Create Your Custom Message


www.alnumel.com

 
akanselim bilgi dolu seyahat
Katogoriler  
  Ana Sayfa
  Giriş
  FORUM
  babam Naim Akan
  yılbası
  bilgi siteleri
  matematik ve haberler
  atatürk
  savaşlar
  arabalar vb.
  bilgiler
  Ziyaretşi defteri
  MAKİNELER
  bletchley park
  MATEMATİK VE SAYI BİLGİLERİ
  osmanlı padişahları
  sözler
  bilmeceler
  belirli gün ve haftalar
  BURÇ ÖZELLİKLERİ
  DELİLLER
  DEYİMLER
  FIKRALAR
  FUTBOL
  Anketler
  UYDU HARİTASI
  İletişim
  HABERLER
  sayaç
  katılmak isteyenler
  ifadeler
  siteler
  ŞARKILAR
  TEKERLEMELER
  UZAY
  29 ekim çağlayan mitingi
  Afyonkarahisar milletvekilleri
  oyunlar
  blowish
  BÜYÜK İSKENDER
  cumhuriyetin yılları
  çocuk hakları
  ÇOCUK MASALLARI
  çocuk oyunları
  İZMİRİN TARİHİ
  kongreler vb:
  MALTA SÜRGÜNLERİ
  NİNNİLER
  ORATORYO
  ÖNEMLİ BULUŞLAR
  savaşlar işgaller vb.
  türkiyedeki müzikoloji
  yeni istanbul
  100 temel eser listesi
  camiler
  çanakkale
  din ve allah
  FEN
  kronoloji ve tarihçe konuları:
  uzgazete kapsamı
  LİNKLER(sadece üyeler girebilir!)
  bedri selim hocaoğlu
  program yükle
  teknoloji resimlerim
  bilgisayar
  windows orijinal yapma ve search (googleda)
  mıcrosoft
  radyo
  MP3
  rüya tabirleri
  hava durumu
  şehirler arası km ölçer
  canlı maç sonuçları
  istanbuldaki kütüphaneler
  MEB'dan Onaylı 100 Temel Eser
  satranç pulları
  istanbuldaki sinemalar
  istanbul tiyatro
  istanbuldaki okullar
  hedef bilgi toplumu
  yıldız resimleri
  flash saatler
  hoşgeldiniz vb. sismli yazılar
  simli şiirlerler
  diğer..
  googlehostedservice
  saat kaç?
  miniaturk
  kavimler göçü
  dünyanın 7 harikası
  sanatçılar
  yeni barlarve kodları
  en büyük bina
  GÜNEŞ PANELLERİ
Copyright 2009
DELİLLER

İbrik Bitkisinin Tasarım Harikası Tuzağı

Endonezya ormanlarında yaşayan Nepenthes alata isimli etobur ibrik bitkisi, çevresinde gezinen böcekler için merak uyandırıcı, ama tehlikeli bir keşif kaynağıdır. Bitki, ibriğinin ağzına konan böcekleri, son derece kaygan dokusu sayesinde doğrudan midesine indirebilmektedir. New Phytologist dergisinde yayınlanan araştırmalarında Laurence Gaume ve çalışma arkadaşları bitkinin böcek yakalama yeteneğini test ettiler. (New Phytologist (156, 479–489; 2002)

Araştırmacılar, bu çalışmalarında uçma yeteneği olmayan bir tür meyve sineği ile karıncaları kullandılar. Bu iki canlı normalde yüzeylere çok etkili bir şekilde yapıştıkları halde bitkinin iç duvarında tutunmayı başaramadılar. Böcekler anında kayarak aşağı, bitkinin sindirim sıvısının bulunduğu bölüme düşerek bitkiye yiyecek oldular.

Bitkinin yüzeyini elektron mikroskobu altında inceleyen bilim adamları, iç duvarların balmumu benzeri bir maddeyle kaplı olduğunu keşfettiler. Normalde en pürüzsüz yüzeylere bile kolaylıkla yapışabilen sineklerin bu balmumu malzemesinde tutunamamasının sırrının ise malzemenin kırılganlığında gizli olduğu ortaya çıktı. Meyve sineği veya karınca ilk başta sağlam bir yüzey gibi görünen balmumu duvara kondukları anda ayaklarının altındaki bölge mikroskobik parçacıklar halinde dökülüyor ve böylece ayağın yüzeyle temasını kesiyordu. (Harun Yahya, Bitkilerdeki Yaratılış Mucizeleri)

Şuuru ve karar verme yeteneği olmayan bir bitkinin benzerlerinden farklı olarak etobur olmaya karar vermesi bunun için de ibrik şekline girebilmesi mümkün değildir. Aynı şekilde sineklerin ayaklarındaki yapışkan sistemi inceleyip onları kendi içine düşürecek malzemeyi tasarlayabilmesi ve böceğin tam düşeceği yerde sindirim sıvısı üretebilmesi de mümkün değildir.

İbrik bitkisinin kendisine yaklaşan canlıları ustaca yakalayabilmesi ve bunları yakalamak için sahip olduğu muhteşem tasarım, sonsuz güç sahibi Rabbimiz'in üstün yaratışının göstergelerinden sadece bir tanesidir.

“Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün ard arda gelişinde, insanlara yararlı şeyler ile denizde yüzen gemilerde, Allah'ın yağdırdığı ve kendisiyle yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her canlıyı orada üretip-yaymasında, rüzgarları estirmesinde, gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutları evirip çevirmesinde düşünen bir topluluk için gerçekten ayetler vardır.” (Bakara Suresi, 164)
İstilacı Bitkinin Sırrı

Bahar ve yaz aylarında geniş düzlükleri kaplayan ‘istilacı’ bitkiler görürüz. Bu bitkiler, toprağın altından çıkan ordular gibi son derece hızlı ürer ve önlerine çıkan rakip bitkileri ortadan kaldırarak ilerlerler.

Bunların en çok bilinenlerinden birisi Centaurea nigra adı verilen bir türdür. Bu bitki, yaşam alanı olan Kuzey Amerika’da milyonlarca hektar araziyi kaplar.

Centaurea nigra’nın karşısına çıkan bitkileri yok ederek ilerlemesi yani “istilacı gücü”, donatıldığı kimyasal silahlardan ileri gelmektedir. C. Nigra ürettiği catechrin isimli kimyasaldan iki farklı formül elde eder ve bunlardan catechrin eksi isimli kimyasalı bitkileri, catechin artıyı ise topraktaki bakterileri yok etmek için kullanır. Bitkideki bu kimyasalları keşfeden Colorado Eyalet Üniversitesi Biyoteknoloji bölümünden Doç. Dr. Jorge Vivanco, bitkiden elde ettiği catechin eksi kimyasalını spreyle, birkaç çeşit yabani ot ve tahıl bitkisi üzerine püskürttü. Bu işlem sonunda bitkideki kimyasalın, çok kuvvetli ve zehirli bir bitki öldürücü olan ‘2,4 D’ kadar etkili olduğu ortaya çıktı. Ancak, aynı zamanda Vivanco’nun elde ettiği zehirli spreyin kullanışlı olmadığı da ortaya çıkmıştı. Çünkü Centaurea nigra normalde bu kimyasalı kökleri vasıtasıyla toprağa salarak çevresindeki bitkileri saf dışı bırakıyordu. Ancak Vivanco’nun yaptığı gibi, spreyle püskürtme bitkinin kendi yaprak dokusunu da öldürdü.

Bu istilacı bitkinin diğer etkili silahı, “catechin artı” da kökler yoluyla salgılanıyor. Bu silahın hedefi ise toprakta yaşayan ve bitkiye zararlı olabilecek bakteriler. Catechin artı, bu bakterilere karşı son derece etkili bir antibiyotik olarak görev yapıyor. Yani bu silah, catechin eksi'nin aksine saldırıda değil, savunmada kullanılıyor. Vivanco, bitkiyle ilgili şu yorumu yapıyor: "Anlaşılan o ki, catechin eksi diğer bitkilere karşı bir saldırı bileşiği; artı ise bakterilere karşı bir savunma bileşiği olarak görev yapıyor. Bitkinin istilacı karakteri buna dayanıyor. Kendisini mikroplara karşı savunmada ve diğer bitkileri yenmede çok başarılı” (http://whyfiles.org/shorties/125knapweed/index.html)

Vivanco’nun çalışmalarıyla ortaya çıkarılan bu kimyasallar araştırmacılara etkili zehirler üretmede ilham kaynağı da oluyor. Dr. Vivanco’nun araştırmalarına dayanılarak hazırlanan zehirler, yakın zamanda kullanılmak üzere birçok kimya firması tarafından üretim listesine alındı.

Tüm bu kimyasal işlemleri, savunma ve saldırı sistemlerini kimya eğitimi almamış, aklı olmayan bir bitkinin yapamayacağı açıkça ortadadır. Şüphesiz bitkiye bu özellikleri veren, göklerin, yerin ve her ikisinin arasındakilerin yaratıcısı olan Yüce Allah’tır.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Centaurea nigra isimli bitkide ortaya çıkan bu yaratılış gerçeği aslında, incelediğimiz tüm varlıklarda kendini farklı şekillerde göstermektedir.

“O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakim'dir.” (Haşr Suresi, 24)

 
 
Bitkilerdeki Biyolojik Saat

Pek çok bitki kendi yapısı ve döllenmesine yardımcı olan diğer canlılarla ilgili detaylı bilgilere sahip olan ve adeta bilgisayar merkezini andıran biyolojik bir saate sahiptir. Bu biyolojik saatin varlığı ise tek bir gerçeğe işaret eder: Yaratılış gerçeğine...

Zamanı ölçebilme yeteneğinin insan dışında diğer canlılarda da bulunması mucizevi bir durumdur. Bunun sadece insanlara özgü olduğu düşünülebilir, ama hem bitkiler hem de hayvanlar zamanı ölçme mekanizmasına, yani "biyolojik bir saate" sahiptirler.

 

Bitkilerin zamana bağlı hareketlerinin olduğu ilk olarak 1920'li yıllarda anlaşılmıştır. Bu yıllarda Almanya'da iki bilim adamı Erwin Buenning ve Kurt Stern fasulye bitkisindeki yaprak hareketlerini inceliyorlardı. İncelemeleri sonunda gördüler ki, bitkiler gün boyunca yapraklarını Güneş'e doğru uzatıyorlar, geceleri de tam dikey olarak yapraklarını büzüp uyku pozisyonuna geçiyorlardı.

Bu bilim adamlarından yaklaşık iki yüzyıl önce de Fransız Astronom Jacques d'Ortour de Marian da bitkilerin böyle düzenli bir uyku ritmine sahip olduklarını gözlemlemişti. Karanlık bir ortamda ısı ve nem ayarlaması yapılarak tekrarlanan deneylerde bu durumun değişmemesi, bitkilerin içlerinde zaman ölçen bir sistemlerinin olduğunu göstermişti.

Bitkiler belirli faaliyetleri için belirli zamanları seçerler. Bunu da güneş ışığındaki değişimlere bağlı olarak yaparlar. İçlerindeki saat güneş ışığına göre kurulduğu için ritmik hareketlerini 24 saat içinde tamamlarlar. Yapılan ritmik hareketler ne kadar sürerse sürsün değişmeyen bir nokta vardır. Bu hareketler her seferinde bitkinin yaşaması ve neslinin devamı için, hep en uygun zamanlamada gerçekleşir. Ve bu hareketlerin başarıyla tamamlanabilmesi için birçok karmaşık işlemin kusursuz bir şekilde meydana gelmesi gerekir.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Örneğin birçok bitkide çiçeklenme yılın belli bir zamanında olur. Çünkü bu zamanlar bitkinin çiçeklenmesi için en uygun zamanlardır. Bitkilerin bu zaman ayarlamalarını yapan saatleri, güneş ışığının yapraklara düşme süresini de hesaplar. Her bitkinin biyolojik saati bu süreyi bitkinin kendi yapısal özelliğine göre hesaplar. Yapılan hesap ne olursa olsun çiçeklenme en uygun zamanda gerçekleşir. Bu şekilde bir zaman ayarlaması yapan soya fasulyesi üzerinde yapılan araştırmalar sonucunda, bu bitkilerin ne zaman ekilirlerse ekilsinler her zaman yılın aynı zamanlarında çiçek açtıkları görülmüştür.

Gelincik çiçekleri polenlerini yayma zamanlarını, polen taşıyıcıların en yoğun şekilde dolaştıkları günlere ve saatlere denk getirirler. Yine her bitki için bu günler ve saatler değişir. Ama sonuçta her bitki yaptığı zaman ayarlamasıyla en garantili biçimde polenlerini yaydırır. Gelincik çiçekleri Temmuz ile Ağustos aylarında sabah 05.30 ile 10.00 saatleri arasında polenlerini yayarlar. Bu saat, arıların ve diğer böceklerin de beslenmek için dışarıya çıktıkları saatlerdir. Burada bitki, kendi özellikleri dışında bir de diğer canlıların özelliklerini en ince ayrıntısına kadar hesaba katmalıdır. Bu bitki kendisini dölleyecek olan canlıların yuvalarından çıkacakları zamanı, katedecekleri yolun süresini ve beslenme saatlerini tam olarak bilmelidir. Bu durumda akla şu soru gelecektir: Bütün bu "bilgilere" sahip olan ve gerekli "hesaplamaları yapan", "diğer bir canlının özelliklerini analiz eden" ve bir bilgisayar merkezini andıran bu saat, bitkinin neresindedir? Bilim adamları için bitkilerdeki bu mükemmel zaman ölçme sisteminin nerede bulunduğu hala tam bir sırdır. (Harun Yahya, Bitkilerdeki Yaratılış Mucizesi)

Bu sonuç, bitkilerin her türlü faaliyetlerinin zamanlamasını belirleyen, dolayısıyla hepsini bilgisi ve denetimi altında bulunduran üstün bir aklın ve gücün delillerini ortaya koymaktadır.

Bitkilerdeki biyolojik saat konusu, sayısız yaratılış mucizelerinden sadece biridir. Canlılığın tesadüflerle ortaya çıktığı gibi büyük bir saçmalığı savunan evrim teorisi ise bilimsel gerçeklerle çelişen, sadece çeşitli senaryolar üreterek iddialarına destek bulmaya çalışan bir teoridir. Bu, evrimcilerin zaman zaman kendilerinin de itiraf ettiği bir gerçektir. Nobel ödüllü, bir evrimci olan Dr. Robert Milikan evrimcilerin içinde bulundukları durumu şöyle itiraf etmektedir:

"Şu çok acıklı, biz bilim adamları şu ana kadar hiçbir bilim adamının kanıtlayamadığı evrimi kanıtlamaya çalışıyoruz." (http://www.rmplc.co.uk/eduweb/sites/sbs777/vital/evolutio.html )

Allah üstün gücü ve sonsuz aklıyla her yerde yaratılış delillerini bizlere göstermekte, bunları görerek öğüt almamızı ve düşünmemizi istemektedir. Kuran’da da belirtildiği gibi, ancak aklını kullanabilen kişiler öğüt alıp düşünür ve Rabbimize bir yol bulabilirler:

“Sizin için gökten su indiren O'dur; içecek ondan, ağaç ondandır (ki) hayvanlarınızı onda otlatmaktasınız. Onunla sizin için ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve meyvelerin her türlüsünden bitirir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir topluluk için ayetler vardır.” (Nahl Suresi, 10-11)

 
 
Topraktan Lezzetin Çıkarılması

Bir meyve ağacında ya da herhangi bir bitkide, insanoğlunun ulaşamayacağı kadar yüksek bir akıl, bilgi ve teknoloji vardır.

Tohumun içindeki bilgi, oluşturacağı ağacın şekil ve yapısını içermektedir. Bundan daha da ilginç olan, tohumun ağacın üreteceği meyvenin bilgilerine de sahip oluşudur. Meyve ise başlı başına bir mucizedir. Meyvenin en can alıcı özelliği, insanın damak zevkine ve sağlığına tamı tamına uyuyor oluşudur. Her meyve kendine has bir lezzete ve kokuya sahiptir. Ayrıca renkleri de son derece estetik ve çekicidir. Bunun yanı sıra her meyve mükemmel bir "ambalaj"la kaplanmıştır; mandalina, portakal ya da muz, hepsi son derece güzel ve soyulması kolay ambalajlara sahiptirler.

Örneğin portakal son derece acı olabilirdi. Ya da bildiğimiz güzel tada sahip olurdu, ama çok kötü bir kokusu olabilirdi. Rengi de çamur rengi olabilirdi. Oysa her meyve olabilecek en güzel tad ve kokuya sahiptir ve bu tad ve kokuları topraktan elde ettikleri maddelerle üretmektedirler. Oysa toprak pek iyi kokmaz, tadı ise kötüdür. Ancak ağaç, bu çamur yığını içinden kendisine gerekli olan maddeleri özümsemekte, bunları kimyasal işlemlerden geçirerek tad ve kokular üretmektedir.

Burada ikinci bir nokta daha vardır: Ağacın iyi koku ve tad ürettiğini söylüyoruz, ama aslında olay daha da karmaşıktır. Çünkü "iyi koku" veya "iyi tad" gibi kavramlar insana ait kavramlardır ve ağaç kendi başına bir tad ya da kokunun iyi mi yoksa kötü mü olduğunu bilemez. Bunu bilmesi için, insanın sahip olduğu estetik kavramlara sahip olması gerekmektedir. İnsanın neden lezzet aldığını, hangi tadı beğendiğini, nasıl bir dil yapısına sahip olduğunu öğrenmesi gerekir. Bunları öğrendikten sonra ise, az önce söylediğimiz işi yapacak, yani çamurların içinden topladığı maddelerle mükemmel bir kimya olayı gerçekleştirecektir.

Ağacın inanılmaz yeteneği yalnızca koku, tad ya da renkle de sınırlı değildir. Bu tahta parçası insan vücudunun hangi vitaminlere ihtiyaç duyduğunu da bilir ve onları ürettiği meyvenin içine koyar. Hatta bu vitamin takviyesinin mevsimlere göre ayarlandığını görürüz: Kış aylarında ürün veren; portakal, mandalina, greyfurt gibi meyve türleri, yaz meyvelerine göre çok daha fazla C vitamini içerirler. Amaç, kışın soğuğuna karşı insanın ihtiyacı olan C vitamini açığını kapatmaktır.

Peki nasıl olur da bir nevi tahta parçası olan ağaç, bütün bunları bilir? Ağacın yaptıklarını yapay bir şekilde elde etmeye çalışırsak, oldukça uzun bir çaba içine girmemiz gerekir. Bir kere, ağacın ürettiği tadı üretmek mümkün değildir; dünyada topraktan meyve çıkaran bir makina henüz icad edilememiştir.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Elde edebileceğimiz tek şey kokudur. Gelişmiş bir laboratuvarda uzun işlemler sonucunda bir meyvenin kokusuna ulaşabiliriz. Nitekim parfümler bu şekilde elde edilir. Ancak parfümler de aslında tümüyle yapay değildirler; tüm parfümler çeşitli güzel kokulu bitkilerin özlerinden yararlanılarak yapılır. İnsanoğlu, elindeki tüm akıl ve teknolojiye karşın, bitkilerin ya da ağaçların sahip olduğu güzel koku üretme yeteneğine sahip değildir. Dolayısıyla, bir meyve ağacında ya da herhangi bir bitkide, insanoğlunun ulaşamayacağı kadar yüksek bir akıl, bilgi ve teknoloji vardır. Bu şaşırtıcı durumun ise tek bir açıklaması vardır: Ağaçlar, mükemmel ve üstün bir akıl, sonsuz bilgi ve yeteneğe sahip bir Yaratıcı tarafından özel olarak tasarlanmışlardır. Ağaçların görevleri insanlara meyve sunmaktır ve bu zor işi tarihin başından bu yana büyük bir başarı ile yerine getirmektedirler. Kötü bir tadı olan, kahverengi toprağın içinden dünyanın en lezzetli ve güzel kokulu yiyeceklerini çıkarır. Çünkü Allah, ağaçları o iş için yaratmıştır. Ayetlerde şöyle buyrulur;

“Ölü toprak kendileri için bir ayettir; Biz onu dirilttik, ondan taneler çıkarttık, böylelikle ondan yemektedirler. Biz, orada hurmalıklardan ve üzüm-bağlarından bahçeler kıldık ve içlerinde pınarlar fışkırttık. Onun ürünlerinden ve kendi ellerinin yaptıklarından yemeleri için. Yine de şükretmiyorlar mı?” (Yasin Suresi, 33-35)

İnkarcılar doğadaki tüm canlıları evrim teorisi ile açıklamaya çalışırlar. Bir evrimciye nasıl olup da ağaçların böylesine bir akla ve yeteneğe sahip olduklarını, neden insanlar için besin ürettiklerini sorarsanız, size yalnızca "tesadüfen böyle olmuş" cevabını verecektir. Oysa hiçbir tesadüf lezzet kavramını bilemez, insanın hoşuna gidecek lezzetlerin ne olduğunu bilemez, hiçbir tesadüf insanın hoşuna giden kokuları üretemez. Hiçbir tesadüf insan vücuduna mevsimlere uygun vitamin vermeyi düşünemez, bunu sağlayacak sistemleri ayarlayamaz.

Tesadüfler her zaman hata ve karmaşa doğurur. Bunu bir örnekle açıklayabiliriz. Tesadüfen güzel koku elde etmek için bir deney yaptığımızı düşünelim. Büyük bir kabın içine toprak dolduralım. Bu toprağa doğadaki çeşitli "malzeme"lerden eklemeler yapalım; mineraller, hayvan artıkları, bitki parçacıkları gibi. Bunun üzerine de çeşitli kimyasal karışımlar dökelim. Kabı kapatıp bekleyelim. Birkaç gün sonra kabı açtığınızda kesinlikle hayatınızda duyduğunuz en kötü kokulardan birisiyle karşılaşırsınız. Bu deneyin ne kadar farklı versiyonlarını denerseniz deneyin, hep birbirinden kötü kokular elde edersiniz.

Güzellik, estetik ve temizlik kendiliğinden oluşmazlar. Ancak bir akıl sayesinde oluşurlar; özel olarak var edilmeleri gerekir. Bu olayın şu yönünü de düşünebiliriz; eğer tüm besinler bizim tam istediğimiz gibi olsa, ancak sindirim sistemimiz "tesadüfen" oluşmuş olsaydı, yine büyük bir sıkıntı içinde yaşayacaktık. Örneğin "tesadüfen" oluşan bir dilin tad alma özelliği olmayacaktı ve biz, en lezzetli yiyeceği yemekle tahta kemirmek arasında hiçbir fark hissedemeyecektik. Ancak böyle bir şey olmaz, yiyecekler ve sindirim sistemimiz mükemmel bir uyuma sahiptirler. Burada anlatılanlar Allah'ın rahmetinin ve şefkatinin delillerindendir..

Allah'ın isimlerinden biri "Rezzak", yani rızık verendir ve hepsi ayrı birer mükemmellikte yaratılmış olan tüm rızıkları bize veren de O'dur. Buna karşı insanın ne yapması gerektiği Kuran'da şöyle belirtilir:

“... Rabbinizin rızkından yiyin ve O'na şükredin...” (Sebe Suresi, 15)

 
 
Yağmur Ormanları

Yüzyıllar önce keşfedildiğinde insanı hayrete düşüren yağmur ormanları, içinde barındırdığı çok çeşitli bitki ve hayvan türleri ile evrimcileri de aynı derecede hüsrana düşürmüştür.

Yağmur ormanı veya tropikal orman denilince ilk akla gelenler, göz alıcı kelebekler, orijinal görünümlü böcekler, rengarenk kuşlar, geniş yapraklı, büyük ve yemyeşil ağaçlardır. Yağmur ormanları ekvatora yakın bölgelerde bulunan, iç içe geçmiş, daima yeşil ve yüksek ağaçlardan oluşan ormanlardır. Bu ormanların en önemli özelliği ise, çok sayıda hayvan ve bitki türünü barındırmasıdır. Milyonlarca kilometre karelik bir tropikal ormanın hemen her yeri çok çeşitli canlı türlerinin yuvasıdır.

250 yıl kadar önce, Güney Amerika'daki yağmur ormanlarına ilk ayak basan Avrupalı araştırmacılar, gördükleri çeşitlilik karşısında hayrete düşmüşlerdi. Her yeni araştırma da buradaki bitki ve hayvan türlerinin zenginliğini bir kez daha gözler önüne serdi.

Tropikal kuşaktaki bir ormanın diğer ormanlardan oldukça farklı bir yapısı vardır. Bir yağmur ormanında, geniş gövdelerinde çeşitli liken ve mantar türleri bulunan yaklaşık 50 metre uzunluğundaki ağaçlar yer alır. Çok sayıda kuş, böcek, hayvan türü, bu ağaçların üst tabakasında yaşamlarını sürdürür. Yüksek a-ğaçların altında, palmiye, sedir, maun, incir gibi orta boy çeşitli ağaçlar bulunur. Bunların gövdeleri de renk renk orkideler, kaktüsler, eğrelti otları ve yosunlarla kaplıdır. Ormanın en alt tabakası olan ot katı ise, oldukça sık bir bitki örtüsü oluşturur ve büyük bir zenginlikteki böcek, bakteri ve mantar türlerine ev sahipliği yapar. Kısacası, bir yağmur ormanının en karakteristik özelliği, insanı şaşkına çeviren canlı çeşitliliğidir.

Karaların sadece %7'sini oluşturan yağmur ormanlarında, yeryüzündeki bitki ve hayvan türlerinin %50'sinden fazlası yaşamaktadır. Şu da var ki araştırmacılar bu oranın, biyoçeşitlilik hakkındaki bilgimizin artmasıyla değişebileceğini belirtmektedir. Buna ilişkin, Smithsonian Enstitüsü'nden tanınmış araştırmacı Thomas Lovejoy önemli bir tespit yapmaktadır: "Daha çok araştırmacı tropikal ormanı farklı yöntemlerle inceledikçe, daha fazla biyoçeşitliliğin var olduğu görülmektedir." (Thomas E. Lovejoy, “Biodiversity: What Is It?”, s. 8, Marjorie L. Reaka-Kudla, Don Wilson Biodiversity II, Washington D.C, 1997)

Söz konusu çeşitliliği gözünüzde canlandırabilmeniz için birkaç örnek verelim: Bir hektar (10.000 metre kare) tropikal orman 600'den fazla ağaç türü barındırabilir. (M. Encarta Encyclopedia 2001 Deluxe Edition CD, “Rain Forest”.)
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Amazon Havzası'nın bir bölgesinde, bir gün içinde, 440 tür kelebek toplanabilir. (M. Encarta Encyclopedia 2001 Deluxe Edition CD, “Amazonian Biodiversity”) Tek bir ağacın üzerinde 43 ayrı karınca türü; 650 farklı böcek türü görülebilir. Yine bu bölgedeki bir kilometre karelik ormanlık alanda yüzlerce tür kuşa rastlamak mümkündür. Borneo'da 10 ağaçtan örnek alındığında, 2.800'den fazla eklem bacaklı hayvan türü bulunabilir. Tropikal ormanlarda yaşadığı tahmin edilen böcek türü sayısı milyonlarcadır.

Dikkat edin. Yukarıda bahsedilen sayılar belirli bir ortamdaki canlıların toplam sayısı değildir; canlı türlerinin sayısıdır. Bu muazzam sayılara ek olarak insanda hayranlık uyandıran diğer bir olgu da, yağmur ormanlarındaki kimi uzmanlara göre milyonlarca, kimilerine göre on milyonlarca canlı türünün mükemmel bir uyum ve iş birliği içinde yaşamasıdır. (Harun Yahya, Düşünen İnsanlar İçin)

Genellikle yağmur ormanları toprağının zengin ve verimli olduğu sanılır. Ancak bu kanaatin doğru olmadığı kısa bir zaman önce anlaşılmıştır. Bu ormanların toprağı diğer ormanlarınkine kıyasla besin açısından fakirdir. (M. Encarta Encyclopedia 2001 CD, “Environment, Tropical Forest) Nasıl olup da fakir topraktan çok zengin bitki çeşitliliği çıktığı sorusuna gelince, bunun yanıtı yağmur ormanı ekosisteminin kusursuz tasarımındadır.

Tropikal ormanlardaki canlı çeşitliliği, bir bütün halinde ve karşılıklı hassas dengelere dayalı olarak yaratılmıştır. Örneğin, yağmur ormanının tabanında yaşayan mikroskobik canlıları, minik böcekleri ve mantarları ele alalım. Bunlar dev ağaçlar ve küçüklü büyüklü hayvanlara kıyasla oldukça küçük boyutlardadır; ancak önemli görevler üstlenirler: Ormanın temizliğinden ve toprağın verimli duruma getirilmesinden sorumludurlar. Ağaçlardan düşen yaprak ve dalları, ölü hayvanları değerlendirerek ekosisteme geri kazandırırlar. Böylece hiçbir şey israf edilmez. Profesör Edward Wilson bu mekanizmanın önemini şöyle anlatır: "Yaprakkesenler ve diğer karınca türleri, bakteriler, mantarlar, termitler ve akarlarla birlikte ölü bitkilerin çoğunu işler ve besleyici maddeleri bitkilere geri döndürerek büyük tropik ormanları hayatta tutar." (Doğanın Gizli Bahçesi, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, 2000 s. 134)

Yağmur ormanlarında kaç milyon canlı türü yaşadığını hala bilmiyoruz. Ancak şunu çok iyi biliyoruz: Bu ekosistemlerdeki her türün görevi ve önemi farklıdır ve milyonlarca tür mükemmel bir uyum içinde yaşamaktadır. Bu gerçek, Bilim ve Teknik dergisinde Amazon'daki yağmur ormanlarının anlatıldığı bir makalede şöyle dile getirilir:

"Amazon Havzası'ndaki bu karmaşık ekosistemde türlerin sürekliliği birbirlerinin yaşamına sıkı sıkıya bağlıdır. Bitki ya da hayvan olsun, her bir tür, bu milyon parçalı sistemin küçük bir bölümüne katkıda bulunur. Ağaçların, ağaçlardaki epifitlerin (toprakta köklenmeye gereksinim duymayan bitkiler) ve mantarların, maymunların, vampir yarasaların, kartalların, papağanların, ırmaktaki timsahların, piranhaların ve nilüferlerin, gözle görülmeyen mikroorganizmaların, içinde yaşadıkları bu dev ekosisteme hepsinin farklı katkıları vardır. Burada çok hassas dengeler söz konusudur. Yağmur ormanı tüm bu türlerle birlikte var olur. Tek bir türün bile ortadan kalkması birçok dengeyi bozar." (Çağlar Sunay, Bilim ve Teknik Nisan 1999, s.75)

Ormandaki bazı türler arasında öyle bir uyum vardır ki, biri olmadan diğeri de yaşayamayacak kadar birbirlerine bağımlıdırlar. Yağmur ormanındaki ağaçların %90'ı tohumlarını yaymak için hayvanlara ihtiyaç duyarlar. Diğer taraftan, böcek larvaları, tırtıllar, kuşlar ve diğer hayvanlar da bu ağaçların tohumlarıyla beslenirler. Örneğin, incir ağacı türleri ile incir sineği türleri birbirlerine öylesine bağımlıdırlar ki, ayrı olarak soylarını devam ettiremezler. İncir sinekleri olmasa incir ağaçları kendi kendilerini dölleyemezler; incir ağaçları olmasa incir sinekleri doğal yaşam alanlarından yoksun kalırlar. Tropikal bölgelerdeki 900'den fazla incir türünün her biri için farklı bir tür incir sineği bulunur.

Burada önemli bir noktaya dikkat çekmek gerekir: İncir sineğinin vücut ve ağız yapısı ile çiçeğin yapısı ve üreme organları; böceğin uçuş programı ile çiçeğin açış zamanlaması gibi özellikler tam bir uygunluk içindedir. Türler arasındaki bu bire bir uyumu açıklamak ise, Darwinizm için her zaman dev bir sorun olmuştur. Bu olgunun tek bir açıklaması vardır: Bitkiler ve hayvanlar arasındaki uyum, eşsiz bir tasarımın sonucudur. Bu sistemin zaman içinde küçük değişimlerle, evrimin şuursuz mekanizmalarıyla gelişme ihtimali yoktur. Örneğin, Xanthopan morganii adlı bir kelebek türü ve bir tür Madagaskar orkidesi arasındaki uyumlu beraberliği inceleyelim. Bu kelebek nektar toplarken 30-35 cm uzunluğundaki hortumunu bu orkidenin yaklaşık 30 cm derinliğindeki çiçeğinin içine doğru uzatır ve onun döllenmesini sağlar. Çiçeğin derinliğindeki yumurtanın döllenmesi için, bu orkide, bu uzunlukta hortumu olan bir böceğe ihtiyaç duymaktadır; yani her iki türün birbirleriyle uyum içinde olmaları zorunludur. Evrimciler bu durum karşısında çıkmazdadırlar. Çünkü birbirinden ayrı olan bu iki türün, birbirlerine paralel bir "evrim süreci"ni hem de eş zamanlı bir şekilde geçirmeleri mümkün değildir.

Bunu şöyle açıklayalım: Madagaskar orkidesinin ve sözkonusu Xanthopan morganii türü kelebeğin çok daha kısa bir boya ve hortuma sahip olan atalarının bulunduğunu varsayalım. (Evrim teorisine göre, bu varsayımdan yola çıkmak gerekir.) Bu durumda, her iki türün de birbirleriyle eş zamanlı olarak uzamaları, bunun için kelebeğin ve orkidenin eş zamanlı olarak hortum veya kanal boylarını uzatan mutasyonlara maruz kalmaları, bu mutasyonların bu canlılarda (hiç örneği görülmemiş bir şekilde) sadece yararlı bir değişiklik yapması; mutasyona uğrayan bireylerin aynı yerde ve yanyana bulunmaları; birbirleri ile temasa geçmeleri; diğer mutasyona uğramamış bireylere göre daha avantajlı olup çoğalmaları ve bu sözde mutasyon-seleksiyon sürecinin milyonlarca yıl boyunca hep tesadüfen "hatasız" olarak devam etmesi gerekir.

Buna inanmak, bir kilit ile onu açacak olan anahtarın ayrı ayrı ve birbirlerine uyumlu bir biçimde "tesadüfen" oluştuklarına inanmak gibidir. Oysa, açıktır ki, buradaki bilinçli tasarım, en ince detayına kadar alemlerin Rabbi olan Allah'a aittir.

“ Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün ard arda gelişinde, insanlara yararlı şeyler ile denizde yüzen gemilerde, Allah'ın yağdırdığı ve kendisiyle yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her canlıyı orada üretip-yaymasında, rüzgarları estirmesinde, gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutları evirip çevirmesinde düşünen bir topluluk için gerçekten ayetler vardır.“ (Bakara Suresi, 164)

 
 
Canlıların Enerji Kaynağı FOTOSENTEZ

Güneş'in Dünya'ya gönderdiği bir günlük enerji, tüm insanlığın bir gün boyunca ihtiyaç duyacağı enerjinin neredeyse on bin katıdır. Gelişmiş ülkeler, Güneş'ten gelen bu bedava enerjiyi depolayabilmek için laboratuvar çalışmalarına çok yüksek miktarlarda para harcarlar. Bu amaçla yapılan araştırmalarda, şaşırtıcı bir gerçekle karşılaşılmış ve bitkilerin Güneş'ten gelen enerjiyi depolayan, mükemmel bir sisteme sahip oldukları anlaşılmıştır. Bitkilerin sahip olduğu bu sisteme fotosentez adı verilir.

Bitkiler, fotosentez işlemini, yapılarında bulunan güneş hücreleri sayesinde gerçekleştirirler. Bu hücreler, güneş enerjisini kimyasal enerjiye dönüştürerek bütün canlılığın temel besin kaynağı olan karbonhidratı üretirler.

Fotosentez yoluyla bitkiler, güneş enerjisini daha sonra kullanabilecekleri bir enerji şekline dönüştürürler. Bu işlem yapraklardaki "fotosentetik reaksiyon" merkezlerinde meydana gelir. Burada güneş enerjisi kullanılarak havadaki karbondioksit, nişasta ve diğer yüksek enerjili karbonhidratlara dönüştürülür. Bitki daha sonra besine ihtiyaç duyduğunda bu karbonhidratlarda depoladığı enerjiyi kullanır. Elbette bu bitkilerle beslenen canlılar da bitkide bulunan karbonhidratlardan enerji ihtiyaçlarını karşılarlar. İnsanın ihtiyacı olan enerji de fotosentez yoluyla bu besinlerde depolanan enerji ile karşılanır.

Karbonhidratlar, tüm canlıların doğrudan veya dolaylı olarak enerji gereksinimini sağlayan temel besin kaynaklarıdır. Bu enerjiyi elde etmek için mutlaka bitkilerle beslenmek de gerekmez. Hayvanlar da bu bitkilerle beslendikleri için, aynı enerji hayvansal gıdalar yoluyla da insanlara ulaşabilmektedir. Bu hayvanlarla beslenen insan da, Güneş'ten bitkilere, oradan hayvanlara, ardından da kendisine ulaşan bu enerjiyi alır ve vücudunda kullanır. Görüldüğü gibi tüm canlılar, yaşamlarını sürdürmek için fotosentez yoluyla güneş ışığından elde edilen enerjiyi kullanırlar.

Sadece besinler değil, günlük yaşantımızda kullandığımız maddelerin büyük bir bölümü de en başta fotosentez yoluyla elde edilen enerjiyi bize aktarırlar. Örneğin, petrol, kömür, doğal gaz gibi yakıtlar fotosentez yoluyla güneş enerjisinin depolandığı enerji kaynaklarıdır. Yakacak olarak kullandığımız odun için de aynı durum geçerlidir.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Bundan milyonlarca sene önce fotosentez yaparak güneş enerjisini bünyelerinde depolayan bitkiler ve bu bitkileri yiyen hayvanlar, toprağın derinliklerinde, yüksek basınç altında bildiğimiz "petrol"ü meydana getirmişlerdir. Kömür ve doğalgaz da yine aynı şekilde oluşmuştur. Kısacası fotosentez sayesinde bitkilerde depolanan güneş enerjisi milyonlarca yıl sonra insanların hizmetine bir başka yolla verilmiştir. (www.bitkidunyasi.net)

Odun, sadece yakmak için değil, inşaat dahil birçok farklı alanda kullanılan çok önemli bir materyaldir. Örneğin kağıt, pamuk ve diğer doğal liflerin neredeyse tamamı fotosentezle üretilen selülozdan oluşur. Hatta yün üretimi bile fotosentezle gelen enerjiye bağımlıdır. Bütün bitkisel, hayvansal ve petrol gibi organik maddelerden elde edilen sayısız yan ürünün kaynağı fotosentezle işlenen güneş enerjisidir.

Canlılar, havadaki karbondioksitin ve havanın ısısının sürekli olarak artmasına neden olurlar. Her yıl insanların, hayvanların ve toprakta bulunan mikroorganizmaların yaptıkları solunum sonucunda, milyarlarca ton karbondioksit atmosfere karışır. Ayrıca, fabrikalarda ve evlerde kalorifer ya da soba kullanılarak tüketilen ve taşıtlarda kullanılan yakıtlardan atmosfere verilen karbondioksit miktarı da milyarlarca tonu bulmaktadır. Bu karbondioksit fazlası, büyük ölçüde fotosentez yoluyla ve okyanuslar aracılığı ile atmosferden temizlenmiştir. (Harun Yahya, Yeşil Mucize Fotosentez)

Görüldüğü gibi fotosentezin canlılık için ne kadar hayati bir öneme sahip olduğu son derece açıktır. Fotosentez hakkında bilinenler, onu taklit ederek güneş enerjisini depolayacak sistemlerin üretilebilmesi için henüz yeterli değildir. Buna rağmen, aklı ve şuuru olmayan bir yaprak için fotosentez çok kolay bir işlemdir. Akıl, eğitim ve ileri teknoloji sahibi insanlar bu sistemin taklidini dahi yapamazken, milyarlarca yıldır trilyonlarca yaprağın tek tek fotosentez işlemini gerçekleştirebiliyor olması hayranlık vericidir. Bu kimyasal işlem, bitkiler tarafından ilk yaratıldıkları günden beri hiç aksamaya uğramadan gerçekleştirilmektedir. Bitkilerin olduğu her yerde, güneş enerjisi kullanarak, karbondioksit ve sudan, şeker oluşturan bir fabrika çalışıyor demektir. Yediğiniz ıspanak, salatanızdaki maydanoz, balkonunuzdaki sarmaşık, siz farkında olmadan, sizin için sürekli üretim yapmaktadırlar. Bu, üstün ilim sahibi Allah'ın insanlara olan şefkatinin bir sonucudur. Allah, bitkileri insanların ve tüm canlıların yararına olacak şekilde yaratmıştır. Allah, Kuran'ın bir ayetinde, insanların bir tek ağacı bile yoktan var etmesinin imkansız olduğunu şöyle bildirir:

“(Onlar mı) Yoksa, gökleri ve yeri yaratan ve size gökten su indiren mi? Ki onunla (o suyla) gönül alıcı bahçeler bitirdik, sizin içinse bir ağacını bitirmek (bile) mümkün değildir…” (Neml Suresi, 60)


Yeşil Nefes

Yaşamak için oksijene duyduğumuz ihtiyaç söylemeye bile gerek bırakmayacak kadar açıktır. Bilindiği gibi dünyadaki oksijen döngüsünün kaynağı fotosentezdir. Fotosentez Allah'ın sonsuz ilmini ve kudretini tanımak isteyen her insanın yakından incelemesi gereken bir işlemdir. Fotosentez, bilim adamlarının bugün bile tam olarak çözemedikleri eşsiz bir tasarımdır. Elektronlar, atomlar ve moleküller vasıtasıyla yapıldığı için bu işlemi asla çıplak gözle göremeyiz fakat sonuçlarını bizzat yaşayarak hissederiz.

Fotosentez anlaşılması zor kimyasal formüller, hiç karşılaşmadığımız küçüklükte sayı ve ağırlık birimleri içeren, çok hassas dengeler üzerine kurulmuş bir sistemdir. Etrafımızdaki bütün yeşil bitkilerde, bu işlemin gerçekleştiği trilyonlarca kimya laboratuvarı kurulmuştur ve ihtiyaç duyduğumuz oksijen, besinler ve enerji milyonlarca yıldır hiç durmadan üretilmektedir.

Fotosentez ve Oksijen

Atmosferdeki oksijenin yaklaşık %30'u karadaki bitkiler tarafından üretilirken, geri kalan %70'lik bölüm denizlerde ve okyanuslarda bulunan ve fotosentez yapabilen bitkiler ve tek hücreli canlılar tarafından üretilir. Fotosentez denildiğinde çoğu insanın aklına sadece yeşil bitkiler gelir oysa okyanuslar da oksijen kaynağıdır. Burada dikkat çekici olan, karadaki yeşil örtüyü devamlı yok eden insanların oksijenin ana kaynağı olan okyanusları aynı hızla yok edememesidir. Allah'ın fotosentez yapan farklı canlıları yaratmış olması, bitip tükenmeyen bir enerji kaynağına sahip olmamızı sağlamıştır.

Biyolojik olarak ihtiyaç duyduğumuz bütün enerjiyi ya doğrudan ya da otçul hayvanlar yoluyla bitkilerden alırız. Güneş ışını saf enerji kaynağıdır; ancak ham olarak o kadar da kullanışlı bir enerji şekli değildir. Bu enerjiyi vücutta doğrudan kullanmak ya da depolamak mümkün değildir. Bu yüzden güneş enerjisinin farklı bir enerji türüne çevrilmesi gerekir. İşte fotosentez bunu yapar. Bu işlem yoluyla bitkiler, güneş enerjisini daha sonra kullanabilecekleri bir enerji şekline dönüştürürler. Fotosentez işlemi yapraklardaki "fotosentetik reaksiyon" merkezlerinde meydana gelir. Güneş enerjisi kullanılarak havadaki karbondioksit, nişastaya ve diğer yüksek enerjili karbonhidratlara dönüştürülür. Ortaya çıkan oksijen ise havaya bırakılır. Bitki daha sonra besine ihtiyaç duyduğunda bu karbonhidratlarda depoladığı enerjiyi kullanır. Biz de bu bitkilerle beslenerek enerji ihtiyacımızı karşılarız. Böyle kompleks bir işlem sonucunda tüm canlıların yaşamak için ihtiyaç duydukları besine sahip olmaları, bazı canlıların ihtiyaçlarının diğer canlıların atıkları ile aynı olması Allah'ın sonsuz ilminin ve aklının bir eseridir:
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  "Ey insanlar, Allah'ın üzerinizdeki nimetini anın. Gökten ve yerden sizi rızıklandıran Allah'ın dışında bir başka yaratıcı var mı? O'ndan başka İlah yoktur. Öyleyse nasıl olur da çevriliyorsunuz?" (Fatır Suresi, 3)

Fotosentez ve Yaşam

Arabanızın motoru güneş enerjisi ile çalışır. Jet uçakları güneş enerjisi sayesinde uçar. Siz de bu yazıyı okurken güneş enerjisi harcamaktasınız...

Elbette biraz önceki ki satırları okuduğunuzda ilk aklınıza gelecek olan, arabanızın benzin ile çalıştığı, jet uçaklarının ise uçak yakıtı kullandıkları olacaktır. Bu yazıyı okumak için ihtiyacınız olan enerjiyi de Güneş'ten değil, en son öğünde yediğiniz besinlerden aldığınızı düşüneceksiniz. Oysa benzin de, yediğiniz besinler de, hatta yakacak olarak kullanılan odun ve kömür de fotosentezden elde edilen enerjiye sahiptirler.

Nasıl mı? Bundan milyonlarca sene önce fotosentez yaparak güneş enerjisini bünyelerinde depolayan bitkiler ve bu bitkileri yiyen hayvanlar, toprağın derinliklerinde, yüksek basınç altında, milyonlarca sene bekledikten sonra bildiğimiz "petrol"ü meydana getirirler. Kömür ve doğalgaz da yine aynı şekilde oluşur. Kısacası fotosentez sayesinde bitkilerde depolanan güneş enerjisi milyonlarca yıl sonra insanların hizmetine bir başka yolla verilmiş olur.

Aynı şekilde yediğimiz besinlerden elde ettiğimiz enerji de, bitkilerin depoladıkları güneş enerjisinden başka bir şey değildir. Hayvansal gıdalardan elde ettiğimiz enerji de, yine o hayvanların bitkilerle beslenerek elde ettikleri enerjidir. Enerjinin kaynağı her zaman Güneş, bu enerjiyi insanın kullanacağı hale getiren sistem ise her zaman fotosentezdir.

Şaşırtıcı gelebilir ama günlük hayatımızda kullandığımız pek çok malzeme örneğin kağıt, pamuk ve diğer doğal liflerin neredeyse tamamı fotosentezle üretilen selülozdan oluşur. Hatta yün üretimi bile fotosentezle gelen enerjiye bağlıdır. Bütün bitkisel ve hayvansal ürünler ile petrol gibi organik maddelerden elde edilen sayısız yan ürünün kaynağı fotosentezle işlenen güneş enerjisidir.

Fotosentez ve Işık Uyumu

Güneş'in yaydığı çok farklı dalga boyları arasında sadece çok dar bir aralık, yaşam için gerekli olan ışığı içerir. Ve bu noktada çok önemli bir mucize görülür; atmosfer öyle bir yapıya sahiptir ki, sadece yaşam için gerekli olan aralıktaki ışığın geçmesine izin verir, zararlı olan X ve gama ışınlarını ve diğer zararlı ışınları emer ya da geri yansıtır. Bu süzgeçten geçtikten sonra yeryüzüne ulaşan ışık bitkideki özel bir anten sistemi tarafından algılanır.

Bitkide bulunan bu anten sistemi o kadar hassas bir yapıya sahiptir ki sadece çok küçük bir dalga aralığında bulunan bu ışığı yakalar ve fotosentez işlemini başlatır. Eğer ışık başka bir değere, hıza veya frekansa sahip olsaydı, pigment (bitkinin anteni) bu ışığı göremeyecek ve fotosentez işlemi daha başlamadan sona erecekti.

Fotosentez ve Çevre

Canlılar, havadaki karbondioksitin ve dolayısıyla havanın ısısının sürekli artmasına neden olurlar. Her yıl insanların, hayvanların ve toprakta bulunan mikroorganizmaların yaptıkları solunum sonucunda milyarlarca ton karbondioksit atmosfere karışır. Ayrıca, fabrikalarda, evlerde, taşıtlarda kullanılan yakıtlardan atmosfere verilen karbondioksit miktarı da milyarlarca tonu bulmaktadır. Yapılan bir araştırmaya göre, son 22 yılda atmosferde görülen karbondioksit artışı 42 milyar tondur. Bu artışın en önemli nedenlerinden biri de kullanılan yakıtların artması ve ormanların hızla tahrip edilmesidir. Bu artış dengelenmediği takdirde ekolojik dengelerde bozulma meydana gelecektir. Böyle bir durumda atmosferdeki oksijen miktarı çok düşük seviyelere inecek, yeryüzünün ısısı artacak; bunun sonucunda oluşan küresel ısınma ise buzullarda erime meydana getirecektir. Bundan dolayı bazı bölgeler sular altında kalırken, diğer bölgelerde çölleşmeler meydana gelecektir. Bütün bunların bir sonucu olarak yeryüzündeki canlıların yaşamının büyük bir tehlikeye girmesi gerekir. Oysa böyle olmaz. Çünkü bitkilerin ve mikroorganizmaların gerçekleştirdiği fotosentez işleminde sürekli olarak karbondioksit tüketilir ve oksijen üretilir. Bu sayede karbondioksit fazlası, büyük ölçüde fotosentez yoluyla ve okyanuslar aracılığı ile atmosferden temizlenmiş ve atmosferdeki oksijen-kabondioksit dengesi sağlanmış olur.

Klorofildeki Mucizevi İşlemler

Şimdi insan hayatı için bu derece önemli olan fotosentez işleminin gerçekleştiği yaprağa ve yaprağın içindeki klorofile bir bakalım. Bir milimetrekarelik bir alan düşünelim. Bu alan bir kurşun kalemin ucu kadar küçük bir yer kaplar. Şimdi bu küçük alanın içine 500 bin adet özel aygıt yerleştirelim. Bu aygıtların her biri çok özel bir tasarıma ve fonksiyona sahip olsun. Ayrıca bu 500 bin aygıtı çok özel bir paket sistemiyle koruma altına alalım.

Belki bu senaryo ilk okuyuşta insana imkansız gibi gelebilir. Ancak Allah'ın kusursuz ve ihtişamlı yaratışı herşeyi mümkün kılar. Yukarıda bahsedilen örnek gerçek hayatta mevcuttur. Bir yaprağın ortasındaki bir milimetrekarede 500 bin adet klorofil bulunur. Küçücük bir alana sığdırılmış ve son derece kompleks bir tasarıma sahip olan bu klorofil molekülleri, insan hayatı için çok önemli bir görevi yerine getirirler.

Bir an için sizden özel bir aygıt tasarlamanızın istendiğini varsayalım. Tasarlayacağınız aygıtın görevi su molekülünü parçalamak olsun. Bilindiği gibi su, 2 hidrojen ve 1 oksijen atomunun biraraya gelmesi ile oluşur. Tasarlanacak aygıt da hidrojen ile oksijeni ayırmak zorundadır.

Sudaki hidrojen ve oksijen atomlarını birbirlerinden ayırmak için çok büyük bir patlamanın gerçekleşmesi veya su moleküllerinin binlerce derece sıcaklıklara çıkacak kadar ısıtılması gerekir. Suyun 100 derecede kaynadığı düşünülürse, ihtiyacımız olan enerjinin miktarı daha iyi anlaşılabilir. Oysa sizden öyle bir alet tasarlamanız istenmektedir ki, ne patlamaya ne de binlerce derecelik ısıya ihtiyaç duyulsun. Tek enerji kaynağı olarak da güneş ışığı kullanmanıza izin verilsin. Sizden istenilen ve tasarlayacağınız aygıtın yapması gereken zor bir görev daha vardır. Havadaki karbondioksiti, elde ettiği hidrojen ile birleştirmek.

Bilim dünyası tüm çabalara ve teknolojik imkanlara rağmen, hala böyle bir aygıt icat edememiştir. Hatta bitkilerin, bu işlemi nasıl gerçekleştirdiği dahi henüz tam olarak anlaşılamamaktadır. Yeryüzünde söz konusu işlemi gerçekleştirebilen tek varlık klorofildir. Klorofil ise bu işlemi Allah'ın üstün yaratışı sayesinde gerçekleşmektedir. (Harun Yahya, Yeşil Mucize Fotosentez)

Yapraktaki Güvenlik Sistemi

Fotosentez sırasında meydana gelen işlemler, gerekli önlemler alınmadığında bitki için tehlikeli sonuçlara neden olabilir. Çünkü bu işlemler sırasında bir molekül parçalanmakta ve ardından bu parçalardan biri bir başka molekül ile birleştirilmektedir. Bunu yaparken ise, son derece tehlikeli bir yöntem, atom altı parçacıkların hareketleri kullanılmaktadır.

Atom altı parçacıklarının hareketleri tahmin edilemeyecek kadar tehlikeli durumlar meydana getirebilir. Eğer bütün işlemler kontrol altına alınmazsa, sonuç bitki hücrelerinin parçalanmasına dahi neden olabilir. Ancak fotosentez işleminde meydana gelen her aşama için ayrı ayrı önlemler yaratılmıştır.

Bu durumu modern atom santrallerindeki nükleer reaktörlerin tasarımına benzetebiliriz. Çalışma sistemleri ve üretim şekli birbirlerinden farklı olsa da fotosentez mekanizmasında da, nükleer reaktörlerde de ortak bir nokta vardır. Fotosentez mekanizmaları da tıpkı nükleer reaktörler gibi, üretim sırasında ortaya çıkacak zararlı unsurları ortadan kaldıracak güvenlik sistemlerine sahiptir.

Bu arada özellikle belirtmek gerekir ki, fotosentez mekanizmaları, insanoğlunun inşa ettiği nükleer reaktörlerden hem çok daha ileri bir teknolojiye hem de çok daha üstün bir tasarıma sahiptir. Ayrıca, nükleer reaktörler yüz binlerce metrekarelik alana kurulmuş dev tesisler iken fotosentez, gözle görülmeyecek kadar küçük bir hücrenin içinde gerçekleşmektedir. Fotosentez sırasında meydana gelebilecek her türlü tehlike hesaba katılmıştır. Örneğin elektron transferi yapan alt sistemlerin birbirlerine olan mesafeleri dahi çok özel bir plan dahilinde tasarlanmıştır. Söz konusu mesafe en gelişmiş mikroskopların altında dahi görülemeyecek kadar küçüktür.

Burada bir an durup düşünelim: Tek bir klorofil molekülünün içinde üstün bir teknolojiye sahip, insanların nasıl çalıştığını dahi çözemediği kusursuz bir sistem vardır. Bu sistemin tek bir parçasında bile mucizevi işlemler gerçekleşir. Üstelik tüm bu olaylar saniyenin on milyonda biri kadar kısa bir süre içinde gerçekleşmektedir. İnsanoğlu, sahip olduğu bütün bilgiye rağmen, klorofil molekülünün, içinde bulunan enzimlerin ve atomların başardığı işi laboratuvar ortamında bile başaramamaktadır. Şüphesiz klorofilin sahip olduğu tasarım ve yaptığı işlemler, Allah'ın örneksiz ve benzersiz yaratmasının delillerindendir.

“Ey insanlar, Allah'ın üzerinizdeki nimetini anın. Gökten ve yerden sizi rızıklandıran Allah'ın dışında bir başka yaratıcı var mı? O'ndan başka İlah yoktur. Öyleyse nasıl olur da çevriliyorsunuz?” (Fatır Suresi, 3)

 
 
Bitkilerin Mineral Seçme Yetenekleri

Bir insanın önüne bir avuç mineral ve vitamin karışık olarak konulsa, bunların içinden işine yarayanları seçmesi istense ne kadar başarılı olabilir? Bu konuda eğitim almamış bir insan için böyle bir seçimi yapmak çok zor hatta imkansızdır. Ancak bir insanın başarılı olamadığı bu alanda, bitkiler mükemmel bir başarıya sahiptirler.

Toprağın içinde yüzlerce mineral bulunur. Bitkiler bu çok sayıdaki mineral içinden sadece ihtiyaçları olan 13 tanesini seçip alırlar. Bu seçim, bitkilerde basınç sisteminin tersine işleyen pompalar tarafından yapılır. Bu pompalar yalnızca mineralleri bitki içinde dağıtmakla kalmaz, aynı zamanda bitki için gerekli olan maddeleri de tespit eder ve topraktan çekerek bitki içinde dağıtırlar.

Peki bu şuuru bitki hücrelerine veren kimdir?

Yeryüzündeki bütün canlılar için hayati önemli olan bitkileri ortaya çıkaran ve onlara sahip oldukları özellikleri veren Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah'tır.
Rabbimiz üstün güç sahibi olan ve kusursuzca yaratandır.

Ağaçlardaki Mühendislik Harikası

SUYUN EN UÇTAKİ YAPRAĞA TAŞINMASI

Ağaçlar ihtiyaçları olan suyu topraktan alarak en uçtaki yapraklarına kadar dışardan hiçbir müdahale olmadan büyük bir başarı ile taşırlar. Bu mükemmel işlemin gerçekleşmesi için ağaçta çok detaylı bir sistem bulunmaktadır. Ağacın köklerinden gövdesine ve dallarına doğru uzanan ve "odunsu doku" olarak adlandırılan ince borulardan oluşan bir sistem, suyu taşır. Ancak suyun, ağaç içine yerleştirilen bu su borularından bir şekilde yukarıya doğru çekilmesi gerekmektedir. Bu işlem ise, fizik kurallarının kusursuz uyumu sayesinde gerçekleşir.

Her yaprakta karbondioksitin girip suyun buharlaştığı küçük gözenekler bulunur. Su molekülleri yapıları gereği birbirlerine yapışmaya eğilimlidirler ve su yapraktan buharlaşırken, yapraktaki su altta kalan suyu "çeker". Bu şekilde topraktan ağacın dallarına kadar uzanan bir "yukarıya doğru çekme hareketi" oluşur. Su yaprağa ve sonra havaya doğru hareket ettikçe, odunsu dokuda bir gerilim meydana gelerek köklerden daha fazla su çekilir.

SUYUN TAŞINMASINDAKİ MUCİZEVİ SİSTEMLER

Tek bir gözenek, ağacın içinde bulunan suya sadece çok az bir çekme kuvveti uygulayabilir. Ancak ağacın tüm yapraklarının üzerinde bulunan çok sayıda gözenek biraraya geldiğinde, büyük bir ağaçta bir gün içinde 400 litreden fazla su çekebilecek bir güç oluştururlar. Bu tasarımın en muhteşem özelliklerinden biri ise, ağacın bu hidrolik taşıma sisteminin çalışması için bir çaba harcamamasıdır. Daha kuru olan hava, suyu ağaçtan daha güçlü bir biçimde dışarı çeker. Buharlaşma suyu yukarıya doğru çekerken, su moleküllerinin birbirlerini çekmeleri nedeniyle biraz direnç meydana gelir ve su lastik bir bant gibi esner. Bu işlemin sonucunda su kolonunda bir boşluk oluşur ve bir hava kabarcığı şeklini alır. Hava kabarcığının oluşturduğu boşluk giderilmeden, ağaç köklerinden yukarıya su çekilemez.

Buna karşın, ağaçlar su kolonlarının bu tür hareket etmesini önleyecek bir uyuma sahiptirler. Suyun gözenekleri terk ederken oluşturduğu gerilim belirli bir seviyeyi aşarsa, bazı yaprakların üzerinde bulunan delikler hemen kapanırlar ve buharlaşmanın çekim etkisini azaltırlar. Böylece hava kabarcığı oluşması engellenir ve dolayısıyla ağacın dallarının ve yapraklarının susuz kalması ve ağacın ölmesinin önüne geçilmiş olur.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  BU KARMAŞIK SİSTEM TESADÜFEN OLUŞAMAZ

Her gün defalarca önlerinden geçip gittiğimiz ağaçlarda böylesine mükemmel bir sistem yer almaktadır. Dahası, burada anlatılanlar, ağaçların sahip olduğu kusursuz tasarımın sadece küçük bir parçasıdır. Sadece suyun ağacın her noktasına ulaşması için, ağaçların yapısında fizik kuralları ve mühendislik bilgileri birarada kullanılmış ve kusursuz bir denge ve tasarım oluşmuştur.

Evrimciler, tüm bu kusursuzluğun tesadüfen geliştiğini iddia ederler. Evrimcilere göre tesadüfler önce su moleküllerinin birbirini çekmesi, buharlaşma, gerilim vs. gibi fizik kurallarını ağaçlarda kullanmışlardır. Sonra bir mühendis gibi düşünmüşler ve ağaçların içine su borularını döşeyerek, böyle mühendislik harikası bir sistem meydana getirmişlerdir.

Elbette ki bu açıklama tamamen bir kandırmacadan ibarettir. Yeryüzünde var olan binlerce tür bitkideki karmaşık sistemlerin yaratıcısı göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan herşeyin Rabbi olan Yüce Allah'tır. Ağaçlardaki bu mükemmel sistem, Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah'ın varlığının ve büyüklüğünün sonsuz sayıdaki delillerinden yalnızca biridir. (Harun Yahya, Tohum Mucizesi)

Yapraklar Sonbaharda Neden Dökülür?

Sonbahar yaklaşıp günler kısalmaya başladığında, yaprak hücreleri sonbaharın gelmek üzere olduğunu anlar. Bunun üzerine ilk olarak yaprağın büyüme hormonu, üreme oranını düşürmeye başlar. Bu işlemin ardından, yaprak sapının dala bağlandığı noktada yeni hücreler ürer. Bu hücreler, sanki biri kendilerine ne yapmaları gerektiğini bildirmiş gibi bu bağlantı noktasının üzerinde mantardan bir yatak oluştururlar. Bu noktaya "Apsis noktası" denir. Bu mantardan yatak, yaprağın dala olan bağlantısını oldukça zayıflatır.

Tam bu sırada, yaprak hücreleri bu sefer "etilen" olarak bilinen yeni bir hormon üretmeye başlarlar. Bu gaz biçimindeki hormon yaprağın dala bağlantısının zayıflatılması işlemini daha da hızlandırır. Bağlantının zayıflamasıyla yaprak en ufak bir esintide dahi daldan düşecek duruma gelir.

Hücrelerin görevi, yaprağın düşmesi ile tamamlanmaz. Bu defa hücreler, apsis noktasında, yaprağın kopmasından meydana gelen yaranın üzerini hemen bir mantar tabakası ile kaplar ve böylece yarayı tedavi ederler.

Her sonbahar yerde gördüğünüz yapraklar, burada kısaca anlatılan biyokimyasal olaylardan geçerek dökülürler.

Belki bugüne kadar varlığını hiç düşünmediğimiz bu ağaç hücreleri, ardı ardına gerçekleştirdikleri işlemlerle adeta akıl ve bilinç gösterisi yapmaktadırlar. Bir düşünelim:

Ağaç hücreleri, sonbaharın gelmek üzere olduğunu nasıl anlayabilmektedir?
Sonbaharın yaklaştığını anladığında hangi irade, akıl ve bilinçle yaprakları üzerinden atmak için hazırlık yapmaya başlamaktadır?
Bu hücreler, büyüme hormonu, mantar, etilen gibi kompleks kimyasal maddeleri üretmeyi, bunların formüllerini, etkilerini, faydalarını nereden bilmektedirler?
Aynı hücreler, ağacın yarası olduğunu nasıl fark edip, bu yaranın mantarla tedavi olacağını nasıl bilmektedirler?
Bunların dışında bu hücreler, aynı hormonları neden yazın veya ilkbaharda değil de, sadece sonbaharda üretmektedirler? Onlara bu emri veren, bu yolu gösteren kimdir?
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Bilinç, akıl ve bilgi sahibi olmayan atomların birleşip, bu kadar kapsamlı ve organize bir olayı, yüz milyonlarca yıldır, dünyanın her köşesinde, trilyonlarca ağaçta, hiçbir zaman aksatmadan ve şaşırmadan tesadüfen sürdürmeleri kesinlikle imkansızdır. Fakat ağaçlar bunu milyonlarca yıldır kusursuz şekilde yapmaktadırlar.
Tüm ağaç hücrelerine yaptıkları işleri ilham eden, onlara emriyle istediklerini yaptırtan elbette ki sonsuz kudret, akıl ve bilgi sahibi olan Rabbimiz Allah'tır
 
 
Soğuktan Etkilenmeyen Yapraklar

Kuzey yarım kürenin büyük bir kısmı ormanlarla kaplıdır. Genelde kozalaklı ağaçlardan oluşan bu ormanlar daha çok soğuk iklim koşulları altındadırlar. Bitkilerin bu soğuk iklime karşı dayanıklı olabilmeleri içinse, diğer bitkilerden farklı bazı özelliklere sahip olmaları gerekir. Örneğin, kış mevsiminde toprak donmuş haldeyken ağaç kökleri topraktan su alamazlar. Bu şartlar altında yaşayan ağaçlar, kış susuzluğuna dayanıklı olmalıdırlar. Bu dayanıklılığı ağacın yaprakları sağlar. Birçok kozalaklı ağacın dökülmeyen yaprakları sert ve dayanıklıdır. Yaprakların üzerindeki mumlu yüzey, suyun buharlaşma yolu ile kaybını azaltır, bu da yaprakların dökülmesini ya da su basıncı sebebiyle solmasını önler. Ayrıca kozalaklı ağaçların yapraklarının çoğu iğne şeklindedir ve dona karşı çok dayanaklıdır.

Yaprakların üzerlerinin mum benzeri bir madde ile kaplı olması ve bu yüzden yaprakların su kaybetmemeleri Allah'ın varlığının ve sonsuz büyüklüğünün delillerinden biridir.

Yaşayan her canlı gibi yaprak da hücrelerden oluşmuştur. Yaprağı oluşturan bitki hücreleri bütün diğer hücreler gibi şuursuz ve akılsız varlıklardır. Yaprağın üzerini kaplayan mumsu tabaka da yine şuursuz hücreler tarafından üretilmiştir. Oysa yaprak adeta dışarıdan fırça ile boyanmış ve verniklenmiş gibi pürüzsüz bir mum tabakasına sahiptir.

Bu durumda yaprağı oluşturan milyonlarca hücre biraraya gelip, yaprağın dış yüzeyini bu tabaka ile kaplama kararı almış olmalıdır. Sonra hücrelerin müthiş bir uyum içinde yaprağın dış yüzeyini özenle mum tabakası ile kaplamaları gerekmektedir. Bu durumda düşünen her insan şu soruyu soracaktır:

Şuursuz hücreler

Bu hücreler hangi akıl, bilgi ve yetenek ile yaprağın üzerini, hiçbir taşma ve pürüz olmadan veya boşluk kalmadan, mum tabakası ile özenle kaplamışlardır?

Elbette bu sorunun tek bir cevabı vardır. Yaprak ve yaprağı oluşturan hücreler, Allah'ın benzersiz yaratma sanatının mükemmel eserlerinden birer örnektir. Allah, bu hücrelerin genetik programlarına gerekli bütün bilgileri yazmıştır. Hücreler de bu bilgi doğrultusunda en ideal formüle sahip mumsu maddeyi üretir ve bu maddeyi en ideal oranlarda hep birlikte salgılarlar. Böylece yaprağın üzeri pürüzsüz bir şekilde mum tabakası ile kaplanmış olur. Kışın yapraklarını döken ağaçların aksine, yapraklarını dökmeyen bu bitkiler her bahar mevsiminde yeni yapraklar açarak enerjilerini artırırlar. Yeteri kadar ılık bir hava olduğunda da fotosentez yapabilir ve kısa yaz aylarında enerji kaynaklarını üremek için yoğunlaştırırlar.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Dikkat edilmesi gereken bir başka nokta da kozalaklı ağaçların koni biçimindeki şekilleridir. Bu da - yeryüzündeki her detayda olduğu gibi- özel olarak yaratılmış bir ayrıntıdır.

Mimari ve inşaat mühendisliği alanında, özellikle binaların çatı bölümleri yapılırken, göz önünde bulundurulması gereken en önemli noktalardan biri kar yüküdür. Normal şartlarda yalnızca kendi yüklerini ve rüzgar yükünü taşıyan çatılar, yoğun yağan bir kardan sonra oldukça yüksek bir kar yükü etkisi altında kalırlar. Özellikle endüstriyel yapıların ve köprülerin tasarımlarında bu kar yükü etkisi büyük bir özenle hesaba katılmak zorundadır. Bu nedenle, çatılar özel bir eğim verilerek inşa edilir ve taşıyıcı sistemler kar yükü hesaba katılarak güçlendirilir. Özellikle kışın büyük bölümünün kar altında geçtiği İsveç, Danimarka, Norveç gibi kuzey ülkelerinde evlerin tamamına yakınının çatısı koni biçiminde ve bu mühendislik hesabı göz önünde bulundurularak inşa edilir. Yoksa kar yükü çatının ve binanın üzerinde ciddi hasarlara neden olur.

 
 
Bitkilerdeki Savunma Stratejileri -1-

Bitkiler de, hayvanlar gibi kendilerini düşmanlarından bir şekilde korumak zorundadırlar. Bu korunma her bitki türüne göre çeşitlilik gösterir. Her bitkinin farklı savunma stratejisi vardır. Bazı bitkiler, parazitlere ve böceklere karşı çeşitli salgılar üreterek düşmanlarıyla mücadele ederler ve kendilerini ancak bu şekilde korurlar. Bir numaralı savunma silahları olan zehirli kimyasal salgılarını gereği gibi kullanabilmek içinse çok çeşitli yöntemler kullanırlar. Örneğin, mantar ve salatalıkların zehirli uçları vardır ve bunları saldırı anında harekete geçirirler. Bu tam teçhizatlı savaşın başka bir örneği de çınar ağaçlarında mevcuttur. Çınar ağacı, yapraklarından salgıladığı bir öz su yardımıyla, gövdesinin altındaki toprağı sistemli bir şekilde zehirler, öyle ki bu zehirden sonra, toprağın üstünde küçücük bir ot bile yetişemez. Bu zehirli maddeyi bünyesinde barındırmasına rağmen çınar ağacının kendisi bundan herhangi bir zarar görmez.

Saldırıya uğradıklarında bulundukları ortamdan uzaklaşmalarını sağlayacak ayakları veya savaşacak herhangi bir organı olmayan bitkiler düşmanlarına karşı sadece özel salgılarla karşılık vermezler. Bunun yanı sıra ihtiyaçlarına yönelik pek çok savunma mekanizması ile birlikte yaratılmışlardır. Bu mekanizmaların içinde haberleşme yeteneği de vardır. Bazı bitkiler, ısırılan bölgeden kendilerini ısıran böceğin sindirim sistemini bozucu ve ona sahte tokluk hissi veren bir sıvı salgılar. Aynı zamanda yaprak hasar gördüğü yerden "jasmonik asit" denen bir tür asit de salgılayarak, diğer yaprakların saldırıdan haberdar olmalarını ve savunmaya geçmelerini sağlar.

Bitkilerdeki bu özellikler Allah'ın özel olarak yarattığı savunma sistemleridir. Herşeyi en ince ayrıntısına kadar planlayan Rabbimiz, yeryüzündeki tüm bitkileri de, yaşamlarını sürdürebilmeleri için ihtiyaç duydukları her türlü detayla birlikte yaratmıştır. Allah herşeyi yoktan var eden ve kusursuzca yaratandır. Bir ayette şöyle buyrulur:

"Gökten yere her işi O evirip düzene koyar..." (Secde Suresi, 5)

Küstüm Otu

Küstüm otunun çok ilginç bir savunma sistemi vardır. Bu bitkinin yapraklarına dokunulduğunda birkaç saniye içinde, sapla birlikte yapraklarının gövdeye doğru yaslandığı görülecektir. Eğer bitkiyi rahatsız eden etki devam ederse, bu kez küstüm otu aşağıya doğru ikinci bir hareket yaparak gövdesinin üzerindeki sivri dikenleri ortaya çıkarır. Bu da böcekleri kaçırmak için yeterlidir. Bitkideki bu hareketi gerçekleştiren mekanizma elektrik akımlarıyla başlar. Bu akım aynı insan vücudundaki sinirlerden geçen akım gibidir. Bitkinin reaksiyonları bizde olduğu kadar hızlı değildir.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Bununla birlikte bitki özünü taşıyan kanallar aracılığıyla iletilen elektrik sinyalleri 30 santimetrelik mesafeyi bir-iki saniye içinde geçer. Isı ne kadar yüksek olursa, reaksiyon da o kadar hızlı olur. Her bir yaprağın dibi (yaprağın sapıyla birleştiği yerde), oldukça şişkindir. Buradaki hücreler sıvıyla doludur. Uyarı buraya ulaştığı zaman, yaprağın dibindeki şişkinliğin alt yarısı aniden suyunu boşaltır ve aynı anda diğer üst yarı, bu suyu kendi bünyesine alır, ve yaprak aşağıya doğru düşer. Böylece uyarı saplar boyunca ilerlerken, yapraklar domino taşları gibi teker teker, ardı ardına kapanır. Bu şekilde bir savunma hareketinden sonra, bitkinin tekrar hücrelerini doldurup, yapraklarını açabilmesi için 20 dakika gereklidir.

Passiflore Çiçeği

İlgi çekici bir güzellikte olan Passiflore çiçeği, yaprakları üzerinde yer alan küçük iğneler sayesinde düşmanı olan tırtıllara karşı koyabilmektedir. Bu iğneler, yumurtadan çıkan tırtılların en ufak bir yer değiştirmesi halinde bedenlerine saplanırlar. Böylece, Passiflore çiçeği, bu tırtıllar henüz doğup ona zarar vermeden önlemini almış olur.

Kardelen Çiçeği

Çevremizdeki güzellikler bazen oldukça etkileyici biçimlerde karşımıza çıkar. Kışın kar örtüsünün altında donmuş bir şekilde korunan kardelenler, baharda karların erimesi ile birlikte çiçek açarlar. Karların içinden beklenmedik bir şekilde ortaya çıkan bu muazzam güzellik ve renk uyumu, Allah'ın yaratışındaki kusursuzluğun ve ihtişamın örneklerinden yalnızca bir tanesidir.
 
 
Bitkilerdeki Savunma Stratejileri -2-

Allah'ın bitkilerde yarattığı savunma stratejileri sayesinde, bitkiler, böceklerin zarar vermesinden korunmuş olmaktadırlar. Söz konusu savunma stratejileri insanı hayrete düşürecek derecede kompleks sistemler içermektedir.

Silahlanma yarışı, birbirlerine hasım ülkeler arasında sürdürülen, karşı tarafı en kısa zamanda ve en etkili şekilde saf dışı bırakmaya yönelik, ileri teknolojiyle biçimlendirilen bir yarıştır. Bizler silahlanma yarışının, üstün bir teknolojiye ulaşmış, akıl sahibi bir canlı olan insanoğluna has bir olgu olduğunu düşünürüz. Oysa durum hiç de böyle değildir.

Canlıların biyolojik özelliklerini inceleyen, dünyaca ünlü "Society For Experimental Biology" kuruluşunun düzenlediği konferansın 9 Nisan 2002 günkü oturumunda bitkilerin böceklere karşı kullandıkları üstün kimyasal silahlar ele alındı. Konferansta ele alınan çalışmalardan birisi de, Dr. Alan Bown ve arkadaşlarına aitti.

Bown ve arkadaşları, yapraklarının üzerinde gezinmeye başlayan bir böceğin ayak seslerini algılayan bitkilerin, 3 alarm aşamalı bir kimyasal zehir kalkanı oluşturduklarını; böylelikle böceğe karşı etkili bir savunma yaptıklarını ortaya koydular. (Konuyla ilgili detaylı bilgi için bkz. Harun Yahya'nın eserlerinden faydalanılarak hazırlanan "Canlılarda Kamuflaj ve Akılcı Davranışlar - Belgesel")

Bilim adamları, böcekle karşılaşan bitkinin biyokimyasında meydana gelen değişikliklerin her anını saptadılar. Buna göre, bir larva, bitkinin yaprağında yürümeye başladıktan en geç 10 saniye sonra bitki "süperoksit" denilen maddeyi salgılıyor. Ancak savunma sistemi bununla sınırlı değil. Alarma geçen bitki, tehlikenin devamı halinde, 20. saniyede bu sefer başka bir kimyasal madde olan "klorofil floresan" üretimine başlıyor. Her iki kimyasal da, böceğin birbiri ardınca sıralanan adımları gözlemlenerek, kontrollü bir şekilde serbest bırakılıyor. Kırmızı alarma benzetebileceğimiz üçüncü ve son aşamada ise bitkinin "gamma-aminobutrik asit" (GABA) seviyesi yükseltilerek tam koruma sağlanmış oluyor.

Bu savunma stratejisinin en ilginç yönü ise bitkinin, böcek tarafından herhangi bir şekilde yaralanmaya uğramadan önce devreye sokulması...

Şimdi bu üstün savunma stratejisinin elemanlarını detaylı olarak gözden geçirelim:
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  1. Erken Haber Alma-Uyarı Sistemi:

Böcek, yaprakları yemeye başlamadan, böceğin son derece hafif adımları bitki tarafından olağanüstü hassaslıkla tespit ediliyor. Bu sistem, düşman uçakları henüz görülür hale gelmeden yerlerini radyo dalgaları göndererek belirleyen radar sistemlerine benzemektedir.

2. Aşamalı Alarm Sistemi:

Bitki böceğin kendi üzerindeki hareketini gözlemleyerek, kimyasal savunma silahlarını harekete hazır hale getirmek üzere aşamalı olarak alarm sistemini devreye sokuyor. Bilindiği gibi hava savunma teknolojisinde hava sahasına yabancı bir uçak girdiğinde alarm durumuna geçilir ve duruma göre alarmın boyutu değiştirilebilir (sarı alarm, kırmızı alarm). Bitkideki aşamalı alarm sistemindeki yapı ise bundan daha komplekstir.

3. Kimyasalların Yapısı:

Bitki, karmaşık kimyasal reaksiyonlarla üretilen, zehirli salgılar sentezlemektedir. Ancak burada bir mucize söz konusudur. Çünkü bu kimyasalların formülleri son derece karmaşık formüllerdir ve salgıyı meydana getiren elementler özel olarak seçilir ve yine özel bir plana göre birleştirilir. Eğer herhangi bir aşamada yanlış elementler seçilirse ortaya başka bir kimyasal çıkacak böylece bu silah böcek üzerinde etkili olamayacak ve bitki böcek tarafından tahrip edilecektir. (www.belgeseller.net)

Ayrıca bu kimyasalın böcek üzerinde etkili olabilmesi için böceğin metabolizmasının da bitki tarafından detaylı olarak bilinmesi gerekir. Halbuki bitki böcekle sadece fiziksel bir temastadır ve ortada böceğin biyokimyasını inceleyebileceği bir laboratuvar yoktur. Üstelik bitkinin "bu böceğe şu elementleri şu formülle birleştirip bir zehir yaparsam onu yenerim" diye düşünebileceği bir beyni de yoktur.

Bu canlının başardığı işteki olağanüstülüğü daha iyi anlamak için başka bir yönden düşünelim:

Siz elinize bir canlı alsanız onun biyokimyasal özelliklerinin bir profilini çıkarabilir, üstelik vücudunuzda ona karşı zehirli bir içeriğe sahip kimyasal salgılar geliştirebilir misiniz? Elbette ki hayır. İşte bitkinin böceğe karşı, hem de 3 tane zehirli maddeyi tesadüfler sonucu veya kendiliğinden geliştirmesi de bu denli imkansızdır. Dolayısıyla bitkinin kendisini savunması sırasında apaçık bir mucize gerçekleşmektedir. Hiç şüphesiz bitkideki bu bilincin sahibi, herşeyin Yaratıcısı, alemlerin Rabbi olan Allah'tır. Allah bir ayette herşeyi bir düzen içinde ve ölçüyle yarattığını şöyle bildirir:

"Göklerin ve yerin mülkü O'nundur; çocuk edinmemiştir. O'na mülkünde ortak yoktur, herşeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir". (Furkan Suresi, 2)

Allah, Kuran'da ayrıca akıl sahiplerini, diğer insanların hiç düşünmediği -ya da "evrim", "tesadüf", "doğa mucizesi" gibi sözde açıklamalarla geçiştirmeye çalıştıkları- konular üzerinde düşünmeye davet eder. Allah bu konuyla ilgili olarak Kuran'da şöyle buyurmaktadır:

"Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde temiz akıl sahipleri için gerçekten ayetler vardır. Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) 'Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru.'" (Al-i İmran Suresi, 190-191)

Bu ayetlerde de görüldüğü gibi akıl sahiplerine düşen, Allah'ın ayetlerini görmek ve gördükleri bu mükemmelliklerden yola çıkarak Allah'ın sonsuz bilgi, güç ve sanatını kavramaya çalışmaktır.

Çünkü Allah'ın ilmi sonsuz, yaratışı kusursuzdur...

Ve düşünen insanlar için, çevrelerindeki herşey bu yaratışın delillerindendir.

 
 
21. yy. Teknolojisi Allah'ın Yaratma
 Sanatından Örnek Alacak

Bazı insanlar, Allah'ın canlılarda yarattığı üstün tasarım örneklerini görmezden gelerek düşünmezler. Oysa bütün canlılar, bu alışkanlık perdesini kaldıracak sırlarla doludur.

Bilim adamları her geçen gün doğada keşfettikleri benzersiz yapılar ve sistemler karşısında hayrete düşmekte ve uzun araştırmalar sonucunda ortaya çıkan bilgileri, insanlık yararına yeni teknolojiler üretmek için kullanmaktadırlar. Doğada var olan mükemmel sistemlerin, uygulanan olağanüstü tekniklerin, bilim adamlarının bilgisinin ve aklının çok üstünde olduğunun ortaya çıkmasıyla teknoloji devleri doğadaki tasarımların yardımına başvurmaktadır. Doğanın taklidi ile birlikte bilim adamları, gerek vakit ve emek açısından, gerekse maddi kaynakların isabetli kullanılması bakımından çok önemli kazançlar sağlamaktadırlar.

Korunan Yüzeyler

Her eşyanın yüzeyinin sudan, kirden hatta parlak ışıktan bile zarar görme ihtimali vardır. Bu etkiyi yok etmek amacıyla bwilim adamları araba ve mobilya cilaları ve ultraviyole güneş ışınlarını engelleyen özel sıvılar üretmişlerdir. Hepsinin amacı, yüzeyi, meydana gelebilecek herhangi bir aşınma ve eskimeden korumaktır. Doğadaki hayvanlar ve bitkiler de, yüzeylerini dış etkenlere karşı koruyacak birtakım kimyasal maddeler üretirler. Doğadaki canlıların bünyeleri tarafından üretilen ve bilim adamlarını hayrete düşüren bu kimyasal karışımlar, tasarımcıların taklit etmek için uğraştıkları kompleks örneklerdir.

Alarm Sinyali Veren Bitkiler

Herkes bitkilerin tehlikeden kaçamadıklarını, dolayısıyla düşmanlarına hemen teslim olduklarını zanneder. Ancak yapılan araştırmalar durumun hiç de zannedildiği gibi olmadığını ortaya çıkarmıştır. Tam tersine bitkiler de şaşırtıcı taktiklerle düşmanlarının üstesinden gelmektedirler.

Örneğin bazı bitkiler, yapraklarını kemiren böcekleri uzaklaştırmak için kimi zaman zararlı kimyasallar üretirler, kimi zaman da bu böceklerle beslenen avcı böcekleri çeken kimyasal kokular yayarlar. Kuşkusuz her iki taktik de son derece akılcıdır. Nitekim tarımsal alanda yapılan faaliyetlerde bu savunma stratejisi, çok etkili bir yöntem olarak taklit edilmeye çalışılmaktadır. Almanya'daki Max Planck Kimyasal Ekoloji Enstitüsü'nde 'bitki savunması genetiği' alanında çalışmalar yapan Jonathan Gershenzon, bu akılcı stratejiyi gereği gibi taklit edebilirlerse, gelecekte tarımsal ilaçlamaların zehirsiz yapılabileceğini düşünmektedir.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Bazı bitkiler tırtıllar tarafından saldırıya uğradıklarında hemen bu tırtıllarla beslenen avcı böcekleri kendilerine çeken, uçucu bir kimyasal madde salgılarlar. Yardıma çağrılan böceklerin özelliği ise yumurtalarını tırtılların içine bırakmalarıdır. Tırtıldan habersiz onun içinde barınan ve yumurtadan çıkan larvalar ise, bu tırtıllarla beslenerek büyüme imkanı bulurlar. Böylece ekine zarar veren tırtıllar dolaylı bir strateji ile imha edilir.

Bitkinin, yapraklarının bir tırtıl tarafından yendiğini anlaması ise yine kimyasal yöntemlerle gerçekleşir. Bitki, yapraklarını kaybettiği için değil, tırtılın salyasındaki kimyasallara tepki olarak böyle bir alarm sinyali verir. Basitmiş gibi görünen bu olayda üzerinde durulması gereken pek çok konu vardır. Bunlardan birkaçını şöyle sıralayabiliriz:

1-Bitki, tırtılın kimyasal salgısını nasıl algılamaktadır?

2-Bitki, alarm sinyali verdiğinde tırtıllardan kurtulacağını nereden bilmektedir?

3-Verilen sinyalin böceklerde davet etkisi yapacağını nereden bilmektedir?

4-Bitkinin, daveti doğru böceklere (saldırgan tırtıllarla beslenen) yapmasını sağlayan nedir?

Verilen sinyal sesli değil kimyasal bir salgı şeklindedir. Böceklerin kullandığı kimyasallar da son derece karmaşık bir molekül yapısına sahiptir. Kimyasaldaki en ufak bir eksiklik ya da yanlışlık, sinyalin niteliğini kaybettirebilir. Bu durumda bitki bu sinyali veren kimyasalı kendi kendine nasıl üretebilmektedir? (Harun Yahya, Biyomimetik)

Şüphesiz beyni bile olmayan bir bitkinin tehlikeler karşısında çözüm üretmesi, bir kimyager gibi kimyasal maddeleri tahlil etmesi, hatta bunu üretmesi, planlı bir strateji yürütmesi mümkün değildir. Kuşkusuz ki, dolaylı olarak bir düşmanı alt etmek üstün bir aklın ürünüdür. Bu aklın sahibi, bitkiyi kusursuz özelliklerle yaratan ve kendisini korumak için neler yapması gerektiğini ona ilham eden Yüce Allah'tır.

"O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir." (Haşr Suresi, 24)

 
 
Matematik Profesörleri: Bitkiler

Bitkiler ilk yaratıldıkları günden beri matematik kurallarına harfi harfine uyarlar. Yani hiçbir yaprak veya hiçbir çiçek tesadüfen ortaya çıkmaz. Bir ağaçta kaç dal olacağı, dalların nereden çıkacağı, bir dal üzerinde kaç yaprak olacağı ve bu yaprakların hangi düzenlemeyle yerleşeceği önceden bellidir. Ayrıca her bitkinin kendine özgü dallanma ve yaprak diziliş kuralları vardır. Bilim adamları bitkileri sadece bu dizilişlerine göre tanımlayıp sınıflandırabilmektedirler.

Olağanüstü olan ise, örneğin Çin'deki bir kavak ağacı ile İngiltere'deki bir kavak ağacının aynı ölçü ve kurallardan haberdar olmaları, aynı oranları uygulamalarıdır. Her bitkiyi kendine özgü matematiksel hesaplarla en estetik şekilde yaratan, tesadüfler olamaz elbette. Tüm bu estetiğin ve kusursuz hesaplamalarla yapılan tasarımın yaratıcısı sonsuz ilim sahibi olan Allah'tır. Kuran'da da bildirildiği gibi;

"Göklerin ve yerin mülkü O'nundur; çocuk edinmemiştir. O'na mülkünde ortak yoktur, herşeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir." (Furkan Suresi, 2)

Farklı dizilişler

Bitki türüne göre değişen bu diziliş şekilleri dairesel veya sarmal yapı şeklindedir. Bu özel dizilişin en önemli sonuçlarından biri yaprakların bir diğerini gölgelemeyecek şekilde yerleşmiş olmalarıdır. Botanikte "yaprak diverjansı" olarak tanımlanan bu oranlara göre bitkilerde yaprakların gövde etrafına dizilişlerindeki düzen belirli sayılarla belirlenmiştir.

Bu diziliş son derece kompleks bir hesaba dayanır. Bir yapraktan başlayıp, gövde etrafında dönerek aynı hizadaki diğer yaprağa rastlayıncaya kadar yapmamız gereken tur sayısı (N) ile, bu turlar arasında karşılaştığımız yaprak sayılarını (P), sırasıyla N ve P ile gösterirsek, P/N oranı, bitkilerde "yaprak diverjansı" olarak adlandırılır. Bu oranlar çayır bitkilerinde (otlarda) 1/2, bataklık bitkilerinde 1/3, meyve ağaçlarında (elma) 2/5, muz türlerinde 3/8, soğangillerde 5/13'tür.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Orandaki mucize

Aynı türe ait her ağacın bu orandan haberdar olup, kendi cinsi için belirlenmiş orana uyması büyük bir mucizedir. Örneğin bir muz ağacı bu oranı nereden bilir ve bu orana nasıl uyabilir? Bu hesaba göre, her muz ağacının çevresinde bir yapraktan başlayıp 8 kere tur attığınızda, aynı hizadaki diğer yaprağa rastlayacaksınız. Ve bu turlar arasında 3 yaprakla karşılaşacaksınız. Güney Afrika'dan Latin Amerika'ya kadar nereye giderseniz gidin, bu oran şaşmayacaktır. Sadece böyle bir yaprak diziliş oranının olması dahi canlıların tesadüfen oluşmadıklarını, kusursuz ve son derece kompleks bir oran, hesap, plan ve tasarımla yaratıldıklarını gösteren önemli bir delildir. Canlıların genetik yapılarına böyle bir oranı kodlayan, onları bu bilgi ve özellikle yaratan üstün bir ilim ve akıl sahibi olan Allah'tır.

Ağaç formları içinde en çok rastlanan modellerden biri, gövdenin birbirine tam zıt yönünden çıkan yaprak ve dal çiftleridir. Tohum açıldıktan sonra iki tane yaprak açar, bu yapraklar 180 derecelik bir açıyla karşılıklı olarak dizilmişlerdir. İlk iki yapraktan sonra gelişen diğer iki yaprak ise maksimum dağılımı sağlamak için zıt tarafta, birinci çifte sağdan açı yaparak gelişir. Böyle bir durumda bir dalın etrafında 90 derecelik açılara sahip dört adet yaprak dizilmiş olur. Yani bu dala tepeden bakacak olursak, yaprakların tam bir kare oluşturacak şekilde 90 derecelik açılarla dizildiklerini ve üstteki yaprakların bu sayede alttaki yaprakları örtmediğini görürüz. Bu görmeye alışık olduğumuz bir şekildir. Ancak, insanların çoğu tohumların neden özellikle bu şekilde açtığını düşünmezler. Oysa bu, bir planın ve tasarımın sonucudur. Ve amaç, yaprakların üst üste çıkarak birbirlerini örtmelerini engellemek ve hepsinin güneş ışığından faydalanabilmelerini sağlamaktır.

Daha karmaşık bir form olan spiral şekline de çok sık rastlanır. Bitkideki bu spiral hareketi gözlemlemek için bir ip kullanılabilir. Bir yaprağın tabanına ip bağlayıp sonra ipi dallara ve budaklara kadar uzatın, geldiğiniz her yaprağın gövdesinde bir kere halka yapın, kavisler mümkün olduğunca düzgün olsun. Bu yöntemle, kara ağaç veya ıhlamur ağacında yaprakların ortalama olarak komşu yaprakta budağın etrafında yarı yol kadar (180 derece) dolandığını görürsünüz; böylece ip yaprak başına 1/2 dönüşle bağlanır. Kayın ağacının yaprakları yalnızca 120 derece aralıklara sahiptir; yaprak başına 1/3 döner. Elma ağacı 144 derece ile 2/5 dönüş, kara çam 5/13. Eğer matematiğe meraklı iseniz, bu oranların nasıl tesadüfen olmayıp, her bir payın ve birimin birbirine hemen bitişik olanların toplamı olduğunu bulursunuz. (aşağıda görüldüğü gibi) Her iki sayı dizilimi de aynı benzer ve basit işlemi yapar: 1, 1, 2 (1+1), 3 (1+2), 5 (2+3), 8 (3+5), 13 (5+8), 21 (8+13), 34 (13+21), 55 (21+34), 89 (34+55), 144 (55+89), 233 (89+144), 377 (144+233), ...

Fibonacci serisi

Bu özel dizilim, bu kuralı keşfeden Fibonacci isimli matematikçinin adı ile anılır ve "Fibonacci serisi" olarak bilinir. Bu kural estetik mükemmellik manasına gelir ve resim, heykel, mimari gibi alanlarda temel bir ölçü olarak kullanılmaktadır. Doğada çok sık rastlanılan bu oran bitkilerdeki ince hesap ve tasarımı anlamada önemli bir anahtardır.

3/8'in ötesindeki kesirler yosun, lahana ya da her iki tarafa spiral yönde giden taç yapraklı, ayçiçeği gibi sık tohum ya da yaprak sistemlerinde bulunur. Bu bitkilerin yaprakları merkezin etrafında sağdan veya soldan dolanırken bir spiral çizerler, bu spirallerde tur başına düşen yaprak sayısı da fibonacci kuralına göre belirlenir. Mesela papatyanın merkezi üç ardışık kesir kullanır: 13/34, 21/55 ve 34/89; yani yaprağın merkezi boyunca yapacağı bir tur dönüşteki yaprak sayısı ve buna denk düşen dönüş açısı önceden bellidir.

Fibonacci dizisi doğada çok sık bir biçimde karşımıza çıkar. Bu sayılar kullanılarak üretilen kesirler, bize "Altın Oran"ı verir. Yani Fibonacci sayılarını aşağıda görüldüğü gibi birbirini takip eden kesirler halinde yazdığımızda, ortaya çıkan bölmelerin tamamı estetik mükemmellik manasına gelen ve çoğu zaman "Altın Oran" adı da verilen sayıdır: 1/1, 1/2, 2/3, 3/5, 5/8, 8/13, 13/21, 21/34, 34/55, 55/89...

Bu yolla elde edilen dizinin terimleri Fibonacci dizisinin birbirini takip eden sayılarının bölümü şeklindedir. Ve bu dizinin terimleri olan oranları çam kozalaklarında (5/8, 8/13), ananas meyvesinde (8/13), papatyanın orta kısmındaki floretlerde (21/34), ayçiçeklerinde (21/34, 34/55, 55/89) sağ ve sol spirallerin sayısı olarak görmekteyiz. İşte bu oran ve bu oran sayesinde ortaya çıkan görüntü, doğadaki çiçeklere, ağaçlara, tohuma, deniz kabuklarına ve daha sayısız canlıya estetik bir mükemmellik kazandırır.

Altın oranın doğadaki yeri bununla da kalmayıp, ideal yaprak açılarında da kendini göstermektedir. Bilindiği gibi bitkilerde yapraklar, dik gelen güneş ışınlarından maksimum yararı sağlamak üzere belli bir açıyla sıralanırlar. Örneğin, 2/5'lik yaprak diverjansına sahip bir bitkide yaprak aralarındaki açı, 2 x 360 derece / 5 = 144 derecedir. Yapraklarda karşımıza çıkan sayısal mucizeler bununla da sınırlı değildir. Yaprak yüzeyleri de belirli matematik hesaplarının sonucunda anlaşılabilecek tasarımlara sahiptirler. Yaprağın ortasından geçen damar (midrib) ve ondan çıkarak yaprak yüzeyine dağılan damarlar ve bunların besledikleri dokular, bitkiye belirli bir şekil ve yapı kazandırırlar. Yapraklar çok farklı formlara sahip olmalarına rağmen bu hassas ölçüleri muhafaza ederler. Bitkilerin belirli matematik formüllere göre şekillenmiş olmaları onların özel olarak tasarlanmış olduklarının en açık delillerinden biridir. Bitkinin atomlarında, DNA'sında gördüğümüz hassas ölçüler ve dengeler, bitkinin dış görünümünde de ortaya çıkmaktadır. Bitkinin Güneş'ten maksimum faydalanması gibi hayati amaçların yanısıra, bitkiye estetik bir güzellik kazandıran bu formüller, belirli sayıdaki moleküllerin biraraya gelmesiyle ortaya çıkan renklerle birleştiğinde ortaya müthiş manzaralar çıkmaktadır. (Harun Yahya, Yeşil Mucize Fotosentez)

İşte bu altın oran, sanatçıların çok iyi bildikleri ve uyguladıkları bir estetik kuralıdır. Bu orana bağlı kalarak üretilen sanat eserleri estetik mükemmelliği temsil ederler. Sanatçıların taklit ettikleri bu kuralla tasarlanan bitkiler, çiçekler ve yapraklar Allah'ın üstün sanatının birer örneğidirler. Allah Kuran'da pek çok ayette herşeyi bir ölçüyle yarattığını bildirmektedir. Bu ayetlerden bazıları şöyledir:

"Yere (gelince,) onu döşeyip-yaydık, onda sarsılmaz dağlar bıraktık ve onda herşeyden ölçüsü belirlenmiş ürünler bitirdik." (Hicr Suresi, 19)

"... Allah, herşey için bir ölçü kılmıştır." (Talak Suresi, 3)

"... Şüphesiz, Allah herşeyin hesabını tam olarak yapandır." (Nisa Suresi, 86)

 
 
Sarılan Yapraklar

Sarmaşıkların, bir cismin çevresine kendilerini dolayarak büyümeleri, biraz hızlandırılmış olarak izlendiğinde, çok şuurlu, ne yaptığını bilen bir davranışla karşılaşılır.

Toprakta sabit duran, görmeyen, işitmeyen bir bitkinin adeta çevresini görüyormuş ve duyuyormuş gibi kollarını uzatarak etrafındaki nesneleri yoklaması, onları tanıması ve uygun olanları kendisi için kullanması dikkatle incelenmesi gereken bir yaratılış gerçeğidir...

Sarılıcı ve tırmanıcı bitki türleri insanda hayranlık uyandıran pek çok özellikle donatılmışlardır. Özellikle, sarmaşıkların enerjilerinin bir kısmını kullanarak oluşturdukları "tendril" (sülük) adı verilen yaprak türü, tam bir tasarım harikasıdır.

Tendriller, dokunmaya karşı hassas yapraklardır. Bir kol gibi ileriye uzanabilen bu yapraklar, adeta bitkiye destek olabilecek bir nesne ararlar. Böyle bir nesneye rastladıklarında ise dokunarak onu analiz eder ve eğer uygunsa oraya dolanmaya başlarlar.

Bu noktada biraz durup düşünmek gerekir. Bir bitki veya bir hayvan için, biyoloji, zooloji veya botanik kitaplarında "analiz eder", "inceler" "anlar" gibi birçok ifade kullanılır. Ancak, hayvanlar ve bitkiler, hiçbir şuura sahip olmayan, analiz yapma, anlama, karar alma, uygulama, irade gösterme gibi özelliklerden tamamen yoksun varlıklardır. Öyle ise, bir bitki, bir nesneyi nasıl analiz eder? Dolanması için uygun olup olmadığını hangi şuur, akıl ve bilgi ile anlar? Bu analizi yapan, bitkinin hücreleridir. Gözle görülmeyecek kadar küçük, eli, beyni, bilgisi ve aklı olmayan hücreler, analiz yapma ihtiyacını nereden hissetmekte, sonra da bu analizi hangi aletlerle, hangi ölçümleri kullanarak yapmaktadırlar? Bu soruların her biri, her canlıyı Allah'ın gerekli özelliklerle yarattığını, bütün canlıların Allah'ın emirlerine uyarak yaşadığını gösterir.

Tendrillerin bu hayret verici işlemi niçin yaptıkları, kısa bir süre önce kısmen de olsa anlaşılmıştır. Çoğunlukla sık ağaçlı ormanlarda bulunan tedrillerin tırmanma nedeni, güneş ışığına ulaşmaktır. Böylece, fotosentez yapabilir ve daha çok büyüyebilirler. Büyüdükçe çevrelerindeki bitkilerden daha yükseğe çıkarlar ve böylece de ışığı daha fazla alırlar. Bu hem enerji kazanımlarını artırır hem de çiçeklerinin daha müsait bir çevrede döllenmesini sağlar. (Harun Yahya, Yeşil Mucize Fotosentez)

Bu bitkilerin farklı tırmanma metodları ve bu iş için özel yaratılmış organları vardır. Bir sarmaşığın en basit tırmanma yöntemi, kendisini bir desteğin etrafında sarmaktır. Bu destek, başka bir bitki veya katı bir cisim olabilir.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  İçindeki farklı kimyasalların ve organik yapıların ortaya çıkardığı mekanizmalar, bitkinin ışığı, yerçekimini, dokunmayı ve ısıyı hissetmesini sağlar. Bitki bunlara yine aynı mekanizma sayesinde hareketleriyle tepki verir. Bu tepki genel olarak bitkinin büyümesidir. Bir filizin büyürken dairesel kavislerle hareket etmesi de bu dokunuşların etkisiyle oluşur. Daire çizen filiz, bir desteğe dokunur dokunmaz, temas ettiği yüzeyin tam tersine doğru bir büyüme hamlesi yapar. Çünkü, filizin temas ettiği yüzey, onun içe doğru bükülmesine yol açar. Böylece filiz desteğin etrafında dolanarak büyümeye başlar. Ayrıca, yüzeyle ilk temas ettiği köşeden daha uzun ve daha hızlı bir şekilde büyür. Büyüme o kadar hızlıdır ki, birkaç saatlik bir süreden sonra gözle bile fark edilebilir hale gelir.

 
 
Tohumlardaki Uyku Durumu

"Yaratan, hiç yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp-düşünmez misiniz? Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız, onu bir genelleme yaparak bile sayamazsınız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir." (Nahl Suresi, 17-18)

Tohumlarda uyku durumu ilk etap olan kurutma aşaması ile başlar. Tohum, sahip olduğu suyu dokularından kaybederek uykuya dalar. Canlı bitki tohumları %90 ila %95 arasında su içerirken, uykudaki tohumların dokuları %5 veya en fazla %15 gibi su içerir. Bu işlem belirli bir sıralama ile genetik kontrol altında geçekleştirilir. Bu işlemin gerçekleştirilmesinde başlıca etken absisik asit adlı bir hormondur. Bu hormon bitkinin büyümesini engelleyen hormonlardan biridir. Bu hormonun varlığı sayesinde tohum içindeki fonksiyonlar yavaşlar. Uyku durumundaki bir tohumun hücrelerinde, solunum çok azalır, ne beslenme ne de büyüme olmaz. (Françoise Brenckmann, Grains de Vie, s.68)

Onyıllarca hatta yüzyıllarca uyku durumunda kalan ve sonra filizlenen tohumlar vardır. Bu uyku durumu bitkilerin soylarını sürdürmeleri açısından son derece önemlidir. Bitkiler hep aynı yerde bulundukları için zor koşullarda yaşamlarını sürdürebilmelerini sağlayan böyle bir mekanizmanın varlığı zorunludur. (Advanced Plant Physiology, Malcolm B. Wilkins, s.462)

 

Peki bu derece önemli olan bu özellik nasıl ortaya çıkmıştır? Şartlar kötüye gittiğinde bitki tohumları nasıl olup da bulundukları yerde yani toprağın altında bundan haberdar olmakta ve önlem almaktadırlar? Bir tohumun ne gözleri, ne saati, ne de sinir sistemi mevcuttur. Bu durumda bitki uyanma vaktinin geldiğini nasıl hesaplamaktadır?

Evrimciler bazı bitkilerin zor koşullarda yaşamalarını sağlayan bu özelliklere sahip olmalarına "Bitkiler istenilmeyen dönemlerde yaşamlarını garantiye almak için mekanizmalar geliştirmişlerdir" gibi açıklama getirmeye çalışırlar.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Ancak bu, düşünüldüğünde hiçbir anlam ifade etmeyen bir cümledir. Çünkü tahta bir gövdeden, yeşil yapraklardan, çiçeklerden, köklerden oluşan bir ağacın ya da bir çiçeğin kendisi adına böyle bir ihtiyaç hissetmesi ve düşünmesi, tohumunun uykuya geçmesini sağlayacak bir sistemi keşfetmesi, bu mekanizmayı kendi içinde kurması, sonra da bunun için gerekli olan genetik bilgiyi kodlayarak bunu hücrelerine yerleştirmesi ve bu bilgiyi gelecek nesillere aktarması elbette ki mümkün değildir. Böyle bir iddia bilimsellikten olduğu kadar akılcılıktan da uzaktır.

Evrimcilerin bu konudaki bir başka hikayesi ise şöyledir: "Evrim süresince, her bir bitki türü çevre koşullarına ait verileri ustalıkla elde etti ve zihnine yerleştirdi. Bu bilgiler konsantre edilerek genetik materyalinin içerisine kodlandı. Tohumlar, mevsimlerin ardarda geldiğini, toprağın cinsini ve kalitesini, bir akarsuyun yakın olup olmadığını, etrafında rakip türlerin var olup olmadığını, ortaya çıkan boş bir alanın varlığını 'tanıma' yeteneğine sahip oldular." (Grains de Vie, s.68)

Yukarıdaki ifadeler biraz düşünüldüğünde bunların da son derece mantıksız varsayımlar olduğu rahatça anlaşılacaktır. Bir bitkinin zihni yoktur ki, çevresindeki verileri "zihnine yerleştirsin!" Veya bir bitki, sahip olduğu genetik materyalden haberdar değildir ki, buna yeni bilgiler eklesin! Aynı şekilde bitki akıl ve şuur sahibi bir varlık değildir ki, çevresini "tanıma yeteneğine" sahip olsun! Bunların tümü bitkileri Allah'ın yarattığını kabul etmek istemeyen evrimcilerin gerçek dışı masallarıdır. (Harun Yahya, Tohum Mucizesi)

Evrimcilerin iddialarının tutarsızlığının bir başka yönü daha vardır. Evrimciler, bitkilerin özelliklerini zaman içinde gelişen tesadüfi değişimlerle kazandıklarını iddia ederler. Bu iddiaya göre, bitkilerin uzun yıllar süren uyuyabilme özelliğini kazanabilmeleri için de aradan yüzbinlerce, milyonlarca hatta yüzlerce milyon yıl geçmiş olması, bitkilerin olumsuz koşullara dayanarak bu kadar uzun yıllar boyunca beklemiş olmaları gerekmektedir. Ancak bitkiler böyle bir zorluğa dayanamazlar. Tohum çimlenmeye başladıktan sonra şartlar olumsuzsa yaşamını sürdüremez ve bu da o bitkinin soyunun tükenmesi demektir.

Böyle bir durumda, kötü şartlarla karşılaşan ilk tohuma, uyuma yeteneğini kazandıracak olağanüstü bir tesadüfün (buna mucize demek daha doğru olur) meydana gelmiş olması gerekir. Bunun hiçbir şekilde mümkün olmayacağı, evrimcilerin tek alternatif olarak öne sürdükleri tesadüflerin değil yüz milyonlarca, trilyon kere trilyon yıl beklense de bir bitkinin genetik şifresine yeni bir bilgi ekleyemeyeceği, tohumlara uyuma özelliğini ya da başka herhangi bir özelliği kazandıramayacakları sağduyu sahibi her insan için açıktır.

Bitkiler ve onları meydana getiren tohumları, Allah bugünkü özellikleriyle birlikte kusursuz bir şekilde yaratmıştır.

 
 

 
 
  Etobur Bitkiler

Etobur bitkilerin yaprakları, en ilginç özelliklere sahip olan yapraklardandır. Kese, huni veya ibrik gibi şekillere sahip olan bu yapraklar böcek yakalayabilir, böceklere yuva olabilir veya su depolayabilirler.

Pinguicula (Yağ Çanağı)

Etobur bitki, böcek gibi canlıları çeken, yakalayan, öldüren ve daha sonra da avını parçalayarak faydalı bölümlerini sindiren bitkidir. Birçok bitki bu aşamaların bazılarını uygular. Mesela bazı çiçekler böcek, kuş gibi dölleyicileri kendilerine çekerler. Orkide, su zambakları gibi bazı bitkiler ise böcek gibi dölleyicileri kısa süre için tuzağa düşürürler ama bu bitkilerin hiçbiri bu hayvanları yemezler. Bu böcekleri sadece döllenmek için kullanırlar. Kısacası bunlar etobur bitki değildir; çünkü etobur bitki olmak için bitkilerin bu canlıları sindirmeleri gerekmektedir.

Etobur bitkiler, avlanırken yapraklarını kullanırlar. Bunlardan en ilginç olanı Dischidia rafflesiana isimli bitkidir. Bu bitki tam olarak etobur sayılmasa da, etobur bitkilerin uyguladığı yöntemlerden bir kısmını uygular. İbrik şeklindeki yapraklarıyla karıncalara yuva işlevi gören bu bitki çok kalabalık koloniler halinde yaşayan karıncaları yemez. Ancak onları besler ve karıncaların artıklarından elde ettiği nitrojeni besin olarak kullanır. Karıncalar ise hem hazır bir yuvayı kullanmış hem de bitkiye zarar veren canlıları bertaraf etmiş olurlar. Ayrıca Dischidia'nın keselerinde biriktirdiği su, kesenin iç yüzeyinde bulunan ek kökler tarafından emilerek kullanılır hale gelir.

Etobur bitkilerden olan Pinguicula (yağ çanağı) gibi bitkiler yapışkan ve kaygan yüzeyli yapraklarıyla üzerlerine konan böcekleri ipliksi bir salgının içine alırlar. Bu salgının içinde bulunan protaz, lipaz ve asit fosfataz gibi enzimler böceği parçalayarak, böceğin sindirilmesini sağlarlar. (Harun Yahya, Yeşil Mucize Fotosentez)

Aktif yapışkan yapraklara sahip olan Drosera, uçları yapışkan ve kırmızı bir tür pigment içeren uzun ve kısa tüyleriyle avlanır. Yaprağın ortasında bulunan kısa tüylere dokunan böcek, bu sinyalin uzun tüylere iletilmesiyle tuzağa düşmüş olur. Yaprak, bir elin avuç içine kapanması gibi katlanır ve böceği sindirir.

Bütün bitkiler belirli oranda hareket ederler; ancak etobur bitkilerin hareketleri oldukça hızlı ve etkilidir. Bitkilerin kas sistemleri olmadığına göre bunu nasıl başarmaktadırlar? Bu iş için etobur bitkiler iki ayrı mekanizma kullanırlar. Birincisi, Venüs bitkisinde görülen ve su basıncının değişmesiyle harekete geçen mekanizmadır. Yaprak üzerindeki tüylere dokunulunca harekete geçen bu sistemde, iç duvarda bulunan hücreler suyu dış hücrelere transfer ederler. Bu, yaprağın bir anda kapanmasını sağlar. İkinci tür hareket ise, hücre gelişimiyle desteklenmiştir.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Bu bitki ise içine giren böcekleri aniden kapattığı kapağı ile yakalar. Burada da yine çok açık bir tasarımın olduğunu görmek, akılcı bir insan için zor değildir. Bitkinin uyarı sisteminin yanında, yapraklarının kapanmasını sağlayan mekanik sistem de son derece mükemmel bir yaratılıştadır. Bitki içindeki hücreler elektriksel uyarı alır almaz bünyelerindeki su dengelerini değiştirirler. Yaprakların oluşturduğu kapanın iç tarafındaki hücreler bünyelerindeki suyu bırakıp çökerler. Bu olay havası alınmış bir balonun sönmesine benzer. Kapanın hemen dışındaki hücreler ise aşırı su alarak şişer. Böylece insanın kolunu hareket ettirmesi için bir kasın gevşerken ötekinin kasılmasına benzer şekilde, kapan kapanır. İçerde hapsolan sinek ise her çırpınmasında tüylere tekrar tekrar değerek, elektriksel itmenin tekrar oluşumuna ve dolayısıyla da yaprağın daha sıkı kapanmasına neden olmaktadır. Bu arada kapanın yüzeyindeki hazım bezleri de uyarılmaktadır. Uyarı sonucunda bezler sineği yavaşça eritecek sıvıyı salgılamaya başlarlar. Böylece bitki, protein bakımından hayli zengin bir çorba haline gelen sineğin peltesini kullanarak beslenir. Sindirimin sonunda ise, tuzağını kapanmasını sağlayan mekanizma tersine işleyerek kapanın açılması sağlanır.
 

Güneş gülü Sundew'in dokunaçları ise, ava doğru bükülür; çünkü dokunaçların bir tarafındaki hücreler, dokunacın diğer tarafındaki hücrelerden daha fazla büyümüşlerdir. Bu tuzakta çiçeğin üzerindeki duyargaların ucundan salgılanan maddelerin yaydıkları kokuyla dokungaçlara gelen böcek buradaki yapışkan maddeye yakalanır. Bu andan itibaren tuzak harekete geçirilmiş olur, ortadaki kısa duyargaların dış tarafında bulunan daha uzun duyargalar bir kafes gibi böceğin üzerine kapanırlar. Böcek bu tuzağın içinde çeşitli enzimler kullanılarak sindirilir.

 

Bir bitkinin böcek yakalamak için özel bir tuzak hazırlamasının ne anlama geldiğini bir an için düşünelim. Herşeyden önce bir bitki, neden alışılmışın dışında bir beslenme türü geliştirerek, böcekleri avlama ihtiyacı hissetmiş olabilir?

Evrimciler, etobur bitkilerin de diğerleri gibi tesadüfen gelişen doğa olayları sonucunda böyle bir özellik kazandığını öne sürerler. Ancak, bir bitkiye nasıl bir olay tesadüf etmelidir ki, bu bitki çok hızlı hareket eden yapraklara, böcekleri sindirebilen enzimlere sahip olsun? Dahası, her etobur bitki, içinde bulunduğu koşullara uygun olan farklı özelliklere sahiptir. Bunun için örneğin Drosera bitkisinin usta bir avcı olmadan önce belirli aşamalardan geçmesi gerekir. İlk önce etrafta dolaşan böcekleri, sinekleri tespit etmeli ve bu canlıları özel bir laboratuvar testinden geçirdikten sonra, bunların zayıf yönlerini, hangi kokulardan ve renklerden etkilendiklerini, anatomik yapılarını ve onları nasıl sindirebileceğini kararlaştırmalıdır.

Daha sonra, bu böceklerin dolaştıkları bölgeyle ilgili bir keşif yapıp nerede yerleşmesi gerektiğini tespit etmelidir. Ancak bundan sonra daha da zor bir aşamayla karşılaşır. Kendi kimyasal ve biyolojik yapısını elde ettiği verilere göre değiştirmesi gerekmektedir. Yani bitkinin hem rengini değiştirecek kimyasal pigmentlere, hem kokusunu değiştirecek salgı bezlerine ihtiyacı vardır. Ayrıca sineğin içine düştüğü zaman kurtulamayacağı bir tuzak tasarlamalıdır. Bunun için gerekli mühendislik çalışmalarını yaptıktan sonra yapışkan tüyler, kaygan bir yüzey ve dibi su dolu bir çanak, bu tuzağı tamamlayan bir kapak ve tuzağı harekete geçiren anahtarları tek tek tasarlamalıdır. Bu arada böceği nasıl sindireceğini de düşünmeli ve bu iş için gerekli enzimleri kullanmaya karar vermelidir.

Yukarıdaki senaryonun akıl ve mantık dışı olduğunu her akıl sahibi insan bilir. Tüm bitkiler gibi etobur bitkiler de ne bir beyne, ne göze, ne de akla ve şuura sahiptir. Böyle karmaşık bir tasarım, değil bir bitki, konunun uzmanı olan bütün bilim adamlarının biraraya gelmesiyle bile meydana getirilemez. Bu üstün tasarımı çok açıkça anlaşılacağı gibi, örneksiz yaratan, sonsuz bir ilim ve güç sahibi olan Allah var etmiştir. Yeryüzündeki en akıllı canlı olan insan bile örneksiz hiçbir şey yaratamaz. Ressam gördüklerini çizerken, bilim adamı da ancak var olanı inceler. Oysa, sonsuz bir gücün sahibi olan Rabbimiz, hiçbir örnek edinmeksizin yaratandır. Bu gerçeği Allah, Kuran'da şöyle belirtmiştir:

"Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "OL" der, o da hemen oluverir." (Bakara Suresi, 117)

 
 
Bitkilerden Haberleşme Taktikleri

"Göklerde ve yerde bulunanlar O'nundur; hepsi O'na 'gönülden boyun eğmiş' bulunuyorlar." (Rum Suresi, 26)

Bitkilerin varlığı yeryüzündeki canlılığın devamı için vazgeçilmezdir. Doğadaki ekolojik dengenin ve canlılığın devamında son derece önemli bir role sahip olan bitkiler, bu önemle doğru orantılı olarak diğer canlılara kıyasla çok daha etkin üreme sistemlerine sahiptirler. Bitkiler türlerinin devamını polenlerini rüzgar vasıtasıyla ya da taşıyıcı canlıları kullanarak dağıtmaktadırlar.

İşte bu noktada karşımıza farklı bir iletişim metodu çıkmaktadır. Polenlerini üzerine konan canlılar aracılığıyla dağıtan bitkiler renklerini ve kokularını kullanarak taşıyıcıları üzerlerine çekmektedirler.

Polen taşıyıcısı hayvanlar için renkler, çiçeklerin ne kadar uzakta olduğunu belli etmekle beraber, çiçekte nektar olup olmadığını da haber verirler. Dölleyici böcekler yakınlara geldiğinde çiçekte koku ve şekil gibi uyarıcı sinyaller belirir ve böceğe nektar bölgesine kadar yol gösterir. Çiçeklerdeki renk çeşitliliği dölleyiciyi, nektarın olduğu merkeze yöneltir ve döllenmeyi sağlar.

Bitkiler de sahip oldukları bu renklerin rehberliğinden haberdardırlar. Hatta bu özelliği son derece şuurlu bir şekilde kullanarak hayvanları aldatırlar. Bazı bitkiler, böcekleri kendilerine çekebilecek

nektarları olmadığı halde nektar taşıyan çiçeklerin renk özelliklerine sahiptirler. Akdeniz ikliminde bulunan ormanlık bölgelerde birarada yaşayan Mor Çan çiçekleri ile bir orkide türü olan Kırmızı Sefalanda bitkisi bu konuya güzel bir örnek oluşturur. Mor Çan çiçekleri arılar için cezbedici bir nektar salgılarken, Kırmızı Sefalanda bu işlemi yapacak özelliklere sahip değildir. Her bakımdan birbirinden farklı olan bu iki bitkinin döllenmesini sağlayanlar ise yöresel adı "yaprak kesen" olan yaban arılarıdır. Yaprak kesen arılar, Çan çiçeğinin döllenmesini sağlarken Kırmızı Sefalandayı da dölleme ihtiyacı duyarlar. Arıların nektarı olmadığı halde bir bitkiyi döllemesi bilimadamlarının ilgisini çekmiş ve bunun nedenini araştırmışlardır.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Bitkilerin Gizli Benzerliği

Bu sorunun yanıtı "spektrofotometre" olarak adlandırılan bir alet ile yapılan araştırmalar sonucunda ortaya çıkmıştır. Buna göre çiçeklerin saçtığı ışınların dalga boylarını, yaprak kesen arıların seçemediği anlaşılmıştır. Yani insanlar Mor Çan çiçeği ile Kırmızı Sefalanda'nın saçtığı ışınların dalga boylarını ayırt edip, çiçekleri ayrı renklerde görebildikleri halde, yaban arıları bunu fark edemezler. Renk, polen yayıcılar için önemli bir faktör olduğundan nektar salgılayan Çan çiçeğine giden arı, onun yanında bulunan ve aynı renkte gördüğü ancak nektarı olmayan Kırmızı Sefalanda orkidesini de ziyaret ederek döllenmeyi sağlar. Görüldüğü gibi bu orkide, Çan çiçeği ile olan "gizli benzerliği" sayesinde neslini devam ettirebilmektedir. (Harun Yahya, Yeşil Mucize Fotosentez)

Bazı bitki türleriyse çiçeklerinin rengini değiştirerek polen durumları hakkında böcekleri adeta haberdar ederler. Bu konuyla ilgili şöyle bir örnek verebiliriz:

Doğa bilimci Fritz Müller bir mektubunda Brezilya ormanlarında yetişen Lantana adlı bir bitkiden bahsediyordu:

"Üç gündür renk değiştiren bir Lantana çiçeği var burada. İlk gün sarıydı, ikinci gün turuncu ve üçüncü gün mor. Çeşitli kelebekler bu çiçeği ziyaret etti. Görebildiğim kadarıyla mor çiçeklere hiç dokunulmadı. Bazı böcekler hortumlarını hem sarı hem de turuncu çiçeklere soktular, diğerleri birinci gün sarıya. Ben bunun ilginç bir durum olduğunu düşünüyorum. Eğer çiçekteki nektar ilk günün sonunda azalırsa çiçek çok daha az fark edilir duruma gelir; eğer rengi değişmezse kelebekler hortumlarını daha önce döllenmiş olan çiçeklere sokarak vakit kaybedeceklerdi." (John King, Reaching for The Sun, Cambridge University Press, Cambridge, s.148-149)

Müller'in de gözlemlediği gibi çiçeğin renginin değişmesi hem bitkinin hem de dölleyicinin yararınadır. Çiçeklerinin rengi değişen bitkiler, çiçekleri genç olduğunda dölleyicilere bol miktarda nektar ikram ederler. Çiçekler yaşlandıkça yalnızca renklerini değiştirmekle kalmaz, ayrıca daha az nektar barındırırlar. Böylece dölleyiciler nektarı olmayan veya az miktarda nektarı olan, bu yüzden de rengi değişen meyvesiz bitkilere gitmeyerek enerji tasarrufu sağlamış olurlar.

Bitki tarafından bir böceği veya kuşu cezbetmek amacıyla kullanılan yöntemlerden bir diğeri de çiçeklerin yaydıkları kokulardır. Bizim sadece hoşumuza giden çiçek kokuları, aslında böcekleri cezbetmek için salgılanır. Çiçeğin yaydığı koku da etraftaki böcekler için yol gösterici rehber özelliğine sahiptir. Kokuyu alan böcek, bu kokunun kaynağında kendisi için lezzetli bir nektarın birikmiş olduğunu fark eder. Karşılıklı gerçekleşen bu haberleşme ile böcek, duyduğu kokunun kaynağına doğru yol alır. Böcek çiçeğe ulaştığında nektarı almak için uğraşacak ve polenler üzerine yapışacaktır. Aynı böcek, uğradığı başka bir çiçeğe daha önce yapışan polenleri bırakacak ve bu sayede bitkinin döllenmesi gerçekleşmiş olacaktır. Böceğin, yaptığı bu önemli işten haberi bile yoktur. O yalnızca kokusunu aldığı nektara ulaşmak amacındadır.

Şüphesiz ne bitkilerin nesillerini devam ettirmek icin böyle taktikleri planlamaya, ne de taşıyıcı canlıların, gerçekleştirdikleri bu mucizevi işlemleri yapmaya güçleri yoktur.. Onların, sahip oldukları her özelliği planlayan, kainattaki herşeyin Yaratıcısı olan ve her an yaratmaya devam eden Allah'tır.

 Kozalaklı Ağaçlar

Kozalaklı ağaçların şekilleri incelendiği zaman insanoğlunun mühendislik hesaplarıyla, kar yüküne karşı aldığı önlemin, ağaçlarda zaten alınmış olduğunu görürüz. Ağacın koni şeklinin oluşturduğu eğim, üzerine düşen karın kolaylıkla yere dökülmesini sağlar. Böylece ağacın üzerinde aşırı miktarda kar toplanmaz; ağaç dallarının kırılması önlenmiş olur. Bu üzerinde düşünülmesi gereken bir noktadır. Soğuk iklimlerde, kar yükünün dallar üzerinde meydana getireceği etkiyi hesaplayan, buna göre ağaç dallarının en ideal açı ile büyümelerini sağlayan, böylece kar yükünün etkisini en aza indiren akıl kime aittir?

Ağaca mı? Toprağa mı? Yoksa şuursuz, kör tesadüflere mi? Elbette ağaca bu tasarımı veren, ağacı da, bitki hücrelerini de, toprağı da yoktan var eden Allah'tır.

Bu tasarımın bir başka harika yönü daha vardır. Söz konusu şekil yağan karın tümünün aşağı düşmesine izin vermez. Ağacın dalları için tehlikeye neden olmayacak miktarda karın dalların üzerinde kalmasına izin verir. Bu da başka bir amaca hizmet eder. Ağacın üzerinde az miktarda tutulan kar, ağacı soğuktan koruyan bir örtü görevi görür ve yapraklardan nemin dışarı çıkmasını azaltarak su kaybını önler. (Harun Yahya, Yeşil Mucize Fotosentez)

Buraya kadar verdiğimiz örneklerden de anlaşılacağı gibi her türlü ortamın kendine özgü bitkileri vardır. Bu bitkiler sahip oldukları özellikler sayesinde aşırı soğuktan veya aşırı sıcaktan korunur, nemliden kuruya kadar her ortamda yaşayabilirler. Ortamın özelliklerine göre tasarlanmış bu bitkilerin kullandıkları yöntemlerin her biri üstün bir tasarım örneği olduğu gibi, birinin kullandığı yöntem diğerine benzememektedir. Örneğin kaktüs kendini dikenlerle savunurken, taş bitkisi kamuflaj tekniğini kullanır. Kozalaklılar yaprak dökmezken, diğer ağaçlar kışın yapraklarını dökerler. Bu örnekleri artırmak mümkündür. Ancak şunu unutmamak gerekir ki, yeryüzünde birbirinden farklı 500 binden fazla bitki vardır. Bunların hemen hemen yarısı çiçekli bitkidir, bu bitkilerin şimdiye kadar %10'u bile detaylı olarak incelenememiştir. İncelenen bitkilerin ise her biri kendine has özelliklere, hayranlık uyandıran tasarımlara ve hayatta kalma yöntemlerine sahiptirler. Bitkiler bu çeşitlilik ve farklı yapılarıyla Yaratıcımız olan Allah'ın sonsuz ilim ve sanatını sergilerler. Bir ayette şöyle buyrulur:

"O, gökleri dayanak olmaksızın yaratmıştır, bunu görmektesiniz. Arzda da, sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı ve orada her canlıdan türetip yayıverdi. Biz gökten su indirdik, böylelikle orada her güzel olan çiftten bir bitki bitirdik." (Lokman Suresi, 10)
Doğal Sondajcılar Kökler

Bitkiler, köklerinin sahip olduğu mükemmel sistemler sayesinde topraktan ihtiyaçları olan maddeleri almaktadır. Kökler toprağa sıkı sıkıya bağlanarak bitkinin ayakta durmasını sağlar. Köklerin sahip oldukları üstün fonksiyonel özellikler, onların özel olarak yaratılmış olduklarının kanıtlarındandır.

Bitkilerin yaşamlarını sürdürebilmeleri için fotosentez yapmaya, bu işlem için de topraktan alacakları suya ve minerallere ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçlarını karşılamak için de toprak altında sondaj yapan köklere gereksinim duyarlar. Köklerin görevi, toprağın altına bir ağ gibi hızla yayılıp su ve mineralleri çekmektir. Bununla birlikte bitki kökleri, narin yapılarına rağmen tonlarca ağırlığa ulaşabilen bitkilerin toprağa sıkıca bağlanıp tutunmalarını da sağlarlar. Köklerin toprağı tutma özelliği son derece önemlidir, çünkü bu sayede toprak kaymaları, toprağın verimli üst katmanlarının yağmurlarla kaybı gibi insan yaşamını etkileyecek olumsuz etmenler de ortadan kalkmış olur.

Bu işlemleri yaparken kökler hiçbir teçhizata gerek duymazlar. Köklerin suyu çekme işlemini başlatacak gücü sağlayan bir motorları yoktur. Suyu ve mineralleri metrelerce uzunluktaki gövdeye pompalayacak bir teknik donanımları da mevcut değildir. Ama kökler çok geniş bir alana yayılarak suyu çekebilirler. Peki, kökler bu işi nasıl başarmaktadırlar?

Bitki Köklerindeki Basınç Sistemi

Bitkiler, köklerindeki hücrelerin iç basınçları dış basınçlarından az olduğunda dışarıdan su alırlar. Başka bir deyişle bitki, topraktan ancak ihtiyacı olduğu zamanlarda su almaktadır. Bunu belirleyen en önemli faktör, bitkinin köklerinin içinde bulunan suyun meydana getirdiği basınç miktarıdır. Bu basıncın dışarıdaki basınç miktarı ile dengelenmesi gereklidir. Bitki bunu sağlayabilmek için, içerideki basınç miktarı azaldığında kökler vasıtası ile dışarıdan su alma ihtiyacı duyar. Bunun tam tersi olduğunda ise, yani bitkideki iç basınç dışarıdakine oranla daha yüksek olduğunda, bitki bu dengeyi sağlayabilmek için bünyesindeki suyu yapraklarından dışarı bırakır. (Harun Yahya, Yeşil Mucize Fotosentez)

Eğer suyun topraktaki yoğunluğu normalde olduğundan biraz daha yüksek olsaydı, dış basınç çok yüksek olacağından bitki sürekli su alacak ve bir süre sonra bundan zarar görecekti. Bunun tam tersine suyun topraktaki yoğunluğu daha düşük olsaydı, bitki hücresi dış basınç çok düşük olacağından dışarıdan hiçbir zaman su alamayacaktı. Hatta basıncı dengelemek için bünyesindeki suyu dışarı salacak yani her iki durumda da kuruyarak ölecekti.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Görüldüğü gibi bitki kökleri ne eksik ne de fazla, sadece o anki şartlarda ihtiyaç duyulan miktarda basınç ayarlaması yapabilecek bir denge-kontrol mekanizması ile donatılmışlardır.

Köklerin Topraktan İyonları Almaları

Bitki kökünde yer alan hücreler, hücre içindeki reaksiyonlarda kullanmak için topraktaki belli iyonları seçerler. Bu son derece önemli bir işlemdir. Çünkü bitki hücreleri, kendi içlerindeki iyonların yoğunluğu, topraktaki iyonların yoğunluğundan 1000 kez daha fazla olmasına rağmen bu iyonları hücre içine kolaylıkla alabilirler.

Normal şartlar altında yüksek yoğunluktaki bir bölgeden, yoğunluğu daha az olan bölgeye doğru madde akışı gerçekleşir. Görüldüğü gibi bitki köklerinin topraktan iyon temininde bunun tam tersi meydana gelmektedir. İşte bu nedenle bu işlem için yüksek miktarda enerjiye ihtiyaç vardır.

İyonların hücre zarından geçişinde iki faktör etkili olmaktadır. Zarın iyon geçirgenliği ve zarın iki tarafındaki iyonların yoğunluk farkı.

Bitkiler bu ayrımı nasıl yapmaktadırlar? Daha doğrusu bir bitkinin kendi kendine elementleri tanıması, ayırt etmesi ve kendisine faydalı olanları bulması mümkün müdür? Böyle bir işlemin milyonlarca yıldır her seferinde, en doğru şekilde gerçekleşmesi tesadüfen mümkün olur mu? Her birinin cevabı "imkansız" olan bu sorular hakkında daha derin ve ayrıntılı düşünebilmek için köklerin nasıl bir seçicilik özelliğine sahip olduğunu ve bu sırada gerçekleşen olayları inceleyelim.

Köklerin Seçiciliği

Kökler, ihtiyaçları olan iyonları kendi bünyelerindeki yüksek yoğunluğa rağmen kök hücrelerinden geçirerek pompalarlar. Bunun için istenilen iyonları çeken ve istenmeyenleri geri iten bir tanıyıcı sistem olması zorunludur. Bu da iyon pompalarının sadece basit birer pompa olmadıklarını, iyonları seçme özelliğine de sahip olduklarını göstermektedir. Ayrıca bitkilerin topraktan seçilmiş iyonları emerek kullanması, onların tüm canlılar için neden değerli bir mineral besin kaynağı olduğunu da açıklamaktadır.

Örneğin nitrojen, topraktan fazla alınması durumunda yüksek ısıda kolay kırılmaya ve güçsüz büyümeye sebep olabilir, az alınması durumundaysa bitkilerde sararma, kırmızılıkların ve morlukların oluşması, az tomurcuklanma ve geç büyüme gibi sonuçlar doğurabilir. Fosfor eksikliğindeyse, büyüme yavaşlar, renk koyulaşır, bazı bitkilerdeki yapraklarda kahverengileşme ve morarma oluşur, yine tomurcuklanma azalır ve alttaki yapraklar dökülür, çiçek açımı azalır. Körpe bitkilerin gelişmesi ve tohumlanma için fosfor çok önemli bir elementtir.

Bitkiler bu iyon seçici mekanizmaya sahip olmasalardı ne olurdu? Topraktan sadece gerekenleri değil de her türlü minerali alsalardı ya da gereğinden daha az ya da fazla mineral alsalardı neler olurdu? Hiç kuşkusuz ki şu anda yeryüzünde bulunan kusursuz dengede önemli bozulmalar meydana gelirdi.

Görüldüğü gibi Allah, bitki köklerini, bitkinin ihtiyaç duyduğu tüm maddelerle birlikte yaratmış ve mükemmel olarak tasarlamıştır. Bitkiler de hayvanlar gibi Allah'ın ilhamıyla hareket ederler. Allah bir ayetinde şöyle buyurmaktadır:

"Bitki ve ağaç (O'na) secde etmektedirler." (Rahman Suresi, 6)

 
 
Bitkilerin Şuurlu Hareketleri

Evrimcilerin, yeryüzündeki canlılığın açıklaması olarak gösterdikleri kör tesadüfler, bitki hücreleri tarafından gerçekleştirilen haberleşme, karar alma ve üretime geçme gibi şuur ve bilinç gerektiren davranışların kökenini açıklamaktadır.

Kusursuz bir şekilde çalışan metabolizmaları ve sistemleri sayesinde bilim adamlarını hayrete düşüren bitkiler, evrim teorisinin açıklama getirmekte en çok zorlandığı canlılar arasında yer almaktadır. Ünlü evrimci bilim dergisi Nature'ın 21 Şubat 2002 sayısında yayınlanan bir makalede, Edinburg Üniversitesi bünyesindeki Hücre ve Moleküler Biyoloji Enstitüsü üyesi olan Anthony Trewavas, "Bitkilerdeki Bilinç: Akıldan Yoksun Beceriler" başlıklı yazısında bitkilerin ortaya koydukları şuurlu davranışları ele almıştır.

Trewavas bitki hücrelerinin birbirleriyle olan haberleşmelerini ve bu sistemin ne kadar karmaşık bir yapıya sahip olduğunu açıklarken, bitkilerin bu özelliklere ancak bilinçli, üstün akıl sahibi bir Yaratıcının tasarımı sonucu sahip olabileceğini şöyle itiraf eder:

"Bitki hücreleri birbirleriyle kimi zaman proteinleri ve hormonları; kimi zaman nükleik asit, karbonhidrat ve şekerleri; kimi zaman da kimyasal ve elektriksel sinyalleri kullanarak haberleşirler. Bireysel bitki hücrelerinin çok miktardaki bu bilgiyi nasıl barındırdıkları anlaşılamamaktadır. Ancak anatomik açıdan benzer hücreler bile tek bir sinyale, olağanüstü farklı tepkiler verirler. Bireysel hücre davranışlarının oluşturduğu çok büyük bir rezervuar, farklı organizma davranışlarını üretecek şekilde koordine edilebilir."

Bitkiler, sayılan bu karmaşık işlemleri hiç durmadan ve hatasız bir şekilde defalarca yapmaktadırlar. Ancak bitkiler tüm bunları düşünecek kapasitede bir beyne ya da ince hesaplamalar yapacak bir akla sahip değildirler. Anthony Trewavas bitkilerdeki bu şuurlu davranışlara örnek olarak palmiye ağacını gösteriyor ve bu ilginç bitkinin insanı hayrete düşüren davranışlarını şöyle aktarıyor:

"Palmiyenin gövdesinin şekli, güneş ışığına göre en uygun duruşu sağlayıp muhafaza edebilmek için değiştirilir; yaprakların pozisyonları ışığı en yüksek derecede kullanabilecek şekilde ayarlanır. Rakip komşu bitkiler ayaklı palmiye ağacına yaklaştıklarında, gövdeyi destekleyen kökler belirli bir yöne doğru büyüyerek ağacı bütünüyle başka bir yere taşırlar."
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Kuşkusuz palmiye ağacının sergilediği bu şuurlu davranışlar tek örnek değildir. Bağboğan bitkisinin verim hesaplamaları da bir başka şuur gösterisidir:Parazit bir bitki olan bağboğan, bir bitkiye yaklaşıp ona dokunur. Bitkinin kaynakları verimli değilse bir başka bitkiye devam eder. Ancak bitkinin kaynakları beslenmek için zengin ise, bağboğan, bitkiye sarmal olarak sarılan dalcıklar uzatır. Bağboğan, her bitki için ayrı sayıda dalcık uzatır. Bu şekilde adeta bitkiden elde edilecek verimi hesaplamış, ona göre yatırım yapmış gibidir. Her iki bitkinin hücreleri de şuursuz atomlardan meydana gelmektedir. Bu durumda akla bazı sorular gelecekti:

Beyni veya gözleri olmayan bu bitki bir-iki dokunuşla, sarılacağı bitkinin verimliliğini nasıl anlayabilir?
Verimliliği nasıl ölçebilir ve bunun sonucunda bir değerlendirme yaparak belli sayıda sarmal dalcık nasıl uzatabilir?
Şuursuz atomlardan meydana gelen bu bitkiler böylesine akılcı davranışları nasıl sergileyebilirler?
Bilinçli bir davranış bir beyin olmaksızın nasıl hesaplanmış olabilir?
Elbette ki bu soruların tek bir cevabı vardır. Bütün bunları bitkilerin kendi kendilerine düşünmeleri, hesaplamalar yapmaları ve gereğini yerine getirmeleri imkansızdır. Üstelik her yeni doğan bitki bu bilgilere sahiptir. Bütün bunlar bizi tek bir sonuca götürür. Herşeyden haberdar olan, üstün güç sahibi Rabbimiz bitkilere neler yapacaklarını ilham etmektedir. (Harun Yahya, Yeşil Mucize: Fotosentez)
 
 
Keseli Su Bitkileri

Durgun su birikintilerinde yaşayan keseli bitkiler diğer bitkilerden farklı olarak lifli bir vücut yapısına sahiptirler. Bu bitkilerin kökleri yoktur ve gövdeleri de belirgin değildir. Bataklıklarda ve su birikintilerinde su yüzeyinin hemen altında sürüklenirler ve bu bitkilerin sadece parlak sarı çiçekleri suyun üzerinde görüldüğü zaman göze çarparlar.

Bu bitkilerin en ilginç özelliği ise sahip oldukları keseli tuzaklar ve bu tuzakları kullanma şekilleridir. Bitki keseleri mikroskop altında incelendiğinde, her bir şeffaf kesenin iç duvarlarının bir salgı beziyle kaplı olduğu görülür. Bunlar içlerine su çekebilirler, böylece kısmi bir vakum etkisi meydana getirirler. Kesenin sırt tarafında ise avların yakalanmasını sağlayan tetikleyici kıllar yer almaktadır. Bu kıllara dokunan su pireleri, tatarcık larvaları veya solucanlar gibi küçük canlılar saniyenin binde biri gibi kısa bir sürede derhal içeri çekilirler. Kıllar, avlar için herhangi bir kaçış ihtimaline olanak bırakmazlar, salgı bezleri de bazı enzimler salgılayarak yakalanan avların yenebilir kısımlarını sindirmeye yardımcı olurlar. (http://www.bbc.co.uk/ nature/animals/features/)

Durgun su birikintilerinde yaşayan keseli bitkilerin sahip oldukları bu mekanizma her aşamasıyla kusursuz bir şekilde çalışmaktadır. Eğer bu mekanizmada herhangi bir aksaklık meydana gelecek olursa bitki sahip olduğu üstün avlanma yeteneğini kaybedecek ve bu nedenle yaşamını devam ettiremez hale gelecektir. Ancak bu hiçbir zaman olmaz; keseli bitkilerin bu kusursuz mekanizması hiç durmaksızın çalışan bir kapan gibi görevini eksiksiz olarak yerine getirir. Tüm bunlar bizlere keseli bitkilerin birer tasarım harikası olduklarını göstermektedir.

Allah Her Canlıyı Kontrolü Altında Tutar

İnsan bedeni de tıpkı diğer varlıklarda olduğu gibi şuursuz atomlardan meydana gelir ve vücudumuzda bu atomların oluşturduğu şuursuz hücreler tarafından sayısız işlem gerçekleştirilir. Beyin denilen organımız da düşünmemizin kaynağı gibi görünse de kendi başlarına bir karar mekanizması olmayan sinir hücrelerinden oluşur. Kısacası şuur, belli sebep sonuç ilişkileriyle açıklanamaz. Şuurla ilgili olarak, evrimci olan Julian Huxley'nin şu sözleri oldukça çarpıcıdır:

"Bilinçli hal kadar olağanüstü bir şeyin nasıl olup da bir sinir hücresinin başlatıcı hareketi sonucu ortaya çıktığı, aynı Aleaddin'in lambası hikayesinde lambanın ovuşturulmasıyla cinin görünmesi kadar anlaşılmazdır..." (The Problem of Consciousness, Colin McGinn)
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Bitkilerdeki bu şuurlu hareketler gerçekte Allah'ın sonsuz aklının tecellilerindendir. Rabbimiz yeryüzündeki herşeyi kontrolü altında tutandır.

 
 
 Çöl Bitkileri

Çöl deyince aklımıza hiçbir canlının kolay kolay yaşayamayacağı bir ortam gelir. Gerçekten de çölde yaşayan canlıların sayısı oldukça azdır. Ancak bu zor koşullara rağmen çöl ortamında hiç aklımıza gelmeyecek mucizelerle karşılaşırız.

Çölün kurak ortamına yakından baktığımızda çeşitli özelliklere sahip bitkiler dikkatimizi çeker. Bu bitkiler, özel tasarımları ve farklı çeşitleriyle çok zor koşullarda rahatça yaşayabilmektedirler. Onlar bu iklim koşulları için özel olarak yaratılmış birer mucizelerdir.

Çöl bitkileri, aşırı sıcakla ve susuzlukla başa çıkmak için iki yola başvururlar. Birincisi, sahip oldukları dayanıklı yapıyı kullanmak, ikincisi de uykuda kalmaktır. İlginç yapıları ve özel tasarımları sayesinde kurak iklimlerden zarar görmeyen bu bitkilerde yaprak; hem gövde, hem fotosentez organı, hem bir besin ve su deposu hem de kalın yapısıyla bir savunma organıdır.

Bazı depo görevi gören yapraklar ise etrafta bulunan kayaları taklit eden yapılarıyla birer kamuflaj uzmanıdırlar. Çeşitli hayvanların kamuflaj yapması sık karşılaştığımız mucizelerden biridir. Ancak bir bitkinin kamuflaj yapması fazla alışık olmadığımız bir durumdur. Çevresindeki kayaları taklit edebilen bir bitkinin hangi özelliklere sahip olması gerektiğini düşünürsek, ne kadar hayret verici bir olayla karşı karşıya olduğumuzu daha iyi anlayabiliriz. Herşeyden önce bu bitkinin, çöl ortamını çok iyi bilmesi, çevre koşullarından haberdar olması gerekir. Buna göre etraftaki bazı hayvanlardan kurtulmak ve aynı zamanda aşırı sıcaklara karşı koymak için belirli bir şekil ve savunma sistemi planlamalıdır. Sonuç olarak kayaların kendisi için en ideal model olduğuna karar vermelidir. Kendini kayalara benzetirse göze batmayacağını ve taş gibi hacimli bir yapının depo görevini rahatça yerine getirebileceğini düşünmeli ve bütün kimyasal yapısını bu kararına göre değiştirmelidir. Ne bir akla, ne bir şuura, ne bir göze sahip olmayan bitkilerin, kendileri için böyle hayati önemi olan kararlar alamayacakları ve bu kararlarını uygulayamayacakları çok açıktır. Peki, bitkileri bulundukları ortam için en uygun yapıya ve şekle kavuşturan nedir? Tüm canlıların tesadüfler sonucunda meydana geldiğini iddia eden evrimciler, kaya taklidi yapan çöl bitkilerinin de, bu özelliğe tesadüfen sahip olduklarını iddia ederler. Bu iddiaları yukarıda anlatılan senaryodan çok daha mantıksızdır. Tesadüfen meydana gelen hangi olay, bir bitkiye kusursuz bir taklit yeteneği ve çöl sıcağında en çok ihtiyacı olan su deposunu kazandırabilir? Bu bitkileri tüm bu özellikleri ile yaratanın üstün bir ilim ve akıl sahibi olan Allah olduğu çok açıktır.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Yapraklardaki su deposu

Çöl bitkilerinin su ve besin maddelerini depo edecek şekilde tasarlanmış olan depo yaprakları, dam koruğu (Sedum) bitkisinde olduğu gibi silindir şeklinde veya makas otunda (Carpobrotus) olduğu gibi prizma şeklinde olabilir.

Kurak bölgelerde yaşayan bu bitkiler su depolama özelliklerinden dolayı taze bir görünüme sahiptirler. Su, gövde ya da yapraklarda geniş, ince duvarlı hücrelerde korunmaktadır. Bu yaprakların kalın üst tabakası su kaybını azaltır. Çöl bitkilerinin kusursuz tasarımlarının bir başka özelliği ise küre şeklinde olmalarıdır. Çünkü küre, en küçük yüzey alanına sahip olması nedeniyle en etkili su depolama şeklidir. Çöl bitkilerinin kalın gövdeleri, küre şekilleri ve gündüzleri kapalı, geceleri açık olan gözenekleri, buharlaşma ile su kaybını azaltan bir yapı meydana getirir.

Her bitki suyu farklı bölümlerinde depo eder. Örneğin, Yüzyıl bitkileri yapraklarında, gece açan Cereus bitkisi yeraltındaki soğanında, kaktüs ise tombul gövdesinde su depolar. Sabır otu gibi bitkiler ise nadir olarak yağan yağmurları yakalamak için oluk şekilli yapraklarını açık tutarlar. Bunun tam tersine Sarracenia minor gibi yağışlı bölgelerde bulunan bitkilerin yaprakları, aşırı yağmurdan korunmak için şemsiye gibidir. Her bitkinin bulunduğu koşullara uygun bir şekle sahip olması, Allah'ın kusursuz yaratışının bir göstergesidir.

 

Kaktüslerin hepsinin uzunlamasına çizgileri ya da yüzeylerinde çok sayıda dikenimsi çıkıntıları vardır. Bu bitkilerin, çizgili yüzeyleri içlerinde depo edilen suyun miktarına göre daralma ve gevşeme özelliğine sahiptir. Kaktüs ısıyı yayabilen, su dolu gövdesini hayvanlardan koruyan ve dikleşen iğnelere sahiptir. Mumlu üst tabaka, sıcağın bitkinin içine işlemesini azaltarak bitkiyi korur. Ayrıca bu bitkilerin renkleri solgun ve parlaktır. Böylece üzerlerine düşen ışının çoğunu yansıtırlar; bazıları da güneş ışığını yansıtacak beyaz tüylerle kaplanmıştır. Her insan mutlaka bir kaktüs görmüştür. Ancak, kaktüse ait özelliklerin estetik dışında, birçok amaca yönelik olarak yaratılmış olması büyük bir mucizedir. Kaktüsün dikenlerinden üzerindeki beyaz tüylere kadar her bir parçasında bir plan, tasarım ve amaç vardır. Tüm bunlar kaktüslerin tesadüfen meydana gelmiş bitkiler olamayacağını, üstün bir akıl tarafından tasarlanarak yaratıldıklarını gösteren önemli delillerdir.

Bu bitkilerin bazı türleri, özellikle "pencere yaprağı" bitkisi, tüm gövdesini toprağın altına gömer ve sadece yaprak uçlarını dış yüzeye çıkarıp gösterir. Yaprak uçları saydamdır ancak yaprak uçlarının biraz içeri tarafında fotosentez yapan hücreler bulunur. İnce çizgiler şeklinde dizilmiş olan bu hücreler pencere denilen yaprak uçlarından giren ışığı yakalayıp fotosentez işlemi için kullanırlar. Bu çok özel tasarımları sonucunda su kaybını büyük miktarda azaltan ve toprağın altında kalarak kızgın güneşten kurtulan bitki, birçok canlının kısa bir süre bile dayanamadığı çöl sıcaklarında hiç sıkıntı duymadan yaşar. (Harun Yahya, Yeşil Mucize Fotosentez)

Elbette ki her bitki ilk yaratıldığı günden itibaren, onu yaratan sonsuz ilim ve akıl sahibi Allah'ın ilham ettiği şekilde hareket etmektedir. Bitkinin her hücresinin, hatta her atomunun nasıl hareket etmesi gerektiği, an ve an ona bildirilmektedir. Bu gerçek bir Kuran ayetinde şöyle açıklanmaktadır:

"Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah'ın her şeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah'ın ilmiyle herşeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için." (Talak Suresi, 12)

 
 
Ağaçlar Sonbaharda Kendilerine
 Yuva Arayan Böcekleri Uyarıyor

Neden bazı ağaçlar sonbaharda göz alıcı renklere bürünürler? Bu değişimin nedeninin ağacın böceklere karşı kendini savunması olduğu anlaşıldı. Çünkü ağaçlar zararlı böceklere yapraklarıyla uyarıda bulunuyorlar.

İngiltere'nin en ünlü bilim dergilerinden Kraliyet Topluluğu Biyoloji Tutanakları dergisinin Temmuz 2001 sayısında yayınlan araştırmaya göre, böcekler sonbaharda kendilerine yerleşecek bir ağaç aramaya başlıyorlardı. Belli ağaç türleri de, böceklerin bu istilasından korunmak için, yapraklarının renklerini rahatsız edici hale getiriyorlardı. Ağaç, yapraklarında çok özel kompleks boya molekülleri (pigment) üretiyor, böylece uyarı niteliği taşıyan parlak kırmızı ve parlak sarı renkler böcekleri ağaçtan uzak tutuyordu.

Böcek saldırısına daha yoğun uğrayan ağaçlar, daha canlı uyarı renkleri sergiliyorlar. Özellikle yaprak biti zararlısına maruz kalan ağaçlarda göz alıcı renklerin diğerlerine nazaran daha fazla olduğu gözleniyor.

Bir ağacın böceklerin kendisine zarar vereceğini önceden bilebilmesi elbette ki mümkün değildir. Bu özelliklerden hiçbiri düşünme yeteneği olmayan bir ağaç tarafından geliştirilebilecek mekanizmalar değildir. Üstün bir bilinç ve akıl ürünü olan yüzlerce ayrıntı sonucunda, benzeri olmayan bir savunma taktiği karşımıza çıkmaktadır. Kuşkusuz bu akıl, herşeyi benzersizce, üstün bir ilimle yaratan Yüce Rabbimiz Allah'a aittir.
Bitkilerdeki Serinleme Mekanizması


Bitkilerin sahip oldukları serinleme mekanizmaları olmasaydı, güneş altındaki birkaç saat bile bitkiler için ölümcül olurdu. Bir nevi su mühendisliği olarak nitelendirilebecek olan bu bitki faaliyetleri Allah'ın yaratışındaki kusursuzluğu gösterir.
Aynı yerde bulunan bitki ve bir taş parçası, eşit miktarda güneş enerjisi almalarına rağmen aynı derecede ısınmazlar. Güneş altında kalan her canlıda mutlaka olumsuz bir etki oluşur. Öyleyse bitkilerin sıcaktan minimum derecede etkilenmelerini sağlayan nedir? Bitkiler bunu nasıl başarırlar? Muazzam bir sıcaklıkta, bütün yaz boyunca yaprakları güneşin altında kavrulmasına rağmen, bitkilere neden hiçbir şey olmamaktadır? Ayrıca bitkiler kendi bünyelerindeki ısınmanın haricinde, dışarıdan da ısı alarak dünyadaki ısı dengesini de sağlarlar. Bu ısı tutma işlemini yaparken kendileri de bu sıcağa maruz kalırlar. Peki gittikçe artan bu sıcaktan etkilenmek yerine, bitkiler nasıl olup da dışarının da ısısını almaya devam edebilmektedirler?

Yapıları itibariyle sürekli güneş altında olan bitkiler, doğal olarak diğer canlılara oranla daha fazla miktarda suya ihtiyaç duyarlar. Bitkiler aynı zamanda yapraklarında oluşan terleme vasıtasıyla da sürekli su kaybederler. Daha önceki bölümlerde de değinildiği gibi, bu su kaybını önlemek için, yaprakların güneşe dönük olan üst yüzleri çoğunlukla "kütiküla" adı verilen bir tür su geçirmez, koruyucu cilayla örtülüdür. Bu sayede yaprakların üst yüzeylerindeki su kaybı önlenmiş olur.

Peki ya alt yüzleri? Bitki bu bölümden de su kaybettiği için, gaz alış-verişini sağlamakla görevli özel deri hücreleri olan gözenekler genellikle yaprağın alt yüzünde bulunurlar. Gözeneklerin açılıp kapanması bitki tarafından karbondioksit alıp oksijen vermeye yetecek, ancak su kaybına yol açmayacak biçimde denetlenecektir.

Bitkilerde ısı dağıtım sistemi

Bunların yanı sıra bitkiler ısıyı farklı şekillerde dağıtırlar. Bitkilerde iki önemli ısı dağıtım sistemi bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, yaprağın ısısı eğer çevrenin ısısından daha fazlaysa, hava dolaşımının yapraktan dış ortama doğru olmasıdır. Isı naklinden kaynaklanan hava değişimi, sıcak havanın soğuk havadan daha az yoğun olması nedeniyle, havanın yükselmesine dayanır. Bu yüzden yaprakların yüzeyinde ısınan hava yükselir ve yüzeyden ayrılır.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Soğuk hava daha yoğun olduğu için yaprağın yüzeyine doğru iner. Böylece sıcaklık azaltılmış ve yaprak serinlemiş olur. Bu işlem yaprağın yüzey ısısı çevredeki ısıdan yüksek olduğu müddetçe devam eder. Çok kuru koşullarda, yani çöllerde dahi bu durum değişmez.Bitkilerdeki ısı dağıtım sistemlerinden diğeri de yapraklardan su buharı verilerek terlemenin sağlanmasıdır. Bu terleme sayesinde su buharlaşırken bitkinin serinlemesi de sağlanmış olur.

Bu dağıtım sistemleri bitkilerin yaşadıkları ortamın şartlarına uygun olacak şekilde ayarlanmıştır. Her bitki, neye ihtiyacı varsa, o sisteme sahiptir. Son derece karmaşık bir yapısı olan bu sistemin dağılımı tesadüfen gerçekleşmiş olabilir mi? Bu sorunun cevabını verebilmek için çöl bitkilerini ele alalım. Çöllerdeki bitkilerin yaprakları genelde çok kalındır. Suyu buharlaştırmaktan daha çok, muhafaza etme yönünde dizayn edilmişlerdir. Bu bitkiler için ısı dağıtma işlemini buharlaşma ile gerçekleştirmek ölümcül bir sonuç getirecektir. Çünkü çöl ortamında kaybedilen suyun telafisi mümkün değildir. Görüldüğü gibi, bu bitkiler ısılarını her iki yolla da dağıtabilecekken, sadece bu yollardan birini, üstelik de yaşamaları için tek geçerli olan yolu kullanmaktadırlar. Çünkü tasarımları çöl ortamına göre yapılmıştır. Bunun tesadüflerle açıklanması ise mümkün değildir.

Bitkilerde serinleme mekanizması

Bitkilerin sahip oldukları bu serinleme mekanizmaları olmasaydı, güneş altındaki birkaç saat bile bitkiler için ölümcül olurdu. Öğle saatlerinde bir dakika kadar direkt olarak alınan güneş ışığı, bir santimetrekarelik yaprak yüzeyinin ısısını 37oC'ye kadar yükseltebilir. Bitki hücreleriyse, bünyelerindeki sıcaklık 50-60oC'ye çıktığında ölmeye başlarlar. Yani bitkinin ölmesi için öğle vakti 3 dakika kadar güneş ışığı alması yeterlidir. İşte bitkiler öldürücü sıcaklıklardan bu iki mekanizma sayesinde korunabilirler. Bitkilerin ısı dağıtımında kullandıkları buharlaşma olayı, aynı zamanda atmosferdeki su buharı dengesi açısından da büyük bir önem taşır. Çünkü bitkilerdeki bu buharlaşma, yüksek miktarlardaki suyun düzenli olarak atmosfere ulaştırılmasını sağlar. Bitkilerin bu faaliyetleri bir nevi su mühendisliği olarak da nitelendirilebilir. 1000 metrekarelik ormanlık bir alandaki ağaçlar 7.5 ton suyu rahatlıkla havaya verebilirler. Bu özellikleriyle bitkiler topraktaki suyu vücutlarından geçirerek atmosfere ulaştıran dev su pompaları gibidirler. Bu son derece önemli bir görevdir. Eğer bu özellikleri olmasaydı, suyun yer ile gök arasındaki çevrimi bugünkü gibi gerçekleşemeyecekti, ki bu da yeryüzündeki dengelerin bozulmasına neden olacaktı. (Harun Yahya, Yeşil Mucize Fotosentez)

Dış yüzeyleri odunsu ve kuru bir maddeyle kaplı olmasına rağmen, bitkiler bünyelerinden tonlarca su geçirirler. Bu suyu topraktan alırlar ve ileri teknolojiyle çalıştırdıkları kendi fabrikalarında birtakım yerlerde kullandıktan sonra, aldıkları suyun büyük bir bölümünü arıtılmış su olarak doğaya verirler. Başka bir deyişle trilyonlarca tonluk suyu otomasyon düzenleriyle kontrollü olarak topraktan alıp, arıttıktan sonra kendilerine özgü sistemleriyle doğaya adeta pompalarlar. Bunu yaparken aynı zamanda aldıkları suyun bir kısmını da, besin üretiminde hidrojeni kullanmak amacıyla parçalarlar.

Bizim yapraklardaki terleme ya da ağaçların bulunduğu ortamdaki nemlilik olarak nitelendirdiğimiz olaylar, aslında yeryüzünde yaşamın devamlılığı açısından hayati önem taşıyan bu faaliyetlerin bir sonucu olarak gerçekleşir.

Bitkilerin bu işlemlerinde karşımıza çıkan, tek bir parçası çekilip alınsa anında felç olacak ve çalışamayacak mükemmellikte yaratılmış bir sistemin mucizevi yapısıdır. Hiç kuşkusuz ki bu düzeni tasarlayan ve eksiksiz biçimde bitkilere yerleştiren Rahman ve Rahim olan, her türlü yaratmayı bilen Allah'tır.

O Allah ki, Yaratan'dır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakim'dir. (Haşr Suresi, 24)

 
 
Bilgi Küpü Tohumun Yolculuğu: Paraşüt Tohumlar

İnsanoğluna helikopter konusunda fikir veren şey, yusufçuk böceğinin yanı sıra bitkiler dünyasının, merkez etrafında dönen kanatlara sahip tohumları olmuştur.

Kum otu (Scabiosa Stellata) zarlı yapıya sahip olan uçan tohumlara bir örnektir.

Tohumlar ait oldukları bitkinin içerdiği tüm bilgiye sahiptirler. Bitkide üreme işlemlerinin başlamasının ardından oluşan, tohum uygun şartlar meydana geldiğinde yeşerir.

Tohumlar, birbirinden ayıran çok önemli özellikleri vardır. Tohum ait olduğu bitkinin her dalına, her yaprağına, bu yaprakların sayısına, şekillerinin nasıl olacağına, kabuğunun ne renkte ve kalınlıkta olacağına, besin ve su taşıyan borularının genişliğine, sayısına, bitkinin uzunluğuna, meyve verip vermeyeceğine, verecekse bu meyvelerin tatlarına, kokularına, şekillerine, renklerine dair -kısacası bir bitkiyle ilgili olabilecek- bütün bilgiye sahiptir.

Bitkilerin tohumla üreyen türlerinin her birinde bu bilgiler var olmuştur. Elbette, tüm bu muazzam bilgiyi tohumun içine yerleştiren, herşeyin yaratıcısı olan Allah'tır.

Bitkilerin tohumlarını diğer bitkilere nasıl ulaştırdıklarını, tohum dağıtma işleminin nasıl gerçekleştiğini belki bugüne kadar hiç düşünmemiş olabilirsiniz. Oysa tohumlu bitkiler ilk var oldukları dönemden itibaren hiçbir yardıma, hiçbir müdahaleye ihtiyaç duymadan tohumlarını çeşitli şekillerde dağıtma imkanına sahiptirler. Dağıtım işleminin aşamalarını genel olarak şöyle özetleyebiliriz: Döllenen çiçeklerden tohumlar oluşur. Bunlar kimi bitkilerde yere düşer, kiminde rüzgarla havalanır, kiminde de hayvanlara takılır ve bu şekilde çevreye dağılır. Tohumların yayılmasında çok detaylı bir sistem tasarlanmıştır. Bir tohumun şekline bakarak nasıl yolculuk yaptığını, yani nasıl dağıtıldığını tahmin etmek mümkündür. (Harun Yahya, Tohum Mucizesi)

Tohumların Özel Tasarımları

Rüzgarla taşınan bitki tohumlarının hareket kabiliyeti sadece tohumun büyüklüğüne, yere olan mesafesine ya da rüzgara bağlı değildir. En önemli etkenlerden biri, kuşkusuz ki tohumların sahip oldukları özel şekiller ve ek yapılardır. Paraşüt tohumlar, rüzgarla taşınan tohum cinslerinden biridir. İnsanların yüksekten atlamak için kullandıkları paraşütler özel olarak tasarlanmış bir şekle sahiptir.Paraşütler rüzgarı içlerine almalarını sağlayan yapıları ile, kendilerini kullanan kişiye havada hareket etme imkanı verirler. Paraşüt tohumlarda da, paraşütlere benzer bir yapı vardır.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Paraşüt tohumlar olgunlaştıklarında hemen ağaçtan yere düşmezler. Onları daha uzağa götürecek kuvvetli rüzgarların çıkmasını beklerler. Eğer böyle olmasaydı ana bitkinin çok yakınına düşeceklerinden büyüme şansları daha az olurdu.

Paraşüt tohumların hızı, tohumun büyüklüğüne ve yapısının gözenekli olup olmamasına bağlıdır. Tohumun sahip olduğu paraşüt benzeri bölüm ne kadar büyükse hızı o kadar yavaştır. Ayrıca ne kadar az gözenekliyse havanın hareketlerine o kadar hassas olur. Paraşüt tohumlar son derece detaylı tasarlanmış özelliklere sahiptir. Tohumun hızının artması ve daha kolay hareket etmesi için gerekli olan her detay bu tasarımda mevcuttur.

Bu tasarımın tesadüfen meydana gelemeyeceğini açıklamak için şöyle bir örnek verelim. İnsanların kullandıkları paraşütleri düşünün. Kuşkusuz bunların özel bir tasarıma sahip oldukları konusunda hiç kimsenin bir tereddütü ya da itirazı yoktur. Bir paraşütün kendi kendine ortaya çıkamayacağını herkes bilir. Paraşütü ilk olarak düşünüp tasarlayan bir kişi vardır. Paraşütü yapmak için kullanılacak kumaşın ipliğini üreten, bu ipliği dokuyarak kumaş haline getiren bir fabrika, sonra bu kumaşları birleştiren insanlar vardır. Paraşütün havadayken açılmasını sağlayan mekanizma özel olarak tasarlanıp yapılmıştır. Durup dururken bir kumaşın paraşüt şeklini alamayacağı ve havada uçabilecek bir sistem kazanamayacağı çok açıktır.

Peki o halde paraşüt gibi yapıları olan hatta bir paraşütten çok daha kompleks mekanizmalara sahip tohumlar nasıl ortaya çıkmışlardır? Gözenekli yapılarının az ya da çok olması gibi detaylar kim tarafından düşünülmüştür?

Bu sorulara cevap olarak "bunlar tohumlardaki bilgilerde kodludur" diyenler olabilir. Bu durumda söz konusu kişiler, ilk tohumun nereden çıktığını, nasıl meydana geldiğini, bu bilgilerin tohumun içine nasıl yerleştiğini açıklamalıdırlar. Bu ilk tohum kendi kendine, tesadüflerle böyle bir bilgiye sahip olamaz. Tohumun yapısını meydana getiren kör ve şuursuz atomlar bir gün karar alıp "Biz tohum denen bir cisim oluşturalım, içine dev ağaçların, birbirinden ilginç bitkilerin, rengarenk çiçeklerin, son derece lezzetli meyvelerin bilgilerini kodlayalım, daha sonra bu tohumu yeryüzüne yayıp tüm dünyada milyonlarca çeşit bitki oluşturalım" demiş olamazlar.

Böyle bir iddiada bulunmak elbette akıl ve mantık sahibi bir insanın yapabileceği birşey değildir. Nasıl ki bir paraşüt kendi kendine ortaya çıkamazsa paraşüt benzeri tohumların da kendiliğinden ortaya çıkamayacakları, bu kadar detaylı tasarımlara tesadüfen sahip olamayacakları açıktır. Nitekim evrimciler ne kadar çabalasalar da tohumların ortaya çıkışlarına tesadüflerle açıklama getirememişlerdir.

Tohumların yapısında evrimcilerin tesadüf iddiaları ile asla açıklanamayacak, çok açık bir tasarım ve plan vardır. Elbette ki bu plan şuursuz tesadüflerin sonucunda ya da başka herhangi bir nedenle ortaya çıkmamıştır. Her resmin bir ressamı olduğu gibi her tasarımı, her planı yapan da biri vardır. tohumların ve burada bahsettiğimiz tüm tasarımların yaratan sonsuz ilim sahibi olan Allah'tır.

 
  Bitkilerden Bilinçli Hareketler

Bitkiler hakkında ne biliyorsunuz diye sorulsa birçok insan lise döneminde öğrendiği fotosentez işlemini hatırlayacaktır. Oysa bitkilerin fotosentez işleminden başka insanların bilmediği daha birçok mucizevi yönü vardır. Bu özellikleri ile kendisinden beklenmeyen duyulara sahip bitkiler, bir insan gibi görme, işitme, tat alma ve dokunma duyularını kullanırlar.

Bitkilerin yapısını incelediğimizde dikkat çekici sistemlerle karşılaşırız. Bu sistemlerin en önemlilerinden biri, bitkilerin içindeki tepki mekanizmalarıdır. Dışarıdan bakınca ne ağzı, ne gözü, ne de bir sinir sistemi olan bitkiler, çoğu zaman insanlardan bile hassas olabilmektedirler. (Harun Yahya, Yeşil Mucize Fotosentez)

Görme Duyusu

Bitkilerin bizim gibi gözleri yoktur, ama bizim gördüğümüzden daha fazlasını görürler. Çünkü onların ışığa duyarlı bileşiklerden oluşmuş proteinleri vardır. Bu sayede bizim gördüğümüz ve göremediğimiz bütün dalga boylarını algılarlar. Hatta ışığa karşı duyarlılıkları insan gözünden bile daha fazladır.

Bitkilerin görme yeteneğine neden ihtiyaçları vardır?

Çünkü bitkilerin büyümek ve hayatta kalmak için ışığa ihtiyaçları vardır. Bunun için de adeta gözleri var da ışığı görüyormuşlar gibi ışık yönünde filiz verirler, büyümelerini ışık yönünde sürdürürler. Hatta, gün boyu güneşi takip eden ayçiçeklerine bu sebeple birçok yörede "günebakan" ismi verilmiştir. Bitkiler kendilerine verilmiş görme yeteneği sayesinde ışığın yoğunluğu, kalitesi, yönü ve periyodu gibi koşulları tespit ederler. Bitkinin bir günlük hayat düzeni kendini ışığa göre kuran bir "iç saat"in kontrolündedir.

Bu aşamada neler olduğunu şöyle özetleyebiliriz: Bitkide ışığı algılamakla görevli iki protein ailesi bulunur. Bu iki aileden biri, beş farklı çeşidi olan "fitokrom", diğeri ise iki farklı çeşidiyle "kriptokrom" adlı proteinlerdir. Bu proteinler aynı zamanda ışığı algılayabilen birer ışık reseptörüdürler. Bu reseptörler bitkinin içindeki saati, ışığın her an yaptığı değişikliklere göre kurmakla görevlidirler.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Tatma Duyusu

Bitkiler sadece güneş ışığıyla yaşayamazlar; topraktan bazı besinleri de almaları gerekir. Tat duyusu, topraktan mineral ve besinleri alan bitki kökleri için çok önemlidir. Arabidopsis (tere otu) adlı bitkide yapılan araştırmalarda, bir genin nitrat ve amonyum tuzlarının bol olarak bulunduğu yerleri tespit ettiği ortaya çıkarılmıştır. Bu gen sayesinde kökler gelişigüzel değil, besin yönünde gelişerek bilinçli bir hareket sergilemektedir. Nitratları tespit eden bu gen ANR1'dir.

Bu gen dışında, Teksas Üniversitesi'nde yapılan başka bir araştırmada "apiraz" adlı bir enzim daha keşfedilmiştir. Kök yüzeyinde bulunan bu enzim, mantar gibi toprağa karışmış mikroorganizmaların ürettiği ATP'yi (adenozin trifosfat) tadabilmektedir. ATP molekülü doğada her zaman hazır olan kısa süreli bir enerji rezervidir. Apiraz, bitkinin bu molekülü alıp besine dönüştürmesini daha sonra da emmesini sağlar. Bitkilerin bir çöpçü gibi hücre dışındaki ATP'yi toplayıp kullanılır hale getirmesi yeni keşfedilmiş bir mucizedir.

Dokunma Duyusu

Tatma duyusu gibi dokunma duyusu da bitkilerde çok sık rastladığımız algılardandır. Venüs gibi etçil bitkiler, üzerlerine konan böceği bir anda yakalarlar. Mimoza ise en hafif dokunuşta bile ince yapraklarını aşağı doğru indirir. Bezelye ve fasulye gibi tırmanıcı bitkiler hassas dokunma duyuları sayesinde filizlerini sağlam desteklerin etrafına sararlar. Son yapılan araştırmalarda neredeyse bütün bitkilerin dokunma duyusuna sahip oldukları ortaya çıkmıştır.

Bitkiler genelde yapraklara büyük zarar verebilecek rüzgarın şiddetine karşı da dokunma duyusunu kullanırlar. Rüzgar altında kalan bitkiler dokularını sertleştirerek tepki verir ve böylece şiddetli rüzgarlarda kırılmaktan kurtulurlar. Araştırmacılar, dokunma duyusunun güçlendirilmiş doku üretimine nasıl yol açtığına halen cevap bulamamaktadırlar.

Bir bitkinin yaşayabilmek için ihtiyacı olan tüm özelliklere son derece kompleks sistemler sayesinde sahip olması, tek bir bitkinin tek bir yaprağının dahi tesadüfen oluşamayacağını görmek ve kavramak için yeterlidir. Bitki hücreleri, beyni, eli, gözü, şuuru ve bilgisi olmayan gözle görülemeyecek kadar küçük varlıklardır. Bu varlıkların, "rüzgara karşı bitkiyi nasıl kurtarabiliriz?" diye düşünüp bir yöntem geliştirmeleri imkansızdır. Üstelik bu, iç içe geçmiş ve domino taşlarının birbirini yıkması gibi birbirini aktif hale getiren parçalardan oluşmuş bir sistemdir. Bu sistemi ne hücreler kendi akıl ve iradeleriyle oluşturabilirler, ne de tesadüfler böyle kusursuz bir plan ve tasarım yaratabilirler. Tüm bunlar, sonsuz bir ilim ve akıl sahibi olan Allah'ın varlığının delillerindendir.

İşitme Duyusu

Başta North Carolina Wake Forest Üniversitesi olmak üzere çeşitli merkezlerde yapılan araştırmaların sonucunda, bitkilerin belirli bir ses frekansını veya titreşimi algılayabildikleri yönünde kanaatler oluşmuştur. Örneğin, Wake Forest'da yapılan bir deneyde, normal filizlenme oranı %20 olan turp tohumlarının, belirli bir frekanstaki sese uzun süre tabi tutulduklarında, filizlenme oranlarının %80-90 civarında arttığı görülmüştür. Araştırmacılar, bitkinin boyunun uzaması ve tohumun filizlenmesinde aracılık eden "giberellik asit" adlı bitki hormonunun, "işitmeden" de sorumlu olduğunu düşünmektedirler.

Bu aşamada unutmamamız gereken bir nokta vardır. Bitkilerin beyni ya da sinir sistemi yoktur. Bir insan bir nesneye dokunduğunda, onu gördüğünde veya tattığında sinir sisteminde ve beyinde belirli mesajlaşmalar ve komutlar serisi devreye girer. Hafıza, idrak gibi unsurların da katılmasıyla birlikte bilinçli bir hareket için karar alınır. Oysa bitkilerin böyle bir sinir sistemleri, beyinleri, idrak ve hafıza güçleri yoktur. Buna rağmen, son derece bilinçli davranışlara sahiptirler. Adeta görüyorlarmış gibi belli bir yöne dönmekte, dokunuyorlarmış gibi kendilerine en uygun zemini bulabilmekte veya tat alabiliyorlarmış gibi topraktaki birçok madde içinden kendilerine yarayanları seçebilmektedirler. Dışarıdan bakınca bilinçli yapıldığı görülen bu hareketlerin ardındaki aklın sahibi elbette bitkiler değildir. Onları ve herşeyi üstün bir akla sahip olan Allah yaratmıştır.

Gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin Yaratandır… İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'ndan başka ilah yoktur. Herşeyin Yaratıcısı'dır, öyleyse O'na kulluk edin. O, herşeyin üstünde bir vekildir." (Enam Suresi, 101-102)

 
 
Tohumdaki Engel Tanımayan Güç: Filizlenme

Tohumların çok önemli bir özelliği vardır. Tohumlar ait oldukları bitkinin her dalına, her yaprağına, bu yaprakların sayısına, şekillerinin nasıl olacağına, kabuğunun ne renkte ve hangi kalınlıkta olacağına, besin ve su taşıyan borularının genişliğine, sayısına, bitkinin uzunluğuna, meyve verip vermeyeceğine, verecekse bu meyvelerin tatlarına, kokularına, şekillerine, renklerine dair bütün bilgilere sahiptirler.

Tohumlar tüm bu bilgileri milyonlarca yıldır saklamakta ve sonraki nesillerine eksiksiz olarak aktarmaktadırlar. Bu mucizevi olaya yakından şahit olmak için evlerimizde bulunan sebzeleri, meyveleri ve çiçekleri incelememiz yeterlidir.

Örneğin bir tohumdan karpuzun yetişmesi üzerinde düşünelim. Karpuzun şekeri, hoş kokusu, rengi ve lezzeti bu meyvanın tohumlarında bilgi olarak bulunmaktadır. Ayrıca karpuzun kabuğundaki desenler, kabuğun kalınlığı, üzerindeki mumlu yapı ve karpuz ile ilgili tüm bilgiler karpuz tohumlarında şifrelenmiştir.

 

Toprağın yarılması

Başlı başına bir mucize olan tohumun yeryüzüne çıkışı filizlenme ile olur. Filizlenme ufacık bir tohum tanesinin toprağı yarması demektir. Tohumun, üzerindeki ağır toprak kütlesini yararak filiz vermesi, insanın üzerindeki yüzlerce kiloluk bir örtüyü hiç zorlanmadan delip geçmesine benzer. Peki tohumun bu mucizevi kalkışı nasıl gerçekleşir? Ufacık bir tohum toprağı yaracak kuvveti nereden bulur?

Olgunlaşan bir tohum hemen filizlenmez. Tohumun filizlenmesi için uygun sıcaklık, nem ve oksijen gibi pek çok faktörün birarada bulunması gerekmektedir. Bu şartlar biraraya geldiğinde, uyku halindeki tohum canlanmaya başlar.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Bir tohumun filizlenmesi için öncelikle suya ihtiyacı vardır. Çünkü olgun tohumlardaki metabolizmanın aktif hale gelmesi, yani büyüme işleminin başlayabilmesi için hücrede sulu bir ortamın olması gerekir. Bu ihtiyaç tohumların ıslanması ile karşılanır. Tohumdaki metabolizmanın harekete geçmesi ile birlikte kök ve filiz de büyür ve hücre bölünmesi başlar.

Bu aşamada ise mutlaka oksijene ihtiyaç vardır. Tohum, oksijenli solunumla enerji ve ısı üretimine başlar. Çünkü yeni oluşan bitkinin büyüyebilmesi için enerjiye ihtiyaç vardır. Fakat tohumun henüz kökleri yoktur. Dolayısıyla topraktaki mineralleri alacak durumda değildir. Peki bu durumda tohum, büyümesi için gereken besini nasıl bulmaktadır?

 

Tohumun İçindeki Mucizevi Besin Deposu

Henüz kök salmamış olan tohum topraktaki minarelleri alamaz. Herşeyi kusursuzca yaratan Allah, tohumun içine kökleri gelişene kadar onu besleyecek bir besin deposu yerleştirmiştir. Bu besin deposu tohumun bütün ihtiyaçlarını karşılar. Tohumlar bir bitki olarak kendi besinlerini üretir hale gelinceye kadar, bünyelerindeki bu yedek besinleri kullanırlar.

Tohum filizlenmeden önce uyku halindedir. Tohumun uyku halinde kalmasını sağlayan bazı bitki hormonlarıdır. Tohum ıslatıldığında, embriyo hücrelerinde bulunan enzimler faaliyete geçerek yeni bir hormon salgılamaya başlarlar. Bu hormon uyku durumuna son verir ve büyüme enzimleri faaliyete geçer. Tohumun içinde şeker üretilir ve böylece tohumun filizlenmesi için gereken enerji sağlanmış olur.

İnsanlar bir tohumu toprağa attıklarında genellikle bütün bu detaylı gelişmelerden hiç haberdar olmazlar. Birkaç gün sonra o tohumun filizlenmesine ve yavaş yavaş bir bitki haline dönüşmesine doğal bir süreç olarak bakarlar. Oysa bir tohumun filizlenmesi için oldukça hassas işlemlerin büyük bir uyum içerisinde gerçekleşmesi gerekir. Ağırlığı "gram"larla ifade edilebilen bir tohum, üzerindeki kilolarca ağırlıktaki toprağı delerek yukarı çıkarken hiç zorlanmaz. Tohumun tek amacı toprağın üstüne çıkıp ışığa ulaşmaktır. Çimlenmeye başlayan bitkiler incecik gövdeleriyle sanki üzerlerinde toprağın ağırlığı yokmuşçasına rahatlıkla gün ışığına doğru yönelirler. Tohumdan çıkan her uzantı nereye gitmesi gerektiğini bilir. Filizler toprağın üstüne, güneşe doğru ilerlerken, kökler de toprağın derinliklerine doğru yol alarak topraktaki mineralleri toplamaya koyulurlar. (Harun Yahya, Tohum Mucizesi)

Tohumdaki bu bilinçli hareketi sınamak üzere bazı deneyler yapılmıştır. Toprağın altındaki tohumun yüzeye çıkış yolu çeşitli yöntemlerle kapatılarak, gün ışığına ulaşması engellenmeye çalışılmıştır. Deneyler sonucunda ortaya çıkan sonuçlar ise çok şaşırtıcı olmuştur. Tohum ya önüne çıkan her engelin etrafından dolaşacak kadar uzun filizler çıkararak ya da büyüdüğü yerde baskı oluşturarak gün ışığına ulaşmayı başarmıştır. Tohumların filizlenmesi hızlandırılmış görüntü şeklinde izlendiğinde, filizin kararlılığı ve yönünü şaşırmadan güneşe doğru yaptığı hareket çok daha iyi anlaşılmaktadır. Tohumdaki bu kararlılık ve kendisinden beklenmeyecek derecedeki kuvvet, alemleri yaratan, üstün güç sahibi Allah'ın eseridir.

"Şimdi ekmekte olduğunuz (tohum)u gördünüz mü? Onu sizler mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren Biz miyiz? Eğer dilemiş olsaydık, gerçekten onu bir ot kırıntısı kılardık; böylelikle şaşar-kalırdınız." (Vakıa Suresi, 63-65)

 
 
Meyvelerdeki Sayısız Faydalar

İnsan vücuduna sayılamayacak kadar faydası bulunan meyvelerin beslenmemizdeki önemi oldukça büyüktür.

Öncelikle ihtiyacımız olan birçok elementi meyvelerden alırız, ayrıca lifli yiyeceklerden olan meyveler sindirim sistemine de yardımcı olurlar. Üstelik meyveler sadece insanlar için değil, yeryüzünde yaşayan diğer canlılar için de faydalı kılınmıştır. Kuşlar, sincaplar gibi daha birçok canlı yaşamlarını meyveler sayesinde sürdürmektedir. Meyvelerin, kendilerini üreten ağaçlara da büyük faydaları olur.

Birçok bitki türü neslini devam ettirebilmek için, meyveleri yoluyla çekirdeklerini ulaşamayacağı noktalara taşırlar, bunun için de meyvelerle beslenen kuşları ve diğer canlıları kullanırlar. Bu canlılar meyveleri ağaçlardan kopardıktan sonra uzak mesafelere taşır ve bu şekilde çekirdeklerini etrafa yaymış olurlar.

Ayrıca ağaçtan toprağa düşen meyveler de yerdeki bazı hayvanlar ve böcekler için besin kaynağı olurlar. Bütün bunların yanısıra meyveler, toprağı da zenginleştirirler. Sadece meyvelerin etli kısımlarının değil çekirdeklerinin de birçok canlı için faydalı olduğu tespit edilmiştir.

Birbirinden farklı tatlarda, farklı renklerde ve biçimlerde yaratılan meyveler Allah'ın nimetlerindendir. Muzun kolay soyulan kabuğu ve çok lezzetli tadı, portakalın küçük küçük paketlenmiş özel aromalı suyu, karpuzun sıcak havalarda serinleten ve insanın hoşuna giden tadı ve diğer meyvelerin her biri Rabbimiz'in hizmetimize sunduğu nimetlerdendir.

Allah Kuran'ın birçok ayetinde, meyvelerin cennet nimeti olarak insanlara sunulacağını müjdelemiştir.

"Onların etrafında altın tepsiler ve testilerle dolaşılır; orada nefislerin arzu ettiği ve gözlerin lezzet (zevk) aldığı herşey var. Ve siz orada süresiz kalacaksınız. İşte, yaptıklarınız dolayısıyla mirasçı kılındığınız cennet budur. Orda sizin için birçok meyveler vardır; onlardan yiyeceksiniz." (Zuhruf Suresi. 71-73)
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  PORTAKAL Kanseri önleyici olarak bilinen bütün maddeleri içeren portakal elmadan sonra Dünya'nın en çok tüketilen meyvesidir. İlk çağların "altın elma"sı portakal, içi ince zarlarla kaplanmış keseciklerle dolu sulu bir meyvedir. Navel portakal, çekirdekli veya hemen hemen çekirdeksiz sarı portakal, kan portakalı, ekşi olmayan portakal olmak üzere başlıca dört gruba ayrılır. Özel kokulu bir yağ içeren ve turunçgiller ailesinden kabul edilen bu meyvenin anavatanı Çin'dir. Daha sonra başta İspanya olmak üzere tüm Akdeniz ülkelerinde, Güney Afrika ve Amerika gibi sıcak bölgelerde üretilmeye başlanmıştır. Portakalın birçok türü ülkemizde de yetiştirilmektedir.

Portakal, önemli bir askorbit asit kaynağıdır. Özellikle C vitamini yönünden oldukça zengin olan portakal, soğuk algınlıklarında, nezle ve gribal enfeksiyonlarda çok faydalıdır. Portakal aynı zamanda içinde çok sayıda antioksidant da bulundurmaktadır.

Bu meyvenin kış aylarında insanların hizmetine sunulması ise yine Yüce Allah'ın insanlara olan fazlındandır. Çünkü insanların bağışıklık sistemini güçlendirmelerine yardımcı olacak vitaminlerce zengin olan portakal, sulu bir meyve olmasıyla da bu tip rahatsızlıklarda karşılaşılan su kaybını telafi etmek için kullanılır.

ELMA Gülgiller ailesinden olan elma ağacı verimli ve dayanıklı bir ağaçtır. Ilıman iklimlerde yetişen elmanın yaklaşık 25 türü bulunmaktadır. Günde bir-iki elma yiyerek, kalp ve dolaşım sorunlarına karşı korunmuş olursunuz. Elma kolesterolü yok eder ve kabızlığı önler. Protein, vitamin ve doğal kimyasallar sayesinde sindirimi kolaylaştırır ve kan basıncını düşürür. Ayrıca kokusunun rahatlatıcı özelliği vardır. Artrit, romatizma ve gut hastalıklarına karşı faydalı olduğu belirtilen elma, meyvelerin aspirini olarak değerlendirilmektedir. Hoş kokulu, ferahlık verici olmasının yanında besin değeri de son derece yüksektir.

KARPUZ Karpuz yaz aylarında artan hava sıcaklıklarıyla birlikte vücudun ihtiyaç duyduğu suyu ve glikozu takviye eden bir meyve çeşididir. Anayurdu Afrika'nın tropikal bölgeleridir. Daha sonra ticari gemilerle Akdeniz ülkelerine yayılmıştır.

Bugün dünyada yaklaşık 500 çeşit karpuz yetişmektedir. Bunlar kabuğunun, çekirdeklerinin biçimine, rengine ve ağırlığına göre farklılık gösterir.

Karpuz bol miktarda C vitamini ve antioksidan özelliği ile çeşitli kanser türlerine karşı etkili olan Beta karoten içerir.

İçerdiği yüksek potasyum kalp fonksiyonlarının ve kan basıncının düzenlenmesine yardımcı olur.

Aynı zamanda iyi bir lif kaynağı olduğundan bağırsak hareketlerini düzenler ve bağırsak kanserini önlemede de rol oynar.

Karpuz çekirdekleri de içinde bulunan Cucurbocitrin adlı madde ile kan basıncını düşürmeye ve böbrek fonksiyonlarının düzenlenmesine yardımcı olur.

Yağ ve kolesterol içermediğinden ve kalorisi de düşük olduğundan yaz aylarında yapılan diyetlerde özel bir yeri vardır

Tatlı ve sulu soğuk bir karpuz yaz aylarının en lezzetli serinleticisidir. İçerdiği bol su ve vitaminlerle sağlıklı beslenmemizde önemli bir rol oynar.

ÇİLEK

Çileğin yaklaşık 600 çeşidi bilinmekte ve ülkemizde belli başlı 6 çeşidi yetiştirilmektedir.

Bol sulu olduğunda kanı temizleme özelliği olan çileklerin iştah açıcı, ve cilt hastalıklarında da etkili olduğu bilinmektedir. Aynı zamanda yaprakları ve kökleri de gut hastalığında tonik olarak kullanılmaktadır.

Diğer özellikleri şunlardır:

Böbrek ve sindirim hastalıklarında, yüksek tansiyon ve kolesterolü düşürmede, boğaz ağrıları ve diş etlerinin güçlendirilmesinde faydalıdır. A, B, C vitaminleriyle potasyum, demir gibi mineralleri içermesi açısından besin değeri de oldukça yüksektir.

Sonuç olarak yaşamın doğal bir parçası gibi gördüğümüz birçok şeyde Allah'ın üstün yaratışına şahitlik ederiz. Samimi bir akılla ve vicdan kullanarak düşünebilen şuurlu insanlar, Allah'ın sayısız nimetlerinin ve insanlara olan lütfunun farkına varabilirler. Bu da onların şükretmelerine vesile olarak Allah'a olan yakınlıklarını arttırır. (Harun Yahya, Allah'ın Renk Sanatı)

Meyvelerde olduğu gibi, Rabbimiz'in bizim için yaratmış olduğu nimetler sayılamayacak kadar çoktur. Allah'ın üzerimizdeki lütfu çok açıktır, bizim yapmamız gereken Rabbimiz'e gereği gibi şükretmektir.

"Şüphesiz, senin Rabbin, insanlara karşı büyük lütuf (fazl) sahibidir, ancak insanların çoğu şükretmiyorlar." (Neml Suresi, 73)

 
 
Bitkiler Şaşırtmaya Devam Ediyor!..

Bitkilerin bugüne kadar tespit edilen akılcı taktiklerine yenileri eklendi. Bitkiler, çok ince ayarlanmış taktikler sayesinde düşman böcekleri aldatabiliyor, hatta onları kullanabiliyor. Bunun için hünerli bir ressam gibi desenler çiziyor, bir kimyager gibi parfüm veya öldürücü hormonlar üretebiliyor. Bu davranışların kompleksliği insanı hayrete düşürecek cinsten. Ancak dikkat! Bu bitkilerin beyni bile yok. Değil düşünme yetenekleri, taklit ettikleri desen ve kokuları algılayacak organları bile bulunmuyor.

Bu mucizevi davranışlar bizlere, üstün akıl sahibi Rabbimiz'in herşeyi kontrolü altında bulundurduğunu bir kez daha gösteriyor.

Bitkilerle ilgili yapılan araştırmaların ilki desen taklidiyle ilgili idi. İncelenen bitkilerde tıpkı tırtıl, karınca ve yaprak biti görünümünde desenlere rastlanıldı. Bir tohum zarfı, şekil ve üzerindeki desenlerle tam bir tırtılı andırıyor. Bitkinin gövdesi üzerinde bulunan bazı desenler ise, bir başka zararlı canlı olan bitlere bire bir benziyor. Tüm bu desenler aslında düşman böceklere verilen aldatıcı bir sinyal görevi görüyor. Bitki böylece hastalıklı bir görünüme bürünmüş oluyor ve etrafındaki böceklere 'böcek işgali altındayım' izlenimi veriyor. Bu bitkiyle karşılaşan böceklerin bitkiye saldırma istekleri bir anda kırılıveriyor. Besin kaynaklarını başka böceklerle paylaşmak avantajlı olmayacağından başka bitkilere yöneliyorlar.

Bu akılcı savunma sistemi, geyik gibi daha büyük hayvanlara karşı da oldukça etkili. Bitkideki sahte böceklerin, geyiği ısırıp rahatsız etme ihtimali karşısında, geyikler bu görünümdeki bitkileri yemiyorlar.

Haifa-Oranim Üniversitesi'nden Simcha Lev-Yadun ve Moshe Inbar isimli bilim adamları sadece İsrail'de yarım düzine aldatıcı bitki türü bulduklarını belirtiyorlar.

Lev-Yadun, bu bitkilerin böcekleri taklitte insanları bile aldatacak kadar mükemmel olduklarını söylüyor. Hatta resimleri gören arkadaşı bir bilim adamı olmasına rağmen resimdekilerin böcek değil de bitki olduğunu anlayamamış. (Harun Yahya, Bitkilerdeki Yaratılış Mucizeleri)

Xanthium trumarium türüne ait bir papatya kendine bir karınca ordusu tarafından işgal edilmiş görünümü veriyor. Karıncaların ordu halinde saldırısı birçok hayvanı alt edebiliyor. Böylece bitki, büyük hayvanlara karşı son derece caydırıcı olan karınca faktörünü kullanmış oluyor. Karıncaların bu caydırıcılığından yararlanabilmek için, bazı bitkilerin karıncaları kendisine davet eden özel nektarlar ürettiği biliniyor .
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
 
Üstte: Özel desenleriyle sahte tırtıl haline gelen tohum zarfı
Altta: Gerçek tırtıl 
Lev-Yadun, "Böcekleri taklit eden daha binlerce bitki türü olduğuna eminim." diyor.

Peki ama bu akılcı davranışlar bu bitkilerde nasıl ortaya çıkmış olabilir? Acaba bitkiler bu taktikleri kendileri keşfetmiş ve geliştirmiş olabilirler mi? Gözleri olmayan bitkiler böceklerin desenlerini taklit etmeyi nereden öğrenmişlerdir?

Elbette böyle karmaşık taktikler, bu kadar akılcı ve etkili sistemler tesadüfen bitkinin kendi iradesiyle var olmuş değildir. Ayrıca hiçbir tesadüf böyle karmaşık ve akılcı bir sistemi meydana getirmiş olamaz. Bu davranışların bitkiye üstün bir akıl tarafından ilham edildiği açık bir gerçektir. Bu akılcı davranışlar, tüm canlıların Rabbi olan Yüce Allah'ın bitkilere ilhamının sonucudur. Allah, canlı cansız her şeyi, her an kontrolü altında tutar ve evrendeki her şeyin mülkü Allah'a aittir.

Bitkilerin böceklere karşı yürüttüğü savunma savaşında gösterdiği akılcı davranışlardan birisi de Rus Bilimler Akademisi'nin internet sayfasında yayımlandı. (http:// www.informnauka.ru/)

Rusya'daki Syktyvkar Biyoloji Enstitüsü'nden bilim adamlarının yaptıkları araştırmaya göre, Siline tatarica türüne ait çiçekler, düşmanı içerden yıkan bir strateji izliyor. Bu bitki türü, kendisine saldıran tırtılların deri değişimini kontrol eden hormonu üretip bunu düşmana karşı silah olarak kullanıyor.

Ecdysteroids hormonu, böceklerde deri değişimini kontrol ediyor. Bir tırtılın sağlıklı bir kelebek haline gelebilmesi için önce pupa dönemine geçmesi gerekiyor. Bu geçiş dönemlerinde tırtılın vücudunda bu özel hormon salgılanıyor. Belli dozaj hormonla hücrelere iletilen mesaj hücrelerce 'okunuyor'. Hücreler de emre uyarak bir dizi karmaşık biyokimyasal reaksiyon gerçekleştiriyor. Tüm bunların sonucunda tırtıl metomorfozunu tamamlıyor ve kelebeğe dönüşüyor.

Seline tatarica çiçeği tam da bahar döneminde çiçek açmadan az önce saldırıya uğrayacağını bilircesine alarma geçiyor. Düşmanın fizyolojisini en ince detayına kadar biliyormuş gibi, kendi vücudunda Ecdysteroids hormonu üretiyor. Tırtılın ısırıklarıyla, hazırlanan hormon bombaları düşmanın vücuduna iletilmiş oluyor. Aşırı dozajda hormona maruz kalan tırtılın hücreleri aniden deri değiştirme komutu alıyor ve bunu uygulamaya geçiyor. Tırtıl çok kısa sürede pupa dönemine geçiyor, sonrasında ise hemen ölüyor.

"Göklerin, yerin ve içlerinde olanların tümünün mülkü Allah'ındır. O, her şeye güç yetirendir." (Maide Suresi, 120)

 
 
Bataklığın İçindeki Muazzam Temizlik

Lotus bitkisi (beyaz nilüfer), çamurlu ve kirli ortamlarda yetişir ama yaprakları sürekli temizdir. Çünkü bitki, üzerine en ufak bir toz zerresi geldiğinde hemen yapraklarını sallar ve toz taneciklerini belli noktalara doğru iter. Yaprağa düşen yağmur damlaları da bu noktalara doğru yönlendirilir ve böylece buradaki tozları süpürmeleri sağlanır.

Lotus bitkisinin bu özelliği, yeni bir bina yüzeyinin tasarımı için araştırmacılara ufuk açmıştır. Araştırmacılar Lotus'un yaprağı gibi yağmur sularını kullanarak üzerindeki kiri temizleyen bina yüzeyleri üzerinde çalışmaya başlamışlardır. Bu çalışmalar sonunda ISPO isimli bir Alman şirketi, Lotusan adı verilen cephe kaplama malzemesini üretmiştir. Asya ve Avrupa'da piyasaya sunulan bu ürün için 'deterjana gerek kalmadan 5 yıl boyunca kendini temiz tutacağı garantisi' bile verilmiştir. Silikon bazlı bir dış cephe boyası olan "Lotusan"'da, adını aldığı Lotus bitkisini ve bu bitkinin sahip olduğu sistem bire bir taklit edilmektedir. Bu sisteme göre yüzeyde 5-10 mikrometre (milimetrenin binde biri) yüksekliğinde ve birbirinden 10-15 mikrometre mesafede olan çok küçük tümsekler bulunuyor. Sonuçta ortaya 0.1 mikrometre genişliğinde, tellerden oluşan engebeli bir yüzey çıkıyor. Dışardan bakıldığında düz gözüken ancak gerçekte balmumuyla kaplı engebeli yüzey şekli, su damlacıklarının yüzeyle tam bir temas sağlamasını önlüyor ve su damlacıklarının kendi ağırlıklarıyla aşağıya doğru akmasını sağlıyor.

Kusursuz Bir Tasarımın Ürünü: Arum Zambağı

Arum zambağı büyüleyici bir güzelliğe sahiptir. Ancak bu güzellik, böcekler için hazırlanmış mükemmel bir tuzağı da içinde barındırır. Tuzağın amacı sanılanın aksine beslenmek değil neslini devam ettirebilmektir.

Zambak çiçeği, spadiks adı verilen çubuk biçiminde bir başağa sahiptir. Başağın etrafı spata olarak adlandırılan beyaz bir yaprak tarafından çevrilidir. Bitkinin çiçeklenen bölümü, beyaz yapraksı yapının içinde başağın dip tarafında yer alır. Burası dışarıdan görülmez. Çiçeklenmenin gerçekleştiği yer dikkatle incelenecek olursa dört bölümle karşılaşılır. Bu bölümleri aşağıdan yukarı olmak üzere şöyle sıralayabiliriz:

1- Dişi çiçekler,

2- Dikenli kısır çiçekler,

3- Erkek çiçekler,

4- Dikenler.

Tozaklanarak üremeye hazır hale gelince, bitkinin metabolizması hızlanmaya başlar ve bitkinin bünyesinde daha önceden üretilmiş olan özel bir asit (glutanamik asit) parçalanır. Bu parçalanma sonucu başağın dışta kalan bölümü ısınır ve keskin kokulu amonyak (NH3) gazı yaymaya başlar.

Bitkilerin büyük bir çoğunluğunda kimyasal tepkimelerden ortaya çıkan ısı dışarıya verilmez. Vücut içerisinde farklı kimyasal tepkimeler için kullanılır. Bu konudaki istisnalardan biri arum zambağıdır.

Arum zambağındaki yukarıda bahsi geçen ısınma kimyasal tepkimesi yıl içinde tek bir günde, üstelik o belirli günün sadece gündüzün aydınlık olduğu saatlerde gerçekleşir. Başağın ucundan yayılan ısı ve gaz birçok böcek için cezbedici özelliktedir. Bu nedenle tepkime sonunda birbiri ardına farklı türlerde böcekler çiçeğe çekilir.

Başağın yüzeyi yağlıdır. Bu nedenle başağa gelen böcekler kayarak aşağı başağın dibine düşerler. Burada dişi çiçeklerin üzerinde salgılanan şekerli sıvı ile karşılaşır ve onunla beslenirler. Gece olunca erkek çiçekler açılır ve böcekler adeta bir polen yağmuruna tutulurlar. Sabah olunca da başağın üzerindeki dikenler bükülerek böceklerin dışarı çıkmasının sağlayan bir merdiven işlevi görürler. Merdivenden tırmanan böcekler, özgürlüklerine kavuşur kavuşmaz dölleyici polen yükleriyle birlikte başka bir zambağa giderler.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Arum zambağı bir fizik ya da kimya mühendisi değildir. Endüstri ürünleri tasarımcısı da değildir. Ama yine bu üç meslek grubunun birikimiyle oluşturulabilecek bir mekanizmaya sahiptir. Bu mekanizmanın her noktası inceden inceye planlanmıştır. Mekanizmayı oluşturan parçalardaki bir eksiklik ya da sıralamadaki en küçük bir hata Arumun bir daha üreyememesi ve neslinin sona ermesi ile sonuçlanacaktır.

Arumun tuzağı aşama aşama incelenecek olursa bu tuzağın ne kadar mükemmel bir tasarım ürünü olduğu daha iyi anlaşılacaktır:

1- Glutanamik asidin üretilmesi.

2- Bu asidi parçalayacak olan Dinitro Fenol adlı kimyasalın üretilmesi. Bu iki basamağın gerçekleştirilebilmesi için, amaca uygun sayıda atomun, uygun sırada dizilmesi,

3- Glutanamik asit yoluyla bütün bitkiler ısı çekerken Arumun ısı salmasının sağlanması gerekir.

4- Isı salmanın zamanlamasının doğru olması, ısı salma zamanını belirleyen bir sistemin var olması. Bu aşamada zamanlama çok önemlidir. Örneğin dikenlerin merdiven şeklini almasından sonra ısı salmanın hiçbir anlamı olmayacaktır.

5- Böceklerin döllenmenin gerçekleşeceği yere gelmesi için başağın üzerinde kaygan nitelikte bir sıvının üretilmesi. Bu salgıdaki bir hata sıvıdaki kayganlık özelliğinin yitirilmesine hatta yapışkan olmasına yol açabilir ki bu da zambağın sonu demektir.

6- Böcekleri başağın dibine çekerek orada tutmaya yarayan şekerli sıvının üretilmesi.

7- Böcekler buraya geldikten sonra (daha önce değil) polen yağmurunun başlaması.

8- Tam zamanı geldiğinde dikenlerin bükülerek merdiven formunu alması ve böceklerin çıkışına izin vermeleri. Dikenler bu formu oluşturamazlarsa böcekler dipte hapis kalacaklar ve polenleri diğer zambaklara ulaştıramayacaklardır.

