitabın özü; seferi tam mevcutlu bir takımın, değişik hava şartları ve çeşitli arazide, basit bir mesele içinde muharebe yöntemlerinin uygulaması, avcı hattı teşkiliyle bir avcı hattının ateş muharebesi üzerinde toplanmaktadır.

Mustafa Kemal Paşa, subayların arazide yetiştirilmesini amaçlayan tatbikatın, önemini vurgulayan bu eserini, 1911 yılında 5. Kolordu Harekat Şube Müdürü iken yazmıştır. Bu eserde, karşılıklı olarak kırmızı ve mavi muharebe birliklerinin Selanik-Kılkış arasında yaptıkları savunma ve taarruz uygulamalarının değerlendirilmesi yapılmıştır.

TAKTİK VE TATBİKAT GEZİSİ

Bu eserinde, bir muharebeyi sevk ve idarede belirli kuralların olamadığını vurgulaması yanında, komutan olan kişinin nitelikleri üzerinde de durmuştur. Bunlar ise; birliğini barışta ve savaşta eğitmek, yönetmek ve gözetmekteki üstün başarı, elindeki kuvvetin eksikliğini giderecek düşünce gücü ve astlarından her konuda üstünlüğü sağlamaktır. Bunun yanında, kişisel cesaret, başkalarının hareketini önceden seziş ve harekatını en uygun zamanda yapabilme yeteneği olmalıdır. Ortak amacın gerçekleştirilebilmesi için birliklerini başarılı bir şekilde yönetmeli, astları üzerinde etkili olmalı ve otoritesini kurabilmelidir.

Bu eserde ayrıca bir komutanın başarılı olabilmesi için bu kuralları sadece okumuş ve öğremiş olmanın yeterli olamadığı, bunların tatbikatının da önemi belirtilmiştir

GEOMETRİ

Atatürk bu kitabı ölümünden birbuçuk yıl önce III. Türk Dil Kurultayından hemen sonra 1936-1937 yılı kış aylarında Dolmabahçe Sarayında kendi eliyle yazmıştır. Atatürk Arapça ve Farsça terimlerle dolu ders kitaplarının öğrenciler açısından öğrenimi geciktireceğini düşünmüştü.

SUBAY VE KOMUTAN İLE KONUŞMALAR

"Subay ve Komutan ile Konuşmalar" Atatürkün askerliğe ilişkin eserlerinin en önemlilerinden birisidir. Bu eser, Atatürk, 1914 yılında Kurmay Yarbay rütbesiyle Sofya askeri Ataşesi olarak bulunduğu sırada, Nuri conker'in "Zabit ve Kumandan (Subay ve Komutan)" adlı kitabına karşılık olarak yazılmıştır.

Genç subayın, içinde bulunduğu ordudaki aksaklıkları, hataları nasıl sezdiğini; bunlara karşı tepkisiz kalmayarak üst makamlara hatalar ve çözüm yollarını nasıl sunduğunu; ülkenin içinde bulunduğu askeri ve siyasal durumdan duyduğu acıları kitabın birinci bölümünde bulmaktayız.

Atatürk, bir subayın taşıması gereken özveri, ölümü göze alma, emri altındakileri sevk ve idare edebilme, taarruz ruhu, insiyatif özellikleri hakkında, Nuri Conker'in görüşlerine katılmış ve kendi düşüncelerini de çeşitli örneklerle destekleyerek açıklamıştır.

Bunların yanı sıra, Türk kadınının, aslında toplumu yaratmada çok etkili olabilecekken, suskunluğu seçtiğini bütün açıklığıyla ortaya koymaktan kendini alamamıştır. Türk ulusu hakkında ise "kuşkusuz bizim ulusumuzun karakteri de bütün karakterler gibi yükselmeye ve istenen şekle girmeye elverişlidir. Fakat kendi kendisine olmak koşuluyla..."dedikten sonra, dışardan ulusumuzun karakterine yapılmak istenen etkilerin amacına ulaşamayacağını vurgulamıştır.

Subaylarda ve erlerdeki inisiyatif özelliğine eserinde geniş bir bölüm ayıran Atatürk, kendi dönemindeki ile daha önceki dönemlerde Osmanlı ordusunu kıyaslamıştır. Özellikle Trablusgarp Savaşı'nda edindiği deneyimler ile kendiliğinden hareket ve iş görme özelliğinin, olması gereken sınırını göstermiştir.

Atatürk, eserin son bölümünde, Kuzey Afrika'da birlikte çarpıştığı korkusuz ve yiğit silah arkadaşlarını anmış ve onları "yüksek askerlik niteliklerine" sahip insanlar olarak tanımlamıştır. Bu davranışı O'nun diğer bütün üstünlüklerinin yanı sıra insancıl yönünede tanıklık eder.
    

 

Bilim ve teknoloji  
 
Kullanıcı adı:
Şifre:
 
 
 

sitene ekle

Lütfen buraya tıkla (süpriz var)!







http://www.site

>


More Cool Stuff At POQbum.com

Fare ilecini takip eden gözler
sablon ProfileWizard.net - Free Myspace Stuff
Myspace Layouts
 
iletişim  
 


htmlkodlar.net

 
 
 

>
 
 
 

Google


Yukarı çık
 

Myspace Layouts

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol