Create Your Custom Message


www.alnumel.com

 
akanselim bilgi dolu seyahat
Katogoriler  
  Ana Sayfa
  Giriş
  FORUM
  babam Naim Akan
  yılbası
  bilgi siteleri
  matematik ve haberler
  atatürk
  savaşlar
  arabalar vb.
  bilgiler
  Ziyaretşi defteri
  MAKİNELER
  bletchley park
  MATEMATİK VE SAYI BİLGİLERİ
  osmanlı padişahları
  sözler
  bilmeceler
  belirli gün ve haftalar
  BURÇ ÖZELLİKLERİ
  DELİLLER
  DEYİMLER
  FIKRALAR
  FUTBOL
  Anketler
  UYDU HARİTASI
  İletişim
  HABERLER
  sayaç
  katılmak isteyenler
  ifadeler
  siteler
  ŞARKILAR
  TEKERLEMELER
  UZAY
  29 ekim çağlayan mitingi
  Afyonkarahisar milletvekilleri
  oyunlar
  blowish
  BÜYÜK İSKENDER
  cumhuriyetin yılları
  çocuk hakları
  ÇOCUK MASALLARI
  çocuk oyunları
  İZMİRİN TARİHİ
  kongreler vb:
  MALTA SÜRGÜNLERİ
  NİNNİLER
  ORATORYO
  ÖNEMLİ BULUŞLAR
  savaşlar işgaller vb.
  türkiyedeki müzikoloji
  yeni istanbul
  100 temel eser listesi
  camiler
  çanakkale
  din ve allah
  FEN
  kronoloji ve tarihçe konuları:
  uzgazete kapsamı
  LİNKLER(sadece üyeler girebilir!)
  bedri selim hocaoğlu
  program yükle
  teknoloji resimlerim
  bilgisayar
  windows orijinal yapma ve search (googleda)
  mıcrosoft
  radyo
  MP3
  rüya tabirleri
  hava durumu
  şehirler arası km ölçer
  canlı maç sonuçları
  istanbuldaki kütüphaneler
  MEB'dan Onaylı 100 Temel Eser
  satranç pulları
  istanbuldaki sinemalar
  istanbul tiyatro
  istanbuldaki okullar
  hedef bilgi toplumu
  yıldız resimleri
  flash saatler
  hoşgeldiniz vb. sismli yazılar
  simli şiirlerler
  diğer..
  googlehostedservice
  saat kaç?
  miniaturk
  kavimler göçü
  dünyanın 7 harikası
  sanatçılar
  yeni barlarve kodları
  en büyük bina
  GÜNEŞ PANELLERİ
Copyright 2009
cumhuriyetin yılları

SALTANATIN KALDIRILMASI
Mudanya Mütarekesi'nden sonra, Lozan Barış Konferansı için hazırlıklar başlayınca, Osmanlı Hükümeti, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti yanında konferansa katılmak arzusunda olduğunu bildirdi. İtilaf Devletleri'nin, hala İstanbul'da bir hükümet tanımak ve onu da Türkiye ile birlikte konferansa çağırmak istemeleri ve bu hükümetin de, delegeleri beraberce seçmek için Büyük Millet Meclisi'ne başvurması, Mustafa Kemal Paşa'yı harekete geçirdi.
Sadrazamı Tevfik Paşa'nın barış konferansında görüş ve sözbirliği, Büyük Millet Meclisi Başkanlığına çektiği telgraf, Mecliste tepkiyle karşılandı. Gerek Mustafa Kemal Paşa'nın, 24 Nisan 1920 tarihli önergesinde ve gerekse 20 Ocak 1921 tarihli Anayasada egemenliğin millette olduğu ilan edilmişti.

Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ve pek çok milletvekilinin ortak teklifi 30 Ekim 1922 günü TBMM'de görüşülmeye başlandı. Önergede Saltanatın kaldırıldığı belirtiliyordu. Saltanatla birleşmiş olan "halifelik" ise ondan ayrılacaktı. Ateşli görüşmeler sırasında şu düşüncelerin Meclis Genel Kuruluna hakim olduğu görüldü: Saltanat, Halifelikten ayrılsın ve kaldırılsın. Halifeyi biz seçelim; -Saltanat ve Halifelik birbirinden ayrılamaz. Bu nedenle, eğer Saltanat kaldırılırsa Halifelik de kalkmış olur ki, böyle bir durum düşünülemez. Görülen şuydu: Başta Hüseyin Rauf (Orbay) Bey ve Refet (Bele) Paşa gibi, Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın yakın arkadaşlarının bulunduğu bir grup, Halifeliğin Saltanattan ayrılamayacağını ileri sürüyorlardı. Saltanatın kaldırılması hakkında kanun tasarısı, Türkiye Büyük Millet Meclisi Karma Komisyonunda görüşülürken, hilafetle saltanatın ayrılamayacağı düşüncesi ileri sürüldü. İlk grubun içinde bulunanlar ise böyle bir ayrımın mümkün olduğunu belirtiyorlardı. Mustafa Kemal Paşa söz alarak, tarihsel ve bilimsel açıklamalarda bulunarak, yüksek sesle şunları söyledi: "Hakimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye müzakereyle, münakaşa ile verilemez. Hakimiyet, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk Milletinin hakimiyet ve saltanatına vaziülyed olmuşlardı (zorla el koymuşlardı). Bu tasallutlarını altı asırdan beri idame eylemişlerdir. Şimdi de, Türk milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek, hakimiyet ve saltanatını isyan ederek kendi eline bilfiil almış bulunuyor. Bu bir emrivakidir. Mevzubahis olan, millete saltanatını, hakimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu behemehal olacaktır. Burada içtima edenler (toplananlar) Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir."

Mustafa Kemal Paşa'nın bu çok önemli ve tarihi konuşması sonunda, Karma Komisyon'da, görüşülen teklif hemen kabul edilmiş ve ivedilikle Genel Kurulda görüşülerek, 1 Kasım 1922'de 308 Numaralı karar olarak benimsenmiştir. Yeni Türkiye'nin yeni temellerinin de bir ifadesi olan bu karar ile, hilafet ve saltanat birbirinden ayrılmış, saltanat kaldırılmıştır. Ertesi gün, TBMM, Osmanlı veliahdı Abdülmecid Efendi'yi halife seçmiştir. Böylece, çok önemli bir gelişme sağlanmıştır. TBMM'nin Saltanatı kaldırma kararı, İstanbul Hükümeti tarafından da benimsenmiştir. Hükümet istifa etmiştir. Devir ve teslim işlerine derhal başlanmıştır. Bu tutum, Saltanatın kaldırılmasının beklendiğini de gösterir. Saltanatın kaldırılma kararı üzerine, 17 Kasım 1922'de Sultan Vahidettin, İngiltere himayesine sığınarak Malaya zırhlısı ile yurdu terketmiş ve Malta'ya gitmiştir. Oysa Osmanlı tarihinde hiçbir padişahın düşmana sığınmak gibi bir tutum içine girdiği görülmemiştir.
CUMHURİYETİN İLANI
Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1 Kasım 1922'de aldığı tarihi kararında, saltanata son vermiştir. Bu tarihi kararın da açık bir belirtisi olarak, 1921 Anayasası ile yeni siyasal rejime geçilmiştir. Ancak, Cumhuriyet resmen ilan edilmemiştir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1 Nisan 1923'te seçimlerin yenilenmesine karar vermiş ve yeni kurulan Meclis, Lozan'da elde edilen antlaşmayı onaylamıştır. Lozan Barış Antlaşması'nın kabulü ve 6 Ekim 1923'te Türk Ordusunun İstanbul'a girmesi ile Türk vatanının bütünlüğü gerçekleşmiş ve böylece bir devir kapanmış ve yeni bir devir açılmıştır. Siyasal rejimin 23 Nisan 1920'den itibaren kaydettiği gelişmelere uygun devlet şeklini bulmak da bir zorunluluk haline gelmiştir.

Cumhuriyet'in Kabulü 25 Ekim 1923 günü gelişen bir kabine bunalımı, Büyük Millet Meclisi'nde çalışma güçlüğünü ortaya çıkardı. 28 Ekim 1923 günü akşamına kadar kabine kurulamaması üzerine, Gazi Mustafa Kemal Paşa, Çankaya köşkünde yemek sırasında arkadaşlarına; "Yarın Cumhuriyet ilan edeceğiz" diyerek görüşünü açıklamıştır. 29 Ekim günü Halk Fırkası Meclis Grubunda, Bakanlar Kurulunun oluşturulması konusunda tartışıldı. Sorun çözülemeyince, Gazi Mustafa Kemal Paşa'dan düşüncelerini açıklaması istendi. Mustafa Kemal Paşa, bunalımdan çıkış yolunu Anayasanın değiştirilmesi zorunluluğu ile açıkladı. Cumhuriyetin ilanını hedefleyen tasarıyı da grubun bilgisine sundu.

Grupta cereyan eden uzun müzakereler sonunda, Cumhuriyetin ilanı kabul edildi. Parti Grubu'ndan sonra, Meclis toplanarak hazırlanan kanun tasarısını aynen kabul etti. "Yaşasın Cumhuriyet" sesleri arasında gece saat 20.30'da Cumhuriyet ilan edildi. Cumhuriyetin ilanı 1921 tarihli Anayasanın bazı maddelerinin değiştirilmesine dair 364 No.'lu Kanunun kabulü ile olmuştur. Bu kanunla, Anayasanın 1, 2 , 4, 10, 11 ve 12'nci maddeleri önemli ölçüde değiştirilmiştir. Bu önemli değişiklikler, 29 Ekim günü yapılmış ve aynı gün, Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılarak, Gazi Mustafa Kemal Paşa oybirliğiyle yeni Türk Devletinin ilk Cumhurbaşkanı seçilmiştir.
  
HALİFELİĞİN KALDIRILMASI
  
 
 
 
 
 
 
    REFORMLAR ve ATILIMLAR
   Siyasal
  Saltanatın Kaldırılması
  Cumhuriyetin İlanı
  Halifeliğin Kaldırılması
   Eğitim
  Milli Eğitim
  Tevhidi Tedrisat Kanunu
  Yeni Harflerin Kabulü
   Kültür
  Tarih
  Dil Devrimi
  Güzel Sanatlar
  Halkevleri
   Hukuk
  Anayasalar
  Anayasa Değişiklikleri
  Kabul Edilen Kanunlar
  Kadın Hakları'nın Kabulü
   Ekonomi
  İzmir İktisat Kongresi
  Tarım
  Sanayi
  Ulaştırma
  Sağlık
   Diğer
  Tekke ve Zaviyeler
  Kılık Kıyafet
  Soyadı Kanunu
  Ölçüler ve Takvim
   ATATÜRK İLKELERİ
  Cumhuriyetçilik
  Milliyetçilik
  Halkçılık
  Laiklik
  Devletçilik
  İnkılapçılık

   MİLLİ SAVUNMA ve
   EMNİYET
  Kara Kuvvetleri
  Hava Kuvvetleri
  Deniz Kuvvetleri
  Jandarma Kuvvetleri
  Emniyet Teşkilatı

   DIŞ POLITIKA
  Musul Sorunu
  Fransa ile İlişkiler
  Yunanistan ile İlişkileri
  İtalya ile İlişkileri
  Rusya ile İlişkileri
  Doğulu Devletler ile İlişkiler
  Milletler Cemiyetine Katılış
  Balkan Antantı
  Montrö Boğazlar Sözleşmesi
  Sadabat Paktı

   ÖNEMLİ OLAYLAR
  Siyasi Gelişmeler
  Cumhuriyet Halk Partisi
  Terakki Perver Cumh. Fırkası
  Şeyh Sait Ayaklanmasi
  Takrir-i Sükun Kanunu
  Atatürk'e Suikast Girişimi
  Serbest Cumhuriyet Fırkası
  Menemen Olayı
  Hatay Sorunu
  1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılması ile, Sultan-Halife gibi, çifte görevi olan Osmanlı hükümdarının elinden egemenlik hakları, devlet yetkileri alınmıştı. Eski Osmanlı hükümdarına sadece, dini başkanlık yetkiler tanınmıştı. Hükümet, TBMM'nin seçtiği Halife Abdülmecid Efendi'den, sadece Müslümanların Halifesi ünvanını kullanmasını, gösterişli hareketlerde bulunmamasını istemişti. Abdülmecid, halife seçildikten sonra kendisine verilen talimata aykırı olarak, "Halife-i Müslimin" ünvanından başka sıfat ve ünvanlar taşıyarak, Cumhuriyet hükümetinin talimatı dışına çıkmıştır.
Bazı politikacılar ise; "Hilafet aynı hükümettir, hilafetin hukuk ve görevini iptal etmek hiç kimsenin hiç bir meclisin elinde değildir" diyerek, Halife'yi, Padişah gibi yaşatmak istiyorlardı. Bu durum halifelik kurumu hakkında bir an önce önlem alınmasını gerektiriyordu. Fakat Gazi Mustafa Kemal Paşayı halifeliğin kaldırılması için zorlayan önemli sebep, Halife mevcut oldukça Türkiye'de yapılması zorunlu olan sosyal ve laik karakterdeki devrimlerin yapılamayacağı idi.

3 Mart 1924 tarihli, "Hilafetin ilgasına ve Hanedan-ı Osmaniye'nin Türkiye Cumhuriyeti memalik-i hariciyesine çıkarılmasına dair kanun"la hilafet kaldırılmıştır. Böylece, yeni Türkiye önemli bir adım daha atmıştır. Hilafetin kaldırılmasının Türkiye'de ve dünyada geniş yankıları olmuştur. Hilafetin kaldırıldığı 3 Mart 1924 günü, bir diğer kanunla da Şer'iye ve Evkaf Vekaleti (Bakanlığı) kaldırılmıştır. Şer'iye ve Evkaf Vekaleti'nin kaldırılması sonucu, bu vekalet tarafından yönetilen okullar ve medreseler de kaldırılmıştır. Ayrıca aynı gün, Erkan-ı Harbiye-i Umumiye vekaleti de kaldırıldı. Böylece ordu siyaset çatışmasının da önüne geçilmiş oldu. Tevhid-i Tedrisat kanunu da o gün kabul edilmişti.
  
 
MİLLİ EĞİTİM
Atatürk, zaferden sonra, yeni Türkiye'nin kurulmasının eğitime dayandığı, en önemli ve en onurlu görevin eğitim işleri olduğu ve milli eğitim işlerinde kesinlikle başarıya ulaşılması gerektiği inancını taşıyordu. Her gittiği yerde, katıldığı toplantıda, eğitimin temel ilke ve hedeflerini ortaya koymuş, cehaletin eğitim yoluyla ortadan kaldırılabileceğini belirtmiş, öğretmenleri yüceltmiştir.
Daha Kurtuluş Savaşı yıllarında, Sakarya Savaşı'nın hazırlıkları sırasında Atatürk 16 Temmuz 1921'de bir Maarif Kongresi topladı. Bu kongrede Türkiye Milli Eğitim işlerinin bir programını hazırlamak amacıyla, milli kültürün önemini belirtmiş ve milli eğitim sisteminin gereğinden söz etmiştir. "Şimdiye kadar takip olunan tahsil ve terbiye usullerini milletimizin tarihi tedenniyatında (gerilemesinde) en mühim bir amil olduğu kanaatindeyim. Onun için bir milli terbiye programından bahsederken, eski devrin hurafatından ve evsaf-ı fıtriyemizle hiç de münasebeti olmayan yabancı fikirlerden şarktan ve garptan gelebilen bilcümle tesirlerden uzak, seciye-i milliye ve tarihimizle mütenasip bir kültür kastediyorum. Çünkü deha-yı millimizin inkişaf-ı tammı ancak böyle bir kültür ile temin olunabilir."
   TEVHİDİ TEDRİSAT KANUNU
Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitim birliği bir sistem olarak benimsenmiş bulunmaktadır. Yeni Türkiye'nin kültür hayatında çok önemli bir aşamayı başarıya ulaştıran Tevhid-i Tedrisat Kanunu, aslında büyük bir kültür hamlesidir. Eğitimin birleştirilmesi ile, özellikle 19. yüzyıl sonlarından beri Türkiye eğitiminde görülen medrese ve okul (mektep) diye devam eden ikililiğe son verilmiştir. "Tevhid-i Tedrisat Kanunu" ile öğretim ve eğitim birliği sağlanarak milli kültür birliğine yönelmek istenmiştir. Öğretim ve eğitime milli ve laik bir karakter veren Tevhid-i Tedrisat Kanunu, milli gelişme tarihinde daima büyük yer tutacak bir inkılabın da adı olmuştur.
3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu, öğretim ve eğitimin birliğini sağlamakla beraber medreselerin de kaldırılmasını sağlamıştır. Keza 3 Mart 1924 tarihli, Şer'iye ve Evkaf Vekaletlerinin kaldırılmasına dair kanunla da, vakıfların bağlı bulunduğu vekalet (bakanlık) kaldırıldığından ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun üçüncü maddesi ile de Şer'iye ve Evkaf Vekaleti bütçesinde mektepler (okullar) ve medreseler için ayrılan ödenek Maarif Vekaletine (Milli Eğitim Bakanlığına) devredildiğinden, medreselerin kaderini tayin Maarif Vekaletine bırakılmıştır.

2 Mart 1926'da kabul edilen, "Maarif Teşkilatı Hakkında Kanun" Tevhid-i Tedrisat (Öğretimin Birleştirilmesi) Kanunun ilkelerinin ışığı altında eğitim hizmetlerini düzenlemiştir. Devletin izni olmadan hiç bir okulun açılmayacağını öngören Maarif Teşkilatı Hakkında Kanun aynı zamanda çağdışı bütün derslerin okul müfredat programlarından kaldırılmasını da sağlamıştır.
  
YENİ HARFLERİN KABULÜ
1 Kasım 1928'de Latin esasından alınan harfler, (Türk dilinin özelliklerini belirten işaretlere de yer vererek) "Türk harfleri" adıyla 1353 Sayılı Kanunla kabul edilmiştir. Yazı dilinde kullanılan Arap harflerinin yerine Türk harflerinin alınmasını ifade eden Harf Devrimi yapılmıştır.
Arap harflerinin Türkler tarafından kullanılması, İslamiyet'in kabulünden sonra başlamış ancak bu harfler, Türk diline hiç bir zaman uyamamıştır. Türkçe, Arap harfleri ile kolay yazılıp okunamıyordu. Harf İnkılabının hedefi, okuyup yazmayı kolaylaştırmak ve yaymak, modern öğretim ve eğitimin gerçekleşmesini sağlamaktı. Harf İnkılabının ilk adımı, 20 Mayıs 1928'de 1288 sayılı kanunla, Arap rakamlarının kullanılmasına son verilerek, uluslararası rakamların kabulü ile başlamıştı.

Atatürk, 9 Ağustos 1928 gecesi İstanbul'da Sarayburnu Parkı'nda düzenlenmiş bir şenlik sırasında, Harf Devrimini halka duyurmuştur; "Arkadaşlar, güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Arkadaşlar, bizim güzel ahenkli, zengin lisanımız (dilimiz) yeni Türk harfleri ile kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak mecburiyetindeyiz. Lisanımızı muhakkak anlamak istiyoruz. Bu yeni harflerle behemehal pek çabuk bir zamanda mükemmel bir surette anlaşacağız ki, Milletimizin yazısıyla kafasıyla bütün medeniyet aleminin yanında olduğunu gösterecektir. Vatandaşlar, yeni Türk harflerini çabuk öğreniniz. Bütün millete, kadına, erkeğe, köylüye, çobana, hamala, sandalcıya öğretiniz" demiştir. Harf Devrimi, büyük bir tarihi olaydır. Çünkü, sosyal, kültürel ve siyasi alanda geniş yankıları olmuştur.

1 Kasım 1928'de Latin alfabesine dayalı yeni Türk Alfabesinin kabulünden sonra, 24 Kasım 1928'de yayımlanan Millet Mektepleri Talimatnamesi gereğince, yurdun her köşesinde Millet Mektepleri açılmış, halka yeni harflerle okuma yazma öğretilmiştir. Atatürk bu çalışmalara "Millet Mektepleri Başöğretmeni" sıfatıyla katılmıştır.
   TARİH
"Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan, yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır." K. Atatürk
Atatürk, milletimizi ve dünyayı eski bir tarih anlayışından, yeni bir tarih görüşüne götürmek ve bu yolda araştırmalar yapmak için, 12 Nisan 1931'de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti'ni (Türk Tarih Kurumu) kurmuştur. Türk Tarih Tezi diye bir tez ortaya atılmıştır. Kültür alanında yeni bir tarih görüşünün ifadesi olan bu teze göre; Türk milletinin tarihi şimdiye kadar yazıldığı gibi yalnız Osmanlı tarihinden ibaret değildir. Türk'ün tarihi çok daha eskidir ve temasta bulunduğu milletlerin medeniyetleri üzerine etki etmiştir.

Osmanlı Devletinin ümmet tarihi anlayışından, Türk milletinin kendi tarihine kavuşması, millet tarihi anlayışını kabul etmesi zorunlu idi. Millet tarihi anlayışını gerekli kılan özel sebepler de vardı.

Bunlar :

1- Türklerin sarı ırktan olduğuna dair dünyada yazılmış olan yanlış bilgiler.
2- Türklerin sarı ırktan gösterilmesinin bir sonucu olarak medeni kabiliyet ve istidattan yoksun olduğu yolundaki hatalı görüş ve iddialar.
3- Türk toprakları üzerinde yabancıların tarihi iddiaları.

Aleyhimizde kullanılan silah, hep gerçeğe aykırı şekilde yazılan, değiştirilen tarih idi. Tarihimizi gerçek yapısı ile ortaya koymak, Türklük ve ata yurdu hakkında gerçek tarihi bilgileri dünya kamuoyuna duyurmak, Türk Tarihi araştırmalarının amacı idi.
   DİL DEVRİMİ
Dil, milli yapıyı oluşturan, sağlamlaştıran ortak bağdır. Atatürk, Türk Dilini kendi milli asil benliğine kavuşturmayı ve kendi benliği içinde zenginleştirerek büyük bir kültür dili haline getirmeyi, 12 Temmuz 1932 tarihinde Türk Dili Tetkik Cemiyeti'ni (Türk Dil Kurumu) kurarak gerçekleştirmeye çalışmıştır. Tarih anlayışında olduğu gibi, milli kültürümüzün temeli olan dilde de millileşmek bir zorunluluktu. Atatürk, dildeki bağımsızlığı siyasi bağımsızlığın bir parçası sayıyordu.
Dil devrimi, Türk Devrimi'nin temel prensiplerine de uygun olarak dilde millileştirme ve bu akıma güç kazandırma devrimidir. Atatürk, Türk Dili Tetkik Cemiyetini kurduğu 1932 yılında TBMM'ni açış konuşmasında; "Milli kültürün her çığırda açılarak yükselmesini Türk Cumhuriyeti'nin temel dileği olarak temin edeceğiz. Türk dilinin, kendi benliğine, aslındaki güzellik ve zenginliğine kavuşması için, bütün devlet teşkilatımızın, dikkatli, alakalı olmasını isteriz", sözü ile, dildeki gelişme ve sadeleşmeyi sadece toplumda bir akım olarak değil, yasama ve yürütme organına da, düşen bir görev olarak göstermiştir.

Atatürk'ün 1932 yılında başlattığı dil devrimi çalışmalarına, milli kültür politikasının gerekli kıldığı bir anlayışla eğilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti'nin devlet felsefesinin temelinde, Türk toplumunu çağdaş medeniyet seviyesinin ön safına çıkarma amacı yer aldığına göre, dilimizin de uzun vadede böyle bir medeniyet seviyesinin gerekli kıldığı bütün kelime, kavram ve terimleri karşılayabilecek bir kültür dili durumuna getirilmesi gerekiyordu. Atatürk'ün çabaları ile, Türkçe'nin bütün sorunları bir bütün olarak düşünülmüş, sistemli bir şekilde başarılı çözümlere ulaştırılmaya çalışılmıştır.
   GÜZEL SANATLAR
Atatürk'e göre; "Sanat güzelliğin ifadesidir. Bu ifade sözle olursa şiir, nağme ile olursa musiki, resim ile olursa ressamlık, oyma ile olursa heykeltıraşlık, bina ile olursa mimarlık olur."
Millet hayatında sanatın değerini takdir eden Atatürk; "Bir millet sanattan ve sanatkardan mahrumsa tam bir hayata malik olamaz." "Bir millet sanata ehemmiyet vermedikçe büyük bir felakete mahkumdur" diyerek sanatın önemini, millet hayatındaki rolünü açıklamıştır.

Atatürk, millet hayatında sanatın yerini ve değerini belirtmekle beraber, onun korunmasını ve gelişmesini de sağlamıştır. Atatürk, her şeyden önce, sanatçılara sanatçı ruhuyla elini uzatmıştır: "Sanatkar, toplumda uzun uğraş ve çabalardan sonra alnında ışığı ilk hisseden insandır."

Güzel sanatlar alanında Cumhuriyet döneminin ilk 15 yılında devrim sayılabilecek çalışmalar yapılmıştır. "Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli kültürdür" diyen Atatürk, güzel sanatlar alanındaki çalışmaları bizzat yönlendirmiş, başarılı sanatçıları ödüllendirmiştir.

Çok sesli Batı müziğinin ülkemizde yaygınlaştırılması temel ilke olarak benimsenirken, geleneksel Türk Müziği türlerinin derleme, araştırma ve geliştirilmesine önem verildi. 1924 yılı Eylülünde Ankara'da Musiki Muallim Mektebi (Müzik Öğretmen Okulu) açıldı. 1936 yılında Ankara Devlet Konservatuarı'nın açılmasıyla bu okul Gazi Eğitim Enstitüsü müzik bölümüne dönüştürüldü. Ankara Devlet Konservatuarı, Türkiye'nin ihtiyaç duyduğu müzik, tiyatro, opera, bale sanatçılarını yetiştirmeye başladı. "Türk Beşleri" olarak tanınan sanatçılar ilk sonat, senfoni, konçerto ve operalarını yazdılar. 1934 yılında ilk Türk operası olan Ahmet Adnan Saygun'un Öz Soy ve Taşbebek operaları, Ankara Halkevi'nde temsil edildi. Darülelhan'ın (İstanbul Belediye Konservatuarı) öğretim programı yeniden düzenlendi. Türk müziği derslerinin yanında Batı müziği derslerine de yer verildi.

Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nın temeli olan İstanbul'daki Muzıka-i Hümayun Mart 1924'te Ankara'ya getirildi. Riyaset-i Cumhur Musiki Heyeti adını aldı. 1933'te bando bölümü orkestradan ayrıldı. Orkestranın şefliğini 1935 yılına kadar Zeki Üngör ve Ahmet Adnan Saygun yaptı. 1935'te Alman Ernst Praetorius şefliğe getirildi. Bu şefin yönetiminde orkestra büyük gelişme gösterdi.

Cumhuriyet ilan edildiğinde İstanbul'da Dar üln Bedayi ve bazı özel tiyatrolar faaliyet halindeydi. Dar ül Bedayi, 1931'de İstanbul Belediyesi'ne bağlandı. 1934'te ise adı "İstanbul Şehir Tiyatroları" oldu. Tiyatro ve operetleriyle büyük ilgi çekiyordu. Tiyatro sanatının yurda yayılmasında Halkevlerinin büyük hizmetleri görüldü. Ankara Halkevi sahnesinde Akın (1932), Çoban (1932), Mavi Yıldırım (1932) oyunlarının ilk temsillerinde Atatürk de hazır bulundu. Ankara Devlet Konservatuarı Tatbikat Sahnesi'nde gerçek anlamda ilk oyunların temsilinden sonra Ankara'da Devlet Tiyatrolarının kuruluşuna giden yol açıldı.

Atatürk dönemi Türkiye'sinde plastik sanatlarda da büyük gelişme gözlendi. 1924'ten itibaren Sanayi-i Nefise Mektebi Ali'si mezunları Avrupa'ya gönderildi. Cevat Dereli, Mahmut Cuda, Refik Epikman, Muhittin Sebati, Şeref Akdik ve Ali Karsan ilk gönderilen sanatçılardandı. Sanayi-i Nefise Mektebi Alisi 1928'de Güzel Sanatlar Akademisi adını aldı. 1932-1933 öğretim yılında Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümü açıldı. Atatürk, anıt ve heykel yapımına önem vererek, Cumhuriyetin heykeltıraş kuşağının yetiştirilmesini destekledi.

1924 yılından itibaren resim ve heykel sergileri açılmaya başladı. Halkevleri Resim ve Heykel Sergileri (1936-1938), Ankara Halkevleri Birleşik Resim Heykel Sergileri (1937-1938) önemli sergilerdir. Atatürk tarafından 20 Eylül 1937'de açılan Resim ve Heykel Müzesi bu alandaki çalışmalara verilen önemin son halkasıdır.

Sinema da Cumhuriyet döneminde büyük gelişme göstermiştir. Muhsin Ertuğrul tiyatroda olduğu gibi sinema sanatının gelişmesinde de görev almıştır. Sinema salonlarının sayısı artmış, uzun metrajlı ve konulu filmler çekilmiştir.
HALKEVLERi
Cumhuriyet Halk Fırkası'nın (CHP)'nın 10-18-Mayıs-1931 tarihleri arasında toplanan 3. Kurultayında, Türk Ocakları'nın işlevini tamamladığı için kapatılarak yerine, Halkevlerinin açılması kararlaştırıldı. Halkevlerinin başlıca amaçları; Türk milletini yeni ülküler etrafında toplamak, halk arasında kültür ve düşünce birliğini sağlamak, Atatürk devrimlerinin benimsenmesini gerçekleştirmek, Cumhuriyetin kültür atılımını yapmak, kır-kent ve köylü-aydın ikiliğini ortadan kaldırmak olarak özetlenebilir. 19 Şubat 1932'de ilk Halkevi Ankara'da açıldı. 1931-1952 yılları arasında 478 Halkevi (biri Londra'da) 4322 Halkodası açıldı. CHP'nin desteğinde örgütlenen Halkevlerinin çalışmaları, dokuz şube halinde düzenlendi: Dil-Edebiyat, güzel sanatlar, temsil, spor, sosyal yardım, halk dershaneleri ve kursları, kütüphane ve yayın, köycülük, tarih ve müze. Halkevleri 1952'de kapatılıp, 1960'ta tekrar açıldı.   
ANAYASALAR
20 Ocak 1921 Anayasası (Teşkilatı Esasiye Kanunu)
20 Ocak 1921'de, TBMM tarafından kabul edilen ilk Anayasa (Teşkilatı Esasiye Kanunu), TBMM'nin dokuz aylık çalışmasından ve uzun görüşmelerden sonra kabul edilmiştir. Bu Anayasa, dağılan ve yok olan Osmanlı İmparatorluğu yerine yeni bir devletin kuruluşunu hukuki yönden belirten ve varlığını sağlayan bir eserdir. Yeni Anayasa aynı zamanda milli egemenliği hakim kılan ve vatanın kaderine milli egemenliğin temsilcisi Büyük Millet Meclisi'nin el koymasını mümkün kılan ve onun meşruluğunu da tanıtan, hukuki ve siyasi değeri olan bir belgedir.

20 Ocak 1921'de kabul edilen Anayasa, 23 asıl, bir de ayrı madde halinde iki kısım olarak düzenlenmiştir. Genel esasları kapsamaktadır. Anayasanın kısa oluşu, o devrin özelliğinden ileri gelmekteydi. Sadece olağanüstü şartları ve acil ihtiyaçları karşılamak için, kısa ve özel bir anayasa hazırlanmıştı. 20 Ocak 1921 Anayasası bir geçiş dönemi anayasası olarak, Milli Mücadelenin çok dinamik olağanüstü şartlarına uymakta ve demokratik niteliğinin yanı sıra ihtilalci karakterini de korumaktaydı. Anayasanın ruhunda ve mantığında kuvvetler birliği sistemi hakimdi. Milli iradeyi millet namına temsil eden tek yetkili organın, Türkiye Büyük Millet Meclisi olduğunu belirtmektedir. Başkansız bir Cumhuriyet kuran bu Anayasa ile milli irade Meclis tarafından tescil edilmekte ve yürütülmekte, böylece kuvvetler birliği esası, kuvvetlerin şuurlu bir merkezde toplanmasını ve tek bir iradeye bağlanmasını da şart kılınmaktadır.

20 NİSAN 1924 Anayasası

20 Ocak 1921 tarihli Anayasa (Teşkilatı Esasiye Kanunu) olağanüstü devrin, olağanüstü şartları içinde çıkarılmış dinamik bir dönemin anayasası idi. Daha sonra, şartlar değişmiş, Cumhuriyet ilan olunmuş, Türk devrimi aksiyon evresinden yeniden düzenleme, reformlar evresine yönelmişti. Yeni Türkiye'nin yeni bir Anayasaya ihtiyacı vardı. TBMM'nde çalışmalar ve müzakereler sonunda, 20 Nisan 1924'te 105 maddeden oluşan yeni Anayasa kabul edildi.

20 Nisan 1924'te kabul edilen yeni devletin ikinci Anayasası, Milli Mücadelenin kazanılmasından ve Cumhuriyetin ilanından sonra, demokrasi ilkesine değer veren bir anayasa olarak düzenlendi.

1924 Anayasası, dayandığı ilkeler bakımından, 1789 Fransız İhtilali'nden itibaren gelişen ferdiyetçi ve hürriyetçi hukuki ve siyasi ideolojiyi temsil etmekte ve aynı zamanda siyasi fikir akımlarının tarihi gelişmesinden de faydalanmaktadır. Bu Anayasa hazırlanırken, 1921 tarihli Anayasanın dayandığı temel esaslardan esinlenilmiştir. Milli egemenlik, tek meclis ve kuvvetler birliği ve meclisin üstünlüğü prensipleri, 1921 Teşkilatı Esasiye Kanunu'ndan alınmış ve geliştirilmiştir.

1924 Anayasası, egemenliğin yalnızca millete ait olduğu ve ancak TBMM tarafından kullanılacağı esasına uygun olarak hazırlanmıştır. Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olması, ona bir diğer ilahi veya beşeri otorite ve makamın ortak olamayacağını kabul etmek demektir. Bu ilkeyle egemenliğin milli niteliği 1924 Anayasasında daha belirli bir şekilde ortaya çıkmıştır. Kayıtsız ve şartsız millet egemenliği düşüncesinden hareket eden Anayasanın siyasal sistemi, böylece devlet içinde Büyük Millet Meclisi tarafından temsil olunan; tek kuvvet, tek meclis ilkesine dayanmaktadır. 1924 Anayasası meclis hükümeti ile parlamenter hükümet sistemi arasında bir köprü görevi görmüştür. 1924 Anayasası, 1921 Anayasasından daha yumuşak bir kuvvetler ayrımına yer vermiştir. Milli egemenlik ve meclisin üstünlüğü sistemini geliştirmiş, Anayasa alanını daha geniş ve yaygın bir şekilde düzenlemiş, kamu özgürlüklerine geniş yer vermiştir.
KABUL EDİLEN KANUNLAR
3 Mart 1924'de yapılan kanuni düzenleme ile Hilafetle birlikte Şer'iye ve Evkaf Bakanlıkları da kaldırılmıştır. Ayrıca yine aynı gün Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile (Öğretimin Birleştirilmesi) dini eğitime son verilmişti. Böylece milli eğitim dönemi başlamıştır. Bu gelişmeler, hukukta laikliğe yönelmenin öncüleri olmuştur. 8 Nisan 1924 tarihinde şer'i hukukun uygulayıcıları olan Şer'iye Mahkemeleri kaldırılmıştır.
17 Şubat 1926'da kabul edilen Türk Medeni Kanunu ve 22 Nisan 1926'da kabul edilen Borçlar Kanunu İsviçre'den, 1 Mart 1926'da kabul edilen Ceza Kanunu ise 1889 tarihli İtalyan Ceza Kanunu'ndan alınarak yürürlüğü girmiştir. Bu kanunları 1927'de yürürlüğe giren İsviçre'nin Neuchatel Kantonundan alınan Hukuk Muhakemeleri Usulü Kanunu takip etmiş, 1929'da ise yürürlüğe giren 4 Nisan 1929 tarihli Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu da Almanya'dan alınmıştır.

9 Haziran 1932 tarihli İcra ve İflas Kanunu'nun da büyük bir kısmı İsviçre'den alınmıştır. Ticaret Kanunu ise muhtelif ülkelerin mevzuatından geniş ölçüde iktibas edilerek hazırlanmış, Kara Ticareti diye adlandırdığımız birinci kitap 1926'da Deniz ticareti diye anılan ikinci kitap da 1929'da yürürlüğe girmiştir. İdare Hukuk sahasında da Fransa örnek alınarak çeşitli kanunlar az çok değişikliklerle alınmıştır.

17 Şubat- 1926'da kabul edilen Medeni Kanun, Türkiye'de laik bir özel hukuk sisteminin başlangıcını teşkil etmiştir. Bu kanun ile toplumsal alanda kadın erkek eşitliği sağlanmış, kadınlara istediği mesleği seçme hakkı verilmiş, resmi nikah mecburi hale getirilmiş, tek eşle evlilik sistemi benimsenmiş, kadınlara miras konusunda eşitlik ilkesi getirilmiş, boşanmalarda kadın güvence altına alınmıştır. Ayrıca Medeni kanunla Patrikhanelerin din işleri dışındaki azınlık haklarını kontrol yetkisi kaldırılmıştır.
   ANAYASA DEĞİŞİKLİKLERİ
1924 tarihli Anayasanın bazı maddeleri, 1924 yılından itibaren gelişen devrim hareketlerine paralel olarak değiştirilmiştir. Bu değişiklikler siyasal rejimin özellikleri ile çok yakından ilgilidir. Yapılan önemli değişiklikler; 1928, 1931, 1934 ve 1937 tarihlerinde olmuştur. Bu değişiklikler "Devletin dini İslam dinidir." maddesinin kaldırılmasını, Cumhurbaşkanı - Milletvekili yeminindeki dini ifadelerin çıkarılmasını, dini kararların TBMM'nce uygulanacağı maddesinin iptalini, seçme yaşının 18'den 22'ye çıkarılmasını, kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınmasını ve Cumhuriyet Halk Partisi programındaki altı ilkenin Anayasa İlkeleri olarak kabul edilmesini, çiftçiyi topraklandırma ve ormanların devletleştirilmesini içeren hükümler kapsamaktaydı.
Önemli Maddeler

Kanun No : 85   20/1/1337(1921)
Madde 1. Hakimiyet bila kayd ü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.
Madde 2. İcra Kudreti ve teşri selahiyeti milletin yegane ve hakiki mümessili olan Büyük Millet Meclisi'nde tecelli ve temerküz eder.
Madde 3. Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti "Büyük Millet Meclisi Hükümeti" ünvanını taşır.
Madde 4. Büyük Millet Meclisi vilayetler halkınca müntehap azadan mürekkeptir.

Önemli Maddeler

Kanun No : 491   20.4.1340(1924)
Madde 1. Türkiye Devleti Bir Cumhuriyet'tir.
Madde 2. Resmi dili Türkçe'dir. Başkent Ankara'dır.
Madde 3. Egemenlik kayıtsız şartsız Milletindir.
Madde 4. Türk Milletini ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi temsil eder ve millet adına egemenlik hakkını yalnız o kullanır.
Madde 5. Yasama yetkisi ve yürütme erki Büyük Millet Meclisi'nde belirir ve onda toplanır.
Madde 6. Meclis, yasama yetkisini kendi kullanır.
Madde 7. Meclis, yürütme yetkisini kendi seçtiği Cumhurbaşkanı ve onun tayin edeceği Bakanlar Kurulu eliyle kullanır. Meclis Hükümeti her vakit denetleyebilir ve düşürebilir.
Madde 8 Yargı hakkı, millet adına usul ve kanuna göre bağımsız mahkemeler tarafından kullanılır.
  
İZMİR İKTİSAT KONGRESİ
23 Nisan 1920 de Ankara'da toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi, 2 Mayıs 1920'de 11 bakandan oluşacak hükümetin kurulması ile ilgili 3 numaralı kanunu kabul etmişti. Bu hükümette bir de İktisat Bakanlığı bulunmaktaydı.
Hükümetin programında mali ve ekonomik meseleler üzerinde önemle durulacağı da belirtilmişti. Ancak 1920-1922 yıllarında Türkiye, Kurtuluş Savaşı içinde bulunduğundan, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti'nin bu dönemdeki başlıca amacı yurdu istiladan kurtarmaktı. Savaşın gerektirdiği nedenlerle de, hükümet o sıralarda üretim ve endüstriye yatırım yapacak durumda değildi. Ancak yönetici kadro zaferden sonra prensip olarak siyasi ve ekonomik bağımsızlığı öngörmüştü.

Lozan Konferansına ara verildiği sırada, İzmir İktisat Kongresi 1135 delege ile 17 Şubat - 4 Mart 1923'de toplandı. İzmir İktisat Kongresinde, Yeni Türkiye'nin ekonomik sorunları tartışıldı. Ayrıca, Lozan'da devamı istenen kapitülasyonlar ve diğer imtiyazların kabul edilmeyeceği ifade ediliyordu. Bu kritik devrede, ekonomik sorunları düzenlemek için kararlar alan İzmir İktisat Kongresinde savaşlardan yorgun çıkan halka, ekonomik yön vermek ve harap olan yurdu kalkındırmak için yapılması gerekenleri tespit etmek amaçlanıyordu. İzmir İktisat Kongresi sonunda; kongreye katılanlar oybirliği ile Misak-ı İktisadı kabul ederek, modern ve müreffeh Türkiye için canla başla çalışmaya and içti.

Kongerede ;


Hammaddesi yurt içinde olan endüstri kollarının kurulmasına,
Özel Girişimcilerin Desteklenmesine,
Yatırmcılara kredi sağlayacak bankaların kurulmasına,
Günlük tüketim mallarına öncelik verilmesine,
Önemli kuruluşların millileştirilmesine,
Sanayii teşvik edici yasaların çıkarılması, özellikle gümrük tarifelerinin milli sanayiin kalkınma ihtiyaçlarına göre değiştirilmesi,
Yerli malların karada ve denizde ucuz tarife ile taşınması,
Sanayi banka
TARIM
Büyük zaferin kazanılmasından önce, Mustafa Kemal Paşa, 1 Mart 1922 tarihinde TBMM'yi açış konuşmasında köylü ve tarım sorunlarına eğilmiştir. "Türkiye'nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür. O halde, herkesten daha çok refah, mutluluk ve servete hak kazanmış ve layık olan köylüdür." Atatürk, İzmir İktisat Kongresi'nde yaptığı konuşmada tarımın önemi üzerinde durmuş; "Kılıç kullanan kol yorulur, fakat saban kullanan kol, her gün kuvvetlenir." değerlendirmesini yapmıştır.
Köylünün en büyük sıkıntısı, aşar veya öşür denilen mahsulünün onda birini vergi olarak ödemesiydi. Büyük bir mali fedakarlığı göze alan hükümet, 1925 Şubatında Aşar Vergisini kaldırdı. Böylece köylü ağır ve sıkıntılı bir vergi sisteminden kurtulmuş oldu.

1925'te çıkarılan başka bir kanunla Hükümet, köylüyü topraklandırmak amacı ile bedelini yirmi yılda ödemek üzere toprak dağıttı. Ziraat Bankası, küçük çiftçilere kredi kolaylıkları tanımakla ve faiz haddini düşürmekle yararlı hizmetler yaptı. Kooperatifçiliğe önem verildi. Tarım Kredi Kooperatifleri, Ziraat Okulları ve Yüksek Ziraat Enstitüsü açıldı.

Köylüye yararlı olmak ve yardım sağlamak amacı ile tohum ıslah istasyonları, numune çiftlikleri açıldı. Traktör kullanımı teşvik edilerek, ucuz alet ve makina dağıtımı yapıldı. Atatürk çiftlikler kurarak ve modern yöntemler uygulayarak çiftçilere örnek oldu.
  
SANAYİ
Milli Mücadelenin sonucunda, İstanbul, İzmir ve Adana'da hurda bir durum arz eden birkaç dokuma fabrikası ile İstanbul'da harap bir askeri fabrika, ülkenin sanayi gücünü oluşturuyordu. Kalkınmak için sanayileşmek bir zorunluluktu. Sanayi kuruluşlarını teşvik ve koruma amacıyla, 1927 yılında çıkarılan Teşvik-i Sanayi Kanunu, sanayinin tanımını yapmakta ve sınıflara ayırmaktaydı. Her grup, kanunun getirdiği muafiyetlerden taşıdığı önem derecesinde faydalanmaktadır. Teşvik-i Sanayi Kanunundan faydalanılarak memlekette bazı sanayi kuruluşları kurulmuştur. Ayrıca, 1929 yılından itibaren, yüksek gümrük tarifeleri uygulama imkanı, memleket sanayiini dışarının rekabetinden koruyarak geliştirilmiştir.
Bu dönemde devlet, temel tüketim ve ara malları alanında ithal ikamesi sağlamak amacıyla üç beyaz ve üç siyah projesine öncelik vermiştir. Un, şeker, pamuklu üç beyazı: kömür, demir ve akaryakıt da üç siyahı temsil ediyordu. Bu temel malların yurt içinde üretilmesi ile hem döviz tasarrufu sağlanacak, hem de dışa karşı bu maddeler için bağımlılık kalmayacaktı.

Devlet bu dönemde, doğrudan sanayi yatırımlarına hemen hemen hiç iltifat etmemiş, faaliyetini daha çok insan yetişmesine, eğitime ve altyapı yatırımlarına yöneltmiş, sanayinin özel teşebbüs tarafından yaratılabileceğini varsaymıştır. Bunun için de özel sermaye yatırımlarını teşvik edici tedbirlere başvurmuştur.

1931 yılında iktidar partisi CHP, özel sektör girişimlerinin ülke kalkınmasında yetersiz kalması sonucu, programına devletçiliği almış, hazırlık ve çalışma devresinden sonra, 1. Beş Yıllık Sanayi Planı'nı 1934 yılından itibaren uygulamaya koymuştur.

Ancak, 1. Beş Yıllık Sanayi Planı'nın uygulanmasından önce, çok önemli düzenlemeler yapmış ve yeni birtakım müesseseler kurulmuştur. 1933 yılında, Devlet Sanayi Ofisi ile Türkiye Sanayi Kredi Bankası kaldırılarak bunların yerine Sümerbank kurulmuştur. Sümerbank'ın faaliyetlerinin ana amacı, özel sektör sanayiinin kredi ihtiyaçlarını karşılamak olmakla beraber, esas görevini sanayi planının uygulanması teşkil etmiştir. Sümerbank, aynı zamanda daha sonra kurulan diğer devlet kuruluşlarına da örnek olmuştur.

1935 yılında yeraltı kaynaklarının araştırılması için Maden Tetkik Arama Enstitüsü (MTA), elektrik enerji kaynaklarının değerlendirilmesi için Elektrik İşleri Etüd İdaresi (EİE), maden ve elektrik işletmelerini kurmak ve işletmek amacıyla Etibank kurulmuştur.

1. Beş Yıllık Sanayi Planı'nda tekstil sanayii, kendir-kesen sanayii, demir-çelik sanayii, sömikok fabrikası, porselen-çini sanayii, sudkostik, klor, suni ipek, selüloz ve kağıt tesisleri, şeker sanayii, süngercilik ve gül sanayileri yer almıştır. Planın uygulanmasına 1934 yılında başlanmış, planda öngörülen tesisler beş yıl içinde tamamlanarak işletmeye açılmıştır. Yine bu devrede planda yer almayan askeri fabrikaların modernizasyon ve genişletilmesine de devam edilmiştir. 1933-1938 yılları, Türk sanayiinin ilk ve planlı kuruluş safhasıdır. Planlı kalkınma, teknik alanda iş gücü yaratmış ve toplum yaşantısına büyük ölçüde etki yapmıştır. Özellikle toprağın verimini artıracak olan tekniğin tarıma uygulanmasının, bütün bir endüstri hayatının gelişmesi ile mümkün olabileceğini de ortaya koymuştur.

   ULAŞTIRMA
Bir ülkenin ekonomik kaynaklarının iyi bir şekilde işletilmesi, verimlendirilmesi, dış ticaretinin geliştirilmesi ancak, düzenli bir ulaştırma şebekesi ile mümkündür. Ulaştırma, bir ülkenin siyasi, sosyal, kültürel hayatına etki yaptığı gibi, o ülkenin milli birlik ve bütünlüğünün sağlanmasında da başlıca rol oynar. Yeni devletin kuruluşundan 1938 yılı sonuna kadar, ekonomik kalkınmayı sağlamada altyapıya önem verilmiş, bu amaçla demiryolu, karayolu ve denizyolları öncelikle ele alınmıştır.
DEMİRYOLLARI

Yabancı şirketlerin elinde bulunan demiryollarını satın almak, devletleştirmek, demiryolları politikasının ilk adımını teşkil etmiştir. İkinci adım ise, yeni demiryolları yapmak olmuştur. Yurdu demiryolu ağlarıyla örmek, bir hükümet politikası olarak, ısrarla ve başarı ile uygulanmıştır.

1927 yılında, Münakalat (Ulaştırma) Bakanlığına bağlı olarak Devlet Demiryolları ve Limanları Umum (Genel) Müdürlüğü'nün kurulması ile devlet fiilen demiryolu ve deniz yolu işletmeciliğine başlamıştır. 1929 yılında 5144 km. uzunluğunda olan demiryollarının 2766 km.si devlete, 2378 km.si de yabancı şirketlere ait bulunmakta idi. Yeni kurulan Genel Müdürlük, bir taraftan yeni demiryolu yaparken, diğer taraftan da yabancı şirketlerin elinde bulunan hatların devletleştirilmesini yüklenmiştir. Cumhuriyetin ilanından 1938 yılı sonuna kadar, oldukça kıt kaynaklarla, her yıl ortalama 200 km. toplan 3360 km. demiryolu yeniden yapılmıştır. Herhangi bir dış yardım sağlanmadan dar ve kıt imkanlarla demiryollarının yapılması gerçekten başarılı bir olaydır.

KARAYOLLARI

Cumhuriyet Türkiye'sine Osmanlı İmparatorluğu'ndan intikal eden karayolu uzunluğu 18.335 km.'ye varmakta idi. Bu yolların 13.885 km.'lik kısmı harap ve tamire muhtaçtı. Toprak düzeltilmesi sonucu geçişe müsait yolların uzunluğu ise 4.450 km'ye yaklaşıyordu Üzerinden yaz ve kış motorlu nakil vasıtalarının geçişini sağlayan kasaba ve şehir yollarının yapımı, Cumhuriyet döneminde mümkün olmuştur.

DENİZ YOLLARI

Denizyollarında gelişme çok yönlü olmuştur. Lozan Barış Antlaşması ile Türk karasularında gemi işletme hakkı (Kabotaj hakkı) Türklere bırakılmış, böylece yabancı uyruklu gemilerin yerine Türk yük ve yolcu gemileri almıştır. 1 Temmuz 1926'da Türk Kabotaj Kanunu yürürlüğe girmiştir. 1911'de Türk limanları arasında ulaşımın ancak % 10'unu sağlayan ve 1909'da kurulan Osmanlı Seyrisefain İdaresi Türkiye Cumhuriyeti'ne devredildikten sonra, Türkiye Seyrisefain idaresi adı altında bir devlet hizmeti görmeye başlamıştır. Sahillerimizde yük ve yolcu taşınması devlet ve özel teşebbüs eliyle yürütülürken, devletin bu alanı bir kamu hizmeti sayarak müdahalesi ile, yolcu taşıma işi devlet tekeline bırakılmış, yük taşımada devlet ve özel teşebbüs bir arada faaliyette bulunabilme imkanına kavuşmuştur. Önce Deniz Bank (1938), daha sonra Devlet Deniz Yolları Genel Müdürlüğü (1939) ve daha sonra Denizcilik Bankası (1952) adı ile anılan kuruluşlar deniz ulaştırmasının gelişmesinde büyük rol oynamışlardır.

HAVAYOLLARI

1936 yılında Ankara-İstanbul arasında düzenli uçak seferleriyle Devlet Hava Yollarının çalışmaları başlamıştır. Sonraları Türk Hava Yolları adını alacak Devlet Hava Yolları, kısa sürede yurt dışı seferlerine de başlayarak büyük gelişme göstermiştir.
SAĞLIK
23 Nisan 1920'de yeni devletin kuruluşundan itibaren, sağlık hizmetleri, ilk kurulan hükümette bağımsız bir bakanlık tarafından yönetilmiştir. Böylece, Milli Mücadelenin başlangıcında Ankara'da kurulan ilk hükümetin içinde, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı da yer almıştır Bakanlık, 1925 yılında hazırlamış olduğu bir programla, sağlık sorunları üzerine dikkatle eğilmenin gereğini duymuştur. 1930 yılında çıkarılan Umumi Hıfzıssıhha Kanunu ve 1936 yılında çıkarılan Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı Teşkilatı ve Memurin Kanunu ve bu kanunlara ek olarak çıkarılan kanunlarla, sağlık hizmetleri ve Bakanlığın merkez ve taşra örgütü düzenlenmiş bulunmaktadır. Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı kuruluşundan itibaren çok önemli hizmetler görmüştür. Bulaşıcı hastalıklara karşı alınan köklü tedbirlerle verem, tarhom, frengi, sıtma kontrol altına alınmış, çiçek, tifüs, veba, kolera gibi hastalıklar da ülkede pek görünmez olmuştur.
Merkez Hıfzıssıhha Müessesesi, memlekete hüküm süren hastalıklar ve bunların sebepleri, mücadelede güdülecek yollar ve yöntemler hakkında incelemelerde bulunmak, aşılar ve serumlar hazırlamak amacı ile yüksek bir bilim kuruluşu olarak 1931 yılında hizmete açılmıştır. Sağlık memurları, hemşire ve ebelerin yetiştirilmesi amacıyla Cumhuriyetin ilanından sonra çeşitli okular açılmıştır.

Atatürk her yıl TBMM'yi açış konuşmalarında, sağlık sorunlarına önemle ve ciddiyetle eğilerek, hükümete, konu ile ilgili yol gösterici direktifler vermiştir. Atatürk 1 Kasım 1937'de TBMM'ni açarken Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı'nın çalışma ve faaliyetleri hakkında dikkat çekici açıklamalar yapmakta ve Bakanlığın çalışmalarından duyduğu memnuniyeti de dile getirmektedir. "Kendine inkılabın ve inkılapçılığın çeşitli ve hayati vazifeler verdiği Türk vatandaşının sağlığı ve sağlamlığı, her zaman üzerinde dikkatle durulacak milli meselemizdir."
  
TEKKE VE ZAVİYELER
Osmanlı toplum ve eğitim hayatında önemli bir yere sahip olan tekke ve zaviyeler zamanla yozlaşmış ve toplumsal alanda bölünme ve gruplaşmalara sebep olmuştu. Uygar ve ileri bir millet olma amacını güden toplumumuz için tekke, zaviye, türbe ve tarikat gibi engeller kaldırılması zorunlu kurumlardı. Atatürk, Kastamonu'da 30 Ağustos 1925'te söylediği bir nutukta türbelerin, tekkelerin ve zaviyelerin kapatılmasının ve tarikatların kaldırılmasının işaretini vermiştir; "Ölülerden medet ummak, medeni bir cemiyet için, şindir(lekedir). Efendiler ve ey millet, biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz. En doğru en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır."
30 Kasım 1925 tarih ve 677 sayılı kanunla tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması kabul edilmiş ve birtakım unvanların kullanılması yasaklanmıştır. Kanun, bütün tarikatlarla birlikte, şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük, gaipten haber vermek ve murada kavuşturmak amacıyla muskacılık gibi, eylem, unvan ve sıfatların kullanılmasını, bunlara ait hizmetlerin yapılmasını ve bu unvanlarla ilgili elbise giyilmesini de yasaklamıştır.
  
KILIK KIYAFET
Atatürk, 23 Ağustos 1925'te Kastamonu ve İnebolu'ya yaptığı seyahatlerde şapkayı halka göstererek giysi devriminin ilk işaretini verdi. "Biz her nokta-i nazardan medeni insan olmalıyız. Fikrimiz, zihniyetimiz, tepeden tırnağa kadar medeni olacaktır. Medeni ve beynelmilel kıyafet milletimiz için layık bir kıyafettir onu giyeceğiz." diyen Büyük Atatürk, 27 Ağustos 1925'te de İnebolu'da "Turan kıyafetini araştırıp ihya eylemeye mahal yoktur. Medeni ve beynelmilel kıyafet bizim için, çok cevherli milletimiz için layık bir kıyafettir." diyerek, medeni yaşayışa uyan kıyafetin kabulü gerekliliğini belirtmiştir. Atatürk'ün uyarması üzerine daha 25 Kasım 1925 tarih ve 671 Sayılı Şapka Kanunu çıkmadan önce vatandaşlar şapkayı giymiş ve bu yenilik, medeni kıyafet değişimi olarak halk arasında iyi karşılanmıştı. Bundan sonra, cüppe ve sarık giymek yasaklanmış, bu kıyafetleri giyme hakkı yalnız din adamlarına tanınmıştı.   
SOYADI KANUNU
Kişinin soyadının bulunmaması toplum hayatında karışıklara neden oluyordu. Ayrıca bu durum toplumsal ilişkiler bakımından da bir eksiklikti. Soyadı yerine kullanılan baba adı, doğduğu memleketin adı ve kullanılan lakaplar, soyadının toplumsal ilişkilerdeki rolünü oynayamıyordu.
21 Haziran 1934'te çıkarılan 2525 sayılı Soyadı Kanunu ile her vatandaşın öz adından başka bir de, soyadı taşıması zorunlu kılındı. Soyadları Türkçe olacaktı. Rütbe, memurluk, yabancı ırk ve millet adları ile ahlaka aykırı ve gülünç kelimeler soyadı olarak kullanılmayacaktı.

Soyadı kanununun kabulünden sonra 24 Kasım 1934 yılında 2258 Sayılı Kanunla, TBMM Türk milletinin bir şükran ifadesi olarak, Gazi Mustafa Kemal Paşaya Atatürk soyadını vermiştir.

1934 yılında çıkarılan diğer bir kanunla da; "Ağa, Hacı, Hafız, Hoca, Molla, Efendi, Paşa" gibi, eski toplum zümrelerini belirten unvanlar kaldırılmıştır. Aynı kanunla yurt savunmasında, Milli Mücadelede gösterilen başarılar karşılığı verilen madalyalar dışında, eski Osmanlı idarecilerinin verdiği tüm nişan ve rütbeleri taşımak da yasaklanmıştır.
  
Ölçülerde Değişiklikler
1 Nisan 1931 tarihinde çıkarılan 1782 Sayılı Kanunla, eski ağırlık ve uzunluk ölçüleri değiştirilmiş; arşın, endaze, okka, çeki gibi hem belirli olmayan hem de bölgelere göre değişen eski ölçüler kaldırılmıştır. Medeni ölçü sayılan onlu yönteme uygun, metre ve kilogram gibi uzunluk ve ağırlık ölçüleri kabul edilmiştir. Uzunluk ve ağırlık ölçülerinde yapılan bu değişiklikler, ülkede ağırlık ve uzunluk ölçülerinde tek bir sistemin uygulanmasını sağladığı gibi uluslararası ticari ilişkilerde de yararlı olmuştur.

Takvimde Değişiklik

Ayın hareketlerine göre ayları gösteren, saat, rakam ve tatil günleri, gerek memleketin iç hayatında, gerekse dünya ile olan ilişkilerimizde büyük güçlük çıkartıyor, çalışma hayatımızda karışıklıklara neden oluyordu. 26 Aralık 1925 tarihinde kabul edilen kanunlarla Hicri ve Rumi takvim kaldırılarak yerine Miladi takvim, alaturka saat yerine de uluslararası saat kabul edildi. 20 Mayıs 1928'de de uluslararası rakamlar yasallaştı.

Hafta tatili olarak kabul edilen cuma yerine, pazar gününün resmi hafta tatili günü olması ise, 1935'te çıkarılan bir kanunla sağlanmıştır.

   CUMHURİYETÇİLİK
Türk milletinin karakterine ve adetlerine en uygun olan idare, Cumhuriyet idaresidir (1924).
Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemiyle devlet şekli demektir(1933).

Cumhuriyet, yüksek ahlaki değer ve niteliklere dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir(1925).

Bugünkü hükümetimizin, devlet teşkilatımızın doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet ve hükümet teşkilatıdır ki onun adı Cumhuriyettir. Artık hükümet ile millet arasında geçmişteki ayrılık kalmamıştır. Hükümet millet ve millet hükümettir. (1925)

  
MİLLİYETÇİLİK
Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türk halkına, Türk milleti denir(1930).
Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trakyalı her bir soyun evlatları ve aynı cevherin damarlarıdır (1923).

Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk toplumudur. Bu toplumun fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o topluma dayanan Cumhuriyet de, o kadar kuvvetli olur(1923).

Biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle işbirliği yapan bütün milletlere saygı duyarız. Onların milliyetlerinin bütün gereklerini tanırız. Bizim milliyetperverliğimiz her halde bencil ve gururlu bir milliyetperverlik değildir(1920).
  
HALKÇILIK
İç siyasetimizde ilkemiz olan halkçılık, yani milletin bizzat kendi geleceğine sahip olması esası Anayasamız ile tespit edilmiştir.(1921)
Halkçılık, toplum düzenini çalışmaya, hukuka dayandırmak isteyen bir toplum istemidir.(1921)

Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan oluşmuş değil, fakat kişisel ve sosyal hayat için işbölümü itibariyle çeşitli mesleklere ayrılmış bir toplum olarak görmek, esas prensiplerimizdendir.(1923)
LAİKLİK
Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Bütün yurttaşların vicdan, ibadet ve din hürriyeti demektir.(1930)
Laiklik, asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için, gerçek dindarlığın gelişmesi imkanını temin etmiştir.(1930)

Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasıt ve fiile dayanan tutucu hareketlerden sakınıyoruz.(1926)
  
DEVLETÇİLİK
Devletçiliğin bizce anlamı şudur: Kişilerin özel teşebbüslerini ve şahsi faaliyetlerini esas tutmak, fakat büyük bir milletin ve geniş bir memleketin ihtiyaçlarını ve çok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleket ekonomisini devletin eline almak. (1936)
Prensip olarak, devlet ferdin yerine geçmemelidir. Fakat ferdin gelişmesi için genel şartları göz önünde bulundurmalıdır.(1930)

Kesin zaruret olmadıkça, piyasalara karışılmaz, bununla beraber, hiç bir piyasa da başıboş değildir.(1937)
  
İNKILAPÇILIK
Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve bütün anlam ve görünüşüyle uygar bir toplum haline ulaştırmaktır.(1925)
Biz büyük bir inkılap yaptık. Memleketi bir çağdan alıp yeni bir çağa götürdük,(1925)
  
KARA KUVVETLERİ
 1. Dünya Savaşı yenilgisi, Osmanlı İmparatorluğuna pahalıya mal olmuştu. Ordu mevcudu 50.000'e indirilmiş, silahları da elinden alınmıştı. 1920 yılında, Türk Kara Kuvvetleri'nin mevcudu, sekiz kolordu halinde yirmi piyade tümeninden ibaretti. Ayrıca bir süvari tümeni ile iki süvari grubu ve bir süvari tugayı mevcuttu. Bu kuvvetler, o günkü durum gereği, üç cepheye ve bu cephe komutanlıkları dışında bazı bağımsız kolordulara ayrılmıştı.
1 Ağustos 1922'de, Büyük Taarruz'dan önce, Batı Cephesi Kuvvetleri iki ordu halinde kuruldu. Bunun dışında Doğuda 15. Kolordu ile Güneydoğuda askeri birlikler mevcuttu. Büyük Zaferin kazanılmasından ve Lozan Barış Antlaşması'nın imzalanmasından sonra, Türk Kara Kuvvetleri yeniden düzenlenmiştir. İlk kuruluş, ikişer tümenli dokuz kolordu ile üç süvari tümeninden ve bir çok müstahkem mevkiden oluşan kuvvetlerle, üç ordu halinde idi.

Milli Mücadeleden sonra en önemli sorun, Kara Kuvvetlerimizi teknik bakımdan güçlendirmek, eğitim, harekat ve istihbarat konularında hizmet görecek, nitelikli kuruluşlar haline getirmekti. 1927'de Renault tanklarının alınması ile kurulan motorize birlikler, daha sonraki yıllarda da çağın ihtiyacına cevap verecek duruma getirilmiştir.
  
HAVA KUVVETLERİ
Cumhuriyet döneminde havacılık, Atatürk'ün "İstikbal göklerdedir" vecizesinin ışığı altında hızla geliştirildi. Milli Kurtuluş Savaşı'ndan sonra Hava Harp Okulu geliştirildi ve eğitim amacıyla yurtdışına öğrenci gönderildi. 1928'de Hava Müsteşarlığı ile birlikte, üç hava taburu kuruldu. Bu taburlar 1932'de alay, 1939'da tugay, 1943'de de tümen haline getirildi.
1939'a kadar Hava Kuvvetlerine ait birlikler, alay ve bağımsız tabur halinde ayrı ayrı, hareket ve eğitim yönünden Genelkurmay Başkanlığına, lojistik destek ve personel ikmali yönünden de, Milli Savunma Bakanlığına bağlı idi. 22 Mayıs 1939'da Hava Kuvvetlerinin taktik sevk ve idaresini kolaylaştırmak amacıyla teşkilat değişikliği yapılarak bölge esasına göre düzenlemeye gidildi.
  
DENİZ KUVVETLERİ
1. Dünya Savaşında, Osmanlı donanması çok sınırlı imkanlarla, başarılı sonuçlar elde etmiş, Çanakkale muhaberelerinde kara ordusunun işbirliği ile düşman kuvvetlerinin Boğaz'dan geçmesini engellemiştir. Milli Kurtuluş Savaşında, denizcilerimiz Anadolu'ya kaçırabildikleri küçük teknelerle (Aydın Reis ve Preveze gambotları), Karadeniz sahillerini ve limanlarını tecavüzden korudukları gibi, özellikle İstanbul'dan Anadolu'ya 250.000 ton silah, araç, gereç ve cephaneyi taşıyarak Milli Mücadele davasına hizmet etmişler ve katkıda bulunmuşlardır.
Yeni Türk Devletinin kuruluşu ile, donanmamızın, çağın teknik gelişmesine önem verilerek, yurdun korunması ve savunulması amacıyla güçlü bir duruma getirilmesi için çaba harcanmıştır. Üç tarafı denizle çevrili olan yurdumuzun savunmasını üstlenecek, teknolojik güçte büyük bir donanma kurmak devlet politikamızın en önemli unsuru olmuştur. Cumhuriyet döneminde kurulan Gölcük Tersanesi, modern tekniğin gereklerine cevap veren savaş gemileri yapma başarısını göstermiştir.
   EMNİYET TEŞKİLATI
10 Nisan 1845 tarihinde yayınlanan Polis Nizamnamesi ile ilk defa POLİS adı verilen bir zabıta teşkilatı kuruldu. Zabıta kuruluşlarının birleştirilmesi amacıyla vazifelendirilen Zaptiye Müşiriyeti'nin çalışmalarıyla, İstanbul ve taşranın güvenlik görevlileri Zaptiye Alayı şeklinde teşkilatlandırılmışlardır. Zaptiye askerlerinin görevleri 1869 yılında çıkarılan bir talimatla belirlenmiştir.
Ancak Zaptiye Müşirliğinin kurulmasıyla Askeri niteliğinden ayrılan Zabıta görevi Mülki Makamların emrinde 30 seneyi aşkın bir süre görev yaptıktan sonra, 1879 yılında yeniden Seraskerliğe bağlanmış ve Sadrazam Said Paşa'nın yayınladığı bir genelge ile, Asakir-i Zaptiyenin Jandarma usulüne göre düzenlenmesi emredilmiştir. Zaptiye Nezareti başlangıçta sadece İstanbul'un güvenlik işlerine bakarken 1885 yılından itibaren taşraya da yaygınlaştırıldı. Bu nezaret, kaldırıldığı 1909 yılına kadar bugünkü Emniyet Genel Müdürlüğünün görevlerini ifa etmekte idi.

1881 yılında İstanbul'daki Asakir-i Zaptiye Teşkilatı lağvedilerek İstanbul'un çeşitli yerlerinde Bölük düzeninde Polis kuruluşuna geçildi. Ayrıca, İstanbul'da 1898 yılında Sivil Polis, Polis Müfettişliği, Süvari Polisi, 1899 yılında da Deniz Polisi hizmetleri başlamıştır.

Polis görevlerini düzenleyen ilk hukuki metin 1896 tarihinde yayınlanan "Asayiş Vazifesiyle Mükellef olanların Nizamiye ve Jandarma Asakiri Şahanesiyle, Polis Memurlarının süreti hareketine dair talimat" dır. 23 Temmuz 1908'de İkinci Meşrutiyetin ilanından sonra Zaptiye Nezaretinin etkinliği sona erdi ve 1909 yılında kaldırıldı. Kaldırılan Zaptiye Nezareti yerine 22 Temmuz 1909 tarihinde "İstanbul Vilayeti ve Emniyeti Umumiye Müdüriyeti Teşkilatına dair Kanun" ile Dahiliye Nezaretine bağlı Emniyet Umumiye Müdürlüğü kurulmuştur.

TBMM'nin kuruluşundan iki ay sonra bugünkü Emniyet Genel Müdürlüğünün kuruluş temelleri atılmıştır. İki yıl müddetle birisi İstanbul Hükümetine bağlı İstanbul'daki Emniyeti Umumiye Müdürlüğü, ikincisi Ankara'daki Milli Hükümete bağlı Emniyeti Umumiye Müdürlüğü görev yapmıştır.

İstanbul'daki Emniyet Genel Müdürlüğünün 1922 yılında kaldırılmasından sonra, 24 Şubat 1923'de İstanbul Polis Müdüriyeti Umumiyesi de kaldırılarak yerine Ankara'daki Emniyet Umumiye Müdürlüğüne bağlı ve İl Teşkilatları düzeyinde İstanbul Polis Müdürlüğü ihdas edilmiştir. Teşkilat 1930 yılına kadar devamlı bir gelişim göstermiş Emniyet Umumiyeti Umum Müdürlüğü ismini, Emniyet İşleri Umum Müdürlüğüne bırakmıştır.

1934 yıllarında 2559 sayılı Polis Vazife Selahiyet Kanunu neşredilmiştir. 1937 yılında da, Cumhuriyetin gelişimine ayak uyduramayan Polis Teşkilatı Kanunu lağvedilerek yerine Emniyet Teşkilatı Kanunu çıkarılmıştır.
İNGİLTERE ile MUSUL SORUNU
Lozan Barış Antlaşması'ndan sonra, Türkiye'yi en çok meşgul eden ve bir ara barış için de tehlikeli olan sorun İngiltere ile Musul Antlaşmazlığı olmuştur. Lozan Konferansı'nda Türk-Irak sınırının çizilmesi hususu müzakere konusu olduğundan, Türkiye halen Irak sınırları içinde kalan Musul ve Süleymaniye bölgeleri halkının büyük çoğunluğunun Türk olması dolayısıyla, bu bölgelerin Türkiye'nin sınırları içinde bulunması gerektiğini savunmuştur. İngiltere ise buna itiraz ederek, bu bölgelerin Irak sınırları içinde olduğunu iddia etmiştir. Böylece Irak sınırımız Lozan'da kesin bir sonuca bağlanamamış, Antlaşmazlığın giderilmesi için iki taraf karşılıklı görüşmelerle soruna bir çözüm bulacaklarını, şayet anlaşamazlarsa, Milletler Cemiyeti Konseyi'ne gidileceği hususunda mutabakat sağlamışlardı.
Uyuşmazlığı gidermek için 1924'te İstanbul'da toplanan konferansta, İngilizler Musul Vilayetinden başka Hakkari vilayetinin de Irak sınırlarına katılması talebini ileri sürmüştür. Başarılı olmayan ikili görüşmeler sonunda, Lozan Barış Antlaşması hükümleri uyarınca mesele Milletler Cemiyeti Konseyi'ne getirildi. Konseyin teşkil ettiği bir Komisyonun verdiği rapora uyularak, Milletler Cemiyeti de Musul'u Irak'a bırakmanın uygun olacağını belirtti. Türkiye, Milletler Cemiyeti Konseyi'nin bu tavsiye kararı üzerine, Antlaşma yolunu tercih ederek İngiltere ile 5 Haziran 1926 tarihinde bir antlaşma imzalamıştır. Bu antlaşma ile Türk -İngiliz siyasi uyuşmazlığı bir çözüm şekline bağlanmış, Musul bunalımı sona ermiş ve Türk - Irak sınırı da çizilmiştir.

Musul bunalımı, Türkiye ile Sovyet Rusya'yı birbirine yaklaştırmış, 17 Aralık 1925'de Paris'te "Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Paktı"nın imzalanmasına neden olmuştur.
  
TÜRKİYE - FRANSA İLİŞKİLERİ
Lozan'dan intikal eden Osmanlı borçları, Türkiye-Suriye sınırının tespiti, misyoner okulları ve Adana-Mersin demiryollarının satın alınması sorunları, Türkiye ile Fransa arasında önemli uyuşmazlık konuları idi.
20 Ekim 1921 tarihli Ankara Antlaşmasına göre, Türkiye-Suriye sınırını kesin olarak çizecek komisyon çalışmalarından sonuç alınamaması Türkiye ile Fransa'nın diplomatik temaslarla sorunu halleden Dostluk ve İyi Komşuluk Sözleşmesi'nin 18 Şubat 1926'da parafe edilmesine rağmen söz konusu sözleşme, Musul Antlaşmazlığının halli sonunda ancak 30 Mayıs 1926'da imzalanmıştır.

Asıl önemli konu borçlar sorunuydu. Bu sorun 13 Haziran 1928'de Paris'te Türk Hükümeti adına Paris Büyükelçisi ile Osmanlı Düyunu Umumiyesi adına ilgililer arasında bir Antlaşmaya varılarak sonuçlandırılmıştır. Ancak, 1929 yılında başlayan dünya ekonomik bunalımı borçların ödenmesini güçleştirmiş, Türkiye de Hoover Moratoryumu'ndan -borçların ertelenmesi- faydalanmak istemiştir. Paris'te yapılan görüşmeler sonunda ilk antlaşmadan çok daha uygun şartlarla yeni bir antlaşma 22 Nisan 1933'te imzalanarak borçlar sorunu da çözüme kavuşturulmuştur.

Yabancı okullarda tarih ve coğrafya derslerinin Türkçe ve Türk öğretmenler tarafından okutulması için hazırlanan yönetmelik, Fransa ile derin Antlaşmazlıklara neden olmuştur. Kapitülasyon sisteminin kalıntılarını temizlemek amacıyla, bir Fransız şirketi tarafından işletilen Adana-Mersin demiryolunun bir kanunla satın alınmak istenişi, Fransa ile aramızda yeni bir uyuşmazlık ortaya çıkarmıştır. Ancak, bu uyuşmazlık da 1929 yılında yapılan bir Antlaşma ile noktalanmıştır.

  
TÜRKİYE - YUNAN İLİŞKİLERİ
Lozan Barış Antlaşması'ndan önce, 30 Ocak 1923'te imzalanan Lozan Barış Antlaşmasına ek bir sözleşme ve protokolle Türkiyeli Rumlarla, Yunanistan'daki Müslüman Türklerin değiştirilmesi öngörülmüştü. Ancak, bundan Batı Trakya Türkleri ile İstanbul'da oturan (sakin-etabli) Rumlar istisna edilmişlerdi. Yunanlıların İstanbul'da daha çok Rum alıkoymak istemeleri, Antlaşmada mevcut sakin (etabli) deyiminin yorumunda uyuşmazlığa sebebiyet vermiştir. Ağır bunalımlara neden olan bu uyuşmazlık, 6-7 yıl devam ettikten sonra, 1930 yılında çözülmüştür. Böylece, iki taraf arasında uzun süre devam eden huzursuzluk ortadan kaldırıldığı gibi, Türk-Yunan ilişkilerinin düzelmesine ve ilerde Balkan Paktı'nın kurulmasına ön ayak olmuştur.   
TÜRKİYE - İTALYA İLİŞKİLERİ
İngiltere ile Musul sorununun ağır bunalımlar geçirdiği bir devrede ve Yunanlılarla "etablis" Antlaşmazlığının verdiği huzursuzluğun devam ettiği sırada, Türkiye toprakları üzerinde, 1. Dünya Savaşı'ndan intikal elden emelleri olan İtalya, Türkiye üzerinde siyasi ve psikolojik baskı yaparak resmi taleplerde bulunuyordu. Türkiye'nin Musul sorununu halletmesi, Fransa ile uyuşmazlığını bir çözüm tarzına bağlaması, Türkiye'nin sınırlarını kesin olarak ortaya koymuştu. Lozan'dan itibaren, her geçen gün güç kazanan Türkiye, sömürgeci politikaya şiddetle karşı koyacağını göstermek için gereken tedbirleri de almıştı.
İtalya'nın Arnavutluk'u nüfuzu altına alması, Yugoslavya'da korku uyandırdı ve Fransa'yı Yugoslavya'ya yanaştırdı. İtalya artık Anadolu üzerinde hayale dayanan sömürgecilik politikasından vazgeçti. Türkiye'ye yakınlaşmaya başladı ve böylece Türkiye İtalya arasında, 30 Mayıs 1928'de Tarafsızlık ve Uzlaşma Antlaşması'nın imzalanması mümkün oldu.

İtalya'nın Habeşistan'a saldırması ve Milletler Cemiyeti'nin bu saldırıya karşı, 16. maddesinde öngörülen ekonomik zorlama tedbirlerini uygulaması ve Türkiye'nin de bu zorlayıcı tedbirlere katılması, bir taraftan uluslararası işbirliğinin tezahürü olmakla beraber, diğer taraftan da Türkiye'nin İngilizlerle yakın ilişkiler kurmasına neden olmuştur. Zorlayıcı tedbirlerin uygulanmasında, İngiltere'nin Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya'ya teminat vermesi bu devletlerde rahatlık ve güvenlik uyandırdığı gibi, karşılıklı yardım taahhüdü de Akdeniz Paktı adı ile anılan paktın doğumuna neden olmuştur.

Türk-İtalyan ilişkileri, İtalyan-Habeş Savaşından sonra geçici olarak düzelmişse de Akdeniz'de yapılmakta olan denizaltı korsanlığını önlemek amacıyla toplanan Eylül 1937 Nyon Konferansı sonunda aktedilen Nyon Antlaşması ile yeniden bozulmuştur. Türkiye bu konferansta İngiltere'yi desteklemiş ve milliyeti belirsiz denizaltılara karşı ortak uygulamayı kabul etmiştir.
  
TÜRKİYE - SOVYET RUSYA İLİŞKİLERİ
Musul Antlaşmazlığı, Türkiye ile İngiltere'yi karşı karşıya getirmiş olmasına karşılık, Türkiye ile Sovyet Rusya'yı da birbirine yakınlaştırmıştır. Sovyet Rusya'nın Türkiye'ye yakınlaşmasına, Locarno Antlaşmaları ile Almanya'nın Batılılar safında yer almasından duyulan endişe neden olmuştur. Bu yakınlaşma, Paris'te 17 Aralık 1925 tarihli Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması'nın imzalanması sonucunu doğurmuştur.
Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması'ndan sonra, Türk Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras'ın Odesa'yı ziyareti, Türk-Sovyet ilişkilerinin gelişmesine vesile olmuştur. Bu yakınlık, Sovyetleri, toplanmakta olan silahsızlanma konferansına Türkiye'nin katılmasını teklif etmeye kadar götürmüş ve böylece Türkiye, Lozan'dan beri ilk defa uluslararası işbirliğine çağrılmıştır.

Yeni Türkiye'nin Batılı devletlerle Antlaşmazlıklarını bir çözüme vardırması, Antlaşmazlıkları halletmesi ve Batılı devletlerle iyi ilişkiler kurması, Rusya'da iyi karşılanmamıştır. Türkiye'deki komünist hareketine karşı daha dikkatli ve hassas davranmıştır. Sovyetler, Türk Hükümeti'nin komünizm aleyhine aldığı sert tedbirleri şiddetli bir tepki ile karşılamıştır.

1930'dan 1938'e kadar, Türk-Sovyet ilişkileri dostane bir şekilde yürüdü. Türkiye'nin Milletler Cemiyeti'ne girişi önceleri Sovyetler tarafından istenmedi. Daha sonra, Sovyetlerin Milletler Cemiyeti'ne girmesi hususunda, Türkiye'nin girişimi ve tecavüzün tarifi hakkındaki antlaşmalara her iki devletin de katılmaları dış politikada işbirliğini sağlamıştır. Montreux Konferansı ve bu konferans sonunda imzalanan Montreux Boğazlar Sözleşmesi, Türk-Sovyet ilişkilerinde ayrılığın ilk adımını teşkil etmiştir. Montreux'de kabul edilen yeni sistem, Sovyetler bakımından yetersiz görülmüştür. Montreux Konferansı, Türkiye'nin, Rusya ve İngiltere ile olan ilişkilerinde yeni gelişmelerin başlangıcı olmuştur. Boğazlar Sözleşmesi ile Türkiye İngiltere'ye yaklaşmıştır. Bunda Türkiye'nin kendi güvenliğinin rolü olduğu gibi, Sovyetlerin kendi rejimlerini Milli Mücadele'nin başından itibaren Türkiye'de uygulamak hususunda izledikleri politikanın da önemli rolü olmuştur. 1930-1938 devresi arasında Türkiye'nin dış politikasında Milletler Cemiyeti'ne girişi, Balkanlarda barış ve güvenliği temine yarayan Balkan Antantı'nı tesis etmesi ve keza Orta Doğu'da barış ve güvenlik amili olarak Sadabad Paktı'nı imzalaması ve bilhassa Türkiye'yi hayati bakımdan ilgilendiren Boğazlar ve Hatay meselelerini barışçı yollarla halletmesi başarılı adımlar olarak tarihe geçmiştir.
  
Türkiye-Afganistan
Yeni Türkiye, kuruluşundan itibaren, doğuda Afganistan'la iyi ilişkiler kurmuş, 1 Mart 1921 tarihli Moskova'da imzalanan dostluk antlaşması ile yalnız hükümetler arası değil, halklar arası da dostluk ve yakınlık tesisine çalışmıştır. Afgan Kralı Amanullah Türkiye'yi ziyaretinde, 25 Mayıs 1928'de Ankara'da Türk-Afgan Dostluk ve İşbirliği Antlaşması imzalanmıştır. Gerek Afganistan'da gerekse Türkiye'de iktidar değişikliği bu dostlukları zedelememiştir.

Türkiye-İran

Türkiye ile İran arasında, sınır bölgesinde aşiretlerin yarattıkları sınır uyuşmazlıkları gidermek için 22 Nisan 1926'da Güvenlik ve Dostluk Antlaşması ve bu antlaşmayı daha etkili bir hale getiren ve ona ek 15 Haziran 1928 tarihli protokol imzalanmıştır.

1930-1938 Devresi

1930 yılına girerken Türkiye, büyük devletlerin hepsi ile normal ilişkiler kurmuştur. Sovyet Rusya ile geleneksel dostluk bağları devam etmekle beraber, Rusya dayanılan tek büyük devlet olmaktan çıkmış bulunuyordu. 1930 yılından itibaren Türkiye, aktif bir politika takip ederek, kendi bölgesinde barışın ve güvenliğin korunması yolunda gerekli teşebbüslere girişmiştir. Türkiye için bu devrenin en önemli olaylarını; Türkiye'nin Milletler Cemiyeti'ne girişi, Balkanlarda işbirliği sonucu doğan Balkan Antantı, Türk-İngiliz yakınlaşması, emperyalist İtalya karşısında Türkiye'nin durumu, Türk-Sovyet ilişkileri, Montreux Boğazlar Sözleşmesi, Türk-Fransız ilişkileri ve Sancak Antlaşmazlığı ile Sadabad Paktı oluşturur.
  
TÜRKİYE'NİN MİLLETLER CEMİYETİNE KATILMASI
Türkiye, İngiltere'nin geniş nüfuzu altında bulunan Milletler Cemiyeti'ne güvenle bakamadığından bu teşkilata üye olma hususunda bir istek göstermemişti. 1930'dan sonra uluslararası işbirliğinin önemi daha çok duyulduğundan, Milletler Cemiyeti'ne ilgi de artmıştır. Türkiye'nin Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, 20 Nisan 1932 Cenevre Silahsızlanma Konferansında, Milletler Cemiyeti'ne katılmamızı istemiş ve bu istek, Milletler Cemiyeti Konseyi'nin 6 Haziran 1932 tarihli toplantısında, Türkiye'nin Milletler Cemiyeti'ne davet edilmesiyle gerçekleşmiştir.
Türkiye'nin Milletler Cemiyeti'ne girişi dış politikasında yeni bir aşama olmuş ve girdikten iki yıl sonra da Konsey Üyeliğine seçilmiştir.
  
BALKAN ANTANTI
İtalya'nın Akdeniz'deki emperyalist özlemleri, Yunanistan'la Türkiye arasındaki düşmanlığı sona erdirmiş ve tohumları, 1929'da Yunanistan ve Yugoslavya'nın imzaladıkları Balkan Paktı ile meyvesini vermiştir. Balkanlarda siyasi işbirliğini öngören Balkan Antantı, 9 Şubat 1934 tarihinde imzalanmıştır. Antlaşmanın imzalanması, Balkan devletleri arasında özellikle 1930'dan itibaren gelişme kaydeden Balkan Konferanslarıyla gerçekleştirilen genel anlamıyla yakınlaşma ve işbirliğinin bir sonucudur. Almanya'da Nazi Partisi'nin iktidara geçişi, Balkan devletlerini birbirine yaklaştırmıştır.
Balkan Antantı ile taraflar sınırlarını karşılıklı olarak garanti ettikleri gibi, birbirlerine danışmadan herhangi bir Balkan devletiyle bir siyasi antlaşma veya siyasi bir harekette bulunmamayı taahhüt ediyorlardı. 1939'dan itibaren Balkanlarda ve dünya politikasında cereyan eden olaylar Balkan Antantı'na da fiilen son verememiştir. 1940 yılında son toplantısını yapan Balkan Antantı, savaşın Balkanları da içine almasından ötürü bir daha toplanamamıştır. Balkan Antantı'nın barışın korunması üzerindeki önemli rolü; Balkanları barış ve güvenliğe kavuşturması, asgari ölçüde de olsa Balkanlı Devletler arasında bir uyuşmazlığa ve silahlı çatışmaya yer vermemesidir.
   MONTREUX (MONTRÖ) BOĞAZLAR SÖZLEŞMESİ
İstanbul Boğazı, Marmara Denizi ve Çanakkale Boğazı, genel olarak "Türk Boğazları" diye anılır. Boğazlar, Karadeniz'i Akdeniz'e bağlaması bakımından tarihi ve siyasi önemi olan bir su geçididir. Avrupa ile Asya'yı ayıran deniz sınırı olmakla beraber, aynı zamanda iki kıtayı birbirine yaklaştırması bakımından coğrafi ve stratejik değer de taşırlar. 18. yüzyılda Doğu Meselesinin büyük önemle kendisini hissettirmesiyle, Boğazlar üzerinde daha çok durulmuş ve o zamandan itibaren hukuki ve siyasi bir sorun olarak inceleme konusu olmuştur. Karadeniz'i Akdeniz'e ve dolayısıyla Karadeniz'i diğer açık denizlere bağlayan Boğazların, tek deniz geçidi olmaları nedeniyle, hukuki statüsü düzenlenirken Türkiye'nin hayati haklarını ve savunmasını göz önünde bulundurmak mutlak bir zorunluluktur. Çünkü Boğazlar, Türkiye'nin hayat damarıdır. Kalbidir ve varlığı ile yakından ilgilidir.
Mondros Mütarekesi ve Sevr Antlaşması'ndan farklı hükümler taşıyan ve hakimiyeti daha az sınırlayan Lozan Barış Antlaşması'na ek Boğazlar Sözleşmesi üç ilkeye dayanıyordu. Önce Boğazlar askersiz hale getiriliyordu. Ayrıca, Boğazlarda geçişi kontrol etmek ve Milletler Cemiyeti'ne geçişle ilgili bilgiler vermekle yetkili bir Boğazlar Komisyonu kuruluyordu. Bunun dışında, askeri bakımdan Türkiye için tehlike teşkil edecek bir duruma engel olmak üzere Milletler Cemiyeti'nin, özellikle Büyük Britanya, Fransa, İtalya ve Japonya'nın garantisi sağlanıyordu. Boğazlar konusunda Lozan'ın arz ettiği en büyük sakınca, Türkiye'nin boğazlar üzerinde tam denetiminin sağlanamamış olması idi.

Türkiye uluslararası barış ve güvenliğin korunması yolundaki güçlüğü belirterek, 23 Mayıs 1933 Londra Silahsızlanma Konferansı'ndan itibaren, barışçı yollarla ilgili devletlere başvurarak Boğaz Sözleşmesini imzalandığı zaman siyasi ve askeri durumun farklı olması, Türkiye'de Milletler Cemiyeti'nin verdiği garantinin işleyememesi sebeplerinden ötürü, ilgili devletlerce uygun görülerek Boğazların statüsünü yeniden düzenlenmesini istedi. Bu istek üzerine 22 Haziran 1936'da Montreux'de bir konferans toplandı.

20 Temmuz 1936'da imzalanan Montreux Boğazlar Sözleşmesi, Lozan Boğazlar Sözleşmesi'nin yerini almıştır. Montreux ile Boğazlar Komisyonu, askersiz bölge üzerindeki sınırlamalar kaldırılarak bu bölgelerin de askerli hale getirilmesi kabul edilmiştir. Milletler Cemiyeti'nin yetersiz garantisi yerine, Türkiye kendi gücüne dayanabilmek ve Boğazlar üzerinde de savunmasını yapabilmek imkanına kavuşmuştur. Ayrıca, Boğazlardan geçiş ve ulaşım, hem Türkiye'nin hem de Karadeniz devletlerinin Karadeniz'deki güvenliğini koruyacak biçimde düzenlenmiştir. Türkiye'nin, Boğazlar Sorununu, barışçı çözüm yollarıyla sonuçlandırması, büyük takdir uyandırmıştır.

  
SADABAD PAKTI
Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında, 8 Temmuz 1937'de Tahran'da Sadabad Sarayı'nda imzalanan dörtlü pakt, İtalya'nın doğu ülkelerini hedef tutan istila politikasından ve bu politikanın oluşturduğu endişeden doğmuştur. Orta Doğuya yönelen İtalya'ya karşı bir savunma sistemi kurmak, Orta Doğunun güvenliği için zorunlu görülüyordu. İlk defa bu amaçla, 2 Ekim 1935'te Cenevre'de Türkiye, İran ve Afganistan arasında üçlü bir Antlaşma parafe edildi. Buna daha sonraları Irak da katıldı. Ancak Irak-İran sınır antlaşmazlığının çözümlenmesi (Şattülarap uyuşmazlığı), Türkiye ile İran arasında dostluk çerçevesi içinde sınır sorunu dahil her alanı düzenleyen Antlaşmaların akti, 8 Temmuz 1937 tarihli Sadabad Paktı'nın imzalanmasına imkan vermiştir.
Dört Devlet, antlaşma ile dostluk ilişkilerini devam ettireceklerini, Milletler Cemiyeti Paktı ile Briand-Kellog Paktı'na bağlı olacaklarını, birbirinin iç işlerine karışmayacaklarını, ortak çıkarlarını ilgilendiren hususlarda birbirlerine danışacaklarını, birbirlerine karşı saldırıda bulunmayacaklarını ve sınırlarının korunmasına saygı göstereceklerini taahhüt etmişlerdir.
  
Halk Zümresi, Islahat, İstiklal, Tesanüt Grupları
23 Nisan 1920'de Ankara'da toplanan T.B.M.M., seçimle gelenler ile eski Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nın Ankara'ya katılan üyelerinden oluşuyordu. Belirli bir görüşü temsil etmediklerinden ve herhangi bir siyasi partinin temsilcisi olmadıklarından, aralarında bir birlik mevcut değildi. Farklı kaynaklardan gelen bu insanlar, aynı zamanda farklı düşüncelerinde sahibi idiler.

Aslında, seçilirken Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin temsilcisi olarak Meclise katılan milletvekilleri, Misak-ı Milli amacında birleşmekle beraber, Mecliste bir birlik göstermekten uzak kalıyorlardı. Meclisteki gruplaşmalar, Meclis çalışmalarının başarı ile sürmesine engel teşkil ediyordu.

Ana ve temel düşünce etrafında birleşen milletvekilleri, değişik düşünce ve inançların da etkisiyle bir takım gruplar kurmuşlardı. Tesanüt Grubu (Dayanışma Grubu), İstiklal Grubu (Bağımsızlık Grubu), Müdafaa-i Halk Zümresi, Islahat Grubu ile beraber isimsiz olarak özel amaçlar etrafında birleşen küçük gruplar da TBMM'nde temsil edilmekte idiler. İttihat ve Terakkicilerin bir kısmı, Tesanüt Grubunda bulunuyordu. Tesanütçüler bir çeşit sendikalizm amaçlayan program etrafında toplanmışlardı. Halk Zümresinde, Bolşevik olmaya meyilli, sol eğilimli milletvekilleri bulunuyordu. İstiklal grubu milletvekillerinin, pek çoğu ileri görüşlü, hamleci gençlerden oluşuyordu.

Mustafa Kemal Paşa ortaya çıkan siyasi Antlaşmazlıkları azaltmak, çeşitli grupları birleştirmek için büyük çaba göstermiş, ancak bir sonuç alamayınca Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk grubu adı ile bir grup kurmuştur.
  
CUMHURİYET HALK FIRKASI'NIN KURULUŞU
TBMM'nde mevcut hizipleri birleştirmek veya mevcut hiziplerden birini takviye ederek Mecliste iş ve hizmet görme gayretleri sonuç vermedi. 10 Mayıs 1921 günü, Mustafa Kemal Paşanın başkanlığında toplanan 151 milletvekili Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Meclis Grubu kurma kararı aldılar ve grup başkanlığına da Mustafa Kemal Paşa'yı getirdiler.
Bir süre sonra Mecliste, Birinci Grup ve İkinci Grup diye bir ayrılma baş gösterdi. Birinci Grup, millet iradesine ve milletin egemenliğine değer vererek, milletin maddi ve manevi gücünü seferber etme çabası içinde idiler. Atatürk Birinci Grubun başında bulunuyordu. İkinci Grup hilafet ve saltanat makamının ve Osmanlı devlet şeklinin saklı tutulmasını istiyordu. İkinci Grup, Ankara'daki siyasi gücü geçici saymakta, Misak-ı Milli'nin sağlanmasından sonra, hükümetin çekilmesi gereğini ifade etmekteydi. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir hükmüne de, Padişahın yetkilerini kısıtlayacağı için karşı idiler. Kısaca İkinci Grup, sosyal görüş bakımından gelenekçi ve mukaddesatçı, siyasi görüş bakımından da Osmanlı düzeninden yanaydı.

Mustafa Kemal Paşa'nın Ankara'da, Hakimiyeti Milliye, Yenigün ve Öğüt gazetelerine "Halk Fırkası" adıyla siyasi bir parti kurma niyetini açıklaması ile, Meclis'te Birinci Grubu teşkil edenler bu yeni kurulacak partide hizmete hazırlandılar. Mustafa Kemal Paşa'ya göre "Halk Fırkası, bütün milletin refah saadetini temine yönelik olcaktır". Atatürk, "ortaya koyacağımız şey müspet millet programıdır" demekte ve "Tam istiklalle, kayıtsız şartsız millet hakimiyetinin, Halk Fırkası'nın programının iki esas maddesini oluşturduğunu" ifade etmekteydi. Ayrıca, Atatürk diğer konuşmasında da, "Halk Fırkası'nın halkımıza siyasi terbiye vermek için bir mektep olacağını" dile getirmiştir.

Mustafa Kemal Paşa, 8 Nisan 1923'te yapılacak seçimde milletvekillerine vereceği görev ve yetkileri bel
TERAKKİPERVER CUMHURİYET FIRKASI
İktidarı elinde bulunduran Cumhuriyet Halk Fırkası'na karşı bir muhalefet havası esmeye başlamış, çeşitli yönleriyle şikayetler muhalifler tarafından ortaya çıkarılmıştı. Parti'nin Meclis üzerinde baskı yaptığı iddia ediliyor, bunun kaldırılması isteniyordu. Cumhuriyet Halk Fırkası'ndaki ayrılıklar, 17 Kasım 1924'te Ankara'da Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın yani yeni bir partinin doğmasına sebep oldu.
Yeni parti, Meclisin ikinci döneminde Cumhuriyet Halk Fırkası'ndan ayrılan milletvekillerinin katılması ile Meclis içinde kuruldu. Fırka'nın başkanı General Kazım Karabekir, İkinci Başkanı H.Rauf Orbay (eski başbakan) ve genel sekreteri de Ali Fuat Cebesoy'du.

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın programı şu esaslara dayanıyordu: Partinin sistemi liberalizm ve halkın hakimiyetidir. Genel olarak hürriyetlere taraftardır, dinsel düşünce ve inançlara saygılıdır. İdari yönden, yerinden yönetimin gerçekleşmesine çalışacaktır. Cumhurbaşkanının, seçiminden sonra milletvekilliği ile ilgisi kesilecektir. Mustafa Kemal Paşa, demokratik düzenin kurulmasını, istediğinden, yeni Partinin kuruluşundan memnun olmuştur. Yeni parti için; "Bırakınız, karşımıza çıksınlar, memleket işlerini münakaşa edelim ve bizim Meclisimizde de iki parti olmalı, hükümeti denetleme sistemi kurulmalı ve medeni ülkelerin parlamentolarına benzemeliyiz" diyordu. Fırka, Mecliste hayli asabi bir hava içinde doğmuş, müzakerelere katılmış, hükümetten çeşitli sorunlar hakkında bilgi istemiştir. Bu sert çekişmeler, özellikle bütçe görüşmeleri sırasında doruğa çıkmıştır. Doğu Anadolu'da patlak veren Şeyh Sait İsyanı, İstiklal Mahkemeleri'nin geniş yetkilerle kurulmasına, Takrir-i Sükun Kanununun çıkmasına sebep olmuştur. İstiklal Mahkemeleri, Terakkiperver Fırka mensuplarının irticai faaliyetleri hakkında hükümeti ikaz etmişler, önce Diyarbakır İstiklal Mahkemesi kendi yetki alanında bulunan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası şubelerinin kapatılmasına karar vermiştir. Hükümet ise, Takrir-i Sükun Kanunu'na dayanarak, 3 Haziran 1925 tarihinde bütün memlekette irticayı tahrik etmesi nedeniyle Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kapatılmasını kararlaştırmıştır.
   ŞEYH SAİT AYAKLANMASI
Şeyh Sait, 13 Şubat 1925'te Ergani ilçesine bağlı Eğil bucağının Piran köyünde ilk defa isyana başlamıştır. Önce Genç ilinin merkezi Darhani'yi ele geçirmiş, bir alayı geri çekilmeye mecbur ettikten ve bir süvari alayını da pusuya düşürdükten sonra, Elazığ'ı almıştır. Daha sonra asiler, Diyarbakır'a yürüyerek şehri ele geçirmek istemişlerse de bundan bir sonuç alamamışlardır.
Olayın başlangıcında, Ali Fethi Okyar Hükümeti isyanı bölgesel ve çabuk bastırılacak bir olay olarak değerlendirmiştir. Ancak isyanın süratle yayılması; Diyarbakır, Elazığ ve Genç vilayetlerini içine alması ve genişlemeye başlamış olmasından ötürü hükümet bir ay süre ile bölgede sıkıyönetim ilan etmiştir. Olay, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti'ni tehdit eden, inkılaplara karşı bir isyandır. Bükreş'te toplanan Hilafet Kongresinde Vahdettin taraftarları Türkiye'de suikastlar düzenleyerek ve isyan çıkararak karşı ihtilale teşebbüs kararı almışlardı. Karşı ihtilali hazırlamakla görevli ihtilal komitesi, ülke içinde gizli beyannameler dağıtıyor, gezici hocalar ve seyyar satıcılar eliyle devrim (inkılap) hamlelerini kötülüyor, hilafet lehine telkinde bulunuyordu. Hilafet komitesi, Şeyh Sait'le anlaşarak ihtilal hazırlığı yapmıştı.

I. Dünya Savaşı'nın sonucu Osmanlı İmparatorluğunun dağılması ile, Kürtler de bağımsızlık peşine düştüler. Bu amaçla kurulan, Kürt Teali Cemiyeti, İngiltere'nin mandası altında bağımsız bir Kürt Devleti kurmayı öngörüyordu. Bu cemiyet, Cumhuriyet'in ilanından sonra resmen dağıldı ise de, Kürt İstiklal Komitesi adı altında faaliyetine devam ediyordu. İsyan başladıktan sonra, Seyyit Abdülkadir, İstanbul'daki Kürtleri, silahlı bir irtica hareketine sevke teşebbüs etmiş, bu yolda planlar hazırlamıştır.

Şeyh Sait olayının ayrıca İngilizlerle de ilgisi vardı. Lozan'da halledilmeyen Musul sorununun 1924 yılında İstanbul'da toplanan İngiliz Konferansının sonuç vermemesi üzerine, Milletler Cemiyeti'ne götürülmesi gerekliydi. İngiltere bir taraftan Musul halkının Türkiye ile birleşmek isteğini önlerken, diğer taraftan da Türkiye dahilinde, isyan ve kargaşalık çıkararak Türkiye'nin siyasal istikrarını sarsmaya çalışıyordu. Bu sırada kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, kısa zamanda padişah taraftarı şeriatçı ne kadar muhalif varsa hepsini içine almıştı. Sıkı ve sert tedbirler alınması zorunluluğu ile Ali Fethi Bey (Okyar) Başbakanlık görevinden ayrılmış, yeni hükümeti İsmet Paşa kurmuştu. Güvenoyu alan yeni hükümetin ilk işi, isyan karşısında hükümete yetkiler veren Takrir-i Sükun Kanunu ve biri Ankara'da diğeri isyan bölgesinde olmak üzere iki tane İstiklal Mahkemesi kurulması hakkındaki kanunu, TBMM'nden çıkarmak olmuştur.

Takrir-i Sükun Kanunu, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Şeyh Sait isyanının ve diğer tehlikelerin ortaya koyduğu engelleri önlemek amacıyla 4 Mart 1925 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Önce iki yıl için çıkarılan kanun, iki yıl daha uzatıldıktan sonra 4 Mart 1929'da yürürlükten kaldırılmıştır. Yapılan planlı askeri harekat sonucunda isyancılar mağlup edildi ve elebaşları hemen yakalandı. Suçluların, İstiklal Mahkemesinde yapılan muhakemeleri esnasında, asilerin sözde dini ve şeriatı kurtarmak perdesi arkasında, memleketi parçalayıp bir Kürt devleti kurmak amacıyla harekete geçtikleri ve gizli bir şebeke teşkil ettikleri belirlenmiştir. Sonuç olarak, Şeyh Sait ve Seyyit Abdülkadir de dahil olmak üzere bütün elebaşılar idama mahkum edilmiş ve hüküm derhal yerine getirilmiştir.

Suçluların İstiklal Mahkemesi huzurunda yaptıkları itiraftan kesin olarak anlaşılmıştır ki Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın programında yer alan, dini fikir ve inanışlara hürmet edileceğine ve idarelerde yerinden yönetim (Adem-i merkeziyet) usulünün uygulanacağına dair hükümler ve parti mensuplarının bu hükümlere dayanarak yaptıkları propagandalar, ayaklanmayı tertip edenlerin işine yaradığı gibi, halka isyan cesaretini de vermiştir. Bu nedenlerle Doğu'da Diyarbakır'da bulunan İstiklal Mahkemesi, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kendi bölgesi içinde bulunan bütün şubelerinin kapatılmasına karar vermiş, Ankara'daki İstiklal Mahkemesi de, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası adına yapılan propagandalarda dinin ve dince mukaddes olan şeylerin, siyasal amaçlara alet edildiğini belirleyerek, bu Fırka'nın durum ve çalışma tarzı hakkında Hükümet'in dikkatini çekmiştir.