Arumun tuzağını mühendislerin ya da bilim adamlarının biraraya gelerek tasarladığını iddia etmek şüphesiz akıl karı değildir. Peki ya tüm bunların birbiri ardına gerçekleşen tesadüflerle oluştuğunu söylemek? Şüphesiz böyle bir iddianın ilkinden daha tutarsız olacağı çok açıktır. Aklı selim her insan kabul eder ki, bir yerde işleyen mükemmel bir düzen varsa, bu düzen mutlaka biri tarafından önceden hazırlanmış olmalıdır. Planlayan, tasarlayan ve uygulayan olmadan düzen olmaz. Şüphesiz Arumdaki bu mükemmel tasarımın sahibi de yerle gök arasındaki tüm canlıları yaratan ve tüm işleri düzenleyen Allah'tır. Allah Kuran'da bize bu üstün vasfını şöyle bildirmiştir:

"O, gökleri dayanak olmaksızın yaratmıştır, bunu görmektesiniz. Arzda da, sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı ve orada her canlıdan türetip yayıverdi. Biz gökten su indirdik, böylelikle orada her güzel olan çiftten bir bitki bitirdik." (Lokman Suresi, 10)

 Klorofilsiz Orkideler

Avustralya'daki Rhizenthella gardneri adlı orkide bütün ömrünü toprak altında geçirir. Orkidenin gövdesi çok kırılgandır ve ucunda tek bir çiçek vardır. Gövdesinin etli beyaz ve leylak renkli bölümünde kırmızı ve pembe renkli çiçekleri bulunur. Yaprakları ise saydamdır. Fotosentez yaparak besin üretmesini sağlayan klorofil maddesine sahip değildir. Bu orkidenin bütün besinini gövdesinin içine uzantılarını salmış olan bir mantar türü sağlar. Görüldüğü gibi toprak altında yetişen bir bitkinin büyüyebilmesi için gerekli olan sistem özel olarak tasarlanmıştır. Orkide ve mantarın birarada yaşamasıyla ortaya çıkan bu birliktelik hiç kuşkusuz ki Allah'ın yaratma sanatının örneklerinden biridir.
(Bilim ve Teknik Dergisi, Şubat 1985, s. 32)

 Sarı Kelebek ve Orkide Arasındaki Ortaklık

Bir buçuk ayak orkidesinin nektarı 30 cm. kadar derindedir. Nektarı bu kadar derinde olan bir çiçeğin döllenmesi oldukça zordur. Bu çiçeklerin nasıl olup da çoğaldıkları sorusunun cevabını merak eden bilim adamları çeşitli araştırmalar yapmışlardır. Araştırmaların sonunda bu orkidenin, kullanmadığı zaman ağzında yumak gibi sarılı duran 25 cm.lik dili olan bir kelebek türü tarafından döllendiği bulunmuştur. Bu kelebek, ismi "sarı kelebek" anlamına gelen Xanthropan morgani predicta'dır.
(Bilim ve Teknik Dergisi, Şubat 1985, s. 32)


Anemon Bitkileri ve Balıkları


Tek bir Anemon bitkisi tüm hayatı boyunca Anemon balıklarını tehlikelerden korumak için yeterli olmaktadır. Bu ortaklık balığa peşindeki avcılardan korunma imkanı sağlar. Buna karşılık olarak da Anemon bitkisi, balığın ardında bıraktığı yiyecek parçalarından faydalanır. Bu canlıları birbirine uyumlu yaratan Allah'tır 
Anemon bitkileri duyargalarının üzerinde bulunan çok sayıdaki yakıcı kapsül, kendilerine herhangi bir şey dokunduğu veya sürtündüğü anda hemen açılır ve etkisi çok güçlü olan bir zehir salgılar. Bu, çoğu zaman zehiri alan canlının felç olarak ölmesine sebebiyet verecek kadar güçlü bir sıvıdır. Anemon bitkilerinin etki etmediği canlılar da vardır. Örneğin Anemon balıkları, Anemon bitkilerinin yakıcı kapsüllerinin arasında yaşayabilen nadir canlılardandır. Anemon balıklarının üzerinde bulunan "saydam madde" bitkideki bu yakıcı kapsülleri durdurabilecek niteliktedir. Bitkiye yaklaşan balık, gövdesini yavaş yavaş Anemonlar'a değdirmeye başlar. Üzerindeki saydam madde sayesinde zehirden çok fazla etkilenmeyen anemon balığının amacı yakıcı kapsüllerin üzerinde patlamasını sağlamaktır. Anemon balığı birkaç denemenin sonunda zehire bağışıklık kazanır ve bitkinin dokunaçlarının arasına yerleşir. Yeni doğan ve Anemon bitkilerine karşı hiçbir bağışıklığı bulunmayan balıklar da, diğerlerinin geçtiği aşamalardan tTek bir Anemon bitkisi tüm hayatı boyunca Anemon balıklarını tehlikelerden korumak için yeterli olmaktadır. Bu ortaklık balığa peşindeki avcılardan korunma imkanı sağlar. Buna karşılık olarak da Anemon bitkisi, balığın ardında bıraktığı yiyecek parçalarından faydalanır. Bu canlıları birbirine uyumlu yaratan Allah'tırek tek geçer. Anemon balıkları bu denemeleri tesadüfen yapmaya karar vermiş olsalayı neler olurdu? İlk seferde ya da daha sonraki denemelerinde balık patlatacağı kapsül sayısını tutturamayacağı için fazla zehir alıp ölürdü. Oysa böyle olmamıştır. İlk ortaya çıktıklarından beri Anemon bitkileri ve balıkları birlikte kusursuz bir uyum içinde yaşamaktadır.

Çünkü Allah yarattıklarını en iyi bilendir, koruyandır.

(International Wildlife, March/April 1997)

Mycena Cyanophos Mantarları

Mycena cyanophos gecenin karanlığında ışık saçan bir mantar türüdür. Bu mantarın solungaçları karanlıkta flaşsız fotoğraf çekmek için bile yeterli olacak kadar kuvvetli bir ışık yayar. Söz konusu mantar gibi bir canlının nasıl olup da bu kadar güçlü bir ışık yaydığı bilim adamları için cevaplanması gereken bazı sorular oluşturmuştur. Bunun üzerine mantarın ışığı nasıl ürettiğini bulmak için araştırmalar yapan bilim adamları, bazı enzimlerin oksijenle birleşmeleri sonucunda bu ışığın oluştuğunu tahmin etmektedirler. Mycena cyanophos mantarlarında enzim üreten ve seri kimyasal işlemler başlatan bir sistem vardır. Bilim adamlarının ancak uzun araştırmalar yaparak nasıl işlediğini bulabildikleri bu sistem sayesinde mantarlar ışık üretir. Böyle bir sistemin bu mantar türünde tesadüfen ortaya çıkmış olması elbette ki imkansızdır. Mantarın sahip olduğu ışık üretme sistemi bir tasarımın varlığını gösterir. Bu, Allah'ın yaratış mucizelerinden biridir. Allah herşeyi eksiksiz yaratandır.

(Borneo, The World's Wild Places, Time Life Books, s. 32)

 Işık Saçan Mantar Türleri

Canlı ya da ölü maddelerle beslenen mantarlar yiyeceklerinin üzerini ince bir iplikle sarmalar ve besleyici kısmını emer. Mantarların tropik orman ve ağaçlıklarda yaşayan yaklaşık 40 kadar türü kendi yeşil ya da mavi-yeşil ışıklarını üretir. Bazıları geceleri parlar. Diğerleri ise ağaç dallarında ve gövdelerinde büyür ve üzerinde bulundukları ağaç kabuğunu da aydınlatırlar. Bu, sporlarını dağıtabilecek böceklerin dikkatini çekmek için kullandıkları bir yöntemdir. Örneğin bal mantarının köke benzeyen ipleri ağaca yaslandıkça parıldar. Mantarlar, mikroskopla görülebilecek küçüklükte küf üretenlerden, Armillaria bulbosa gibi kapladığı alan kilometrelerce kare olan türlere kadar değişiklik gösterebilir.

(Anita Ganeri, Creatures That Glow in The Dark, s. 17)

Catchfly Bitkisinin Yapışkan
Taç Yaprakları

Catchfly bitkisinin yapışkan taç yaprakları böcekleri yakalamaya yarar. Etobur bitkiler genellikle yakaladıkları böcekleri protein ihtiyaçlarını gidermek için kullanır. Catchfly bitkisinin, Venüs bitkisi gibi etobur bitkilerden farklı bir yönü vardır. Bu bitkinin amacı protein ihtiyacını karşılamak değildir. Catchfly'ın yapraklarındaki yapışkanlık, içeriye izinsiz girerek yumurtalarını bırakan ve larvalarını bitkinin içinde büyüten böcekleri uzaklaştırmaya yaramaktadır.

(Noel Grove-Stephen J. Karemann, Preserving Edens, s.107)


 


 

 Deniz Altındaki Mühendisler

Allah, balıkların sudaki hareketini kolaylaştırıcı birçok sistemi birarada yaratmıştır. Bu sistemlerin tasarımları ve fonksiyonları birbirinden tamamen farklıdır. Ancak biri olmadan diğeri bir işe yaramamakta, herhangi bir eksiklikte söz konusu canlı ölmektedir. Bu Allah’ın üstün yaratma sıfatının tecellilerinden biridir.

Günümüzde modern denizaltı yapımı için ileri teknolojiler kullanılmakta, çok sayıda uzman mühendis ve bilim adamı çalışmaktadır. Amaç su altında daha fazla kalabilen, daha az enerjiyle, daha fazla hareket kabiliyeti olan makineler üretmektir. Ne var ki bütün çalışmalara ve seferber edilen imkanlara rağmen bu gemilerde başarılabilen sadece geminin su altında ilerleyebilmesi, gerektiğinde yükselip alçalması ile sınırlıdır.

Bütün bunların yanı sıra denizaltıların derinlerdeki basınçtan etkilenmemeleri için çok sağlam metallerden imal edilmesi gerekir. Ayrıca deniz dibinde bu araçlarda yaşamın sürdürülebilmesi için geminin oldukça fazla bir bölümünün ihtiyaç malzemeleri ile doldurulması da gerekmektedir. Dolayısıyla denizaltıların, su altındaki hareket kabiliyetleri sınırlıdır. Bu konudaki çalışmalar sürdürülmekte, problemler çözülmeye, bu gemilerde kullanılan teknoloji geliştirilmeye çalışılmaktadır. Ancak burada dikkatten kaçmaması gereken çok önemli bir nokta vardır.

Denizin altında yaşayan çok sayıda ve çeşitte canlı vardır. Bu canlılar da basınca maruz kalmakta, beslenme, korunma gibi ihtiyaçlarını deniz altında karşılamaktadırlar. Ancak yukarıda denizaltılar için saydığımız konulardan hiçbiri deniz canlıları için problem oluşturmaz.

En küçük balıktan en büyük balinaya kadar tüm deniz canlıları üstün bir manevra kabiliyeti ile rahatça hareket eder, vücut ağırlıklarını ustaca kullanarak en yüksek verimle yüzer, rahatça beslenirler. Bunun nedeni her cins balığın yüzme sistemlerinin mükemmel şekilde tasarlanmış olmasıdır. Her balık türünün yüzgeçlerinin yeri özel seçilmiştir, kuyruk şekli, solungaç büyüklükleri, derilerindeki girinti ve çıkıntıları ihtiyaçlarını en kusursuz biçimde sağlayacak niteliklerdedir.

Basınç, beslenme, solunum, korunma gibi ihtiyaçlarının tümünü rahatlıkla karşılayacakları sistemler vücutlarında ilk ortaya çıktıkları andan beri vardır. Aksi bir durum söz konusu değildir, çünkü bu canlıların eksik sistemlerle deniz altında yaşamaları mümkün değildir.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Bu ise deniz altı canlılarının bir anda eksiksiz olarak ortaya çıktıklarını yani tümünü Allah'ın yarattığını bize kanıtlar. Şimdi deniz altındaki canlıların hayranlık uyandıran özelliklerine birkaç örnek verelim:

Balıkların Yüksek Verimli Yüzme Teknikleri


Allah balıkları suyun içinde zorlanmadan hareket etmelerini sağlayacak bir vücut şekli ile yaratmıştır. Balıkların, ön tarafı oval, arka tarafı sivri bir mekiğe benzer vücut yapısı suyun sürtünme etkisini en aza indirir. Bazı balıklar örneğin Vatoslar böyle bir forma sahip değildir. Ancak bu balıklar da, su içinde, zorlanmadan hareket edecek başka ideal formlara sahiptir. 
Hemen hemen tüm makineler sabit bir eksen etrafında, sabit bir dönme hızında hareket eden ve şaft denen parçalar aracılığı ile güç üretirler. Hayvanlar da güç üretirler, ancak onların çalışma sistemi makinelerden çok farklıdır. Hayvanların bütün vücutları kan damarları ve sinirlerle sarılmıştır. Bu nedenle makinelerden çok daha mükemmel bir tasarıma sahip olan ve ileri-geri hareket eden manivelaya benzeyen yapılar sayesinde hareket ederler. Canlıların güç üreten motorları, büzülüp esneme özelliğine sahip olan kaslarıdır.

Bu motorların bir örneğine su canlılarında rastlamak mümkündür. Su altı canlılarındaki her bir manivela birbirine öyle bir biçimde bağlanmıştır ki, hareket tek bir düzlemde gerçekleşir. Bu hareketi balıkların sudaki yüzüşünü düşünerek gözünüzde canlandırabilirsiniz. Balığın omurgası, yerde kıvrılıp giden bir yılan gibi devamlı olarak sağa sola kıvrılır.

Bir balığın yüzebilmesi için kuyruğunu sallaması yeterlidir. Normal şartlar altında kuyruk bir yöne büküldüğünde, balığın ön tarafının arka tarafın tam tersi yönde ve aynı şiddette savrulması gereklidir. Ancak böyle olmaz. Çünkü balıkların vücutlarının ön tarafı bu etkiyi ortadan kaldıracak biçimde yaratılmıştır.

Aynı zamanda su, hareket esnasında baş tarafa dikey bir kuvvetle etki eder. Tüm bunlar baş kısmın su içindeki salınımının, kuyruk kısmındakinden daha küçük olmasına neden olur. İki taraf arasındaki bu farklılık balığın su içindeki hareketini sağlar. (Harun Yahya, Doğadaki Mühendislik)

Balığın ileri doğru hareket hızı, yüzgecin balığın omurgasından geçen eksenin sağına ve soluna gidiş geliş hızı ile doğrudan bağlantılıdır. Yüzgeç eksene yaklaştığında hız artar, uzaklaştığında da azalır.

Maksimum Verimli Bir Sistem

Acaba bu sistem ne kadar verimlidir? Dalgalanan bir kuyruk, bir denizaltının motorları ile kıyaslansaydı nasıl bir sonuç alınırdı?

Cambridge Üniversitesi'nden Prof. Richard Bainbridge ve arkadaşları bir su altı kamerasıyla yaptıkları gözlemlerle bu sorulara yanıt aramışlardır. Gözlemler, su altında sakin duran bir balığın korkutulduğunda müthiş bir hızla harekete geçebildiğini ortaya koymuştur:

Küçük bir tatlı su balığı, 1 saniyede durgun halden 10 vücut boyu kadar ileri fırlayabilir. 20 cm. boyundaki bir balığın ulaşabildiği hız ise saatte 8 kilometre kadardır. Balık büyüdükçe hızı da artar. Prof. Bainbridge, 32 cm. boyundaki bir balığın uzunca bir süre 13 km/saat hızla hareket ettiğini görmüştür. Bu hız balığın kuyruk sallama sıklığı ile doğrudan orantılıdır. Bir balık kısa sürede ne kadar çok kuyruk sallarsa hızı da o kadar artar.

Balıklar, yüzerken büyük miktarlarda güç harcarlar. Ancak ani hızlanmanın balıklar için hayati bir anlamı vardır; çünkü hem avlanmak hem de avcılardan kaçabilmek için ani hıza ihtiyaçları vardır.

Bazı küçük balıklar, durma noktasından maksimum hızlarına saniyenin 20'de biri kadar kısa bir sürede çıkabilirler. Bu sırada ürettikleri itme kuvveti kendi ağırlıklarının 4 katı kadar olmaktadır.

Bu verilerin ne anlam ifade ettiğini tam olarak anlamak için şöyle bir karşılaştırma yapalım: Spor arabalar sıfır km.den 100 km. hıza 4 ila 6 saniye arasında çıkarlar. Maksimum hızlarına ulaşabilmeleri için daha da fazla zamana ihtiyaçları vardır.

Bütün bunların yanı sıra gözardı edilmemesi gereken çok önemli bir nokta vardır. Balıklar bu üstün performanslarını suyun içinde gerçekleştirmekte hem de kimi türlerde akıntıya karşı koymaktadırlar. Suyun direncinin havadan daha fazla olduğu düşünüldüğünde, balığın son derece üstün bir performansa sahip olduğu rahatlıkla anlaşılacaktır. (Harun Yahya, Doğadaki Mühendislik)

Balıkların Her Yöne Hareketi Nasıl Sağlanır?


Balıklar basit ve sade bir vücut yapısına sahipmiş gibi görünür. Oysa suyun içinde hareket etmek için kullandıkları sistem ve mekanizmalar, son model bir arabadaki kadar hassas bir planlamanın ürünüdür.
Bilindiği gibi balıkların su içindeki tek hareketi ileri geri yönünde değildir. Eğer bir balık su içinde aşağı yukarı hareket edemezse yaşaması mümkün olamaz. Bu problem de balıklarda yaratılan başka bir tasarım ile çözülmüştür.

Balıkların vücutlarında hava keseleri bulunur. Bu keseler sayesinde derinlere inebilir veya su yüzeyine doğru çıkış yapabilirler. Balık derinlere indiğinde, suyun balık üzerindeki fiziksel etkileri de değişir. Çeşitli derinliklerde değişen bu şartlara uyum sağlama, hava kesesindeki gazın azaltılıp, çoğaltılmasıyla sağlanır.

Bunların yanı sıra balıkların ağırlık merkezleri de genellikle hava keselerinden geçecek şekilde tasarlanmıştır. Böylece dengenin bozulması halinde yüzgeçlerinin çok küçük hareketleriyle balık yeniden dengesini sağlayabilir veya istediği pozisyonda durabilir.

Büyük bir ilim ve kudret gerektiren bu özellikler, balıkları Allah'ın yarattığını bize kanıtlayan delillerdendir.
 
 
Benzersiz Duyu Sistemi

Yüzlerce kişilik omuz omuza bir kalabalık içinde olduğunuzu düşünün. Herkesin sürekli olarak bir sağa bir sola rastgele hareket ettiği bir ortamda -üstelik de karanlıkta- hiç kimseye çarpmadan kalabalığa uymanız istense, bu ne derece mümkün olurdu?

Bizim için imkansız olan bu hareket balıklar için çok kolaydır. Çünkü balıklar "yanal çizgi" olarak adlandırılan mükemmel bir duyu sistemi ile birlikte yaratılmışlardır. Bu sistem, vücudun her iki yanında boyuna uzanan noktalar veya kesik çizgiler halindedir. Sistemin duyu hücreleri, deri altında bir kanal içerisinde yer alır. Dış ortamda olabilecek en küçük bir basınç değişimi, su dalgalanması, akıntı şiddeti ve yönü bu organlarla saptanır.

  Evrimciler suda yaşayan balıkların, on milyonlarca yıllık bir zaman dilimi içinde karaya çıkarak kara canlılarına dönüştüklerini iddia ederler. Oysa bu tür bir geçişi imkansız kılan sayısız anatomik ve fizyolojik faktör vardır.

1. Örneğin balıklar suda yaşadıkları için vücut ağırlıklarını taşıyacak güçte bir kas ve iskelet sistemine sahiptirler. Oysa karaya çıktıklarında yaşayabilmeleri için farklı bir yapının var olması şarttır.

2. Kara canlıları, karadaki ani ısı değişimlerine uyum sağlayabilecek bir metabolizmaya sahiptir. Oysa denizlerde böyle ısı değişimleri ve balıklarda da bunun için gerekli özel bir metabolizma yoktur.

3. Karada yaşayan canlıların susama duyguları ve su kaybını en aza indirecek bir deri yapıları vardır. Suda yaşayan canlıların susama duygusu bulunmaz ve derileri de susuz ortamlara hiç uygun değildir.

4. Kara canlıları suyu minimum düzeyde kullanmalarını sağlayan böbrek sistemine sahiptirler. Balıkların yaşadığı ortamda ise su boldur ve böbrekleri de yoktur. Kısacası sudan karaya geçişin gerçekleşmesi için böbreği olmayan canlıların bir anda gelişmiş bir böbrek sistemi edinmiş olmaları gereklidir.

5. Ayrıca balıklar suda erimiş olan oksijeni solungaçlarıyla alırlar. Suyun dışında ise birkaç dakikadan fazla yaşayamazlar. Karada yaşayabilmeleri için, bir anda kusursuz bir akciğer sistemi edinmiş olmaları gerekir. Tüm bunların aynı canlıda tesadüfen ve aşama aşama gerçekleşmesi imkansızdır.

SONUÇ: Sonuç olarak suda yaşayan bir canlının karaya çıkıp oraya uyum sağlaması yani evrimleşmesi bilimsel ve mantıksal açıdan İMKANSIZDIR..
 
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Balıklar bu özel duyularının aracılığı ile titreşimleri yarı hissedebilir ve yarı duyabilirler. Yemlerinin yerini veya düşmanlarının konumunu belirleyebilirler. Bunların yanı sıra, en bulanık su akıntılarının içerisinde yönlerini bulabilirler. Ayrıca, sudaki en ufak ısı ve basınç değişimlerini de fark edebilirler. Yanal çizgi özellikle yakındaki düşük frekanslı titreşimlere duyarlıdır; örneğin kıyıdaki adımlara veya suyun yüzeyine düşen bir cisme...

Kıyıda konuşabilir, şarkı söyleyebilir veya radyo dahi çalabilirsiniz, balıklar bunlardan ürkmeyeceklerdir. Ancak suyla bağlantısı olan bir şeyi hareket ettirirseniz, örneğin iskeleyi sarsarsanız, ya da suya taş atarsanız tüm balıklar ortadan kaybolacaklardır.

Balığın bu duyu organı oldukça kompleks bir yapıdadır. Evrim teorisinin iddia ettiği gibi balığın böyle bir mekanizmaya ihtiyaç duyup, kendi iradesiyle mükemmel bir yapı ortaya çıkarması imkansızdır. Böyle kusursuz bir duyu sisteminin rastgele tesadüflerle, zaman içinde aşama aşama oluşması da mümkün değildir. Bu sistemin tek bir defada kusursuz bir biçimde ortaya çıktığı son derece açıktır. Bu mükemmel sistemlerin Yaratıcısı ise Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah'tır.

 
 
Dört Gözlü" Balığın Muhteşem Optik Tasarımı

Anableps adını taşıyan ve "dört gözlü" olarak tanınan bir balık türü, suyun hem içinde hem de dışında son derece iyi görebilir. Dört gözlü balığın gerçekte her birinde ikişer mercek bulunan iki gözü vardır. Balık hemen hemen su seviyesinde yol alırken, yüzeyin üzerinde kalan göz bebekleri ile havayı taramakta, yüzeyin altında kalan alt göz bebekleri ile de su altı dünyasını incelemektedir. Balığın her bir gözü, iki ayrı odaklama sistemine sahiptir. Her odaklama sistemine ait mercek de bulunduğu ortama özel bir kırılma açısına sahiptir.

Balığın, suyun ve havanın fiziksel özelliklerine göre bir optik sistem tasarlayıp, her ikisini tek bir göze monte etmesi mümkün değildir. Dört gözlü balığın özelliklerine ilişkin söylenebilecek tek şey vardır; o da, harikulade olan bu sistemi her türlü yaratmayı bilen Allah'ın kusursuzca yaratmış olduğudur. gücünün sınırsızlığını Kuran'da şöyle bildirmektedir:

"... Göklerde ve yerde her ne varsa O'nundur, tümü O'na gönülden boyun eğmişlerdir. Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "OL" der, o da hemen oluverir." (Bakara Suresi, 116-117)

Su Altındaki Gizli Dünya

Karada, gökyüzünde ve suda yaşayan her canlı doğadaki dengenin çok önemli birer parçasıdır. Bu birbirinden bağımsız parçaların hepsi kesintisiz bir uyum içinde çalışır. Yaşamlarını sürdürebilmek için birçok canlı birbirlerine ihtiyaç duyar. Birkaç satır sonra anlatmaya başlayacağımız iki canlı doğadaki yardımlaşmayı daha iyi anlamamıza yardımcı olacak ve Allah'ın kainatı üzerine bina ettiği sonsuz ilmi daha derin düşünmemizi sağlayacaktır.(Harun Yahya, Doğadaki Tasarım)

Tuzla Karidesi Artemia

Tuzla karidesi yaşantısını sadece doğal tuz gölleri veya insan yapısı tuzlalarda sürdürebilmektedir.

Hiçbir savunma organına sahip olmayan artemia, flamingolara kolaylıkla yem olur. Ancak artemialar savunmasız gibi görünseler de gerçek böyle değildir. Allah bu hayvanların yayılıp üremesi için mükemmel bir sistem hazırlamıştır.

Artemiaların yumurtaları oldukça kalın ve esnek bir tabaka ile çevrilmiştir. Yetişkin bir artemia, flamingo tarafından yenilse bile, flamingolar artemianın yumurta kesesindeki yumurtaları sindiremezler. Bu sayede yumurtalar, flamingoların göç yolları üzerindeki uygun yerlere flamingonun dışkısı içinde taşınmış olurlar.

Artemiaların yaratıldıkları ilk günden itibaren flamingolara ihtiyaçları vardır. Çünkü artemia, ne kabuğunu geliştirebilmek için gerekli bekleme sürecine, ne de flamingoları keşfedecek geniş zamana sahip değildir. Flamingoların beslenme şekli ile artemiaların üreme mekanizmaları tek bir anda beraberce var edilmiştir.

Artemia normalde tuzladaki aktif yaşantısını 6-35oC arasında sürdürür. Ancak tuzlalarda yılın farklı mevsimlerinde sıcaklık bu sınırların dışına çıkar. Peki değişen yeni şartlarda artemialar tuzlalardaki yaşamlarını nasıl devam ettirebilmektedir?
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Yetişkin karidesler sonbaharın son günlerinden başlamak üzere kalın çeperli yumurtalarını oluşturmaya başlarlar. Bu yumurtalar en sert kışları bile rahatlıkla geçirebilirler. Çünkü yumurtalar mucizevi bir şekilde bünyelerinde doğal antifriz görevi gören gliserini üretirler. Kış yumurtaları doğada rastlanmamış olan -273 oC soğuğa ve +100 oC'lik sıcaklığa bile dayanabilirler. Yumurtaların bu özellikleri artemianın günümüze dek neslini sürdürmesine imkan tanımıştır. Memeliler hatta omurgalılar, oksijeni az olan bir ortamda kaldıklarında boğularak ölürler. Ancak artemiaların böyle bir sorunu da yoktur. Bünyelerinde yaratılmış özel bir mekanizma sayesinde bu sorunu aşabilmektedirler. Bu özel mekanizma, artemianın kanındaki hemoglobin yoğunluğunu ayarlayabilme özelliğine sahip olmasıdır. Bu sayede, oksijenin çok azaldığı aşırı sıcak ve tuzlu sularda, hatta kristalleşmiş tuz kümeleri üzerinde bile yaşantısını devam ettirebilmektedir.

Hayranlık uyandırıcı özelliklere sahip bu canlı herhangi bir akla sahip değildir. Artemianın kendi kendine düşünerek 6oC'den düşük, şiddetli soğuklara dayanmasını sağlayacak gliserini keşfettiği elbette söylenemez. Bu canlının hemoglobin yoğunluğunu ayarlayacak sistemi kendi kendine tasarlayarak, bunu bünyesine yerleştirdiğini düşünmek de elbette ki akıl dışıdır. Tüm bu insan aklının sınırlarını zorlayan özelliklere artemianın tesadüfler sonucu sahip olduğunu iddia etmek de bir o kadar imkansız, hatta gülünç iddialardır.

Söylenebilecek tek bir şey vardır, o da bu canlının özel olarak tasarlanmış olduğudur. Herşeyin sahibi ve herşeyi dilediği gibi tasarlamış olan Allah bu canlıyı da yaşadığı ortama en uygun özelliklerle yaratmış ve hayatını devam ettirebilmesini sağlamıştır. Yaratmak, Allah için çok kolaydır ve Allah bu gerçeği bir ayetinde şöyle bildirmiştir:

" Bir şeyi dilediği zaman, O'nun emri yalnızca: "Ol" demesidir; o da hemen oluverir." (Yasin Suresi, 82)

Kemancı İstakoz

Panulirus cinsi istakozlar oldukça ilginç bir savunma sistemine sahiptirler. Bu istakozlar ancak telli çalgılardan çıkarılabilecek rahatsız edici bir sürtünme sesini kesik kesik çıkartır ve bu sayede düşmanlarını kaçırırlar.

Bu kabuklu hayvanların gözlerinin altında, mikroskobik çiziklerle kaplı olan ve eğilip bükülebilen antenler bulunmaktadır. Panulirus istakozları antenlerindeki bu çizikleri içiçe geçirip sürtmeye başladıkları zaman keman yaylarının birbirine sürtünmesiyle oluşan korkunç sesin bir benzerini çıkarabilmektedirler.

Canlılardaki üstün tasarımların tek bir açıklaması olabilir, "Yaratılış". Allah tüm evreni "Ol" emri ile yaratmış ve insanlardan Kendisi'ni zikretmelerini ve yarattıkları hakkında düşünmelerini istemiştir. Her türlü yaratmayı bilen Rabbimiz bir ayette şöyle buyurur: "Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) 'Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru.'" (Al-i İmran Suresi, 191)

 
 
Balıklar Suda Nasıl Yaşarlar?

Şu an yaşayan ve yüzlerce yıl önce yaşamış olan tüm balık türleri, Allah'ın onlar için yaratmış olduğu mükemmel sistemler sayesinde su altında rahatlıkla yaşayabilirler.

Balıkların suda ne kadar kıvrak ve hızlı hareket ettiklerine hepiniz şahit olmuşsunuzdur. Balığın yüzebilmesi için ekstra bir hareket yapmasına gerek yoktur, bunun için kuyruğunu sağa sola sallaması yeterlidir. İşte balıkların suyun içindeki bu rahat hareketleri kıvrak omurgaları ve vücutlarındaki bazı sistemler sayesinde gerçekleşir.

Balıklar, durgun halde yüzerken aniden yüksek hızlara ulaşabilmek için çok fazla enerjiye ihtiyaç duyarlar. Ani hızlanabilmek onlar için çok önemlidir; çünkü avcılardan kaçabilmek için buna ihtiyaçları vardır.

Üstelik balıklar suyun içinde çoğu zaman akıntıya karşı hareket etmektedirler. Siz kendinizin suyun içindeyken ne kadar zor hareket ettiğinizi, yolda yürürken ise ne kadar kolay hareket ettiğinizi düşünün.

Balıkta böyle bir gücün ortaya çıkmasını sağlayan omurgasının ve kaslarının özel yapılarıdır. Omurga balığın vücudunun dik durmasını, ayrıca yüzgeçlerin ve kasların kendisine bağlanmasını sağlayacak bir yapıya sahiptir. Eğer böyle olmasaydı balıkların suda hareket etmeleri imkansız hale gelirdi. Ancak yalnızca omurgasının özel biçiminin olması bir balığın yüzebilmesi için yeterli değildir. Çünkü balığın su içindeki tek hareketi ileri geri değildir, eğer bir balık su içinde aşağı yukarı da hareket edemezse yaşayamaz. Bu hareketi de balık başka bir vücut sistemi ile başarır. Balıkların vücutlarında hava keseleri vardır. Bu keseleri hava ile doldurarak balıklar derinlere inebilir veya havayı boşaltarak su yüzeyine doğru çıkışa geçebilirler.

Peki şunu hiç düşündünüz mü: Balıklar sürekli su içinde olmalarına rağmen nasıl olup da zarar görmemektedirler? Biz suyun içinde belli bir süre kaldıktan sonra derimiz bu durumdan etkilenmeye başlar, bu süre uzarsa cildimiz zarar görür. Oysa balıklarda böyle bir şey olmaz. Çünkü balıkların üst derisinde sert parlak bir tabaka vardır. Bu tabaka suyun vücuda girmesini engeller. Eğer bu tabaka olmasaydı, balığın vücudu zarar görecek, hatta içeri su girmesi nedeniyle dengesi bozulacak ve balık da ölecekti. Ancak bunların hiçbiri olmaz ve balıklar suyun içindeki yaşamlarını sürdürürler. (Harun Yahya, Harika Canlılar)
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Yeryüzündeki bütün balık türleri bu özelliklerin tamamına eksiksiz olarak sahiptir. Günümüzden çok daha önce yaşamış balıklarda da bunların hepsi vardır. Balıklar milyonlarca yıldır hiç değişmemişler, hep aynı mükemmel yapıya sahip olmuşlardır. Bunu, milyonlarca yıl öncesinde yaşamış balıklardan günümüze gelen kalıntılarda görmek mümkündür. Fosil denen bu kalıntılarda balıkların geçmişte de yine bugünkü ile aynı oldukları, hiç değişmedikleri açıkça belli olmaktadır. Bu durum bize balıkların bir anda ortaya çıktıklarını gösterir. Yani balıklar yaratılmışlardır. Balıkların sahip oldukları bütün özellikleri onlara veren, evrendeki herşeyi yaratan Allah'tır. Allah bütün canlıların ihtiyaçlarından haberdar olandır.

"Sizin yaratılışınızda ve türetip-yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır."(Casiye Suresi, 4)
 
 
Teknolojik İlerlemenin Yolu: Doğayı Taklit

İnsanoğlu canlılarda karşılaştığı mükemmel tasarımları henüz tam anlamıyla teknolojiye taşıyamamış, hatta bu üstün tasarımları kısmen keşfedebilmiştir.

Doğadaki canlıları incelediğimizde bibirinden kompleks, üstün tasarımlara sahip olduklarını görürüz. Doğada varolan bu tasarımlar yıllardan beri bilim adamları ve mühendisler tarafından incelenmekte ve taklit edilmeye çalışılmaktadır. Yapılan araştırmalar ve deneyler sonucunda canlılarda bulunan kusursuz sistemlerin birer benzerleri olan robotlar ve gelişmiş mekanizmalar üretilmektedir.

Amerika'daki ünlü bilim çevreleri, doğadaki tasarımın bilim ve teknoloji tarafından taklit edildiğini bildirmektedirler. Örümceğin ürettiği ipek, bitkilerin yaptığı fotosentez, böceklerin kusursuz kanat yapıları bunlardan yalnızca birkaç tanesidir. Bilimsel bir makalede doğadaki tasarımın üstünlüğü ve bunun teknolojiye model teşkil ettiği şöyle belirtilmektedir:

"Doğadaki mekanizmalar üzerinde yapılan çalışmalar göstermektedir ki, filden proteine kadar pek çok yapı tasarımcılar ve mühendisler için zengin bir fikir havuzu oluşturmaktadır. Üstelik bu havuzun derinliğini artırma potansiyeli de çok yüksektir." (Harun Yayha, Doğadaki Tasarım)

İşte doğadaki üstün tasarım, 21. yy.da zirvesine ulaşmış bir bilgi birikimi ve teknoloji seviyesini yakalamış olan bilime rehberlik etmekte ve sahip olduğu olağanüstü mekanizmalarla, yepyeni teknolojilere örnek oluşturmaktadır. Aşağıda bilim adamlarının doğada keşfettiği iki tasarım harikası, örnek olarak ele alınmıştır.

Okyanusun Derinliklerindeki Fiber Optik Tasarım

Rossella Racovitzae adlı sünger bitkisi yüksek teknoloji ile üretilen ve iletişim sistemlerinde kullanılan fiberoptik maddesini 600 milyon yıldan beri kullanmaktadır.

Mükemmel işleyişe sahip, özel bir plana dayalı ve amaca yönelik parçaların biraraya gelmesiyle oluşan sistemler, canlıların kimi zaman avlanma kimi zaman gizlenme kimi zaman da su toplama amaçlarına hizmet için özel olarak var edilmiştir. Bu türden canlılar arasında Rossella Racovitzae ismindeki su bitkisi de bulunur.

Rossella Racovitzae adlı su süngeri bitkisi, insanoğlunun en yeni teknolojilerde kullandığı fiber optikten yapılmış uzantılara sahiptir.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Fiber optik ışığı iletmede çok etkili bir malzemedir. İletişim alanında lazer ışınlarının fiber optik kablosundan geçirilmesiyle iletişim imkanları, normal malzemeden yapılmış kabloya göre olağanüstü bir artış gösterir. Öyle ki, saç teli kalınlığında 100 tane fiber optik kablonun yanyana getirilmesiyle oluşan kablonun kesitinden, 40.000 ayrı ses kanalı geçirebilmektedir.

Antarktik okyanusunda yaşayan bu sünger türü de fotosentez yapabilmek için ihtiyacı olan ışığı fiber optik maddesinden yapılmış olan, diken şekilli uzantıları sayesinde kolayca toplamakta ve çevresi için de bir ışık kaynağı olmaktadır. Bu sayede hem kendisi hem de bu süngerin ışık toplama yeteneğinden faydalanan başka canlılar hayatta kalabilmektedir. Aynı ortamda yaşayan tek hücreli yosunlar da bu süngere yapışmakta ve yaşamaları için gereken ışığı elde etmektedirler.

Antarktik Okyanusu'nun 100 ila 200 metre derinliklerinde, kalın buz kütlelerinin altında neredeyse zifiri karanlık denebilecek bir ortamda yaşayan bir canlı için güneş ışığını yakalamak, canlının hayatını sürdürebilmesi açısından son derece büyük bir önem taşır. Canlının bu sorunun üstesinden gelebilmesi, ışığı en etkili şekilde toplayan fiber optik ile donatılmış olması sayesinde mümkündür. Yüksek teknolojiye sahip fabrikalarda imal edilen ve iletişim sistemlerinde kullanılmaya çalışılan fiber maddesinin böyle bir ortamda bu canlı tarafından 600 milyon yıldan beri kullanılıyor olması bilim adamlarını da hayrete düşürmektedir.

Brian D. Flinn, bu canlıdaki tasarım üstünlüğünü şöyle ifade eder: "Bu, önümüzdeki 2 ya da 3 sene içinde (insanların) telekomünikasyona geçirecekleri türden birşey değil, bu, önümüzdeki 20 yılda ortalarda görülmeyecek birşey."

Bütün bunlar bize doğayı ve içindeki canlıları, Allah'ın özel olarak tasarladığını gösteren delillerdendir.

İnsanoğlu canlılarda karşılaştığı mükemmel tasarımları henüz tam anlamıyla teknolojiye taşıyamamış hatta Allah'ın canlılarda yarattığı üstün tasarımları kısmen keşfedebilmiştir. Söz konusu üstün tasarım, kusursuzluk özelliği taşımakta ve bunu Allah bir ayetinde şöyle bildirmektedir:

"O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakim'dir." (Haşr Suresi, 24)

 
 
Denizlerin Altındaki Mucizeler

 
Yeryüzünde var olan tüm canlılar üremelerinden, korunmalarına, beslenme şekillerinden kendilerine inşa ettikleri yuvalara kadar sayısız üstün özelliklerle donatılmışlardır. Kimi bir mimar gibi yuvasını inşa eder, kimi bir kimyager gibi düşünerek en ideal ısıtmayı sağlar, kimi ise gerçek bir kamuflaj ustasıdır. Bu canlıların yaşantıları incelendiğinde ise, hem fiziksel özelliklerinin hem de davranışlarının birbiriyle ve yaşadıkları ortamla tam bir uyum içerisinde olduğu görülür. (Okur Yapımcılık, Denizlerdeki İhtişam - VCD)

Bu durum elbette sadece karada yaşayan canlılar için geçerli değildir. Denizlerin altında, hatta okyanusların ışık girmeyen derinliklerinde bile son derece kompleks canlılara rastlarız. Burada üstün özelliklere sahip olan deniz canlılarından sadece birkaçını örnek olarak ele aldık.

Bu canlıların her birinde çok üstün bir aklın ve çok büyük bir ilmin açık delilleri görülmektedir. Doğanın tamamında sergilenen bu akıl ve mükemmel uyum, evrendeki herşeyin Yaratıcısı olan Allah'a aittir. Akıl ve vicdan sahibi her insan Allah'ın yarattığı her canlıda O'nun aklının, gücünün ve ilminin yansımalarını görecek ve böylelikle Allah'ın sonsuz ilmini ve gücünü daha iyi takdir edebilecektir. Allah bir ayette evrende yarattığı varlıklardan bazılarını belirttikten sonra bunların her birinin "içten Allah'a yönelen her kul için 'hikmetle bakan bir iç göz' ve bir zikir" olduğunu bildirmektedir. (Kaf Suresi,

Denizlerin altında, hatta okyanusların ışık girmeyen derinliklerinde bile son derece kompleks özelliklerdeki canlılara rastlarız. Bu canlıların her birinde çok üstün bir aklın ve çok büyük bir ilmin açık delilleri görülmektedir. Bu aklın ve ilmin sahibi alemlerin Rabbi olan Allah'tır.

Okyanustaki Antifrizli Balıklar

Soğuk denizlerde yaşayan balıkların derileri ya da solungaçları buzla temas ederse vücut sıvıları hemen donmaya başlar ve sonunda balıklar ölür. Bunun nedeni vücut sıvılarında oluşan buz kristallerinin süratle artmasıdır. Bütün olumsuz koşullarına rağmen soğuk bölgelerde yaşayan pek çok balık türü vardır.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Bu bölgelerdeki bazı türler deniz suyu sıcaklığının -1.8oC olduğu derin sulara çekilerek donmaktan kurtulurlar. Ancak Antartika'da bu sıcaklık derecesinin çok altındaki sıcaklıklarda bile yaşayabilen balıklar da bulunmaktadır. Bunu Allah'ın kendileri için yaratmış olduğu özel vücut sistemleri sayesinde başarmaktadırlar.

Bu balıkların kanlarının içinde bir araba radyatöründeki antifriz maddesi gibi işleyen kimyasal maddeler vardır. Bu kimyasallar Antartika Okyanusu'nun en düşük sıcaklıklarında bile balıkların vücutlarını donmaktan kurtarmaktadır. (Harun Yahya, Allah'ın Güzelliklerinden Bir Demet)

Derin Sularda Yaşayan Anglerfish

Besinin az olduğu bölgelerde yaşayan canlılar son derece ilginç özelliklere sahiptir. Bunlardan bir tanesi olan Anglerfish, denizlerin zorlu şartlara sahip karanlık kanyonları için gerekli olan tüm özelliklere sahiptir. Allah anglerfishi de diğer tüm canlılar gibi, ihtiyacı olan her türlü özellikle birlikte yaratmıştır. Örneğin derin sularda yaşayan Anglerfish daha küçük balıkları avlamak için bir olta ipine ve bu ipin uç kısmında, kıvrılan solucana benzeyen bir organa sahiptir. Ucunda sahte yemi olan bu olta, yakınlardan geçen balıkların dikkatini çekmektedir. Anglerfish'in tuzak oltasını yem zannederek yaklaşan balıklar, oltanın ipi tarafından sarılır ve bu sayede kolay bir av olurlar.

Dört Yüzgecinin Üzerinde Yürüyen Balık

Kırmızı dudaklı yarasa balığı dünyadaki dört yüzgecinin üzerinde yürüyen tek balıktır. Yürümek için tasarlanmış yüzgeçleri, tuhaf görünüşlü burnu ve büyük kırmızı dudakları ile balığın son derece ilginç bir görünümü vardır.

Yarasa balıklarının kumun üzerinde bir insanın yürümesi gibi dolaşabilmelerini sağlayan organları göğüs yüzgeçleridir. Bu yüzgeçlerini kullanarak yarasa balıkları okyanus zemininde rahatça ayakta durabilir ve yüzgeç uçlarının üzerinde yürürler. Fener balıklarında olduğu gibi yarasa balıklarının da burunlarının altında, diğer balıkları kandırmak için olta olarak kullandıkları küçük deri parçaları vardır. Yarasa balıkları etçil hayvanlardır. Bu oltayı kullanarak diğer balıkları, yengeçleri, kurtçukları ve deniz taraklarını yerler.

Anemon Bitkileri ve Balıkları

Anemon bitkileri duyargalarının üzerinde bulunan çok sayıdaki yakıcı kapsül, kendilerine herhangi bir şey dokunduğu veya sürtündüğü anda hemen açılır ve etkisi çok güçlü olan bir zehir salgılar. Bu, çoğu zaman zehiri alan canlının felç olarak ölmesine sebebiyet verecek kadar güçlü bir sıvıdır. Ancak Anemon bitkilerinin etki etmediği canlılar da vardır. Örneğin Anemon balıkları, bu tehlikeli bitkilerin yakıcı kapsüllerinin arasında yaşayabilen nadir canlılardandır. Anemon balıklarının üzerinde bulunan "saydam madde", bitkideki bu yakıcı kapsülleri durdurabilecek niteliktedir. Bitkiye yaklaşan balık, gövdesini yavaş yavaş Anemonlara değdirmeye başlar. Üzerindeki saydam madde sayesinde zehirden çok fazla etkilenmeyen Anemon balığının amacı yakıcı kapsüllerin üzerinde patlamasını sağlamaktır. Anemon balığı birkaç denemenin sonunda zehire bağışıklık kazanır ve bitkinin dokunaçlarının arasına yerleşir. Yeni doğan ve Anemon bitkilerine karşı hiçbir bağışıklığı bulunmayan balıklar da, diğerlerinin geçtiği aşamalardan tek tek geçer. Anemon balıkları bu denemeleri tesadüfen yapmaya karar vermiş olsaydı neler olurdu?

İlk seferde ya da daha sonraki denemelerinde balık patlatacağı kapsül sayısını tutturamayacağı için fazla zehir alıp ölebilirdi. Oysa böyle olmamıştır. İlk ortaya çıktıklarından beri Anemon bitkileri ve balıkları birlikte kusursuz bir uyum içinde yaşamaktadır. Çünkü Allah yarattıklarını en iyi bilendir, koruyandır.

 
 
Deniz Memelilerinin Üstün Yaratılışları

Deniz memelileri tamamen suda yaşamak için tasarlanmış özel vücut sistemlerine sahiptirler.

Balinalar ve yunuslar, "deniz memelileri" olarak bilinen canlı grubunu oluştururlar. Bu canlılar memeli sınıfına dahildir, çünkü aynen karadaki memeliler gibi doğurur, emzirir, akciğerle nefes alır ve vücutlarını ısıtırlar. Ancak bu canlılar suda yaşayan memeliler oldukları için vücut yapıları diğer memelilerden oldukça farklıdır. Deniz memelileri tamamen suda yaşamak için tasarlanmış özel vücut sistemlerine sahiptirler, bu sayede hiç yorulmadan kilometrelerce yüzebilir, suda ve karada bulunan herşeyi aynı netlikte görebilirler. (Harun Yahya, Doğadaki Tasarım)

Farklı Ortamlarda Keskin Görüş Yeteneği

Yunusların ve balinaların gözleri farklı ortamda görmelerine imkan verecek şekildedir. Suyun altında ve üzerinde aynı mükemmellikte görebilirler. Örneğin bir yunus, suyun 6 metre kadar üstüne zıplayabilir ve kendisi için havada tutulmakta olan bir yiyeceği çok büyük bir hassaslıkla alabilir. Oysa başta insan olmak üzere çoğu canlı, ışığın kırılmasındaki farklılıklar nedeniyle, kendi doğal ortamının dışında iyi göremez. Deniz memelilerinin gözü ile kara canlılarının gözü arasındaki farklar şaşırtıcı derecede detaylıdır. Karada gözü bekleyen tehlikeler fiziksel darbeler ve tozdur. Bu nedenle kara hayvanlarının göz kapakları vardır. Su ortamında ise en büyük tehlikeler tuz oranı, derinlere dalarken meydana gelen basınç ve deniz akıntılarının oluşturduğu hasarlardır.

Akıntılarla doğrudan temas olmaması için gözler kafanın yan tarafındadır. Ayrıca derin dalışlarda gözü basınca karşı koruyan sert bir tabaka vardır. Dokuz metre derinlikten sonra denizin dibi karanlık olduğu için, su memelilerinin gözü, karanlık ortamlara uyum sağlamayı olanaklı kılan birçok özellikle donatılmıştır. Örneğin lens mükemmel bir daire biçimindedir. Işığa hassas olan çubuk hücreleri, renklere ve detaylara duyarlı olan koni hücrelerinden daha fazladır. Dahası, gözlerde özel bir fosforlu tabaka vardır. Bu sebeple deniz memelilerinin karanlık ortamlardaki görüşleri kuvvetlidir.

Tuzlu Suda Yaşam Mucizesi

Balinalar ve yunuslar gibi denizde yaşayan memelilerin yaşamak için tatlı suya ihtiyaçları vardır. Ancak bu ihtiyaçlarını, diğer balıklar gibi tuzlu sudan karşılayamazlar. Bu memeliler su ihtiyaçlarının büyük kısmını, okyanustaki tuz oranının üçte biri kadar tuz içeren canlıları yiyerek sağlamaktadırlar.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Bu kadar kıt su kaynaklarına sahip deniz memelileri için, vücutlarındaki suyun azami derecede korunması ve tasarruf edilmesi son derece önemlidir. Ünlü bilim dergisi Scientific American, bu önemli konuyu "deniz memelileri tuzlu suyu nasıl içiyor" başlığı altında inceledi. Deniz biyoloğu Robert Kenney dergide yapmış olduğu açıklamada deniz memelilerinin ihtiyaçları olan suyu yiyeceklerinden elde ettiklerini açıkladı. Robbert Kenney deniz memelilerinin tuzlu yiyeceklerden uzak durarak, vücutlarındaki tuz oranını azalttıklarına ve kanlarındaki suyu dengelediklerine dikkat çekti. (Scientific American Temmuz 2001)
Yapılan araştırmalara göre deniz memelileri, kendilerine özgü çözümler sayesinde vücutlarındaki tatlı suyu korumayı başarmaktalar. Örneğin bu canlılar su kaybetmemek için terlemezler, çünkü derilerinde ter bezleri bulunmaz. Bu arada böbrekleri de, kandaki üreyi yüksek tutarak suyun idrarla atılımını azaltır. Böylece su kaybı da en aza indirilmiş olur.

 
 
 Kompleks Mekanizmalar

Bu hayati fonksiyonların deniz memelilerinin varlığı için şart olduğu çok açık. Ancak bütün bu hassas çözümleri deniz memelilerinin kendi özgür iradeleriyle düşünüp bulmuş olması mümkün değildir. Çünkü bu canlılar ne yiyeceklerini seçecek, ne de vücutlarındaki su korumasını yapacak bir akla sahip değildirler. Kaldı ki böyle bir akla sahip olmuş olsalardı da kendi vücutlarında söz konusu kompleks mekanizmaları teşhis etmeleri mümkün olmazdı.

Tüm bu akıl ürünü çözümler doğadaki pek çok canlıda karşımıza çıkan, bilimin gösterdiği birer yaratılış gerçeğidirler. Şüphesiz, deniz memelilerini yaratan ve onlara vücutlarındaki su dengesini nasıl korumaları gerektiğini ilham eden Allah'tır.

Deniz Memelilerinin İlginç Uyuma Şekli

Yaşamlarının tümünü suda geçiren deniz memelileri boğulmadan nasıl uyumaktadırlar?

Amerika'daki South Caroline Aquarium yöneticisi Bruce Hecker ve çalışma arkadaşları yaptıkları araştırmalar sonucunda bu sorunun da cevabını bulmuş ve iki temel uyuma yöntemi ortaya koymuşturlar:

Deniz memelileri suyun içinde yatay veya dikey şekilde, sessizce dinlenirler veya bir başka hayvanın yanında yavaşça yüzerken uyurlar. Tek başlarına yaşayan yunuslar da daha çok geceleri, uykunun daha derin bir formuna girerler. Buna 'kütükleme' denir, çünkü bu haldeyken yunus suyun yüzeyinde yüzen bir kütüğe benzer. Deniz memelileri aynı anda hem uyuyup hem de yüzdükleri zaman, "kestirmeye" benzer bir hale geçerler. Genç balina ve yunuslar anneleri onları kendi yüzüş çizgisi içerisine çekerken dinlenirler, yerler ve uyurlar- buna da 'diziliş uykusu' denmektedir. Bu zamanlarda anne de hareket anında rahatlıkla uyuyabilecektir. Yetişkin erkek yunuslar ise genelde çiftler halinde gezerler ve uyuduklarında yanyana yüzerler. Dişiler ve gençler daha geniş sürüler halinde gezerler. Aynı genel alanda dinlenebilirler veya birbirine eşlik edebilecek hayvanlar yüzme esnasında uyumak için eşleşebilirler.

Bu canlılar uyurken beyinlerinin sadece yarısını ve ters taraftaki gözlerini devre dışı bırakırlar. Beynin diğer yarısı düşük bir teyakkuz seviyesinde uyanık kalır. Bu uyanık kısım avcılara, engellere ve diğer hayvanlara karşı bekçilik etmede kullanılır.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Aynı zamanda taze hava için yüzeye ne zaman çıkılacağının da sinyalini verir. Yaklaşık iki saatten sonra, hayvan bu süreci tersine çevirecek, beynin aktif kısmını dinlendirecek ve kalan kısmını uyandıracaktır. Bu modele genellikle 'kedi uykusu' adı verilir. Yunuslar genellikle geceleri, sadece bir defa ve birkaç saatlik bir süre içinde uyurlar; genellikle gecenin ilerleyen saatlerinde aktiftirler ve muhtemelen bu uyanık dönemi o sırada derinlerdeki balıkları ve ahtapotları avlamak için denk getirmektedirler.

Kuşkusuz deniz memelilerine bu sistemleri veren yüce Allah'tır. Allah bu canlıları da yaşamlarını sürdürebilmesi için en uygun özelliklerle yaratmıştır. Bizim üzerimize düşen ise Rabbimiz'e kesin bilgiyle iman etmek, O'nun varlığının yeryüzündeki apaçık delillerini görebilmektir:

"Sizin yaratılışınızda ve türetip-yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır." (Casiye Suresi, 4)

 
 
Derin Mavi Sulardaki Yaşam

Su yüzeyinin yakınlarında yaşayan hayvanlar, hem aşağıdan hem de yukarıdan gelecek tehlikelerle karşı karşıyadırlar. Küçük hayvanlar bunun üstesinden şeffaf olmalarıyla gelirler. Şeffaflıkları nedeniyle gökyüzünden gelen ışık, avcılar tarafından görülmelerini zorlaştırır. Okyanuslarda milyonlarca şeffaf hayvan vardır ve çoğu da çok küçüktür. Küçük karideslerin, yengeçlerin, deniz salyangozlarının, deniz yıldızlarının ve balık yavrularının hemen hemen hepsi şeffaf vücutludur. Bu, onlar için çok iyi bir korunmadır.

Denizyıldızlarının Avlarını Sindirme Metodu

Dişleri olmayan denizyıldızı yiyeceklerini sindirmek için kendine özgü bir metod kullanır. Avının yerini bulmasında koku ve dokunmaya bağlı olarak, avın kapladığı alanın büyüklüğü de etkilidir. Kollarının altında yüzlerce ince, her zaman hareket eden, emici diskler bulunmaktadır. Deniz yıldızlarında hareket, bir kayaya veya başka bir cisme ayakları ile yapışması ve sonra geri çekmesi ile sağlanır ve denizyıldızı bu biçimde yavaşça sürünür. Günlük yiyecekleri kabuklu deniz hayvanları, karides, kum ve taş gibi birikintilerdir. İstiridyeyi bulduğunda denizyıldızı onu içine çeker ve birçok emici ayağını istiridyenin kabuğuna yapıştırır. İstiridye aşırı güçlü subaplara sahip olmasına rağmen denizyıldızı sonunda istiridyenin kabuğunun yavaş yavaş açılmasını sağlar.

Mürekkep Balıkları ve Ahtapotlar

Mürekkep balıkları ve ahtapotlar renklerini çok hızlı değiştirebilirler. Bazen renk dalgaları bedenlerinde nabız atması gibi görünür. Bu kadar fazla değişikliğin olmasına kızgınlık, yiyecek görme, korku ve bulunduğu yerin rengi gibi farklı nedenler sebep olabilir. Renk değiştiren bir mürekkep balığı gerçekten çok ilginç bir görünüme sahip olur. Yüzü kızarır ve yüzünde kırmızı ve altın yaldız rengindeki küçük benekler gelip gider. Balığın desenleri de küçük beneklerden koyu çizgilere ve göz gibi lekelere dönüşebilir.

"Kendileri yaratılıp dururken, hiçbir şeyi yaratamayan şeyleri mi ortak koşuyorlar? Oysa (bu şirk koştukları güçler ve nesneler) ne onlara bir yardıma güç yetirebilir, ne kendi nefislerine yardım etmeğe." (Araf Suresi, 191-192)
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Puf balıkları

Bütün Puf balıkları (Arothorn meleagris) bir tehlike karşısında vücutlarını tam bir yuvarlak olacak şekilde şişirebilirler. Böylece yakalanmaları da, bulundukları yerden çekilmeleri de zorlaşmış olur. Bu balıkların larvaları önce su seviyesindeki sığ kayalıklarda büyür ve daha sonra okyanusa dağılırlar.

Hamletlerin Görüş Yetenekleri

Mavi Hamlet, mercanlarda yaşayan parlak renkli bir balıktır. Başının iki yanında yer alan ve bedenine göre oldukça büyük olan gözleri vardır. Gece avlanan mavi hamlet balığı bu sayede avını hiç zorlanmadan bulabilir. Gündüz vakitlerinde ise mercan resiflerinin kuytu köşelerinde düşmanlarından saklanır.

Aslan Balıklarının Dikenleri

Zehirli olan pek çok canlı aynı zamanda son derece çekici renklere sahiptir. Bu renkler çevreye tehlike mesajı vermek için kullanılmaktadır. Örneğin resimde de görüldüğü gibi çok güzel bir görüntüye sahip olan aslan balığı aynı zamanda öldürücüdür de. Aslan balığının bir insanı öldürebilecek güçte zehirli dikenleri vardır.

Yavrularını Ağızlarında Taşıyan Balıklar

Banggai Kardinal balığı hem yumurtalarını, hem de zamanı geldiğinde yumurtadan çıkan yavrularını ağzında taşımaktadır. Yumurtalar ve yavrular ağzından çıkana kadar bekleyen Banggai balığı önemli bir fedakarlık gösterisinde bulunmaktadır. Büyüyen yavrular birkaç hafta içinde bu korunaklı yuvayı bırakarak terk eder. Yavruların bundan sonraki sürekli barınma yerleri deniz kestanelerinin bulunduğu yerler olacaktır. (Harun Yahya, Allah'ın Güzelliklerinden Bir Demet)

Bitki Görünümlü Hayalet Balıklar

Hayalet boru balığı olarak adlandırılan bu deniz altı canlıları olağanüstü kamuflaj yetenekleri sayesinde bulundukları yerde hemen hemen hiç fark edilemeyen canlılardır. Görüldüğü gibi hayalet boru balığının bu türü resmin altındaki bitkiye hem şekil hem de renk olarak tıpatıp benzemektedir. Bu canlılar düşmanlarından kurtulmak için krinoidler (zambak şeklindeki deniz hayvanları), yumuşak mercanlar ve deniz otları gibi farklı birçok türdeki organizmanın arasına karışarak onlarla adeta bir bütün haline gelebilirler.

 
 
Hamletler'in Görüş Yetenekleri

Mavi Hamlet, mercanlarda yaşayan parlak renkli bir balıktır. Başının iki yanında yer alan ve bedenine göre oldukça büyük olan gözleri vardır. Gece avlanan mavi hamlet balığı bu sayede avını hiç zorlanmadan bulabilir. Gündüz vakitlerinde ise mercan resiflerinin kuytu köşelerinde düşmanlarından saklanır.

Our Amazing World Of Nature, Its Marvels & Mysteries Reader's Digest, s. 145

 


Etkili Bir Tedbir: Milyarlarca Yumurta

Doğadaki pek çok canlı sayı olarak çok fazla yumurta bırakır. Örneğin tek bir dişi Morina balığı bir seferde 6 milyon yumurta yumurtlar. Deniz tarakları da tek bir yumurtlamada 1 milyar yumurta üretebilir. Ve bu üretkenlik özelliklerini deniz tarakları 30 ya da 40 yıl boyunca sürdürür. Karadaki böcekler de aynı stratejiyi kullanır. Örneğin dişi meyve sinekleri her seferde 100'er yumurtalık kümeler bırakır. Bu kadar çok sayıda yumurta üretimi, türlerin soylarının korunması için alınmış ek bir önlemdir. Canlıların tümü kendilerini yaratan Allah'ın kontrolü altındadır. Allah koruyandır, gözetendir ve her canlının ihtiyacını en iyi bilendir.

David Attenborough, The Trials of Life, s. 16


Sperm Balinaları

Sperm balinalarının dişileri ve erkekleri normal zamanlarda birbirlerinden ayrı yaşar. Tercih ettikleri sular birbirlerinden tamamen farklıdır. Dişiler yaşamlarının büyük bir kısmını sıcak iklime sahip tropikal ve astropikal sularda geçirir, erkekler ise dev boyutlardaki mürekkep balıklarını avlamak için Kuzey Kutbu ve Antartika denizlerinin derinliklerine dalar. Dişilerden üç kat daha ağır olan erkek balinalar sadece çiftleşmek için tropikal bölgelere gelir. Erkek Sperm balinaları 20 m. uzunluğa sahip dev canlılardır. Tüm hayvanlar içinde en büyük beyne sahiptirler ve beyinleri şekil ve büyüklük olarak bir basketbol topuna benzer.

International Wildlife, May/June 1995, s. 8

 

 Sperm balinalarının köşeli alınlarında ispermeçet adı verilen bir organ bulunur. Kaslar ve yağ ile çevrilmiş sert ve lifli bir kılıf olan bu organın görevi, derin dalışlarda canlının kolay hareket etmesini ve basınç ayarlaması yapmasını sağlamaktır. Sperm balinalarının su püskürtme delikleri de başka hiçbir balinada olmayan bir yerdedir. Balinaların alınlarının ön sol ucunda bulunan bu delikten çıkan su, her zaman balinanın solundan 450lik açı ile fışkırır.

Dr. Tony Hare, Animal Fact File, s.164 
Okyanustaki Antifrizli Balıklar

Soğuk denizlerde yaşayan balıkların derileri ya da solungaçları buzla temas ederse vücut sıvıları hemen donmaya başlar ve sonunda balıklar ölürler. Bunun nedeni vücut sıvılarında oluşan buz kristallerinin süratle artmasıdır. Bütün olumsuz koşullarına rağmen soğuk bölgelerde yaşayan pek çok balık türü vardır. Bu bölgelerdeki bazı türler deniz suyu sıcaklığının -1.80C olduğu derin sulara çekilerek donmaktan kurtulurlar. Ancak Antartika'da bu sıcaklık derecesinin çok altında sıcaklıklarda bile yaşayabilen balıklar da bulunmaktadır. Bunu Allah'ın kendileri için yaratmış olduğu özel vücut sistemleri sayesinde başarmaktadırlar.

Bu balıkların kanlarının içinde bir araba radyatöründeki antifriz (donmayı engelleyen) maddesi gibi işleyen kimyasal maddeler vardır. Bu kimyasallar Antartika Okyanusu'nun en düşük sıcaklıklarında bile balıkların vücutlarını donmaktan kurtarmaktadır.

Michael Scott, The Young Oxford Book of Ecology, s. 47

Okyanustaki Antifrizli Balıklar

Soğuk denizlerde yaşayan balıkların derileri ya da solungaçları buzla temas ederse vücut sıvıları hemen donmaya başlar ve sonunda balıklar ölürler. Bunun nedeni vücut sıvılarında oluşan buz kristallerinin süratle artmasıdır. Bütün olumsuz koşullarına rağmen soğuk bölgelerde yaşayan pek çok balık türü vardır. Bu bölgelerdeki bazı türler deniz suyu sıcaklığının -1.80C olduğu derin sulara çekilerek donmaktan kurtulurlar. Ancak Antartika'da bu sıcaklık derecesinin çok altında sıcaklıklarda bile yaşayabilen balıklar da bulunmaktadır. Bunu Allah'ın kendileri için yaratmış olduğu özel vücut sistemleri sayesinde başarmaktadırlar.

Bu balıkların kanlarının içinde bir araba radyatöründeki antifriz (donmayı engelleyen) maddesi gibi işleyen kimyasal maddeler vardır. Bu kimyasallar Antartika Okyanusu'nun en düşük sıcaklıklarında bile balıkların vücutlarını donmaktan kurtarmaktadır.

Michael Scott, The Young Oxford Book of Ecology, s. 47

Elektrik Üreten Balıklar

Elektrik üreten balıklardan torpil balığı 1000 voltluk elektrik üretebilir. Bu, inanılması güç bir özelliktir, çünkü bu güçte bir elektrik bütün bir evi aydınlatabilmek için yeterlidir.

Dolphin Log, July 1992, s. 19

Çamuratlar Balıklarının İlginç Yaşamları

Mangrov bataklıklarındaki kalın çamur tabakasının üzerinde Çamuratlar balıkları yaşar. Bu balıkların çamurun üstünde yalnızca başları ve periskop gibi hareket eden gözleri görülür. Diğer birçok balıktan farklı olarak Çamuratlar balıkları uzaktaki nesneleri, örneğin uzaktaki bir böceği bile farkedebilir. Balık, avını gözetlerken sık sık su yüzüne çıkar ve kıyıya kadar onu izler. Diğer balıkların aksine Çamuratlar balıkları geniş solungaç odacıklarında hava ve suyun bir karışımını taşıdıkları için çamurun içinde yaşayabilir. Bir dalgıcın oksijen tüpüne eşdeğer olan solunum sistemleri sayesinde karada kullanmak için gerekli olan oksijeni süzer. Sert çamurun üzerinde hareket etmek için kısa ve kalın göğüs yüzgeçlerini kullanır. Islak çamurun üzerinde sıçrar, kuyruklarını büker, daha sonra güçlü bir refleksle düzeltirler. Allah'ın sıfatlarından biri de Bedi, yani örneksiz yaratandır. Çamuratlar balıkları da diğer balıklardan tamamen farklı özellikleri ile Allah'ın Bedi sıfatının bir tecellisidir.

Borneo, The World's Wild Places, Time Life Books, s. 132

Su Altının Temizlikçi Canlıları

Büyük balıkların etrafında cesur bir şekilde dolaşan, kimi zaman bu canlıların ağızlarının içine kadar giren küçük balıklar son derece dikkat çekici bir görüntü oluşturur. Deniz canlıları arasında çok sık rastlanan bu tip ilginç birlikteliklerin nedeni balıkların temizlenme ihtiyacıdır. Mercan kayalıklarında temizlikçi ördek balıkları ve temizlikçi karideslerden oluşan bir grup her zaman bu işlem için hazır bulunur. Hani balığı ya da papağan balığı gibi balıklar geldiğinde küçük ördek balığı gibi temizlikçi balıklar, büyük balıkların ağzının içine doğru yüzer ve ölü deri parçalarını temizleyerek, balıktaki mantar istilasını durdururlar. Birçok balık bu temizlik duraklarına birkaç günde bir uğrar. Temizlikçi balıklar bu gibi yerlerde 6 saat içinde 300 kadar balığı temizleyebilir.

David Attenborough, The Trials of Life, s. 174
Kirpi Balıklarının Caydırıcı Yöntemleri


Bir düşmanla karşılaşan kirpi balığı çok kısa bir sürede şişerek yandakine benzer bir görünüm alır. Bununla birlikte kirpi balıklarının keskin dikenleri de ürkütücü bir şekilde ortaya çıkar. Bu iki özelliği, düşmanlarını caydırmak için yeterlidir.
Kirpi balıkları, yuvarlak görünümlü ve çok yavaş hareket eden balıklardır. Kirpi balıklarının derileri genellikle dikenlerle kaplıdır. Son derece ilginç bir savunma yöntemleri olan kirpi balıkları düşmanlarından kolaylıkla kurtulur. Bir düşmanla karşılaştıklarında karınlarını çok hızlı bir şekilde suyla doldurur ve bu sayede balon gibi şişerler. Kirpi balıkları bu şekilde normal büyüklüklerinin iki katına ulaşır. Bu da düşmanlarının onları yutmasını engeller.

Bazı kirpi balığı türleri ise son derece zehirlidir. Bu zehir "tetrodoksin" olarak adlandırılır ve kirpi balığının bağırsaklarında yaşayan bakteriler tarafından üretilir. Bu toksik madde balığın bütün vücuduna yayılmıştır ama yoğun olarak karaciğer gibi iç organlarında ve bağırsaklarında bulunur. Zehirin bir kısmı kasların içerisine bile girerek burada birikir. Bu da kirpi balığı ve larvalarını yemenin diğer canlılar açısından son derece tehlikeli olması demektir.

Dolphin Log, September 1996, s.12-13

Dört Yüzgecinin Üzerinde Yürüyen Balık

Kırmızı dudaklı yarasa balığı dünyadaki dört yüzgecinin üzerinde yürüyen tek balıktır. Yürümek için tasarlanmış yüzgeçleri, tuhaf görünüşlü burnu ve büyük kırmızı dudakları ile balığın son derece ilginç bir görünümü vardır. Yarasa balıklarının kumun üzerinde bir insanın yürümesi gibi dolaşabilmelerini sağlayan organları göğüs yüzgeçleridir. Bu yüzgeçlerini kullanarak yarasa balıkları okyanus zemininde rahatça ayakta durabilir ve yüzgeç uçlarının üzerinde yürürler. Fener balıklarında olduğu gibi yarasa balıklarının da burunlarının altında, diğer balıkları kandırmak için olta olarak kullandıkları küçük deri parçaları vardır. Yarasa balıkları etçil hayvanlardır. Bu oltayı kullanarak diğer balıkları, yengeçleri, kurtçukları ve deniz taraklarını yerler.

Dolphin Log, September 1994, s.12-13

Derin Sularda Yaşayan Anglerfish

Besinin az olduğu bölgelerde yaşayan canlılar son derece ilginç özelliklere sahiptir. Bunlardan bir tanesi olan Anglerfish, denizlerin zorlu şartlara sahip karanlık kanyonları için gerekli olan tüm özelliklere sahiptir. Anglerfish de diğer tüm canlılar gibi Allah tarafından ihtiyacı olan her türlü özellikle birlikte yaratılmıştır. Örneğin derin sularda yaşayan Anglerfish daha küçük balıkları avlamak için bir olta ipine ve bu ipin uç kısmında, kıvrılan solucana benzeyen bir organa sahiptir. Ucunda sahte yemi olan bu olta, yakınlardan geçen balıkların dikkatini çekmektedir. Anglerfish'in tuzak oltasını yem zannederek yaklaşan balıklar, oltanın ipi tarafından sarılırlar ve bu sayede kolay bir av olurlar.

Our Amazing World Of Nature, Its Marvels & Mysteries Reader's Digest, s. 12-13


Zırh Kabuklu Hayvanlar

Bazı canlıların hareketleri incelendiğinde vücutlarında bir mıknatıs varmış gibi hareket ettikleri görülecektir. Örneğin deniz altında yaşayan zırh kabuklu hayvanlar bunlardan bir tanesidir. Zırh kabukluların en ilginç özellikleri dinlenme halindeyken tıpkı bir pusula gibi hiç şaşırmadan daima kuzeye dönük durmalarıdır. Ayrıca geceleri alglerle beslenmek için dolaşmaya çıkan bu canlılar, günün ilk ışıkları belirmeden önce kayaların üzerindeki yerlerine geri döner. Bu canlıların yönlerini bulabilmek için dillerini algılayıcı olarak kullandıkları düşünülmektedir.
(Jill Bailey, Anticipating The Seasons, Nature Watch Series, s. 45)


Deniz Salyangozunun Savunma Yöntemi

Küre harita adlı deniz salyangozu çok ağır hareket eder. Buna rağmen ne beslenme ne de korunma yönünden hiçbir sıkıntı çekmez. Çünkü "konotoksin" adı verilen bir zehire sahiptir. Düşmanları ya da avı iyice yaklaştığında zehirini püskürtürek karşı tarafı etkisiz hale getirir. Konotoksin son derece etkili bir zehirdir ve sinir faaliyetlerini durdurup kasları felce uğratır. Bu zehir sayesinde salyangoz çok yavaş hareket etmesine rağmen kolay bir av olmaktan kurtulur.
(Bilim ve Teknik Dergisi, Temmuz 1986, s. 14)

Akciğerli Balıklar

Akciğerli balık diğer balıkların aksine hava soluyan bir balıktır. Bu yüzden her 20 dakikada bir yüzeye çıkıp soluk alması gereklidir. Aksi takdirde sudaki oksijeni kullanamadığı için boğulacaktır. Kurak mevsimde Afrika'nın gölcükleri kuruduğunda akciğerli balık diğer canlılardan çok farklı bir yöntem kullanarak kurak mevsimi geçirir. Balık çamurda üzerini örter ve bu şekilde yağmurların yağmasını bekler. Bu bekleyiş bazen yıllarca sürer ve tekrar yağmur mevsimi geldiğinde akciğerli balık sudaki yaşantısına kaldığı yerden geri döner. Diğer balıklardan farklı özelliklere sahip olan akciğerli balık Allah'ın çeşitli yaratmasının örneklerinden yalnızca bir tanesidir.
(Our Amazing World Of Nature, Its Marvels & Mysteries Reader's Digest, s. 13-15)

 Örümcek Yengeçlerinin Yaşamları

Mercan resiflerinde yaşayan örümcek yengeçleri, beslenmek için gece olmasını bekler. Gece olduğunda ise mercanların üzerine çıkarlar. Bunun nedeni sudaki akıntının yengeçlerin bulunduğu yere çok sayıda besin parçası getirmesidir. Yengeçler akıntıyla yüzen bu besinleri yakalayabilmek için dikenli bacaklarını kullanır. Hava aydınlanmaya başladığında ise suyun derinliklerine doğru ilerlemeye başlarlar. Örümcek yengeçleri aç balıklara ve en büyük düşmanları olan mürekkep balıklarına yakalanmamak için derinlerdeki kayalıkların yarıklarına saklanır. Başka bir önlem olarak da deniz bitkilerinden olan Anemonlar'ın zehirli dokunaçlarının altına gizlenirler. Eğer karanlıktaki bir yengecin üzerini ışıkla aydınlatırsanız hemen beslenmeyi bırakacak ve yaklaşık 30 saniye içinde derinlere doğru ilerlemeye başlayacaktır.
(Jill Bailey, Anticipating The Seasons, Nature Watch Series, s. 18)

Tropikal Sulardaki Dev Deniz Tarakları

Tridacna, Hindistan ve Pasifik Okyanusları'nın tropikal sularında yaşayan çok büyük bir deniz tarağıdır. Bu büyük mavi-yeşil renklerdeki hayvan, mercan resiflerinin berrak sularında yaşar.

Tridacna'nın en şaşırtıcı özelliği besinini kendi vücudunun içerisinde üretmesidir. Bunu da birlikte yaşadığı bir başka canlı sayesinde gerçekleştirir. Deniz tarağının birlikte yaşadığı Zooxanthellae küçük bir alg türüdür ve yalnızca diğer hayvanların hücrelerinin içerisinde yaşayabilir. Deniz taraklarının vücutlarının içerisinde bu canlılardan milyonlarcası barınır. Bu sayede algler barınacakları rahat bir ortam bulmuş ve düşmanlarından korunmuş olur. Bundan başka deniz tarakları Zooxanthellae'nin ihtiyacı olan tüm maddeleri -karbondioksit, azot ve fosfor gibi- sağlar. Zooxanthellae tarafından üretilen maddelerin büyük bir bölümü de deniz taraklarına besin kaynağı olarak aktarılır.

Bu iki canlı arasındaki şaşırtıcı birliktelik ve uyum elbette ki tesadüfen oluşmamıştır. Bir canlının tesadüfen kendisine yiyecek verecek başka bir canlının vücuduna yerleşmesi, onun ihtiyaçlarından ya da kendisine verebileceklerinden yine tesadüfen haberdar olması söz konusu değildir. Canlılarda görülen bu gibi ortak yaşam örnekleri Allah'ın yaratma sanatının delillerindendir. Bu canlıları birbirleri ile uyumlu yaratan Allah'tır. Allah üstün güç sahibi ve herşeye güç yetirendir.
(Dolphin Log, July 1998 s. 12)


Mercan Resiflerindeki Yaşam

Mercan resiflerinde pek çok balık birarada yaşar. Her türün kendine özgü özellikleri vardır. Melek balığı ve Horozbina balığı gibi gündüz avlanan balıklar güneş batmaya başladığında mercan resiflerindeki kuytu yerlere ve yarıkların içerisine girer. Cerrah balığı, papağan balığı, keçi balığı ve Lapina gibi gündüz avlanan balıklar ise çiftleşmek için alaca karanlık vakitlerini kullanırlar. 2000'den fazla cerrah balığı çiftleşmek için biraraya toplanabilir ve bu balıklar yumurtlamak için genellikle resiflerin kenarlarını kullanır.

Mercanlarda yaşayan balıkların genel davranışları da çeşitlilik gösterir. Örneğin mercanlarda yaşayan papağan balığı gibi bazı balıklar derin bir uykuya dalar. Pufferfish gibi bazı balıklar ise yarı uyanık bir şekilde dinlenmeye geçer. Keçi balığı ve diğer bazı balıklar gündüz kullandıkları parlak renklerinin daha soluk olanlarını adeta farklı bir deri gibi gece kullanır. Süngerler, mercanlar ve yumurtlayan bazı balıklar da mercan resiflerinde yaşayan canlılardır. Bundan başka küçük yengeçler ve karidesler de resiflerdeki mikroskobik bitki ve hayvanlar ile beslenmek için mercan kayalarına doğru çıkarlar. Yine mercan resiflerinde yaşayan köpek balıkları ve müren gibi balıklarsa karanlıkta besin bulabilmek için çok güçlü olan koku duyularını kullanır.

Allah deniz altında yarattığı bu renkli dünya ile bize örneksiz sanatını ve sınırsız ilmini tanıtır.

(Dolphin Log, May 1994 s. 4- 5)

 Dikenli Vatoz

Resimde görülen mavi benekli Stingray'in (dikenli bir tür iri vatoz) kuyruğunun altında oldukça zehirli dikenler bulunmaktadır. Vatoz bu dikenleri kullanarak düşmanlarını kolaylıkla alt eder.
(Our Amazing World Of Nature, Its Marvels & Mysteries Reader's Digest, s.144)


Şemsiye Yengecinin Suni Şemsiyesi

Şemsiye yengeci deniz altındaki en ilginç canlılardan bir tanesidir. Bu hayvan kendisini korumak için pek de alışık olunmayan bir yöntem kullanır. Bu yengeç vücudunun üst kısmını düşmanlarına karşı siper oluşturacak şekilde bir süngerle ya da mercan resiflerinde yaşayan diğer organizmalarla kaplar. Yengecin arka bölgesinde yer alan iki çift bacağında, bu suni şemsiyeyi taşımak için kullandığı pençeler bulunur.
(Roger Steene, Coral Seas, s.30)

 Dere İskorpitleri

Dere iskorpiti göllerin, havuzların ve nehirlerin diplerindeki çamurlu bölgelerde yaşayan ve kare şeklinde kuyruğu olan bir yayın balığı türüdür. Erkek iskorpit, yavrularına karşı çok ihtimam gösterir. Önce eşi için bir yuva yapar, daha sonra yavrular yumurtadan çıkıncaya kadar onlara bekçilik yapar. Erkek balığın yavrularına gösterdiği özen bu kadarla da kalmaz. Yavru balıklar kendilerini koruyabilecek olgunluğa erişene kadar erkek balık tarafından korunmaya devam eder. Kuşkusuz bir balığın böyle bir şuura sahip olması mümkün değildir. Erkek balığa yavrularını korumayı ilham eden Allah'tır. Yeryüzündeki tüm canlılar yaratıcıları olan Allah'a boyun eğmişlerdir ve O'nun emirleri doğrultusunda yaşamlarını sürdürürler.
(Our Amazing World Of Nature, Its Marvels & Mysteries Reader's Digest, s. 305)


Kirpi Balığının Güneş Gözlüğü

Sıcak sularda yaşayan kirpi balığı (Sphoeroides maculatus) güneş ışınları fazlalaştığında gözlerindeki kimyasal maddeleri değiştirme özelliğine sahiptir. Balık bu değişiklik ile birlikte kendisine bir nevi güneş gözlüğü oluşturur. Bu sayede güneş ışınlarından etkilenmemiş olur.
Bilim ve Teknik Dergisi, Şubat 1985, s. 33

 

Su Sineği Larvalarındaki Tasarım

Su sineği larvalarının çoğu zengin besin kaynaklarının bulunduğu sularda yaşar. Larvaların en büyük problemlerinden biri, hızla akan suyun üstünde asılı olarak kalabilmektir. İki şey larvaların suda tutunabilmelerine yardımcı olur: Kayalara tırmanabilmelerine yardımcı olan bacaklarının her birinde bir pençe içeren tırmanıcı bölümler ve hemen hemen yassı ve düz olan bedenleri…

Allah'ın onlar için özel olarak yaratmış olduğu bu vücut yapısı sayesinde larvalar su üzerinde kolaylıkla asılı kalabilir. Suyun altındaki yuvalarında büyüyen sinek larvaları belli bir müddet sonra hep birlikte suyun yüzeyine doğru çıkmaya başlar. Gelişen larvalar çok kısa bir süre içinde sert derilerini açıp, içinden çıkar ve kanatlı genç sinekler haline dönüşürler.
Ranger Rick, June 1992, s. 16-17


Süngerlerin Şaşırtıcı Özellikleri

Bilim adamları Meksika'da yaşayan tüp süngerlerinin nasıl olup da sindirim sistemleri, sinir sistemleri, beyinleri ve kasları olmadan nefes aldıkları, yemek yedikleri ve kendilerini korudukları gibi sorulara cevap aramaktadırlar. Yakın zamanlarda keşfedilen bir tür olan Asbetpoluma hupogena isimli boyutu başparmak tırnağından biraz daha büyük olan süngerin beyaz oval vücudundan çıkan uzantıları vardır. Bu uzantılardan da küçük tüycükler çıkmaktadır. Tüycükler deniz kabuklularını yakalayacak bir kanca görevini görür. Av yakalanır yakalanmaz süngerin hücreleri harekete geçer ve deniz kabukluları 24 saat içinde tamamen sünger hücreleri ile kaplanır. Süngerin hücreleri et parçalarını emerek kendi sitoplazmalarına geçirirler. Yiyeceği hazmedebilmeleri içinse süngerlerin hareket etmeleri gerekmektedir. Hiçbir organı olmamamasına rağmen çok farklı bir yöntem kullanarak et sindirebilen bu canlı Allah'ın çeşitli yaratmasının örneklerinden sadece biridir.
International Wildlife, July-August 1999, s.27


Işık Saçan Canlılar

Işık saçan canlıların en bilinenleri ateş böcekleridir. Bilim adamları yıllardır sürdürdükleri araştırmalarında ateş böceklerinin ürettikleri kadar verimli bir ışık üretmeye çalışmaktadırlar. Işıktan maksimum verim elde eden ve neredeyse hiç enerji kaybetmeyen ateş böcekleri, bu özellikleri nedeniyle sürekli araştırma konusu olurlar.

Gerçekte bir canlının ışık üretmesi, aynı zamanda da bu ışığın ısısından etkilenmemesi son derece şaşırtıcıdır. Çünkü bilindiği gibi günümüz teknolojisi ile gerçekleştirilen ışık üretiminde, mutlaka bir sıcaklık açığa çıkar ve bu sıcaklık da dışarıya ısı enerjisi olarak verilir. Dolayısıyla bu durumda ışık üreten canlıların da zarar görmesi gerekmektedir. Oysa ışık üreten canlılarda kusursuz bir tasarım vardır. Kendi ürettikleri sıcaklıktan hiç etkilenmezler. Çünkü genellikle bu canlılar ışık ürettikleri sırada çok fazla miktarlarda bir sıcaklık da açığa çıkmaz. Vücut sistemleri buna uygun olarak tasarlanmıştır.

Deniz altı canlıları, böcekler ve daha pek çok canlı türü kendi ışıklarını kendileri üretirler. Her birinin ışığı üretim şekilleri, kullanım alanları, süreleri ve üretilen ışığın cinsi gibi özellikleri birbirinden çok farklıdır.

Her canlıya kullanabileceği niteliklerde ışık üretebileceği sistemi veren, bu sistemin devamlılığını sağlayan ise elbette canlıların kendileri değildir. Tesadüfler sonucunda ışık üreten organların ortaya çıkması mümkün değildir. Işık saçan tüm canlılar Allah'ın üstün yaratma sanatının tecellisidir. Allah sonsuz bilgi, akıl ve kudretinin delillerini, yarattığı canlılar vasıtasıyla bizlere tanıtmaktadır.

Işık Üreten Comb Jelly

Comb Jelly tıpkı deniz anaları ve deniz Anemonları gibi hassas canlılardandır. Genellikle mikroskobik bitkiler ve küçük deniz hayvanları ile beslenirler. Bazıları avlarını tıpkı balık oltası gibi suda hareket eden yapışkan dokunaçları ile yakalar. Bir türün ise çok geniş bir biçimde açılabilen ve diğer Comb Jellyler de dahil olmak üzere pek çok canlıyı yutabilen ağızları vardır. Comb Jelly'nin vücudunda sıra halinde ince tüyler bulunur. Bu tüylerini suda kendini ileri doğru itebilmek için kullanır. Bundan başka hemen hemen tümünün sırtında tıpkı dikiş yerine benzeyen, özel ışık üretebilen hücreler bulunmaktadır. Türlerin de kendi içlerinde ilginç özellikleri vardır. Örneğin kırmızı Comb Jelly dokunulduğunda parlar. Aynı zamanda suya parıldayan, ışıklı taneler bırakabilir. Bu, düşmanlar için kullanılan bir şaşırtma yöntemidir.
(Anita Ganeri, Creatures That Glow in The Dark, s. 28)
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Işık Saçan Mürekkep Balıkları

Deniz diplerinde yaşayan küçük mürekkep balıklarının gözlerinin ve dokunaçlarının üzerinde ışık saçan organlar bulunmaktadır. Bu organlar bir yandan mürekkep balıklarının planktonları kendilerine çekebilmeleri için ışıldak (projektör) görevi görürken bir yandan da planktonları yakalayabilmeleri için kapan görevi görür.
(Our Amazing World Of Nature, Its Marvels & Mysteries Reader's Digest, s. 153)

Işıklı Mürekkep Balığı

Bir tür mürekkep balığı kimyasal olarak mavi-beyaz bir ışık üretir. Vücudu ve dokunaçları mücevhere benzeyen organlarla kaplıdır. Bu mürekkep balığının özelliği; kendisini kamufle edebilmek için ışığın rengini, yoğunluğunu ve çevresini kaplayan şeye göre açısını değiştirebilmesidir. Dişi mürekkep balıklarının çiftleşmeden önce erkeği cezbetmek için ya da kendisini koruma amaçlı ışık ürettiği düşünülmektedir. Yukarıdan gelen ışığa göre ayarlama yaparak kendilerini suyun içinde düşmanlarına karşı görünmez hale getirebilirler.


 Mürekkep balıklarının derisinde renkli noktalar vardır. Bu noktaların bazıları çok büyük, bazıları ise daha küçüktür. Renklerini bu noktalar sayesinde değiştirebilirler. Mürekkep balıklarının sekiz tane kolunun yanı sıra iki tane de kavramaya yarayan ve kollarına göre daha uzun olan uzuvları vardır. 

Bazı mürekkep balığı türleri ise düşmanlarını şaşırtmak için suya parlak renkli bir mukus bulutu fırlatır. Bu arada yaptıkları bu hareket sayesinde kaçmak için vakit kazanırlar. Bazı türler saatte 40 km.'ye varan bir hızla mürekkep fırlatabilir.

Mürekkep balıkları güçlü ve hızlı yüzen balıklardır. Hareket etme sistemleri de son derece şaşırtıcıdır. Vücutlarından içeri-dışarı su pompalayarak hareket ederler. Buraya kadar sayılan tüm özellikleri mürekkep balıklarındaki tasarımdan sadece birkaç örnektir. Bu örneksiz tasarım tüm evreni yaratıcı olan Allah'a aittir.
(Anta Ganeri, Creatures That Glow in The Dark, s. 18)

 
 
Gümüş Renkli Balta Balığı

Balta balığı ismini gümüş renkli, keskin şekilli ve baltayı andıran narin kuyruğundan dolayı almıştır. Balta balıkları küçük, parlak ve gümüş renklidir. Gün ışığının az olduğu zamanlarda, suyun yaklaşık 500 m. derininde saklanırlar ama geceleri beslenme amacıyla 300 m. kadar yüzeye çıkarlar. Diğer birçok derin deniz balığı gibi, karınlarının alt kısmında ışık üreten organlar bulunur. Bu organların içerisinde, kimyasal maddeler tepkimeye girer ve dışarıya gün ışığına uygun olan ve kendisini denizin aşağı kesimlerindeki düşmanlarından saklayan soluk, mavi bir ışık verir. Balta balığı, vücudunun altında mavimsi ışık yayabilen yaklaşık 100 kadar ışık organına sahiptir.
(Anita Ganeri, Creatures That Glow in The Dark, s. 22)

 

 

Bakterileri Kullanarak Işık Üreten Balıklar

Bazı balıklar ihtiyaçları olan ışığı bakterilerle sürdürdükleri ortak yaşam sayesinde üretirler. Örneğin adını vücudunu kaplayan zırha benzeyen pullardan alan çam kozalağı balığı, çenesinin altındaki iki ışık organında yaşayan milyonlarca bakterinin yardımı ile ışık üretir. Bundan başka Midilli balığının da boğazının arka kısmında, bakteri dolu iki ışık bezi bulunmaktadır. Balık bu sayede ara sıra yanıp sönerek veya sürekli biçimde ışık gönderebilir.
(Anita Ganeri, Creatures That Glow in The Dark, s. 12-13)

Denizdeki Yakamozun Sırrı: Ostracodlar

Karayib Denizi'nde yaşayan ve ışık üreten birçok deniz hayvanından biri de, yüzlerce hatta daha fazla türü bulunan Ostracodlar'dır. Ostracodlar bir susam tohumundan daha büyük olmayan kabuklu canlılardır, fakat birçok canlının yapamadığı şeyleri yapar ve vücutlarında ışık üretirler. Ostracodlar ışık saçan zerreleri üst dudaklarının içinde bulunan bazı bezlerden bırakır. Yalnızca erkek Ostracodlar ışık üretir. Her gece güneş battıktan yaklaşık olarak 1 saat sonra yüzlerce erkek Ostracod, dişileri kendilerine çekebilmek için ışık saçmaya başlar. Erkek Ostracodlar etrafta yüzerken arkalarında parıldayan noktalardan oluşan bir iz bırakır. Yakamoz olarak adlandırılan bu iz nedeniyle Ostracodlar'ın bulunduğu sularda binlerce küçük, parlak ışık yanıyormuş gibi olur.
(Dolphin Log, May 94, s. 6)


Korunmak İçin Işık Üreten Canlılar

Deniz yıldızları, denizkestaneleri, tüylü yıldızlar gibi canlılar "dikenli hayvanlar" olarak adlandırılır. Bu hayvanların birçoğunun derisi savunma amacıyla kullandıkları keskin dikenlerle kaplıdır. Deniz kıyılarında, mercan kayalıklarında ve deniz yataklarında yaşarlar.

Bu canlılar düşmanlarından korunmak için kendi ışıklarını üretir. Parlak kollara ya da omurgalara sahip olan bu canlılar kendilerine saldırı olduğunda suda ışık bulutları oluşturabilir.

Korunmak için ışık üreten canlılara başka bir örnek olarak da bir denizyıldızı türünü verebiliriz. Bu denizyıldızı denizin yaklaşık 1000 m. dibinde yaşamaktadır. Kollarının ucundan parlak yeşil-mavi ışıklar saçar. Işıklı uyarısı düşmanlarına kötü bir tadı olduğunu bildirmek içindir. Yine başka bir denizyıldızı türü ise kendisine saldırıldığında parlamaya başlar ve düşmanı uzaklaştırmak için kollarından birini düşmana doğru fırlatır. Bu, denizyıldızının kullandığı önemli bir savunma taktiğidir. Kopan kolun beyaz ışık saçmaya devam etmesi düşmanın dikkatini kola yöneltir. Denizyıldızı da bu sırada kaçar.
(Anita Ganeri, Creatures That Glow in The Dark, s. 16)


El Feneri Balığı

Gece olduğunda, el feneri balığı kayalıklarda ya da mercanların arasında saklandığı yerinden çıkar. Herhangi bir ışığa karşı çok dikkatlidir ve eğer ay ışığı çok parlaksa ya da herhangi bir dalgıcın ışığını görürse hemen saklanır. Karanlığın sağladığı emniyetle birlikte el feneri balığı ışığını, avını bulabilmek, düşmanlarını şaşırtabilmek ve türdeşleri ile iletişim kurmak için kullanır. Parlak ışıklar, gözlerinin altındaki büyük organlar tarafından üretilir. Bu organlar, balığın kanına karışan oksijen ve şekerle beslenen ışık saçan milyonlarca bakteriden oluşur. Balık ışığı açıp, kapatabilir ve yiyecek ararken istediği yöne çevirebilir. Ürettiği ışık o kadar güçlüdür ki, otuz metrelik mesafeden bile görülebilir. Aslında, tek bir el feneri balığından gelen ışık bile küçük bir odayı aydınlatmak için yeterlidir. El feneri balığı bir çeşit kepenk görevi gören göz kapakları sayesinde ışığını yakıp, kapatabilir.
(Anita Ganeri, Creatures That Glow in The Dark, s. 12-13)

 El feneri balığının bulunduğu bölgede yaşayan yerel halk bu balıkları yakalar, ışığın parladığı bölümü çıkarır ve bu bölümü balık avlarken yem olarak kullanırlar. Işık organı balık öldükten saatlerce sonra bile parlamaya devam eder. 
Stargazer Balıkları

Stargazer balıkları tropikal veya yarı tropikal bölgelerin sığ ve derin sularında yaşar. Yüzgeçleri, solungaçları, göz yapıları, dudakları kısacası bütün vücut organları yaşadıkları ortama uygun yaratılmıştır. Örneğin Stargazerler'in başlarının üzerinde bulunan geniş gözlerinin yanında 50 voltluk elektrik üreten organları vardır. Bu güçte bir volt Stargazer'e dokunan balıkları geriye doğru fırlatacak kadar güçlüdür.

Bundan başka Stargazer'in göğüs yüzgeçlerinin üstünde zehir dikenleri de vardır. Zehir dikeni balığın ikinci savunma mekanizmasıdır ve insan için de ölümcül olabilir. Stargazer'in bedeninin rengi donuk kahvedir, üzerinde ise beyazımsı lekeler veya çizgiler bulunur. Her iki renkte de balık çamur veya kumda göze çarpmaz. Stargazerler göğüs yüzgeçlerini kürek gibi kullanarak ve sağa sola doğru kıvranarak bedenlerini kumun veya çamurun içerisine gömer. Sadece gözlerini ve burun deliklerini dışarı çıkarırlar. Kuma gömüldükten sonra çok az hareket ederek düşmanlarının dikkatlerini çekmemeye çalışırlar.

Stargazer'in aynı zamanda ağzının içinde kurtçuk benzeri etli bir yapı bulunur. Bunu dışarı çıkarıp sağa sola salladığında meraklı balıkların dikkatini çeker ve bu şekilde onları avlar. Görüldüğü gibi bu canlıda son derece detaylı bir tasarım vardır. Her özelliği yaşadığı yere uygun olacak şekilde yaratılmış olan bu canlı, Allah'ın yaratma sanatının tecellilerinden bir tanesidir.
(International Wildlife Encyc., Volume 21, s. 2382)

Aslan Balıklarının Dikenleri

Zehirli olan pek çok canlı aynı zamanda son derece çekici renklere sahiptir. Bu renkler çevreye tehlike mesajı vermek için kullanılmaktadır. Örneğin resimde de görüldüğü gibi çok güzel bir görüntüye sahip olan aslan balığı aynı zamanda öldürücüdür de. Aslan balığının bir insanı öldürebilecek güçte zehirli dikenleri vardır.

(Our Amazing World Of Nature, Its Marvels & Mysteries Reader's Digest, s. 143)

Mercan Polipleri

Mercan poliplerinin gözleri ve beyinleri yoktur. Gün boyunca gizlenirler ve sadece gece avlanmak için dışarıya çıkarlar. Yiyeceklerini yakalayabilmek için ağızlarını çevreleyen dokunaçlarından zıpkın benzeri zehirli oklar fırlatırlar. Son derece etkili bir savunma aracı olan oklardaki zehir poliplerin vücudunda üretilmektedir. Mercan poliplerinin bir özelliği de küçük yeşil deniz bitkileri ya da alglerle birlikte yaşamalarıdır. Mercan polibi, algin güvenliğini sağlar, onu düşmanlarından korur ve besler. Buna karşılık bitki de mercanlar için besin üretir. Bütün yarattıklarından haberdar olan Allah bu canlıları ihtiyaçları olan özelliklerle birlikte ve birbirlerine uyumlu bir şekilde yaratmıştır.
(Dolphin Log, May 1994, s. 5)

 Kaya Balıkları

Bazı balıklar bulundukları ortamda görünmez olabilirler. Resimdeki kaya balığı düşmanlarından mükemmel bir şekilde korunmaktadır. Tam anlamıyla bir kaya gibi görünmünde olduğu için düşmanları ilk bakışta onu farkedememektedir. Ancak kaya balığının tek savunma yöntemi kamuflaj yeteneği değildir. Bundan başka dikenleri de çok güçlü bir zehir taşımaktadır. Bazı kaya balıklarının dikenleri sırtlarındaki düz bir hat üzerinde yer alır ve ustura gibi keskindir.
(Our Amazing World Of Nature, Its Marvels & Mysteries Reader's Digest, s. 140)


Hayalet Yengeci

Hayalet yengeci doğal kamuflaj yöntemiyle savunma yapan canlılara güzel bir örnektir. Hareketsiz bir şekilde dururken, kumlu rengi sayesinde sahilde görünmez hale gelir. Başka bir hayalet yengeç yuvasına yaklaştığında, onu uzaklaştırmak için uyarı mahiyetinde bir sürtünme sesi çıkarır. Hayalet yengecinin ilginç özelliklerinden bir tanesi de yuvasını terk ettiğinde orada yaşamış olduğunu belirtecek işaretleri ortadan kaldırmak için yuvanın boşluklarını kapatmasıdır.
Our Amazing World Of Nature, Its Marvels & Mysteries Reader's Digest, s. 137


Fiddler Yengeci

Bilindiği gibi pek çok canlı renk değiştirme yeteneğine sahiptir. Fiddler yengecinin renk değiştirme mekanizması ise diğerlerinden çok farklıdır. Fiddler yengeçleri çamur oyuklarında yaşarlar ve günlük olarak renk değiştirirler. Akıntıların durumu, gece ve gündüz gibi etkenler yengeçlerin renk değiştirmesinde rol oynar.

Yengeçler, gece olduğunda cansız ve solgun bir renk alırlar, gündüz olduğunda ise renkleri koyulaşır. Çünkü gündüz vakitlerinde dışarıda hareket eden yengeçler için koyu renk, çamurda rahatlıkla kamufle olmalarını sağlayacak bir yardımcı olacaktır. Bu, Allah'ın sanatıdır. Allah herşeyden haberdar olan, sonsuz güç sahibi olandır.
Michael Scott, The Young Oxford Book of Ecology, s. 126


Bitki Görünümlü Hayalet Balıklar

Hayalet boru balığı olarak adlandırılan deniz altı canlıları olağanüstü kamuflaj yetenekleri sayesinde bulundukları yerde hemen hemen hiç fark edilemeyen canlılardır. Görüldüğü gibi hayalet boru balığının bu türü resmin altındaki bitkiye hem şekil hem de renk olarak tıpatıp benzemektedir. Bu canlılar düşmanlarından kurtulmak için krinoidler (zambak şeklindeki deniz hayvanları), yumuşak mercanlar ve deniz otları gibi farklı birçok türdeki organizmanın arasına karışarak onlarla adeta bir bütün haline gelebilirler.
Roger Steene, Coral Seas, s.99


İnce İğne Karidesinin Usta Kamuflajı

Resimde görülen ve dış görünüş olarak birbirlerine tıpatıp benzeyen bu canlılar gerçekte birbirlerinden çok farklı türlere aittir. Görüldüğü gibi üstteki canlının alttaki canlının bir parçası olmadığını, tamamen bağımsız bir canlı olduğunu söylemek son derece zordur. İnce iğne karidesinin şekli desenleri ve renkleri siyah mercanların ve deniz kamçılarının dallarının oluşturduğu ortama çok büyük bir uyum sağlamaktadır. Allah deniz altında yarattığı canlılardaki renk ve desen çeşitliliği ile bize benzersiz renk sanatını tanıtmaktadır.
Roger Steene, Coral Seas, s.83

Deniz Altında Binbir Surat Bir Ahtapot

Deniz altı canlılarının tümü birbirinden ilginç özelliklere sahiptir. Örneğin bilim adamları tarafından yakın zamanlarda keşfedilmiş olan fakat hala ismi olmayan bir ahtapot türü, mükemmel bir gizlenme örneği sergilemektedir. Bu ahtapot türü denizin kumlu diplerinde yaşamakta ve birbirinden çok farklı hayvanların şekillerini rahatlıkla taklit etmektedir. Bu canlı, resimlerde gösterilenlere ek olarak aynı zamanda bir Hermit yengecini, bir Nudiranch'ı, bir denizatını ve Mantis karidesini de aynı şekilde taklit etmektedir. Öyle ki bu canlı taklit ettiği canlıların bütün hareketlerini de aynen kopya etmektedir.

Taklit yeteneği, gözlem, teşhis ve sonuç çıkarma gibi akıl gerektiren özellikler sonucunda ortaya çıkan bir yetenektir. Bu durumda akla ahtapotun taklit yeteneğinin nasıl ortaya çıktığı sorusu gelecektir. Taklitçi ahtapotun çevresindeki canlıları gözlemleyerek, teşhisler yaptığını, taklit ettiği türdeki canlılara ait davranış şekillerini aklında tutarak tıpatıp aynısını yaptığını iddia etmek akılcılıktan son derece uzak bir davranış olacaktır.

Allah bu canlılara yapmaları gerekenleri öğretendir. Allah'ın ilhamıyla hareket eden bu canlılar da yeryüzündeki diğer canlılar gibi Allah'a boyun eğmişlerdir.
Roger Steene, Coral Seas, s. 24-25

 

 

 


 

 

İşte ahtapotun kendisini benzettiği canlılar...
1-Ahtapotun kendisi, 2- Aslan balığı gibi, 3- Dikenli uyuşturangillerden bir balık gibi, 4-Yılan balığı gibi, 5-Kum Anemonu gibi, 6- Dil balığı gibi, 7- Çene balığı gibi, 8- Yavru mürekkep balığı gibi, 9- Tanınmadık bir canlı gibi, 10-Denizanası gibi, 11-Deniz yılanı gibi, 12- Brittle Star gibi, 13- Tüylü yıldız gibi
Deniz Canlılarının Fedakarlıkları

Bu bölümde verilecek olan örnekler deniz altı canlılarının yavrularına karşı gösterdikleri fedakarlıklarla ilgili olacaktır.

Bilindiği gibi fedakarlık bir canlının başka bir canlı için özverili davranışlarda bulunması demektir. Örneğin bir canlının yavrusunu korumak için kendini tehlikeye atması ya da onun bakımını yapabilmek için günlerce aç kalması, hiç hareket etmeden ısınmasını sağlaması fedakar davranışlardır, özveri gerektirirler. Özveri ise bir şuurun ve aklın var olması anlamına gelir. Bu da fedakarlık yapan canlının düşünmekte, yavrusunun ihtiyaçlarını tespit etmekte, bu ihtiyaçlara göre kararlar vermekte ve bu kararları uygulamakta olduğunun kabul edilmesi demektir.

Bir balığın, bir yengecin ya da başka herhangi bir canlının yukarıda sayılanları kendi iradesini kullanarak yapması mümkün müdür? Elbette ki bu mümkün değildir. Bu durumda karşımıza cevaplanması gereken bazı sorular çıkacaktır:

Bu canlılar nasıl hareket edeceklerini nereden öğrenmişlerdir? Neden çoğu zaman bir daha hiç görmeyecekleri yavrularını, ölümü bile göze alacak şekilde savunmaktadırlar? Bu canlılar, kendi isteklerini gözardı ederek, fedakarlık yaptıkları canlının ihtiyaçlarını ön plana alacak bir iradeye nasıl sahip olmuşlardır? Bunların ve benzer soruların ortak cevabı bu canlıların sayılanları yapacak irade ve şuura kendi kendilerine sahip olamayacaklarıdır.

Bu canlılar yaratıcıları olan Allah'ın emriyle hareket etmektedirler. Allah yapmakta olduklarını onlara ilham etmektedir.

Yavrularını Karınlarında Taşıyan Yengeçler

Harlequin yengeçleri yumurtalarını karın bölgelerinin alt kısmında yer alan bir bölümde taşır. Yengeçler bu dönemde kıskaçlarını açarak düşmanlarına karşı saldırgan bir hava vermeye çalışır. Alt soldaki resimde yengeç tarafından çok dikkatli bir şekilde karın bölgesinde korunan sarı yumurtalar görülmektedir. Aynı şekilde Trapez yengeçlerinin dişileri de yumurtalarını karınlarında bulunan koruyucu bir kapağın altında taşır. Sert mercanlarda yaşayan bu canlılara yavrularını koruyabilecekleri vücut yapısını ve yavrularını koruma içgüdüsünü veren Allah'tır.
Roger Steene, Coral Seas, s.19-21

Yavrularını Ağızlarında Taşıyan Balıklar
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Banggai Kardinal balığı hem yumurtalarını, hem de zamanı geldiğinde yumurtadan çıkan yavrularını ağzında taşımaktadır. Yumurtalar ve yavrular ağzından çıkana kadar bekleyen Banggai balığı önemli bir fedakarlık gösterisinde bulunmaktadır. Büyüyen yavrular birkaç hafta içinde bu korunaklı yuvayı bırakarak terk eder. Yavruların bundan sonraki sürekli barınma yerleri deniz kestanelerinin bulunduğu yerler olacaktır.
Roger Steene, Coral Seas, s.23

 

 
 Atmosfer

Yerküremizi çepeçevre kuşatan atmosfer, canlılığın devamı için son derece hayati işlevleri yerine getirir. Çoğu zaman atmosfer olmasa Dünya'nın nasıl bir yer olacağı düşünülmeyebilir. Eğer atmosfer olmasaydı gök taşlarının milyonlarcası dünya yüzeyine düşer ve gezegen yaşanılmaz bir hale gelirdi.

Atmosfer Dünya'ya doğru yaklaşan irili ufaklı pek çok gök taşını eriterek yok eder ve bunların yeryüzüne düşerek canlılara büyük zararlar vermesini engeller.

Atmosfer, bunun yanısıra, uzaydan gelen ve canlılar için zararlı olan ışınları da filtre eder. İşin ilginç olan yanı, atmosferin sadece zararsız orandaki ışınları, yani görünür ışık, kızıl ötesi ışınlar ve radyo dalgalarını geçirmesidir. Bunların tümü yaşam için gerekli ışınlardır. Örneğin atmosfer tarafından belirli oranda geçmesine izin verilen ultraviyole ışınları, bitkilerin fotosentez yapmaları ve dolayısıyla tüm canlıların hayatta kalmaları açısından büyük önem taşır. Güneş tarafından yayılan şiddetli ultraviyole ışınlarının büyük bölümü, atmosferin ozon tabakasında süzülür ve Dünya yüzeyine yaşam için gerekli olan az bir kısmı ulaşır.

Atmosferin koruyucu özelliği bunlarla da kalmaz. Dünya, uzayın ortalama eksi 270 derecelik dondurucu soğuğundan yine atmosfer sayesinde korunur.

Atmosfer, sadece canlılar için gerekli olan ışınların yeryüzüne geçmesine izin verir. Örneğin bu ışınlardan ultraviyole ışınları belirli oranlarda bize ulaşır. Bu oran bitkilerin fotosentez yapmaları ve dolayısıyla tüm canlıların hayatta kalması için en uygun ölçüye sahiptir.

Havanın yoğunluğundaki mükemmellik

Atmosferin rakamsal değerleri sadece bizim solunumumuz için değil, mavi gezegenin mavi olarak kalması için de önemlidir.

"Allah gökleri ve yeri hak olarak yarattı.
Şüphesiz, bunda iman edenler için bir ayet vardır."
(Ankebut Suresi, 44)
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Prof. Michael Denton, bu konu hakkında şu yorumu yapar: “Eğer havanın yoğunluğu ya da durgunluğu biraz daha fazla olsaydı, hava direnci çok büyük oranlara çıkacaktı ve hava soluyan bir canlıya ihtiyaç duyduğu oksijen oranını sağlayacak bir solunum sistemi tasarlamak imkansız hale gelecekti...

Muhtemel atmosfer basınçları ile muhtemel oksijen oranlarını karşılaştırarak "hayat için uygun" bir rakamsal değer aradığımızda, çok sınırlı bir aralıkla karşılaşırız. Hayat için gerekli olan çok fazla şartın hepsinin bu küçük aralıkta gerçekleşmesi ve atmosferin de bu aralıkta olması elbette ki çok olağanüstü bir uyumdur.”

Havanın yoğunluğu deniz seviyesinde, litre başına bir gram civarındadır. Havanın, deniz yüzeyindeki akışkanlığı ise, suyun elli katı kadardır. Herhangi bir değer gibi görünen bu rakamlar, gerçekte insan yaşamı için hayati önem taşımaktadır. Çünkü hava soluyan canlıların var olabilmesi için, atmosferin genel karakteristik özelliklerinin -yoğunluğu, akışkanlığı, basıncı vs.- şu anda sahip oldukları değerlerle aynı olmak zorundadır.

Nefes alırken ciğerlerimiz "hava direnci" adı verilen bir güce karşı enerji kullanırlar. Hava direnci, havanın harekete karşı gösterdiği durgunluk eğilimidir. Ancak bu direnç, atmosferin özellikleri sayesinde çok zayıftır ve ciğerlerimiz kolaylıkla havayı içeri çekip dışarı itebilirler. Bu direncin biraz artması ise, ciğerlerimizin zorlanmaya başlamasına neden olacaktır. Buradaki mantık şöyle bir örnekle açıklanabilir: Bir enjektörün iğnesinden su çekmek kolaydır, ama aynı iğneyle bal çekmek çok daha zordur, çünkü bal sudan daha az akışkanlığa ve daha yüksek bir yoğunluğa sahiptir.

Atmosferin yoğunluk, akışkanlık, basınç gibi değerleri biraz farklılaşacak olsa, nefes almak bizim için bir enjektöre bal çekmek gibi zorlaşacaktır. Bu durum karşısında "o zaman enjektörün iğnesi kalınlaşabilir" diye düşünmek, yani akciğer kanallarının genişletilmesinden bahsetmek ise yanlıştır, çünkü o zaman ciğerlerde bulunan ve çok geniş yüzey alanına sahip olan küçük kanalcıklar iptal olacaktır. Bu durumda ise, ciğerlerin hava ile temas eden alanı çok küçülmekte ve ciğerler vücut için gerekli olan oksijeni alabilecek yapıdan uzaklaşmaktadır. Havanın yoğunluk, akışkanlık, basınç gibi değerlerinin mutlaka belirli bir aralık içinde olması şarttır. Bugün soluduğumuz havanın sahip olduğu değerler ise, tam bu dar aralığın içindedir.

Mavi renk

Atmosferin rakamsal değerleri sadece bizim solunumumuz için değil, mavi gezegenin "mavi" olarak kalması için de önemlidir. Eğer atmosfer basıncı şu anki değerinden beşte bir kadar azalsa, denizlerdeki buharlaşma oranı çok fazla yükselecekti. Atmosferde çok yüksek oranlara varacak olan su buharı, tüm Dünya üzerinde bir "sera etkisi" oluşturarak gezegenin ısısını aşırı derecede yükseltecekti. Eğer atmosfer basıncı şu anki değerinden bir kat daha fazla olsa, bu kez de atmosferdeki su buharı oranı büyük ölçüde azalacak ve Dünya üzerindeki karaların tamamına yakını çöl haline gelecekti.

Ancak bu ihtimallerin hiçbiri gerçekleşmez, çünkü Allah Dünya'yı, Güneş Sistemi'ni ve onun içinde bulunduğu evreni kusursuz bir yaratılışla var etmiştir. Dünya üzerindeki tüm dengeleri bizim yaşamımızı sürdürebileceğimiz gibi birbiriyle uyum içinde yaratmıştır. Allah'ın bu kusursuz yaratışı Kuran'da haber verilmektedir. Buna karşılık insanların da akıllarını kullanarak bu örnekler üzerinde düşünüp Allah'ın yaratışını takdir etmeleri gerektiği de şöyle bildirilmektedir:

“Allah O'dur ki, gökleri dayanak olmaksızın yükseltti; onları görmektesiniz. Sonra arşa istiva etti ve güneş ile aya boyun eğdirdi, her biri adı konulmuş bir süreye kadar akıp gitmektedirler. Her işi evirip düzenler, ayetleri birer birer açıklar. Umulur ki, Rabbinize kavuşacağınıza kesin bilgiyle inanırsınız. Ve O, yeri yayıp uzatan, onda sarsılmaz-dağlar ve ırmaklar kılandır. Orada ürünlerin her birinden ikişer çift yaratmıştır; geceyi gündüze bürümektedir. Şüphesiz bunlarda düşünen bir topluluk için gerçekten ayetler vardır. Yeryüzünde birbirine yakın komşu kıtalar vardır; üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar da vardır ki, bunlar aynı su ile sulanır; ama ürünlerinde (ki verimde ve lezzette) bazısını bazısına üstün kılıyoruz. Şüphesiz, bunlarda aklını kullanan bir topluluk için gerçekten ayetler vardır.” (Rad Suresi, 2-4)

 
 
Meteorlara Dikkat

Geçtiğimiz günlerde Dünyamız çok büyük bir tehlike atlattı. Öyle ki bu tehlike Dünyamıza hiç değmeden geçmek yerine ona çarpsaydı, büyük ihtimalle şu anda bu satırları okuma imkanı bulamayacaktınız. Bilim adamlarının bildirdiğine göre, çapı yaklaşık 100 metre olan bir göktaşı 8 Mart 2002 günü Dünya'nın çok yakınından geçti.

New Scientist adlı bilim dergisinin internet sitesinde yer alan habere göre, göktaşının Dünya'ya; Dünya'nın Ay'a olan uzaklığının sadece 1.2 katı kadar yaklaştığı tespit edildi. Bu mesafe yaklaşık 450.000 km' ye karşılık geliyor. Belki de “o kadar da yakın geçmemiş” diye düşünüyor olabilirsiniz ancak galaksiler arası mesafelerin milyonlarca ışık yılıyla ifade edildiğini düşünüp, meteorun Dünya'ya uzaklığıyla kıyas yaparsak uçsuz bucaksız evrende bu mesafenin oldukça az olduğunu daha iyi anlarız.

Diğer yandan '2002 EM7' adı verilen bu göktaşı 8 Mart günü geçmiş olmasına karşın, ancak 12 Mart günü fark edilebilmiştir. Göktaşı ilk olarak, Amerika’nın ünlü MIT (Massachussettes Teknoloji Enstitüsü) bünyesindeki Lincoln Laboratuvarı tarafından 4 günlük bir gecikmeyle fark edilmişti. Bilim adamları bu gecikmeyi, göktaşının, fark edilmesi mümkün olmayacak derecede Güneş'e yakın (87 milyon kilometre) olarak geçmiş olmasına bağlıyorlar.

İşte bu nokta, bilim adamlarını şu kaygı dolu itirafı yapmaya yöneltiyor:

Kör bölge tehlikesi

“Daha önceden yörüngesini tespit edip isimlendirmediğimiz bir göktaşının bu kör bölgeden Dünya'ya çarpacak şekilde yönelmesi durumunda yapacağımız uyarının pek de bir anlamı kalmayacak.” Uzay boşluğunda yüzmekte olan milyonlarca kuyruklu yıldız, meteor gibi kütleler, Dünya için önemli bir tehlike oluşturmaktadır. Aslında Dünya bir mayın tarlası içinde yörüngesine devam ediyor da diyebiliriz. Bunlardan sadece birinin Dünya'yla çarpışması, tüm insanlığın sonu anlamına gelebilir.

Şimdi bir göktaşı çarpması sırasında Dünya'da meydana gelebilecek olaylar üzerinde biraz düşünelim.

Günümüzden milyonlarca yıl önce yaşamış olan dev dinozorların nesillerinin, 65 milyon yıl önce meydana gelen bir meteor yağmuru sonucunda tükendiği düşünülmektedir. Dinozor gibi büyük ve güçlü canlıları yeryüzünden silen meteor olaylarına başka örnekler de vardır.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Bilim adamları, 1908’de Sibirya’nın Tunguska bölgesine düşen bir göktaşına dikkat çekmektedirler. Mart ayında dünyanın çok yakınından geçen, '2002 EM7' göktaşının Tunguska’ya düşenden daha da büyük olduğunu belirten bilim adamları, Tunguska’da göktaşının düştüğü yerde büyük bir patlama olduğunu ve 2000 km2 içindeki tüm ağaçların devrildiğini hatırlatıyorlar.

Dört saatlik meteor yağmuru

13 Kasım 1833 tarihinde Doğu Amerika’da yaşanan ve sabaha karşı saat 03.00'te başlayan yaklaşık 4 saatlik meteor yağmuru sırasında gökyüzünde binlerce ateş topu hızla yere çarpıyor, düştüğü göletleri buharlaştırıyor, ağaçları yakıyor ve geceyi gündüze çeviriyordu. Bu olağanüstü anları yaşamış olan Elder Samuel Rogers, bu süre zarfında insanların Allah’a nasıl dua ettiklerini yazısında şöyle aktarıyor:

“Bazıları gerçekten kıyamet gününün geldiğini düşünüyordu, pişmanlık içinde diz çökerek geçmişte yaşadıkları günahlarını itiraf ediyor ve Allah’tan merhamet diliyorlardı.” (http://science.nasa.gov/newhome/headlines/ast22jun99_2.htm)

Güneş'in etrafında yörüngelerinde gezmekte olan kuyruklu yıldızlar da Dünya için önemli tehlike oluşturmaktadırlar. Bunlardan Temple-Turtle adlı kuyruklu yıldızın, uzayda beraberinde büyük buz ve gaz kitleleriyle yüzmekteyken, Dünya'nın bu bulut içine girmesiyle yaşanan meteor yağmuru 1966 yılına damgasını vuran, unutulmaz gök olaylarından biridir. Dünya, milyonlarca kilometre uzunluğunda ve 35.000 kilometre genişliğinde olduğu bildirilen bu buluta girmiş ve bir anda Dünya'ya ateş topları inmeye başlamıştır. Bu yoğun bulut içindeki Dünya'ya, yalnızca bir saatte 100.000 meteorit düştüğü bilim adamlarınca hesaplanmıştır. (Harun Yahya, Evrenin Yaratılışı)

Bu inanılmaz rakamlar bize evreni yaratan Allah’ın gücünün sınırsızlığını göstermektedir. Bu gibi rakamlar üzerinde düşünüldüğünde dünyevi çıkarların küçüklüğü açıkça gözler önüne serilmektedir. Gerçekte insan, evrende bir kum tanesi kadar dahi yer kaplamaz. Bu yüzden her insan Allah karşısındaki aczinin farkına varmalı ve hemen geçmiş günahlarından dolayı Allah’a tevbe edip O'na yönelmelidir.

Bu, göktaşının Dünya'ya teğet geçmeyip sizin bulunduğunuz ülkeye, kente ve hatta apartmana düşmemesi için hiçbir sebep yoktur. Şüphesiz ölüm bizlere çok yakın bir gerçektir, hayatımıza son veren sebep, bir göktaşı, bir hastalık ya da herhangi başka bir şey olabilir. Hiç kimse birkaç dakika sonra yaşıyor olacağını garanti edemez. Ölümden kaçılamayacağı, her insanın bir gün mutlaka Rabbimize döndürüleceği Kuran’da şöyle bildirilmektedir:

“Her nerede olursanız ölüm sizi bulur, yüksekçe yerlerde tahkim edilmiş şatolarda olsanız bile...” (Nisa Suresi, 78)

Dünya koruma altında

Elbette göktaşlarının Dünya'nın bu kadar yakınından geçmesi de, evrendeki tüm olaylar gibi Allah’ın iradesi ve kontrolüyle gerçekleşmektedir. Hüküm ve hikmet sahibi olan Allah, göklerde ve yerde olan her olayı bir amaç doğrultusunda yarattığını şöyle bildirmektedir:

“Biz bir oyun ve oyalanma konusu olsun diye göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları yaratmadık” (Enbiya Suresi, 16)

Uzaydan gelebilecek çeşitli tehditlerle dolu böyle bir ortamda Dünya'nın göktaşlarından veya herhangi başka bir zarardan korunmuş olması da Allah’ın ayetlerindendir. Bilindiği gibi gök cisimleri başka gezegenlere çarptığı takdirde, örneğin Ay'ın yüzeyine çarptığında dev kraterler açmaktadır. Oysa yalnızca Dünya'ya özgü olan atmosfer tabakası, içerdiği oksijen sayesinde göktaşlarının sürtünmeyle alevlenmesini ve bu şekilde yere çarpıncaya kadar büyük kütle kayıplarına uğramasını sağlamaktadır. Bu sayede bizler farkında olmadığımız halde Dünya atmosferine sık sık göktaşları girer ancak yere ulaşamadan yanar. Allah sonsuz şefkat sahibi olan herşeyden haberdar olandır. Kuran'da Allah'ın insanları koruduğu, Enbiya Suresi’nin 32. ayetinde şöyle haber verilmektedir:

“Gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık, onlar ise bunun ayetlerinden yüz çeviriyorlar.”

 
 
Güneş'in Yaratılışındaki İnce Hesap

Allah Güneş’te meydana gelen nükleer reaksiyonları öyle ince hesaplamalarla ayarlamıştır ki, eğer hesapta küçük bir farklılık olsa, Güneş ya hiç var olmaz, ya da oluştuğu andan çok kısa bir süre sonra korkunç bir patlamayla yok olurdu.

Güneş, hidrojen atomlarını helyuma dönüştürür ve sahip olduğu enerjiyi meydana gelen nükleer reaksiyondan elde eder. Güneş'teki nükleer reaksiyonun ilk elementi olan hidrojen, evrendeki en basit elementtir. Çekirdeğinde sadece tek bir proton yer alır. Helyumun çekirdeğinde ise iki proton ve iki nötron bulunur. Güneş'te gerçekleşen işlem ise, dört hidrojenin birleşip bir helyum yapmasıdır. Bu işlem sırasında çok büyük bir enerji açığa çıkar. Dünya'ya gelen ısı ve ışık enerjisinin neredeyse tamamı, Güneş'in içindeki bu nükleer reaksiyonla oluşmaktadır.

Bu nükleer reaksiyon aslında pek beklenmedik bir işlemdir. Rastgele etrafta gezen dört atomun biraraya gelip bir anda helyum yapmaları mümkün değildir. Bunun için, iki aşamalı bir işlem gerçekleşir. Önce iki hidrojen birleşir, bir proton ve bir nötrona sahip bir "ara formül" meydana getirirler. Bu ara formüle "dötron" adı verilir.

Peki dötronu birarada tutan, iki ayrı atom çekirdeğini birbirine yapıştıran kuvvet nedir? Bu kuvvet, "güçlü nükleer kuvvet"tir. Evrenin en büyük fiziksel kuvveti budur. Yerçekiminden milyar kere milyar kere milyar kere milyar kat daha güçlüdür. Bu gücü sayesinde iki hidrojen çekirdeğini birbirine yapıştırabilmektedir. (Harun Yahya, Evrenin Yaratılışı)

Ancak araştırmalar göstermiştir ki, güçlü nükleer kuvvet, bu işi yapmaya ancak yetebilmektedir. Eğer şu anda sahip olan değerinden biraz bile daha zayıf olsa, iki hidrojen çekirdeğini birleştiremeyecektir. Yan yana gelen iki proton, hemen birbirlerini itecekler ve böylece Güneş'teki nükleer reaksiyon başlamadan bitecektir. Yani Güneş hiç var olmayacaktır. George Greenstein, bu gerçeği, "Eğer güçlü nükleer kuvvet birazcık bile daha zayıf olsaydı, o zaman Dünya'nın ışığı hiçbir zaman yanmayacaktı" diye açıklar. (George Greenstein, The Symbiotic Universe, s. 100)

Peki acaba güçlü nükleer kuvvet birazcık daha güçlü olsa ne olur? Bu soruya cevap vermeden önce, iki hidrojenin bir nötrona dönüşmesi işlemine bir daha bakalım. Dikkat edilirse, bu işlemin iki ayrı yönü vardır: Önce bir proton, yükünü kaybederek nötrona dönüşmektedir. Sonra da bu nötron bir başka protonla birleşip nötron atomunu oluşturmaktadır. Birleşmeyi sağlayan güç, belirttiğimiz gibi güçlü nükleer kuvvettir. Protonu nötrona dönüştüren güç ise bundan farklıdır; bu "zayıf nükleer kuvvet"tir.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Zayıf nükleer kuvvetin bir protonu nötron haline getirmesi yaklaşık 10 dakika sürer. Bu, atom düzeyinde çok uzun bir süredir ve Güneş'teki nükleer reaksiyonun "yavaş yavaş" sürmesini sağlar. Şimdi bu bilgi üzerine tekrar aynı soruyu soralım: Eğer güçlü nükleer kuvvet birazcık daha güçlü olsa ne olur? Eğer böyle olsa, Güneş'teki reaksiyon tamamen değişecektir. Çünkü bu durumda, zayıf nükleer kuvvet tamamen devre dışı kalacaktır. Güçlü nükleer kuvvet, bir protonun 10 dakika içinde nötrona değişmesini beklemeden, anında iki protonu birbirine yapıştıracaktır. Bunun sonucunda da dötron yerine iki protonlu tek bir atom çekirdeği oluşacaktır.

Ortaya çıkacak olan bu yapıya bilim adamları "di-proton" adını verirler. Gerçekte böyle bir şey yoktur, bu hayali bir elementtir. Ama eğer güçlü nükleer kuvvet biraz daha güçlü olsa, o zaman Güneş'in içinde di-proton ortaya çıkacaktır. Bu ise "yavaş yavaş" yanmakta olan Güneş'in yapısını tamamen değiştirecektir. George Greenstein, "güçlü kuvvetin biraz daha güçlü olması durumunda" olacakları şöyle açıklar:

Güneş böyle bir durumda tamamen değişecektir, çünkü artık Güneş'teki reaksiyonun ilk aşaması dötron üretimi değil, di-proton üretimi olacaktır. Zayıf nükleer kuvvetin rolü ortadan kalkacak ve sadece güçlü nükleer kuvvet devreye girmiş olacaktır... Ve bu durumda Güneş'in yakıtı aniden çok çok etkili bir yakıt haline gelecektir. O kadar iyi bir yakıttır ki bu, Güneş ve ona benzer diğer tüm yıldızlar, birkaç saniye içinde havaya uçacaktır. (George Greenstein, The Symbiotic Universe, s. 100)
Güneş'in havaya uçması ise, birkaç dakika sonra tüm Dünya'yı ve üzerindeki tüm canlıları alevlere boğacak, mavi gezegen birkaç saniye içinde kömür haline gelecektir. Ama güçlü nükleer kuvvetin gücü, tam olması gerektiği düzeyde olduğu için, Güneşimiz dengeli bir nükleer reaksiyon gerçekleştirir ve "yavaş yavaş" yanar.

Tüm bunlar, güçlü nükleer kuvvetin gücünün, tam insan yaşamına imkan verecek biçimde ayarlanmış olduğunu göstermektedir. Eğer bu ayarlamada bir hata olsaydı, Güneş gibi yıldızlar ya hiç var olmazlar, ya da oluştukları andan çok kısa bir süre sonra korkunç birer patlamayla yok olurlardı.

Bir başka deyişle, Güneş'in yapısı da rastlantısal, amaçsız bir yapı değildir. Aksine, Allah bir ayetteki, "Güneş ve Ay, belli bir hesap iledir" (Rahman Suresi, 5) ifadesiyle Kuran'da bizlere bildirmiş olduğu gibi, bu yıldızı insanın yaşamı için özel bir şekilde yaratmıştır. Allah, Güneş’i insanın hizmetine verdiğini ve Güneş’in O’nun takdir ettiği bir istikamette hareket ettiğini Kuran'da şöyle bildirmektedir:

Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin emrinize verdi; yıldızlar da O'nun emriyle emre hazır kılınmıştır. Şüphesiz bunda, aklını kullanabilen bir topluluk için ayetler vardır. (Nahl Suresi, 12)

Güneş de, kendisi için (tesbit edilmiş) olan bir müstakarra doğru akıp gitmektedir. Bu, üstün ve güçlü olan, bilen (Allah)ın takdiridir. (Yasin Suresi, 38)

 
 
Gökyüzünden Gelen Tehlike Göktaşları

Siz bu sayfanın satırlarına göz gezdirirken atmosferin üst tabakalarında bir meteor bombardımanı yaşanıyor. Her ne kadar farkında olmasanız da Dünyamız’ı çevreleyen atmosfer sayesinde büyük felaketlerden korunuyoruz.

Saniyede ortalama 40 kilometre hızla Dünyamıza yönelen meteorlar atmosfere girdikten sonra sürtünme etkisiyle yanmaya başlıyor. Bu ‘kozmik bombalar’ doğal bir kalkan görevi gören atmosfer sayesinde size ulaşmadan ‘eritiliyor’. İstatistiklere göre bu şekilde yılda ortalama 50.000 meteor atmosfer tarafından bu şekilde zararsız hale getiriliyor . (Asteroid Impact Risk: ESA Unveils Proposed Missions to Study Near Earth Objects 27 Eylül 2002: http://www. spaceref.com)

Ay Yüzeyindeki Kraterler

Dünyamızın aksine Ay'da atmosfer bulunmaz. Göktaşlarına tamamen açıktır. Ay yüzeyi çapları yer yer 40 kilometreyi bulabilen kraterlerle doludur.

Her biri geçmişte yaşanmış çok şiddetli bir çarpışmanın günümüze uzanan izleridir. Eğer atmosferimiz göktaşlarını durduran bir yapıda olmasaydı bizler de sürekli bir göktaşı bombardımanı altında kalırdık. Atmosferin koruyucu özelliği yeryüzünde insanların ve diğer tüm canlıların yaşamını mümkün kılan çok hassas ayarlamalardan biridir.

Ne var ki atmosferin bu koruyucu özelliği onu dev göktaşlarına karşı aşılmaz bir engel kılmıyor. Kilometrelerce genişlikte bir asteroid (küçük gezegen) karşısında kendinizi bu kalkandan tamamen mahrum düşünebilirsiniz. Çapı 50 metreden büyük asteroidler atmosferi aşıp yeryüzüne ulaşabiliyor.

Yeryüzünün, uzun geçmişi boyunca bu tür büyük göktaşlarıyla en az birkaç yüz defa karşılaştığı biliniyor. Yandaki haritada işaretli noktalar, bugüne kadar keşfedilen 200 göktaşı kraterinin konumlarını gösteriyor.

15 Mart 2002’de dünyaya 450.000 kilometre uzaklıktan 50 ila 100 metre çaplı bir asteroid geçti. Bu uzaklık Dünya'nın Ay'a olan uzaklığının sadece 1.2 katı. Eğer Dünya'ya çarpmış olsaydı kuvvetli bir nükleer bomba etkisinde patlama meydana getirecekti.

22 Haziran 2002’de ise bir futbol sahası büyüklüğünde bir asteroid çok daha yakından, yalnızca 120.000 kilometre uzaklıktan ve saatte 37.000 kilometre hızla geçti. Lincoln gözlemevi başkanı Grant Stokes “Bu çok ama çok yakın bir geçişti...
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Göktaşı istatistikleri ele alınacak olursa, belki de senede 50 kez, 100 metre çapında göktaşları dünya ile ay arasında bir noktadan geçiyor.” dedi. (http://www. cqservices.com/MyCQ/News/)

Teknoloji Göktaşlarını Engellemede Yetersiz

Her iki göktaşı da Güneş'in bulunduğu açıdan geldi ve parlaklık yüzünden ancak birkaç gün sonra fark edilebildi. Kör nokta olarak tabir edilen bu açıdan Dünya'ya çarpacak bir göktaşını önceden haber alma imkanı kesinlikle bulunmuyor. Ayrıca muhtemel bir çarpışmanın şekli ve zamanı doğru olarak belirlense bile günümüz teknolojisi bunu engellemede tamamen yetersiz kalıyor.

Bir meteor her an Dünya'ya, belki de şu anda sizin bulunduğunuz yerleşim bölgesine düşebilir. Eğer İstanbul gibi kalabalık bir yerleşim bölgesinde yaşıyorsanız can kaybı kat kat artacaktır. Göktaşının çapı bir kilometrenin üzerindeyse etkileri çok daha geniş çaplı ve kalıcı olacaktır. Oluşacak toz bulutları yıllarca Güneş'in önünü kapayarak çok uzun ve soğuk kışlar yaşanmasına neden olacaktır.

Çapı birkaç kilometre olan bir asteroid ise bir medeniyetin sonu anlamına gelebilir. Böyle bir çarpışma etkisiyle depremler, yangınlar, volkan patlamaları birbirini izleyecektir.

Galaksimizde trilyonlarca asteroid, gezegen ve kuyruklu yıldız gezinmektedir. Böyle bir ortam içinde Dünya'ya her an bir göktaşı düşüp onu mahvedebilecekken Dünyamızın özel bir atmosferle korunması çok büyük bir mucizedir. Bu Allah’ın kulları üzerindeki korumasının ve şefkatinin bir tecellisidir. Allah bir Kuran ayetinde şöyle buyurmaktadır: "Gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık; onlar ise bunun ayetlerinden yüz çeviriyorlar” (Enbiya Suresi, 32)

Yeryüzünde veya uzayda meydana gelebilecek her türlü olay şüphesiz Rabbimiz olan Allah’ın dilemesiyle gerçekleşmektedir ve atmosferi sebep kılarak Dünyamızı koruyan Allah, bu gibi tehlikelerden bizleri korumaktadır.

1908’DE 2000 KİLOMETREKARE YERLE BİR OLDU!


Patlamadan 2 dakika önce alınmış bir görüntü.
Günümüze daha yakın bir meteor felaketi 30 Haziran 1908 tarihinde Sibirya’nın Tunguska bölgesinde yaşandı. Atmosfere girip yanmaya başlayan bir göktaşı yeryüzüne henüz ulaşamadan yaklaşık 8.000 metre yükseklikte patladı. Patlamanın etkisiyle hemen aşağıda bulunan 2.000 kilometrekarelik alandaki hayvanlar telef olurken bütün ağaçlar yerle bir oldu.

Güneş Sistemi göktaşlarıyla dolu. Astronomlar sayıları milyonları bulan asteroidlerden birinin her an yörüngesinden kurtulup Dünya'yla çarpışma rotasına girebileceğinin altını çiziyorlar. (Harun Yahya, Evrenin Yaratılışı)

Belki de tam şu anda bunun gibi bir meteorun bulunduğunuz bölgeye doğru yol alıyor olabileceğini hiç düşündünüz mü?

3.5 MİLYON TON PATLAYICIYA EŞİT

Bir başka ünlü meteor etkisini ABD’nin Arizona Eyaletindeki Barringer Meteor Krateri oluşturuyor. 1.2 kilometre çapındaki 50.000 yıllık kraterin, çapı 30 ila 100 metre arasında bir göktaşının eseri olduğu düşünülüyor. Patlamada açığa çıkan enerjinin ise 3.5 milyon ton TNT’ye denk olduğu hesaplanıyor. Ebat olarak çok büyük olmamasına karşın böyle bir patlama meydana getirebilmesi büyük ölçüde içerdiği metal elementlerden kaynaklanıyor. Bir göktaşı ne kadar çok metal içeriyorsa yıkıcılığı da o kadar fazla oluyor.

Dinozorlar Nasıl Yok Oldu?

Göktaşları iklimde önemli değişiklikler meydana getirerek canlılar üzerinde önemli rol oynar. Dinozor soyunun günümüzden 65 milyon yıl önce aniden yok olmasına, dev bir göktaşı çarpışmasının ve bunun ardından yaşanan iklim değişikliklerinin sebep olduğu düşünülüyor. Bu teoriyi desteklediği söylenen en önemli bulgu 1990 yılında gerçekleşti. Meksika’da Yucatan yarımadasında 180 kilometre çapında bir krater bulundu. Bu krateri oluşturan göktaşının 10 kilometre çapında olduğu tahmin ediliyor. Son yapılan bilgisayar hesaplamalarına göre çarpışma anında tam 18.000 kilometreküp kaya ve toprak bir anda eridi. Dinozorlar da dahil olmak üzere canlı türlerinin % 70’i bu dönemde ortadan kalktı. (Beyond 2000.com: Crater Face 28 Ekim 2002 : http://www.beyond2000.com)

“Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri zeval bulurlar diye (her an kudreti altında) tutuyor. Andolsun, eğer zeval bulacak olurlarsa, Kendisi'nden sonra artık kimse onları tutamaz. Doğrusu O, Halim’dir, bağışlayandır”(Fatır Suresi, 41)

 
 
Dünyayı Koruyan Yeni Kalkan:
 Uzay Fırtınaları Kalkanı

Uzay çalışmaları, Dünyamız’ın ve evrenin yoktan var edilmiş olduğunu ortaya koyan yeni bilimsel keşifleri ortaya çıkarıyor. Kısa zaman önce NASA’nın uzay mekiği ile ilgili yaptığı çalışmalar sırasında Dünya’nın etrafındaki atmosferin koruyucu kalkan özelliğine sahip olduğu keşfedildi. Ayrıca atmosferin dönüşümlü bir sisteme sahip olduğu da bu çalışmalar sırasında ortaya kondu.

Bilimsel gözlemler atmosferimizin dış kısmında uzay fırtınalarının yarattığı enerjiyi bir ısı kalkanı gibi emen bir koruyucu alanın mevcut olduğunu ortaya koymuştur. Gezegenimizi çevreleyen bu kalkan tabaka elektrik yüklü gaz ya da plazma bulutu oluşturup yeryüzünde yaşamı imkansız kılabilecek uzay fırtınası enerjisinin, atmosferin daha alt katmanlarına ulaşmasını engellemekte ve bu sayede Dünya'daki yaşamın sürmesi için hayati öneme sahip olan bir görevi yerine getirmektedir.

Elektrik yüklü plazma bulutu o kadar sıcaktır ki; bu bulutu oluşturan tanecikler ısı yayarak bazen orta ve üst yörüngelerdeki uyduların çalışmalarını engellemektedir.

Günümüze kadar, uzay fırtınalarının oluşturduğu enerji taneciklerinin, Güneş'in meydana getirdiği rüzgarlar tarafından tutulduğu düşünülüyordu. Ancak bu görüşün aksine, NASA'nın “Image” adı verilen uzay mekiğinin çalışmaları sırasında ortaya konan bu yeni keşif, atmosferin üst katmanlarından biri olan iyonosferin uzay fırtınalarına aktif olarak etki ettiğini kesin olarak ortaya çıkardı.

Uzay kalkanı faaliyette

Dünyanın uzay fırtınası kalkanı, iyonosferin dış kısmına ait olan, elektrik yüklü tanecikler içeren 300-1000 kilometre genişliğindeki ince bir tabakadır. Stephen Fuselier “Journal of Geophysical Research”’te bu konuyla ilgili yayınlanan makalesinde şu sözlere yer vermektedir:
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  “Uzay mekiğinin ateşli geri dönüşü sırasında, aşırı sıcakta ısı kalkanının dış tabakalarını dökerek feda etmesi gibi, Dünyamızın kalkanı da kendi yüklü taneciklerini uzaya bırakarak uzay fırtınalarının enerjisini emmektedir.” (Lockheed-Martin Advanced Tech. Center, Palo Alto, Calif.)

Dünyamız son derece hassas dengelere bağlı bu mucizevi durum sayesinde uzay fırtınalarından korunmaktadır. Bu özel korumalı sistem elbette ki kendi kendine oluşmamıştır. Evrendeki mükemmel düzen Rabbimiz'in kusursuz yaratışıyla meydana gelmiştir.

Fırtına kalkanı sayesinde zararlarından korunduğumuz bir diğer tehlike de güneş rüzgarlarıdır. Saniyede yaklaşık 400 kilometre hızla esen güneş rüzgarları Dünya'nın manyetik alanından hızla geçip ilerleyen elektrik yüklü parçalardan oluşur. Bu yolculuk esnasında milyonlarca amperlik korkunç bir elektrik akımı ortaya çıkar. Bu elektrik akımı da dünyanın gözle görülemeyen manyetik alan çizgilerine doğru akar ve özellikle kutup bölgelerinde trilyonlarca watt’lık enerji, atmosfere pompalanır.

Dünyamızın fırtına kalkanı olmasaydı, bu çok büyük elektrik akımından gelen ısı, Dünyadaki yaşamı imkansız hale getirecekti.

Dünyanın manyetik alanı sayesinde, güneş rüzgarlarının atmosferimize doğrudan çarpması ve zamanla meydana gelecek aşınmalar engellenmiş olmaktadır.

Herşeyden haberdar olan Rabbimiz'in yarattığı eşsiz sistem sayesinde güneş rüzgarları manyetosfere çarpar ve gezegenimizin etrafını kuşatırlar. Bu patlamalar, Güneş’teki patlamalar ile birlikte daha büyük bir hıza ve yoğunluğa ulaşır, ardından uzay fırtınalarının da bu patlamaya eklenmesiyle çarpmanın şiddeti çok daha büyük bir boyuta ulaşır. Tüm bu yoğun fırtına bombardımanına maruz kalan Dünyamız, Allah’ın üstün yaratışının delillerinden olan bu kalkan sayesinde korunmaktadır.

Gökyüzü korunmuş bir tavandır

Gökyüzünü seyreden insanlardan çoğunun aklına atmosferin koruyucu yapısı gelmeyebilir ancak atmosferimiz sanki Dünyamızı korumak için mücadele eden şuurlu bir varlık gibi hareket eder. Tüm bilimsel gözlemler, Dünya'daki yaşamın atmosferin bu özelliği sayesinde korunduğunu kanıtlamaktadır. Bu da, Allah’ın kusursuz yaratışı ile atmosferi hizmetimize verdiğini bize göstermektedir.

Burada dikkati çeken çok önemli bir konu da, Allah’ın atmosferde yarattığı bu mükemmel sistemi Kuran-ı Kerim’de bildirmiş olmasıdır. 21. yüzyıl biliminin yeni tespit ettiği atmosferin koruyucu bir kalkan oluşturması hakkındaki bir Kuran ayeti şöyledir:

“Gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık; onlar ise bunun ayetlerinden yüz çeviriyorlar.” (Enbiya Suresi, 32)

Atmosferin Kuran’da bildirilen bir diğer önemli özelliği de, dönüşümlü bir sisteme sahip olmasıdır.

Atmosferin en dıştaki iki tabakası iyonosfer ve manyetosferdir. İyonosfer, yeryüzünden yayınlanan radyo dalgalarını yeryüzüne geri yansıtarak yayınların uzak mesafelerden de algılanmasını sağlar. Manyetosfer ise, Güneş’ten ve diğer yıldızlardan yayılan zararlı radyoaktif parçacıkları, yeryüzüne ulaşmadan uzaya geri döndürür.

Bütün bunlar, atmosferde son derece özel bir geri döndürme sistemi olduğunu gösterir.

Dünya'da canlılığın devamı için en uygun ortamın hazırlanmış olması Allah’ın kusursuz ve uyumlu yaratışının delillerindendir.

Allah Kuran'da tüm yarattıklarının sahibi olduğunu ve herşeyin Kendisi'ne gönülden boyun eğdiklerini bildirmiştir. Bakara Suresi'ndeki ayetlerde Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

“... göklerde ve yerde ne varsa O’nundur, tümü O’na gönülden boyun eğmişlerdir. Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse “OL” der, o da hemen oluverir.” (Bakara Suresi, 116-117)

 
 
Dünyadaki Dengeler

DÜNYA'NIN YARATILIŞINDAKİ DENGELER

Dünya'nın kendi etrafındaki dönüşü canlılar için en uygun hızdadır. Güneş Sistemi'ndeki diğer gezegenlere baktığımızda bunların da geceyi ve gündüzü yaşadıklarını görürüz. Ancak zaman farkları Dünya'nınkinden çok daha uzun olduğu için gündüz ve gece arasındaki sıcaklık farklılıkları da çok fazladır. Diğer gezegenlerin atmosferindeki şiddetli rüzgar hareketleri, bu dengeli dönüş sayesinde Dünya atmosferinde yaşanmaz.

Atmosferi oluşturan gazların cinsleri ve atmosfer içindeki miktarları da yalnızca insanın değil, yeryüzündeki tüm canlıların varlığı için son derece önemlidir. Atmosferdeki gazların Dünya üzerinde tam gerektiği oranlarda oluşması ve bu oranların sabit kalması da pek çok hassas dengenin birarada bulunmasıyla gerçekleşir.

Bu saydığımız özelliklerin dışında daha yüzlerce madde çıkarılabilir. Ancak buraya kadar verilen örnekler bile, bizlere kesin bir gerçeği göstermektedir.

Üzerinde yaşadığımız Dünya, canlı hayatı için çok özel bir biçimde inşa edilmiştir. Tesadüflerin değil, tamamen bilinçli bir düzenlemenin ürünüdür.

Tüm evrene de hakim olan bu kusursuz düzen bizi tek bir sonuca götürür. Evreni sonsuz bir güç ve akıl sahibi alemlerin Rabbi olan Allah'ın yarattığı gerçeğine...

DÜNYA'NIN KORUNMUŞ TAVANI: ATMOSFER

Çoğunlukla pek farkında olmayız, ama her gezegene olduğu gibi Dünya'ya da çok sayıda göktaşı düşmektedir. Diğer gezegenlere düştüklerinde dev kraterler açan bu göktaşlarının Dünya'ya zarar vermemelerinin nedeni, gezegenimizi saran atmosferin düşmekte olan göktaşlarına karşı büyük bir direnç göstermesidir. Göktaşı bu dirence fazla dayanamaz ve sürtünmeden dolayı yanarak büyük bir kütle kaybına uğrar. Böylece, büyük felaketlere yol açabilecek bu tehlike, atmosfer sayesinde savuşturulmuş olur.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Kuran'da, atmosferin yaratılışındaki bu özellik şöyle bildirilmektedir: "Gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık, onlar ise bunun ayetlerinden yüz çevirmektedirler." (Enbiya Suresi, 32)

Gökyüzünün "korunmuş bir tavan" oluşunun en önemli örneklerinden biri Dünya'yı saran manyetik alandır. Atmosferin en üst tabakası "Van Allen" isimli bir manyetik kuşaktan oluşur. Bu kuşak Dünya'nın çekirdeğinin sahip olduğu özellikler nedeniyle ortaya çıkmıştır.

Çekirdek, demir ve nikel gibi manyetik özelliği olan ağır elementleri içerir. Ancak bunlardan daha önemlisi çekirdeğin iki farklı yapıdan oluşmuş olmasıdır: İç çekirdek katı, dış çekirdek ise sıvı haldedir. Çekirdeğin bu iki katmanı birbiri etrafında hareket eder. Bu hareket ağır metaller üzerinde bir çeşit mıknatıslanma etkisi yaparak bir manyetik alan oluşturur. İşte Van Allen Kuşakları bu manyetik alanın, atmosferin en dışına kadar ulaşan bir uzantısıdır. Bu manyetik alan sayesinde Dünya, uzaydan gelebilecek olan tehlikelere karşı korunmuş olur.

Başka gezegenlerin bu tür "korunmuş tavan"lardan yoksun olması, Dünya'yı Allah'ın özel olarak yarattığının bir başka göstergesidir. Örneğin, Mars gezegeninin çekirdeği katıdır ve bu nedenle etrafında da manyetik bir koruma söz konusu değildir. Mars'ın büyüklüğü Dünya'nınki kadar olmadığı için çekirdekte sıvı kısmı oluşturacak kadar bir basınç doğuramamıştır. Ayrıca gezegenin uygun büyüklükte olması da manyetik alan için yeterli değildir. Örneğin, Venüs'ün çapı yaklaşık Dünya'nın çapı kadardır. Kütlesi Dünya'nınkinden ancak %2 daha azdır ve ağırlığı da hemen hemen Dünya'nınkine eşittir. Dolayısıyla hem basınç açısından, hem de diğer nedenlerle Venüs'te de metalik bir sıvı çekirdek kısmının oluşması kaçınılmazdır. Buna rağmen Venüs'te de manyetik alan yoktur. Bunun sebebi Venüs'ün Dünya'ya göre oldukça yavaş dönmesidir. Dünya kendi etrafındaki turunu 1 günde tamamlarken Venüs bir turu 243 günde tamamlar. (Harun Yahya, Evrenin Yaratılışı)

DÜNYA'NIN YARATILIŞINDAKİ MÜKEMMEL UYUM

Dünya'nın "korunmuş tavan"ını oluşturan manyetik alanın var olması için, Ay'ın ve komşu gezegenlerin büyüklükleri ve Dünya'ya olan uzaklıkları da önemlidir. Komşu gezegenlerden birinin şimdikinden büyük olması, o gezegene büyük bir çekim kuvveti kazandıracaktı. Komşu gezegenin sahip olacağı bu büyük çekim kuvveti, Dünya'nın çekirdeğindeki katı ve sıvı kısımlardaki hareket hızını değiştirecek, bugünkü şekilde bir manyetik alanın oluşmasına engel olacaktı.

Kısacası Dünya göğünün "korunmuş tavan" özelliğine sahip olması, Dünya'nın çekirdeğinin yapısı, dönüş hızı, gezegenler arası uzaklık ve gezegenlerin kütleleri gibi pek çok değişkenin en uygun noktada birleşmesini gerektirmektedir. Tüm bunlar şu gerçeği bir kez daha göstermektedir: Üzerinde yaşadığımız Dünya, canlı hayatı için çok özel bir biçimde inşa edilmiştir. Tesadüflerin değil, tamamen bilinçli bir düzenlemenin ürünüdür.

Bütün bu bilgilerin bize gösterdiği, etrafımızda son derece hassas ve "yaşam için gerekli" dengelerden oluşan mükemmel sistemler olduğudur. Tüm bu sistemleri yaratarak insanın hizmetine veren de alemlerin Rabbi olan Allah'tır. Allah'ın bu kusursuz yaratışı Kuran'da şöyle haber verilir:

"O, biri diğeriyle 'tam bir uyum'içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman'ın yaratmasında hiçbir 'çelişki ve uygunsuzluk'göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir." (Mülk Suresi, 3-4)

Dünya'nın ekseni yörüngesine 23 derecelik bir açıyla eğim yapar. Mevsimler bu eğim sayesinde oluşur. Bu eğim şimdiki değerinden daha fazla ya da daha az olsaydı, mevsimler arasındaki sıcaklık farkı aşırı boyutlara ulaşacağından yeryüzü üzerinde dayanılmaz sıcaklıkta yazlar ve aşırı soğuk kışlar yaşanırdı.

 
 Canlılardaki Olağanüstü Dayanışma

Canlıların tehlike halinde kurdukları işbirliklerinin kendiliklerinden gerçekleştirdiklerini söylemek akıl sahibi bir insan için mümkün değildir. Bu canlıların herbirine sahip oldukları yetenekleri veren ve nasıl davranacaklarını ilham yoluyla öğreten Allah'tır.

Hayvanların topluluk halinde yaşamalarının en büyük avantajlardan biri, tehlikelere karşı daha fazla korunma sağlanmasıdır. Çünkü topluluk içinde yaşayan hayvanlardan herhangi biri tehlikeyi sezdiğinde sessizce olay yerinden kaçmak yerine var gücüyle çevresindeki diğer hayvanları da uyarır. Her bir canlı türünün kendine özgü bir uyarı şekli vardır. Örneğin tavşanlar ve bazı geyikler tehlikeyi sezdiğinde çevresindeki hayvanları uyarmak için kuyruklarını diker, ceylanlar ise ilginç bir zıplama dansı yaparlar.

Birçok küçük kuş, düşmanlarını fark ettiğinde hemen öterek alarm verir. Sarı asma kuşu gibi türler alarm verirken dar frekans aralığı olan ve yüksek perdeden bir ses çıkartır. İnsan kulağı bunu ince bir ıslık gibi algılar. Bu sesin en önemli özelliği ise kaynağının yönünün anlaşılmamasıdır. Bu, sürüsünü uyaran kuş için önemli bir avantajdır. Çünkü kuş aslında düşmanı gördüğünde çığlık atarak bütün dikkati üzerine çekmeyi göze almaktadır. Ama sesin yönü belli olmadığı için tehlike nispeten azalmaktadır.

Koloniler halinde yaşayan böceklerde de, tehlikeyi ilk sezen böcek bütün koloniyi uyarır. Ancak tehlikeyi haber veren böceğin salgıladığı alarm kokusu düşmanın da dikkatini çeker. Dolayısıyla kolonisini tehlikeye karşı uyaran böcek ölümü de göze almış olur.

Çayır köpekleri büyük koloniler halinde yaşar. Adeta bir kent haline dönüşmüş olan yuvaları, yaklaşık 30 hayvanın yaşadığı bölümlere ayrılmıştır. Bu kentteki hayvanların tümü birbirini tanır. Her zaman tünel dışında ve girişlerde bulunan tepeciklerin üzerinde her yönü görebilecek şekilde arka ayakları üzerinde dikilmiş nöbet tutan hayvanlar bulunur. Nöbetçilerden biri bir düşman görürse, ıslık şeklinde bir dizi havlama sesi çıkarır. Bu uyarı, diğer nöbetçiler tarafından yinelenir ve uyarı, tüm kent tarafından duyularak alarm haline geçilmesini sağlar.

Burada öncelikle dikkat çekilmesi gereken bir nokta vardır. Canlıların birbirlerini fedakarca girişimlerle uyarması elbette düşündürücüdür. Ancak daha da önemlisi bu hayvanların her birinin birbirlerini "anlıyor" olmasıdır. Yukarıda söz ettiğimiz canlılardan biri, örneğin tavşan kuyruğunu havaya kaldırdığı zaman, etrafındaki diğer canlılar onun bir tehlike sinyali verdiğini hemen kavrar ve buna göre önlem alırlar.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Oradan uzaklaşmaları gerekiyorsa uzaklaşır, saklanmaları gerekiyorsa saklanırlar. Burada düşünülmesi gereken şey şudur: Bu hayvanlar bu işareti gördüklerinde kaçmaları gerektiğini anlıyorlarsa, bu hayvanların daha önceden bunu kendi aralarında konuşarak kararlaştırmaları gerekir ki, tek komutta hemen uygulamaya geçirebilsinler.

Burada göz ardı edilemeyecek derecede şuurlu davranışlar söz konusudur. Bunun tek açıklaması canlılara yaptıkları bu akıllı davranışları öğretenin ve uygulatanın, herşeyin yaratıcısı olan, yarattıklarını koruyup kollayan, sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olan Allah olduğudur.

Canlılar Tehlikelere Birlikte Karşı Koyarlar

Sürü halinde yaşayan birçok hayvan türü tehlike anında birbirlerini uyarmanın yanı sıra tehlikeye de birlikte karşı koyarlar. Örneğin küçük kuşlar, doğan veya baykuş gibi yırtıcı kuşlar bölgelerine girdiğinde topluca bu hayvanların çevresini sarar. Bu arada çevredeki diğer kuşları da bölgeye çekmek için özel bir ses çıkartırlar. Küçük kuşların topluca gösterdikleri saldırgan hareketler, yırtıcı kuşları genellikle bölgeden uzaklaştırır.

Birarada uçan bir kuş sürüsü de aynı şekilde tüm sürü üyeleri için bir koruma sağlar. Örneğin sürü halinde uçan sığırcıklar aralarında geniş bir mesafe bırakarak uçarlar. Ancak bir doğan gördüklerinde aralarındaki boşlukları kapatırlar. Böylelikle doğanın sürünün ortasına dalmasını zorlaştırırlar, kaldı ki doğan bunu yapsa bile başarılı olamaz, kanatlarını sakatlar ve avlanamaz.

Genel olarak bir zebra sürüsü saldırıya uğradığında sürünün lideri olan zebra geride kalır ve dişiler ile taylar önde koşar. Erkek zebra arkada zigzaglar çizerek koşar, çifteler atar, hatta geri dönüp saldırgan hayvanları kovaladığı bile olur.

Misk sığırları da bir saldırganla karşılaştıklarında kaçmak yerine kendilerine bir güvenlik çemberi oluştururlar. Tüm grup üyeleri düşmana arkalarını dönmeden geri geri giderek bir daire haline gelirler. Yavrular bu dairenin merkezindedir ve annelerinin uzun tüylerinin altında saklanır. Yetişkinler yavruların çevresini kuşatarak onları tam bir koruma altına alır. Saldırganların üzerine atılan bir misk sığırı saldırıdan sonra yavruları koruyan dairenin dağılmaması için yerine geri döner. (Harun Yahya, Canlılardaki Fedakarlık ve Akılcı Davranışlar)

Elbette canlıların bu iş birliklerini kendi iradeleriyle gerçekleştirdiklerini söylemek akıl sahibi bir insan için mümkün değildir. Bu gerçekler karşısında varılması gereken sonuç şudur: Doğadaki herşey sonsuz ilim ve kudret sahibi bir Yaratıcı'nın eseridir. O Yaratıcı tüm canlıları, insanları, hayvanları, böcekleri, bitkileri, canlı cansız tüm varlıkları yaratan Allah'tır. O, üstün bir kudret, şefkat, merhamet, akıl, ilim ve hikmet sahibidir. İnsana düşen ise, Allah'ın ayetleri üzerinde hakkıyla düşünmektir. Ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:

"Şu halde hamd göklerin Rabbi, yerin Rabbi ve alemlerin Rabbi Allah'ındır. Göklerde ve yerde büyüklük O'nundur. O, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir." (Casiye Suresi, 36-37)

 
 
Uçan Canlılardaki Üstün Tasarım Ve Uçuş Teknolijisi

Kuşlarda ve uçan böceklerdeki üstün tasarım, bilim adamlarını hem hayrete düşürüyor hem de onlara uçak tasarımlarında yol gösterici oluyor.


Kuşlar uçarken kanatlarını maruz kaldıkları şartlara göre en iyi biçimde kullanırlar. Kuşlar, rüzgar gibi değişkenlere göre gerekli değişiklikleri otomatik olarak yapacak bir şekilde yaratılmış oldukları için en iyi uçucu olarak kabul edilirler. Şimdi uçak teknolojisine yön veren firmalar onların bu yaratılış özelliklerinden ders çıkarmaya çalışıyor: NASA, Boeing firması, ABD hava kuvvetleri uçağa yerleştirilmiş bir bilgisayardan gelen bilgilere göre biçim değiştirme yeteneği taşıyan, cam liflerden yapılmış esnek bir kanat tasarlamıştır.

Söz konusu bilgisayar, aynı zamanda uçuş koşullarını (sıcaklık, rüzgar kuvveti) bildiren ölçü aygıtlarının verdiği bilgileri işleme yeteneğine de sahip olacaktır. Bilgisayar bu şekilde aldığı bilgilere göre, kanatların eğriliğini en uygun biçimde değiştirebilecektir. (Harun Yahya, Doğadaki Tasarım)


Bu konuda çalışan bir başka firma da Airbus'tır. Airbus da uçağın kanatlarına, tıpkı kuşlarınki gibi uçuş koşullarına göre şekil alabilme özelliği kazandıracak uyarlanabilen kanatlar (adaptive wings) yapmaya çalışıyor. Amaç, yakıt sarfiyatını ve emisyonları azaltmak.

Kuşlar ile havacılık teknolojisi karşılaştırılacak olursa, bu üstün uçuş tasarımından çıkaracağımız daha çok dersin olduğunu anlayabiliriz. Nitekim TAI'de uçak mühendisliği yapan bilim adamı Necmi Kara bu konuda şöyle diyor: "En gelişmiş teknoloji bile gerçek bir kuşun en iyi, en uygun konstrüksiyonunu gerçekleştirmekten çok uzaktır." ("Engineers Ask Nature for Design Advice", Jim Robbins, New York Times, 11 December 2001)

Kısacası kuşların uçuş şekilleri ve kanat yapıları tam anlamıyla bir tasarım harikasıdır. Kuşlardaki bu eşsiz tasarım yıllardan beri uçak mühendislerinin ilham kaynağı olmuştur. Allah bu canlıları uçmaya en elverişli sistemlerle donatmıştır. Kuşlarda apaçık görülen bu tasarımı ve bunun yalnızca herşeyi düşünen, kusursuz bir akla sahip olan bir Yaratıcı'nın eseri olabileceğini hiç kimse inkar edemez. Allah Kuran-ı Kerim'in bir ayetinde bu canlılardaki yaratılışa şöyle dikkat çekmektedir:
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  "Onlar, üstlerinde dizi dizi kanat açıp kapayarak uçan kuşları görmüyorlar mı? Onları Rahman (olan Allah')tan başkası (boşlukta) tutmuyor. Şüphesiz O, herşeyi hakkıyla görendir." (Mülk Suresi, 19)

Kuşların Kanatları Uçak Yapımına Yön Veriyor

Kuşların uçuşunun incelenmesi uçak kanatlarının yapılarında önemli değişikliklere neden olmaktadır. Bu değişikliklerden ilk yararlanan uçaklardan biri, bir Amerikan avcı uçağı olan F-111'dir. Artık bu uçağın kanatlarında, yönü değişebilen hareketlerle uçağın sağa ya da sola dönmesini sağlayan kanatçıklar bulunmamaktadır. Uçak dönüşlerini, kuşların yaptığı gibi, kanatlarının biçimlerini, kanadın yandan görülen eğriliğinin artması ya da azalması biçiminde, değiştirerek yapmaktadır. Yön değiştirirken, klasik yüzgeçli kanatları olan uçağın geçici dengesizliklere düşmesine karşın, kanadın yansal eğriliğinin değişmesi ile sağlanan üstünlükten yararlanan uçaklar, dönüşlerde dengeli kalabilmektedirler.

Akbabanın Telekleri Havacılık Araştırmalarına Yol Gösteriyor

Bir uçak uçarken kanadının ucunda basınç farklılıklarından kaynaklanan büyük burgaçların oluşması söz konusudur. Bu tip burgaçlar, uçuş esnasında uçakta olumsuz etkiler yaratır.

Havacılık araştırmalarında, akbabaların incelenmesiyle, onların uçarken teleklerini (kanatlarının uçlarında yer alan büyük tüyler) bir elin parmakları gibi açtıkları görüldü. Yapımcılar, bu gözlemin sonucunda akbabanın kanat uçlarını kopya ederek, metalden küçük kanatçıklar yapmak ve bunları körük olarak sınamak düşüncesini edindiler. Bu aygıtın bir dizi küçük burgaç doğmasına yol açtığı ve önceki büyük burgacın yerini alan bu burgaçların daha az zararlı olduğu kanıtlandı. Şimdi küçük kanatçıkların, uçakların kanat uçlarına uyarlanması için çalışılıyor.

Bilim, Böceklerin Uçmak İçin Kullandığı Aerodinamik Teknikleri Henüz Çözemiyor


Büyük düz kanatlar böceklerin uçuşunda avantaj sağlar. Ancak böyle kanatların zarar görme riski de fazladır. Bu nedenle katlanabilmeleri gerekir. Ne var ki büyüklük katlanmayı zorlaştıran bir özelliktir. Arılarda bu problem, çengelcik adı verilen bir sıra hassas kanca dizisi tarafından çözülür. Çengeller kanatları birbirine birleştirir. Arı bir yere konduğunda, çengelcikler birbirlerinden ayrılır ve kanatlar rahat bir şekilde katlanabilirler. 
Bir böcek uçarken ortalama olarak saniyede birkaç yüz defa kanat çırpar. Hatta kanatlarını saniyede 600 defa çırpabilen böcekler bile vardır. Bir saniyede bu kadar hareketin, üstelik olağanüstü bir hassaslıkta yapılması, bu tasarımın teknolojik olarak taklit edilmesini imkansız kılmaktadır.

Nitekim California Üniversitesi'nde Biyoloji Profesörü olan Michael Dickinson ve arkadaşlarının meyve sineklerinin uçuş tekniğini ortaya koyabilmek için geliştirdikleri robot, meyve sineğinin 100 katı büyüklükte ve ancak binde biri hızla kanat açıp kapama hareketi gerçekleştirebilmektedir. Üstelik her beş saniyede bir kanat hareketi yapan robot sineğin bu hareketi için 6 ayrı motor kullanılmak zorundadır.

Bilim adamları yıllardır böceklerin kanat çırpma hareketlerinin ayrıntılarını ortaya koymak için çeşitli deneyler yapmaktadırlar. Bunlardan biri de California Universitesi'nde bir biyolog olan Prof. Michael Dickinson'un meyve sinekleri üzerinde yaptığı deneylerdir. Bu deneyler sırasında Dickinson sinek kanatlarının -basit menteşelerle tutturulmuş gibi- düz hareketler yapmadığını, aksine son derece kompleks aerodinamik tekniklerden yararlandığını tespit etmiştir. Ayrıca her çırpmada kanatların yönü değişmektedir: Aşağı hareket eden kanatta üst kısım yukarı bakarken, yukarı harekette kanat dönerek, bu kez kanadın alt kısmı yukarı bakmaktadır. Bu kompleks uçuş tekniğini analiz etmek isteyen bilim adamları ise, uçak kanatları için kullanılan "klasik aerodinamiğin" yetersiz olduğunu ifade etmektedirler.

Nitekim meyve sinekleri de uçmak için birden fazla aerodinamik özellikten yararlanmaktadırlar. Örneğin kanatlar bir vuruş meydana getirdiğinde arkasında girdaplı, komplike bir hava dalgası bırakır. Kanat geri dönerken de bunu dümen suyu gibi dalganın içinden geçirerek, daha önce kaybettiği enerjisinin bir kısmını yeniden devreye sokmuş olur. Saniyede 200 kez kanat çırpan 2,5 milimetrelik meyve sineği ve diğer böceklerin uçuş kasları en güçlü kaslar olarak nitelendirilir. Kanatların yanı sıra sahip oldukları keskin gözler, denge için kullandıkları ufak arka kanatlar ve kanatların zamanlamasını ayarlayan alıcılar gibi daha pek çok detay da tasarımlarındaki mükemmelliği artırmaktadır.

Burada göz ardı edilmemesi gereken bir konu da, böceklerin milyonlarca senedir bu aerodinamik kurallardan yararlanarak uçtuklarıdır. Günümüzde en gelişmiş teknolojileri kullanan bilim adamlarının bile, böceklerin uçuş tekniklerini tam olarak açıklayamamaları, yaratılışın apaçık delillerinden biridir. Allah hikmetle bakan gözler için, küçücük bir böcekte de aklının ve ilminin benzersizliğini sergilemektedir. Bir ayette Allah buna şöyle dikkat çekmektedir:

"Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "OL" der, o da hemen oluverir." (Bakara Suresi, 117)

Baykuş Sessizliği

Baykuşlar, geceleri avlarını, farkında olmadıkları bir anda yakalamak için üzerlerine sessizce çullanırlar. Hampton, Virginia'daki NASA Langley Araştırma Merkezi'ndeki araştırmacıların belirttiğine göre, birçok kuşun uçuş tüylerinin belirgin, düzgün şekilli kenarları olmasına karşın baykuşların uçuş tüyleri, havanın kanat üzerinden geçerken ortaya koyduğu türbülansı -ve böylelikle gürültüyü de- azaltacak şekilde yumuşak saçaklara sahip bulunuyor. Baykuş kanatlarını taklit ederek, askeri tasarımcılar hayalet uçakları olduklarından daha da gizli hale getirebilmeyi umuyorlar. Baykuşlardaki tasarım sayesinde radarlar tarafından görülmeyen uçakların hiç duyulamayacak kadar sessiz olması hedefleniyor.

Kanat şekilleri

Kuşların kanat şekli uçabilmelerinde rol oynayan bir numaralı faktördür. Şahin, atmaca ve kırlangıç gibi hızlı uçan kuşların kanatlarının uçları, diğer kuşların kanatlarına göre arkaya doğru daha çekik, dar ve sivri uçludur. Kuşların bu özellikleri uçak mühendisleri için yol gösterici olmuştur.

Düz kanatlar daha fazla kaldırma kuvveti sağlar. Bu kalkış ve iniş sırasında önemlidir. Ancak yüksek hızlarda en iyisi uçları geriye doğru çekik kanatlardır. Bu iki özellikten de yararlanmanın tek yolu konumlarını değiştirebilen kanatlar yapmaktır. Bunlara hareketli kanatlar denir. F-111, Tornado gibi savaş uçakları böyle kanatlara sahiptir. Bu uçaklar hız kazandıkça kanatları kuyruğa doğru konum değiştirir.


 
 
Canlılarda Mükemmel Savunma Tekniği: KAMUFLAJ

Her canlı, kendisini savunabileceği farklı yeteneklerle birlikte var edilmiştir. Kimisi çok hızlı ve çeviktir; düşmanlarından kaçarak kurtulur. Kimisi yerinden kımıldayamaz; ama sağlam zırhlarla kaplıdır. Kimisi, kendisini yılana benzeten tırtıl gibi olağanüstü "korkutma" becerilerine sahiptir. Bazıları, zehirli, yakıcı ya da kötü kokulu gazlar püskürtür. Bir kısmı da, ölü taklidi yapabilecek yetenekte yaratılmışlardır.

Allah bazı canlıları bulundukları ortamda gizlenebilecekleri şekle ve desenlere sahip olarak yaratmıştır. Bir yaprak ile ya da bir ağacın desenleri ile olağanüstü benzerlikte bedenlere sahip olan canlılar bu sayede düşmanlarından gizlenmeyi başarırlar. Allah'ın bu hayvanlara verdiği "kamuflaj" yeteneği o kadar mükemmeldir ki konuyla ilgili birçok resmin bir bitkiye mi, yoksa bir hayvana mı ait olduğunu anlamak veya o ortamın içinde canlıyı seçebilmek neredeyse imkansızdır. İlerleyen satırlarda verilecek örneklerde de açıkça görüleceği gibi kamuflaj özel biçimde planlanıp, "yaratılmış" bir savunma mekanizmasıdır.

Kamuflaj Allah'ın yarattığı evrende hiçbir 'çelişki ve uygunsuzluk' olmadığını ve O'nun güç, akıl ve ilminin sonsuz olduğunu gösteren örneklerden yalnızca bir tanesidir. Mülk Suresi'nde Allah kainattaki kusursuz uyumu şöyle belirtmiştir:

"... Rahman'ın yaratmasında hiçbir 'çelişki ve uygunsuzluk' göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir." (Mülk Suresi, 3-4)

 

Resimlerdeki yılanları fark edebiliyor musunuz?
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Kurumuş Yaprak mı? Kelebek mi?

İlk bakışta kurumuş bir yaprak sanılabilecek bu resim aslında bir kelebeğe ait. Damarlardan, çürümüş bölgelere ve tonlamalara kadar her türlü ayrıntıyı üzerinde taşıyan bu yaprak benzeri kanatlar, kelebekler için çok güzel bir korunma sağlıyor. (www.hayvanlaralemi.net)

Kelebeğin yaprağa böylesine olağanüstü bir şekilde (yaprağın damarları ve kurumuş kısımları bile ihmal edilmeden)benzemesine "rastlantı" deyip geçmek elbette mümkün değil. Kelebeğin kendi kendini "yapraklaştırdığını" kabul etmekse aynı oranda mantık dışı bir iddiadır.

Mevsime ve Zemine Göre Değişen Tüy Rengi

Ortama göre renk değiştirme olayı, hayvanların vücutlarında yaratılmış olan oldukça karmaşık mekanizmalar sayesinde gerçekleşmektedir. Güneşte kalan insan derisinin kızarıp-koyulaşmasına benzetilebilecek bu mekanizmalar, hayvanların deri ve tüylerinde renk değişikliklerine yol açmaktadır.

Önemli olan, bu tüy değişiminin hayvan için büyük bir korunma mekanizması oluşturmasıdır. Kışın karlı günlerinde beyaz, diğer mevsimlerde toprak renginde olan tüyler, kamuflaj yönünde büyük avantaj sağlar.

Bunun tersi de olabilir ve hayvan kışın toprak rengi ya da yazın bembeyaz kalabilirdi. Ya da hiç renk değiştirmeyebilirdi. Kısacası renklerin mevsimlere göre değişmesinde açık bir akıl ve hesap vardır. Vücudumuzun güneşte yanmasını engelleyemememiz (özel korunma yöntemleri hariç) gibi hayvanlar da vücutlarındaki değişimi kontrol kabiliyetine sahip değillerdir. Bir hayvanın bunu kendisinin hesaplayıp kontrol etmesi mümkün değildir. Kuşkusuz ki Allah bu canlıları, böylesine bir korunma mekanizması ile birlikte yaratmıştır. (Harun Yahya, Düşünen İnsanlar İçin)

Yapraklar Arasında Gizlenen Çekirgeler

Yaprakla beslenen çekirgelerin ömrü doğal olarak yaprakların arasında geçer. Sahip oldukları renk yaprakla birebir benzeştiğinden, en büyük düşmanları olan kertenkele ve kuşların çekirgeleri fark etmeleri genelde mümkün olmaz. Böylece çekirgeler güvenlik içinde yaşamlarını sürdürür ve beslenirler.

Herhalde çekirgelerin yaprakların yanında dura dura "yapraklaştığını" kimse iddia edemez. Ya da kendi kendilerini, her nasılsa, "yapraklaştırdıklarını"...

Açıktır ki, yaprak yiyen çekirgeler, yaşamlarını sürdürmeleri için böyle bir kamuflaj özelliği ile birlikte yaratılmışlardır. Bu, herşeyi en güzel yapan Rabbimizin sanatıdır.
 
 
Sivrisinek Mucizesi

Avın Yerini Tespit Eden Hassas Alıcılar

Sivrisinek, ısı, gaz, nem ve koku dedektörleriyle yüklü bir savaş uçağı gibidir. 30 metreden avının varlığını ve yerini tespit edebilir. 10 mm. boyundaki sivrisineğin, bu kadar etkili algılama sistemleriyle donatılmış olması, bu canlının ihtiyaçlarını bilinçli bir Yaratıcının doğuştan karşılanmış olduğu anlamına gelir. Bu üstün Yaratıcı, sivrisineği yoktan var eden Allah'tır.

Sivrisinek avını kolaylıkla bulmasını sağlayan özel sistemlere sahiptir. Bu sistem ısı, gaz, nem ve bazı kimyasal maddelere duyarlı çeşitli algılayıcılardan oluşur. Bu sayede sivrisinek, avının yerini karanlıkta çok kolay tespit eder.

Isıya hassas algılayıcılar kullanmak, günümüz askeri teknolojisinde de sık sık kullanılan ve özellikle karanlık ortamlarda oldukça etkili olan bir yöntemdir. Sivrisineğin vücudunda da çok hassas bir ısı algılayıcısı vardır. "Tarsi" adı verilen bu organ, sivrisineğin ön ayaklarında bulunur. Bu ısı algılayıcısı sayesinde, derinin altında kanın yoğun olduğu bölgeleri -damarlar dokulardan daha sıcaktır- kolaylıkla bulur. Sivrisineği çeken bir başka unsur da karbondioksit gazıdır. İnsan ve hayvanların nefesinde bulunan bu gaz, sivrisinekler için oldukça çekicidir ve avını bulmasına yarayan önemli bir ipucudur.

Isı, gaz, nem veya kimyasal salgı uyarılarından birini algılayan sivrisinek hemen avına yönelir. Sivrisinek avının üzerine o kadar yumuşak konar ki bu, çoğu zaman hissedilmez bile. Daha sonra ağız bölgesinde bulunan bir çift alet yardımıyla, delmek için en uygun olan noktayı bulur.

İlk delme işlemi alt ve üst çene tarafından yapılır. Hortumun içinde bulunan 4 kesici bıçak deriyi derinlemesine keser. Sıcaklık, koku, tat ve dokunma duyu organları, deri altındaki kılcal damarların sık olduğu yerleri saptamada önemli rol oynar. Birkaç denemeden sonra sivrisinek damarı bulur.

Sivrisinek açtığı delikten içeri uzattığı tüp yardımıyla kanı emer. Bu tüp sayesinde küçük bir kan damarına girip, kanı doğrudan buradan içebilir. Ya da deriyi kestiğinde çevredeki dokularda biriken kanı emer. Çoğu kez delici iğneler deriye dikine girer. Sivrisineğin iğnesinin en önemli özelliği belirli bir derinlikte eğilebilmesidir. Bu muhteşem özelliği sayesinde iğne deri altında kolaylıkla hareket eder, hatta derinin yüzeyine paralel uzanacak hale bile gelebilir. Böylece sivrisinek iğnesini damarca en zengin bölgeye ulaştırır.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Ancak burada sivrisineği bekleyen önemli bir sorun vardır. Sivrisinek bir insanı ısırdığı anda, insan vücudunda bulunan bir tür savunma sistemi devreye girer. Vücuda mikropların girmesini engellemek ve kanı durdurmak için gerekli olan enzim, yara bölgesine salgılanmaya başlar. Bu enzim de kanın pıhtılaşmasını sağlar. Kanda pıhtılaşmanın başlaması ise, sivrisineğin kan emişini imkansız hale getirecektir. Fakat bunu "bilen" (!) sivrisinek, kesici bıçaklarından birisinin içinden yaraya, pıhtılaşmayı engelleyen bir salgı enjekte eder! Bu salgı pıhtılaşmayı engelleyen bir enzim içerir. Böylece kandaki enzim etkisiz hale getirilir ve pıhtılaşma durur.

Dahası bu salgı sayesinde sivrisinek kurbanına lokal anestezi yapar. Kestiği bölgeyi uyuşturur. Böylece insan, derisinin kesildiğinin ve kanının emildiğinin farkına varmaz. Deride, kaşınmaya neden olan şey de işte bu salgıdır.

Bütün bu anlatılanlar saniyelerle ifade edilebilecek bir zaman diliminde olup biterken, insan kendisini bir sivrisineğin soktuğunun farkına bile varmaz.

Bu bilgiden sonra şu soruları sormak kaçınılmazdır:

Kanın pıhtılaşma gibi bir özelliği olduğunu sivrisinek nereden bilmektedir?

Kestiği dokunun canlı olduğunu, bu işlemin kurbanına acı vereceğini nasıl öğrenmiş ve bu probleme karşı uyuşturma tekniği geliştirmiştir? Ameliyat öncesinde lokal anestezi yapmak insanın tıp bilimi yardımıyla geliştirdiği bir tekniktir. Sivrisinek bu ilme nasıl sahip olmuştur?

Bu sıvıların laboratuvar şartlarında bile sentezlenmesi son derece güçken, sivrisinek bu sıvıya doğuştan nasıl sahip olmuştur?

Sivrisinekteki salgı ve bu salgıyı insandaki kan damarına enjekte eden sistemi, hem insan bedeninin yapısını hem de sivrisineğin anatomisini en ince ayrıntısına kadar bilen ve bunlara hakim olan Allah yaratmıştır.

Bu küçücük hayvana bile kolaylıkla mağlup olan insana düşen görev Allah'ın dış alemlerde yarattığı delilleri görmeye çalışmak, Rabbimizin gücünü hakkıyla takdir etmektir. Ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:

Ey insanlar, (size) bir örnek verildi; şimdi onu dinleyin. Sizin, Allah'ın dışında tapmakta olduklarınız -hepsi bunun için bir araya gelseler dahi- gerçekten bir sinek bile yaratamazlar. Eğer sinek onlardan bir şey kapacak olsa, bunu da ondan geri alamazlar. İsteyen de güçsüz, istenen de. Onlar, Allah'ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Şüphesiz Allah, güç sahibidir, azizdir. (Hac Suresi, 73-74)

"Şüphesiz Allah, bir sivrisineği de, ondan üstün olanı da, (herhangi bir şeyi) örnek vermekten çekinmez. Böylece iman edenler, kuşkusuz bunun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler; inkâr edenler ise, "Allah, bu örnekle neyi amaçlamış?" derler. (Oysa Allah,) Bununla birçoğunu saptırır, birçoğunu da hidayete erdirir. Ancak O, fasıklardan başkasını saptırmaz." (Bakara Suresi 26)

 
 
Uçan Sincaplar

Sincaplar, daha çok Avrupa kıtasındaki ormanlarda yaşarlar. Boyları 25 cm., yani sizin ellerinizle iki karıştır. Vücutlarının arkasında, hemen hemen kendi boyları kadar uzun yukarı doğru duran, geniş ve gür tüylerden oluşan kuyrukları bulunur. Sincap bu uzun kuyruğu sayesinde dengesi bozulmadan ağaçtan ağaca atlar.

Minik sivri tırnakları sayesinde ağaçlara tırmanabilen sincap bir dalın üstünde koşabilir, baş aşağı sallanabilir ve o şekilde ilerleyebilir. Özellikle gri sincaplar bir ağacın en uçtaki dalından 4 metre uzaktaki bir başka ağacın dalına bile rahatlıkla atlayabilirler. Havada uçarken de kollarını ve bacaklarını açarak adeta bir planör gibi hareket ederler. Bu esnada yassılaşan kuyrukları ise hem dengelerini sağlar hem de yönlerini ayarlayan bir dümen görevi görür. Hatta kendilerini 9 metre yükseklikten boşluğa bırakıp dört ayak üzerine yere yumuşak iniş yapabilirler.

Peki ama sincap bu zor hareketleri nasıl başarmaktadır?

Tüm bunlar sincabın arka ayaklarını, mesafeleri çok iyi ayarlayabilen keskin gözlerini, güçlü pençelerini ve denge kurmasına yarayan kuyruğunu kullanması sayesinde olur. Peki hiç düşündünüz mü, sincaba bu özellikleri veren kimdir? Sincap bu şekilde yaşaması gerektiğini nereden biliyor? Sincapların ailece ellerine cetvel alıp ormandaki her ağacın boyunu veya ağaç dallarını ölçmeleri mümkün olmadığına göre, sincaplar ağaçtan ağaca atlarken mesafeleri nasıl ayarlıyorlar? Ayrıca, sincaplar nasıl hiç bir yerlerini sakatlamadan ya da yaralanmadan bu kadar hızlı hareketlerle atlayıp zıplayabiliyorlar?

Elbette bunları yapanlar sincapların kendileri değildir. Hiç kuşkusuz bu sevimli hayvanları sahip oldukları bütün özelliklerle birlikte yaratan ve onlara bunları kullanmayı öğreten yaratıcımız olan Allah'tır.

"... türetip-yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır." (Casiye Suresi, 4)

Hücre İçi İstihbarat Birimleri

Hücre içinde gerçekleşen bilgi transferi dünyanın en iyi istihbarat servislerinden bile daha hızlı ve daha verimli çalışmaktadır. Teknolojik açıdan hiçbir şekilde taklit edilemeyen bu sistemin en önemli özelliği dokusal organizmalardan oluşmasıdır.

“Allah yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah’ın herşeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah’ın ilmiyle herşeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için.” (Talak Suresi, 12)

Birçoğumuz yüksek haberleşme kuleleri ile karşılaşmışızdır ya da haberleri seyrederken yeni açılan benzer bir tesisin görüntüleri gözümüze çarpmıştır. Bunların bizlerde bıraktığı ilk izlenim, muhtemelen, çeşitli gelişmiş antenler ve karmaşık elektronik cihazlarla dolu yapılar olduklarıdır.

Aslında böyle bir görüş hatalı da sayılmaz, çünkü bu tesislerdeki teknolojik aletleri iyice tanımak için elektronik ve haberleşme alanında belirli bir uzmanlık veya mühendislik bilgisine sahip olmak gerekir. Bunun yanında hemen hemen hepimizin ortak bir kanaati daha vardır: Dünyanın dört bir yanındaki insanlarla iletişim kurmamıza olanak sağlayan bu tesisler artık insanlık için "olmazsa olmaz" bir konumdadır. Şöyle bir düşünelim: Tüm dünyadaki haberleşme kuleleri, santralleri ve istasyonları kısa bir süre için devre dışı kalsa neler olurdu? Açıktır ki böyle bir durum büyük bir kaos ve kargaşaya yol açardı. Ancak meydana gelen zarar maddi olarak ne denli büyük olursa olsun yine de telafii edilebilirdi.

Oysa 100 trilyon hücremizin kendi aralarındaki ve her bir hücrenin kendi içindeki haberleşmenin, saniyelerle ölçülecek kadar kısa bir zaman zarfında bile devre dışı kalması ve hücresel mesajların yerine ulaşamaması ölümle sonuçlanmaktadır. Günümüzdeki haberleşme sistemleri en ileri teknolojiye sahip elektronik ve mekanik aygıtlar kullanılarak kurulmuştur.

Oysa insanın sırlarını dahi çözemeyeceği kadar ileri teknolojiye sahip hücre içi haberleşme sistemleri, protein yapılı aygıtlar kullanılarak kurulmuştur. Proteinlerin içinde ise modern aygıtlarda olduğu gibi elektronik devreler, yarı iletkenler değil; bunların yerine karbon, hidrojen, oksijen ve azot atomları bulunmaktadır. Hemen belirtelim, vücudumuzda 30 bin civarında farklı protein olduğu tahmin edilmektedir ve henüz bunların sadece %2'sinin vücuttaki görevi tam anlamıyla çözülebilmiştir. Birçok proteinin yaptığı görev insanoğlu için halen bir bilinmeyendir.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Hücreler Arasındaki Sistem

Hücreler arasında kurulu haberleşme sistemi birçok açıdan insanların kullandıkları haberleşme sistemlerine benzer. Örneğin hücrelerin zarları üzerinde kendilerine ulaşan mesajları algılamalarını sağlayan "antenler" bulunmaktadır. Bu antenlerin hemen altında ise hücreye ulaşan mesajın kodunu çözen "santraller" bulunur.

Sözü edilen antenler, kalınlığı milimetrenin yüz binde biri kadar olan ve hücreyi çepeçevre saran hücre zarında yer alırlar. "Tirozin kinaz" reseptörü olarak isimlendirilen bu alıcı; anten, gövde ve kuyruk olmak üzere üç temel bölümden meydana gelir. Antenin hücre zarının dışında kalan parçasının şekli, uydu yayınlarını toplamakta kullanılan çanak antene benzer. Her çanak antenin belirli bir uydunun yayınını almaya yönelik olması gibi, değişik hormon moleküllerinin taşıdığı mesajların dilinden anlayan farklı antenler vardır.

Diğer hücrelerden gelen mesajlar -hormonlar-, hücre zarındaki antenlere temas eder. Ancak her anten yalnızca tek bir mesajı algılayacak şekilde tasarlanmıştır. Bu, çok özel bir tasarımın eseridir. Böylece gönderilen mesaj yanlışlıkla bir başka hücreyi harekete geçirmez.

Hormon ve anten birbirlerine öylesine uygun yaratılmışlardır ki, bu benzerlik hemen hemen bütün biyoloji kaynaklarında anahtar-kilit uyumuna benzetilir. Yalnızca doğru anahtar kilidi açabilir, yani yalnızca doğru hücre gönderilen mesajla muhatap olur, diğer hücreler için bu mesajlar hiçbir şey ifade etmez.

Hormon, hücreye ulaştığı andan itibaren hücre içinde bir sistem devreye girer. Hücreye gelen mesaj çok özel haberleşme sistemleri tarafından hücrenin DNA'sına ulaştırılır ve hücrenin bu mesaj doğrultusunda hareket etmesi sağlanır.

Şimdi genel olarak tasvir edilen bu olayın aslında ne büyük bir mucize olduğunu anlamak için günlük yaşamda herkesin karşılaşabileceği sıradan bir örnek üzerinde düşünelim.

Bilgisayar ağına bağlı kişisel bir bilgisayara internet aracılığıyla bir dizi bilgi gönderilebilir. Bilgisayar kendisine gönderilen bilgileri bir başka üniteye, örneğin bilgisayar yazıcısına iletir ve yazıcı bilgiyi kağıt üzerine döker. Bu, hemen her ofiste rastlanabilecek türden ve insanlar için sıradan görülen bir olaydır. Çünkü 80'li yıllardan itibaren bilgisayarlar kullanılmaya başlanmış, bilgisayar evlere, işyerlerine girmiş, 90'lı yılların ikinci yarısından itibaren de internet insan yaşamının bir parçası olmuştur. Bu yüzden yukarıdaki paragrafta insanı şaşırtacak bir yön yoktur.

Eğer bir gün gazetede gözle görülemeyecek kadar küçük bir bilgisayar yapıldığı, bu bilgisayarın diğer bilgisayarlarla haberleştiği yolunda bir haber okursanız şüphesiz tepkiniz çok daha farklı olur. Belki de bu teknolojinin bu kadar küçük bir boyuta sığdırıldığına inanamazsınız. Oysa gerçek hayatta bundan çok daha ileri teknolojiye sahip bir haberleşme sistemi, gözle göremeyeceğiniz kadar küçük bir bölgenin içinde her an çalışmaktadır.

Hücrenin antenlerine gelen bir mesajın, büyük bir hızla hücrenin çekirdeğine iletilmesi, üstelik bu haberleşme sırasında çok üstün bir teknoloji kullanılmış olması, gözle görülmeyen bir bilgisayarın yapılmış olmasından çok daha büyük bir mucizedir. Çünkü hücre bir et parçasıdır ve sizin bu yazıyı okuduğunuz gözlerinizden, ellerinize kadar bütün vücudunuz hücrelerin biraraya gelmeleri ile oluşmuştur. Vücudumuzda her birinin içinde çok ileri bir haberleşme sistemi olan 100 trilyon küçük canlı bulunmaktadır. Şüphesiz bu çok büyük bir mucizedir. (Harun Yahya, Hormon Mucizesi)

Hücrelerdeki Özel Haberciler

Çevrenizdeki insanlara içinde bulunduğumuz çağın en önemli iletişim olayının ne olduğunu sorsanız, verilen yanıtlar arasında ilk sırayı kuvvetli bir ihtimalle "internet" alırdı. Bu yanıtı verenlere neden böyle düşündüklerine dair ikinci bir soru yöneltin: Size internet teknolojisinin, küçük bir zaman diliminde büyük oranlarda bilgiyi dünyanın bir ucundan diğer ucuna transfer etmeye olanak sağladığını söyleyeceklerdir. Kimileri bunun haberleşmede bir devrim olduğunu, kimileri de hayret verici bir gelişme olduğunu belirtecektir. Elbette internet teknolojisi insanlık tarihinin en önemli gelişmelerinden birisidir. Ancak şurası da bir gerçektir ki, internet vasıtası ile sağlanan bilgi transferinin hız ve kapasitesi, hücreler arasındaki bilgi transferi ile karşılaştırıldığında oldukça düşük kalır.

Özellikle beyindeki nöronlar yani sinir hücreleri veya göz hücreleri gerek sürat gerek kapasite açısından insanoğlunun bildiği en hızlı bilgi transferi kapasitesine sahiptir.

Söz konusu hücrelerde, hızlı ve kusursuz veri transferini mümkün kılan sistemler her an işler durumdadır. Sinir hücrelerinin haberleşme ağı üzerine yapılan son bilimsel araştırmalar göstermiştir ki, bazı proteinler "inanılmayacak kadar çok sayıda bağlantı modülüne" sahiptir. Bu proteinler bu sayede, haberci protein gruplarını sürekli olarak birarada tutabilmektedir. Sinir hücrelerindeki son derece hızlı iletişim de, işte bu özel tasarımdan kaynaklanmaktadır.

PSD-95 haberci proteini

Hücreler dünyasının iletişim mekanizmasında yer alan özel proteinlere, PSD-95'i örnek olarak verebiliriz. Bu haberci proteinin, özellikle öğrenme işlemiyle ilgili nöronlarda faal olduğu düşünülmektedir.

PSD-95 proteininin bağlantı modüllerinin üç tanesi PDZ modülüdür. Bunlardan birincisi reseptörün sitoplazma içindeki kuyruğuna bağlanır, ikincisi hücre zarının iyon kanalını kontrol eder, üçüncüsü de sitoplazmadaki haberci proteinleri yakalar. Diğer bir ifadeyle, PSD-95 proteininin yapısındaki bağlantı modülleri ona birçok haberleşme unsurunu aynı anda koordine etme imkanı sağlar.

Bu harika haberleşme sistemleri sadece sinir hücreleriyle sınırlı değildir. Gözlerimizde de benzer sistemler bulunur. Hemen hatırlatalım ki elinizdeki bu kitabı okumanız, önemli ölçüde, göz hücrelerinizdeki hızlı haberleşme sisteminden kaynaklanmaktadır. Böylesi bir sürat olmasaydı, belki de bu satırlara baktığınız anda birkaç sayfa önce okuduklarınızı algılıyor olacaktınız.

Sözü edilen muhteşem mekanizmalar hayvanların gözlerinde de bulunmaktadır. Meyve sineği üzerinde yapılan çalışmalar, bu canlının çok sayıdaki küçük gözden oluşan göz modelinde de özel haberleşme modüllerinin varlığını ortaya çıkarmıştır.

Sonuç olarak, buraya kadar anlatılan gerçekleri göz önüne alalım ve kendi kendimize şu soruları soralım: Nasıl olmuş da proteinler böylesine akılcı ve özel iletişim sistemlerini kurmuşlardır? Nasıl olmuş da proteinler 100 trilyon hücrenin farklı ihtiyaçlarına anında cevap verecek haberleşme ağlarını inşa etmişlerdir? Ve yine nasıl olmuş da tasarım harikası modüler sistemleri kendi aralarında anlaşarak dizayn etmişlerdir?…

Bu soruların cevabını teknolojik gelişmelerden bir örnekle birlikte verelim:

Hücreler dünyasındaki modüler sistemlere en yakın örnek olarak halen yapımı devam eden Uluslararası Uzay İstasyonu'nu verebiliriz. Bu istasyon, insanlık tarihinin en büyük mühendislik başarılarından birisi olarak kabul edilmektedir ve modüler sisteme göre yapılmaktadır. Hiç kimse bu uzay istasyonunun atomların, moleküllerin, rüzgarların, yıldırımların, güneş enerjisinin bir araya gelmesiyle tesadüfen ortaya çıktığını iddia edemez. Gerçek olan şudur ki bu uzay aracı, dünyanın değişik ülkelerinden birçok bilim adamının uzun yıllara dayanan bilgi birikiminin ve çok detaylı mühendislik hesaplarının sonucunda inşa edilmektedir.

Bu durumda hücrenin içinde görev yapan ve bilim adamlarının tam olarak sırlarını çözemedikleri ileri bir teknolojiye sahip olan haberleşme modüllerinin bir yaratıcısı olduğu kesindir. Haberci proteinleri de ve bunlardan oluşan harika iletişim sistemlerini de "herşeyi yaratan" (Enam Suresi, 101) ve "her işi evirip düzene koyan" (Secde Suresi, 5) Allah yaratmış ve kusursuz bir şekilde düzenlemiştir.

 
 
Koku Alma Mucizesi

"Kendi nefisleri konusunda düşünmüyorlar mı? Allah, gökleri, yeri ve bu ikisi arasında olanları ancak hak ile belirlenmiş bir süre (ecel) olarak yaratmıştır. Gerçekten, insanlardan çoğu Rablerine kavuşmayı inkar ediyorlar." (Rum Suresi,

Hayatımızın hemen her anında değişik kokularla muhatap oluruz. Hatta "kokular dünyası"nda yaşadığımız söylenebilir. Çevremizdeki çiçeklerden, ağaçlardan, besinlerden, hayvanlardan, sanayi ürünlerinden, bakterilerin neden olduğu oluşumlardan ve diğer insanlardan kaynaklanan kokular bizi çepeçevre sarar.

Binlerce çeşitten oluşan kokular dünyasına baktığımızda, oldukça dikkat çekici ve ilginç bir nokta göze çarpar. Zevklerimiz ile kokular arasında çok önemli bir denge ve uyum vardır. Kısacası, bize yararlı olan maddelerin kokuları hoşumuza gider, bize zararlı olanlar ise kokularıyla bizi iterler.

Vücudumuza faydalı olan gıdalardan gelen kokular bizde hoşnutluk duygusu uyandırırlar ve o maddelere karşı ilgi duymamıza yol açarlar. Karnımız aç durumdayken pişen yemeğin kokusu bizi yemek yemeye teşvik eder; böylece hem yemekten zevk alırız hem de bedenimizin ihtiyaçlarını karşılamış oluruz. Öte yandan, vücudumuz aldığımız maddeleri sindirmekle meşgulken ve yeni bir besine gereksinim duymazken, yemek kokusu bize pek de cazip gelmeyecektir.

Kötü koku olarak nitelendirdiğimiz kokuların kaynakları ise, genellikle bizim için zararlı maddelerdir. Zehirli kimyasal maddeleri fena kokularından rahatlıkla tanıyabiliriz. Bakterilerin etkinliği sonucunda meydana gelen kötü kokular da bizi uyararak o maddelerden uzak durmamızı sağlar. Çürümüş bir meyvenin veya bozulmuş bir yemeğin etrafa yaydığı dayanılmaz kokular insanları tehlikeye karşı uyarırlar.

Kokulardaki söz konusu düzenlemenin insan sağlığı açısından hayati önemde olduğu tartışılmazdır. Genel bir kaide olarak, tehlikeli veya zararlı maddeler kötü kokarlar ve böylece hemen ayırt edilirler. Örneğin maydanoz, zehirli olan baldırana görünüş olarak çok benzer. Fakat kokuları birbirlerinden tamamen farklıdır. Maydanozun kendine has bir kokusu, baldıranın ise son derece rahatsız edici, kötü bir kokusu vardır. Bu sistem olmasaydı, baldıranı maydanoz zannederek yiyebilir veya zehirli bir kimyasal birleşimi meyve suyu sanarak içebilirdik. Yaşadığımız her gün boyunca zehirlenme tehlikesiyle iç içe yaşardık. Buna önlem olarak da, herhalde elimizde neyin faydalı neyin zararlı olduğunu açıklayan listeler ve kitaplarla dolaşmak zorunda kalırdık.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Kainatın her noktasında görülen hassas dengeler, koku alma sisteminde de kendilerini belli ederler. Her canlının koku alma kapasitesi, bulunduğu ortama ve ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik olarak düzenlenmiştir. İnsanı ele alalım. Eğer koku alma duyarlılığımız daha az olsaydı, bizim için tehlike oluşturan durumları fark edemeyebilirdik. Koku alma duyumuz bir köpekteki kadar güçlü olsaydı, her an dikkatimizi dağıtan ve oldukça rahatsızlık veren durumlar ortaya çıkardı; belki de hayat bir kabusa benzerdi. Söz konusu dengeler koku moleküllerinin yapılarında da görülebilir. Örneğin, normal şartlarda bize güzel gelen bir koku yüksek konsantrasyonda olduğunda hoşumuza gitmez. Örnek olarak, bitkilerin kokuları bahçede oldukça etkileyicidir, ancak aynı bitkilerden yapılan ağır bir esans rahatsız edicidir. Bu da onların insan için ideal oranda yaratıldıklarının bir göstergesidir.

Koku ile ilgili her detayın insan yaşamı için özel olarak yaratıldığı ve Allah'tan bir nimet olduğu açıktır. Bu nimetin büyüklüğünü anlayabilmek için bir anlığına halihazırdaki sistemin tam aksini var sayalım. Doğadaki birçok yiyecek bizim için hayati önem taşımasına rağmen kötü, hatta iğrenç kokulara sahip olabilirdi. Bir düşünün; su benzin gibi, ekmek küflenmiş bir yiyecek gibi, peynir de atık madde gibi koksaydı neler olurdu? Ne kadar aç ve susuz olursak olalım, bunları yemek ve içmek bir hayli azap verirdi. Hatta en sevdiğimiz yiyecekleri yemek, tiksindirici kokuları nedeniyle bir ızdıraba dönüşür ve katlanılmaz bir hal alırdı. (Harun Yahya, Koku ve Tat Mucizesi)

Doğduğumuzdan beri birlikte yaşadığımız kokular, gaflet içindeki insana doğal ve kendiliğinden meydana gelmiş gibi görünebilir. Yukarıdaki detayları derin bir şekilde düşünenler ise apaçık gerçeği fark etmekte gecikmeyeceklerdir: Gereksinim duyduğumuz yiyecekleri ve bitkileri sahip oldukları çekici kokularla birlikte yaratan Rahman ve Rahim olan Allah'tır. Sınırsız ihsan ve lütuf sahibi olan Rabbimiz, vücudumuzun her sisteminde olduğu gibi koku almayı da bizim rahatımıza uygun olarak yaratmıştır. Sonsuz merhameti ve