Diyarbakır ve Ankara İstiklal Mahkemelerinin kararlarını dikkate alan Cumhuriyet hükümeti, Takrir-i Sükun Kanununa dayanarak, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın bütün şube ve merkezlerinin kapatılmasına 3 Haziran 1925 tarihinde karar vermiştir.
ATATÜRK'E SUİKAST GİRİŞİMİ
16 Haziran 1926 Çarşamba günü İzmir'e gitmek üzere seyahatte bulunan Gazi Mustafa Kemal Paşaya suikast yapacakları ihbarı üzerine, suikastı fiilen yapmakla görevli olanlar, suç vasıtaları olan bomba ve silahlarıyla birlikte yakalanmışlardır.
Suikast şebekesi, aylardan beri birtakım özel tertibat ile her ne olursa olsun Gazi'ye karşı suikast yapmayı ve bu suretle de hükümeti devirmeyi kararlaştırmıştı. Suikastı hazırlayanlar, Terakkiperver Cumhuriyet fırkasına mensup bazı kimselerdi. En önemli rolü oynayanlar Terakkiperver Fırkadan İzmit Milletvekili Şükrü Bey ile eski İttihat ve Terakkici Kara Kemal'di. Suikast önce Ankara'da tasarlanmış, Erzincan Milletvekili Sabit Bey'le Faik Bey'in müdahaleleri ile önlenmiş, daha sonra Bursa'da düşünülmüş, bu da uygun görülmeyerek İzmir'de gerçekleştirilmesine karar verilmiştir.

16 Haziran 1926'da İzmir'e gelmesi beklenen trenin gelmemesi sonucu Giritli Şevki durumu İzmir Valisine ihbar etmiş ve suikastçılar silahları ile birlikte yakalanmışlardır.

Suikast olayının Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası bir kısım mensupları ile ilgili bulunduğu ortaya çıkmış ve eski İttihat ve Terakkicilerin de bu olayın tahrik ve düzenleyicileri oldukları anlaşılmıştır. Amaçları, önce irticayı tahrik ve dini siyasete alet ederek Mustafa Kemal Paşa'yı iktidardan düşürmekti. Buna muvaffak olamayınca, İttihat ve Terakki'nin ileri gelenleri, Terakkiperver Fırkanın içindeki adamlarıyla suikast teşebbüsü hazırlıklarına girişmişlerdir. Kurulan İstiklal Mahkemesi, suçları sabit olanları idama mahkum etmiştir. 14 Temmuz 1926'da başta Ziya Hurşit, Laz İsmail, Gürcü Yusuf, Çopur Hilmi, Şükrü Bey, Ayıcı Arif, İsmail Canpolat olmak üzere 13 kişi idam edilmiştir.
TAKRİR-İ SÜKUN KANUNU
Takrir-i Sükun Kanunu, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Şeyh Sait isyanının yarattığı tehlikelerin ve olağanüstü şartların ortaya koyduğu engelleri önlemek amacıyla, 4 Mart 1925 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Önce iki yıl için çıkarılan Kanun, iki yıl daha uzatıldıktan sonra, 4 Mart 1929'da yürürlükten kaldırılmıştır.
Takrir-i Sükun Kanununun çıkarılması ile ilgili Atatürk'ün Nutuk'da yaptığı açıklama şöyledir;

"Takrir-i Sükun Kanunu'nun ve İstiklal Mahkemelerini istibdat vasıtası olarak kullanacağımız fikrini ortaya atanlar ve bu fikri aşılamağa çalışanlar oldu. Biz, olağanüstü sayılan ve fakat kanuni olan tedbirleri, hiçbir vakit ve hiçbir suretle, kanunun üstüne çıkmak için, vasıta olarak kullanmadık, aksine memlekette düzen ve güvenlik kurmak için uyguladık; devletin hayat ve bağımsızlığını temin için kullandık. Biz o tedbirleri milletin medeni ve sosyal gelişmesinde istifadeli kıldık. Bu sebeple, biz her vasıtadan, yalnız ve ancak, bir görüşten istifade ederiz. O görüş şudur: Türk Milletini, medeni dünyada layık olduğu yere yükseltmek ve Türk Cumhuriyetini sarsılmaz temelleri üzerinde, her gün, daha ziyade kuvvetlendirmek. Ve bunun için de, istibdat fikrini öldürmek."
  
SERBEST CUMHURİYET FIRKASI
Atatürk, halkın genel eğilimlerini yakından izlemek ve milletin her an nabzını yoklamak istiyordu. Bu amaçla çok partili rejimin yerleşmesini istemişti. Eski ve kendisine pek bağlı arkadaşı, o sıra da Paris Büyükelçisi olarak hizmet gören Ali Fethi (Okyar) Beyi yeni bir parti kurmakla görevlendirmiştir. Mustafa Kemal Paşa, Ali Fethi Bey'e, "Bir parti kur, başına geç ve düşüncelerini Mecliste müdafaa et. Bu suretle particilikten beklenen faydayı da temin etmiş olursun" dedi.
Böylece Serbest Cumhuriyet Fırkası Atatürk'ün arzusu ile çok partili hayata kavuşmak için 12 Ağustos 1930'da kuruldu. Atatürk, Fırka Başkanı Ali Fethi Bey'e yazdığı 11 Ağustos 1930 tarihli mektupta, "Reisicumhurluğun uhdeme teslim eylediği yüksek ve kanuni vazifeleri Hükümette olan ve olmayan fırkalara karşı adilane ve bitarafane ifa edeceğime ve laik Cumhuriyet asası dahilinde fırkanızın her türlü faamileü cedelarmadırır sid ergele guramayacağını emniyet edebilirsiniz" diyerek talimat vermiştir. Serbest Cumhuriyet Fırkası liberazmi savunan bir muhafelet partisi olarak siyasi mücadeleye girdi. Programına göre parti, Cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve laiklik esaslarına bağlı kalacaktı. Parti ayrıca seçimlerin tek dereceli olmasını ve kadınların siyasi haklara sahip olmasını da savunmuştur. Parti genellikle Cumhuriyet Halk Fırkası'nın devletçi görüşüne karşı liberalizmi savunuyordu.

Serbest Cumhuriyet Fırkası süratle gelişti. Fethi Bey'in Ege gezisi, halkın hükümet, devrimler ve laiklik aleyhine gösteri yapmalarına vesile oldu. Bütün tedbirlere rağmen gericilik yeniden tehlikeli hüviyeti ile ortaya çıktı. Partiye girenleri kontrol mümkün olamıyordu. Partiye girenler gerici ve tutucu koyu bir propagandaya giriştiler. Fesin tekrar giyileceğini, tekkelerin açılacağını, Arap harflerinin kullanılacağını söylemekten ve hatta Mustafa Kemal Paşa aleyhine konuşmaktan çekinmediler.

Fethi Bey'in de kontrolünden çıkan olaylar, onu Mustafa Kemal Paşa ile karşı karşıya getirmiştir. Pek kısa bir zaman yaşayabilmiş olan Serbest Cumhuriyet Fırkası zamanında genel ve ara seçimler yapılmamış belediye seçimleri yapılmışsa da bu seçimler büyük çoğunlukla Cumhuriyet Halk Fırkası tarafından kazanılmıştır. Mecliste belediye seçimlerinde baskı yapıldığı iddia edilerek hükümet eleştirilmiştir. Bu münakaşalar, çok sert bir mücadele halini almıştır. Nihayet Serbest Cumhuriyet Fırkası, 18 Aralık 1930 tarihinde kendi kendini kapatmıştır. Fırkanın kendi kendini feshettiğini bildiren belgede, Partinin Gazi Hazretleriyle (Atatürk) siyasi yönden karşı karşıya gelmek durumunda kalabileceği endişesi, feshin önemli sebebi olarak belirtilmiştir.
   MENEMEN OLAYI
Derviş Mehmet isminde bir yobaz ve altı silahlı arkadaşı 23 Aralık 1930 günü Menemen'e gelmişler ve camiye girerek üzerinde dini ibareler yazılı bir bayrakla, camide bulunanları ve merakla cami önüne toplananları, kendileriyle birlik olmaya davet etmişlerdir. Derviş Mehmet halka hitap ederek; "Ey Müslümanlar, ne duruyorsunuz; Halife Abdülmecit hududa geldi, Sancak-ı Şerif çıktı, gelin altında toplanalım, şeriat isteyelim" diye bağırmıştır.
Gösteriler ve tekbirlerle dini ibareler bulunan bayrağı Hükümet Konağı önündeki meydana dikmişlerdir. Toplanan halkı dağıtıp bu yobazları yakalamaya mesleği öğretmen olan Yedek Asteğmen Kubilay Bey'in askeri müfrezesi görevlendirilmiştir. Kubilay Bey, şakilere nasihatta bulunarak; yaptıklarının hatalı, sakıncalı ve kötü bir şey olduğunu belirterek vazgeçmelerini ve dağılmalarını söylemiştir. Şakiler buna mavzer kurşunu ile cevap vermişlerdir. Kubilay Bey kendisini korumak için tabancasını çekmiş ise de, bir kurşunla yaralanarak yere düşmüş ve gözleri dönmüş canilerden biri, yaralı Kubilay Bey'in üstüne atılarak boğazından kesip başını gövdesinden ayırmıştır. Bu arada Hasan adlı fedakar bir mahalle bekçisini de şehit etmişlerdir.

Olay yerine yetişen askeri birlik ve jandarmalar şakilerin teslim olmalarını istemiştir. Bu isteği reddeden yobazlar ateşle karşılık vermişlerdir. Çatışma sonucu Derviş Mehmet ve iki arkadaşı vurularak, ikisi de yaralı ele geçirilmiştir. Diğer ikisi de iki gün sonra yakalanmıştır. Araştırma sonucu; olayın bölgesel bir nitelik taşımadığı, organize bir şebekenin düzenlediği, Cumhuriyet'i yıkmak amacını güden irticai ve siyasi bir hareket olduğu ortaya çıkmıştır. Bunun üzerine Hükümet, Menemen ilçesi ile Manisa ve Balıkesir illerinde bir ay süre ile sıkıyönetim ilan etmiştir. Yakalananlar muhakemeleri sonunda ağır cezalara çarptırılmışlardır.

Olaydan hemen sonra Atatürk, Cumhurbaşkanı ve Başkomutan olarak Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi (Çakmak) Paşa'ya 28 Aralık 1930 günü bir taziye telgrafı göndererek, Cumhuriyet'e karşı suikast tertipleyen mütecavizleri lanetlemiş ve Kubilay Bey'i görevini yapan şehit olarak takdirle anmıştır. Atatürk; "Hepimizin, dikkatimiz, bu meseledeki vazifelerimizin icabatını hassasiyetle ve hakkıyla yerine getirmeye matuftur. Büyük ordunun kahraman genç zabiti ve Cumhuriyetin mefkureci muallim heyetinin kıymetli uzvu Kubilay Bey, temiz kanı ile Cumhuriyet'in hayatiyetini tazelemiş ve kuvvetlendirmiş olacaktır." demiştir.
   HATAY SORUNU
15 Mart 1923'te Atatürk Adana'ya geldiklerinde, yol kenarında Antakya ve İskenderun'u sembolize eden iki genç kızın hıçkırıklar arasında, "Bizi de kurtar" feryadına karşılık, "Kırk asırlık Türk yurdu ecnebi elinde kalamaz" demiştir.
20 Ekim 1921'de imzalanmış olan Ankara Antlaşması, İskenderun Sancağını Suriye'den ayırarak ayrı bir statüye tabi tutuyordu. Bu Antlaşmanın 7. Maddesi, İskenderun beldesi için özel bir idare usulü kurulacağını; bu bölgenin Türk ırkından olan sakinlerinin, kültürlerinin gelişmesi için her türlü kolaylıktan faydalanacağını ve Türk parasının orada resmi mahiyet taşıyacağını öngörmüştür. Antlaşma hükmüne uygun olarak, 8 Ağustos 1922'de Sancak'ta bir bölgesel idare kurulmuştur.

Fransa, Suriye ile anlaşarak manda idaresine son vermeyi kararlaştırmıştı. Hatta, 8 Eylül 1936 tarihinde parafe edilen antlaşma ile Suriye'de manda idaresinin son bulduğu öngörülüyor, ancak Sancak'ın durumundan söz edilmiyordu. Türkiye'de bu durum Sancak'ın kaderi hakkında genel bir kaygı uyandırdı. Türk Hükümeti, Sancak sorununun önemi üzerine eğilerek; 6 Ekim 1936'da Milletler Cemiyeti Assamblesi'nde ve daha sonra 9 Ekim 1936'da Fransa'ya verdiği bir nota ile görüşünü belirtti.

Atatürk davaya verilen önemi, 1 Kasım 1936 TBMM'ni açış nutkunda, kesin ve belirli şekilde dünya kamuoyuna duyurmuştur. "Bu sırada, milletimizi gece gündüz meşgul eden başlıca büyük mesele hakiki sahibi öz Türk olan İskenderun-Antakya ve havalisinin mukadderatıdır. Bunun üzerinde, ciddiyet ve kifayetle durmaya mecburuz. Daima kendisi ile dostluğa çok ehemmiyet verdiğimiz Fransa ile aramazda tek ve büyük mesele budur. Bu işin hakikatını bilenler ve hakkı sevenler, alakamızın şiddetini ve samimiyetini iyi anlarlar ve tabii görürler."

Fransa, Sancak'ın Suriye'den ayrılamayacağını açıklamakla, Türk görüşüne kesin red cevabı vermiş oluyordu. Sorunun Milletler Cemiyeti'nde görüşülmesi ve bu kurulun tavsiyesi ile Sancak bölgesine üç müşahidin gönderilmesi, Sancak davasının milletlerarası planda da önemini artırmış oldu. İngiliz Dışişleri Bakanı Anthony Eden'in aracılığı ile, 24 Ocak'ta bir prensip Antlaşmasına varıldı.

Almanya'nın 1938 Martında Avusturya'yı ilhakı, Fransa'nın Almanya'ya karşı Doğu'da kuvvetli bir Türkiye'ye ihtiyacını gösteriyordu. Boğazların da Avrupa'da büyüyen kriz ve uyuşmazlıklar sebebiyle önemi artmıştı. Haziran 1938'de, Antakya'da Türk ve Fransız askeri heyetleri arasında yapılan görüşmeler sonucu, 3 Temmuz 1938'de Antlaşma yapıldı. Hatay'ın toprak bütünlüğü ile siyasi statüsünü korumak amacı ile her iki devlet 2500'er kişilik askeri kuvvet göndermeyi kabul etmişlerdi. Türk Ordusu 4 Temmuz 1938'de Hatay'a girerek görevine başladı. Türkiye ile Fransa arasında imzalanan dostluk antlaşması bu iki devleti birbirine yaklaştırıyordu. Yapılan seçimler sonucunda Meclis, 2 Eylül 1938'de ilk toplantısını yaptı ve bağımsız Hatay Cumhuriyeti'ni ilan etti. Cumhurbaşkanlığına Tayfur Sökmen, Başbakanlığa Abdurrahman Melek getirildi. 23 Haziran 1939 tarihinde Türkiye ile Fransa arasında yapılan yeni bir antlaşma ile, Hatay halkının da arzusuna uygun olarak Fransa, Hatay'ın Türkiye'ye katılmasını kabul etti.
  

Bilim ve teknoloji  
 
Kullanıcı adı:
Şifre:
 
 
 

sitene ekle

Lütfen buraya tıkla (süpriz var)!







http://www.site

>


More Cool Stuff At POQbum.com

Fare ilecini takip eden gözler
sablon ProfileWizard.net - Free Myspace Stuff
Myspace Layouts
 
iletişim  
 


htmlkodlar.net

 
 
 

>
 
 
 

Google


Yukarı çık
 

Myspace Layouts

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol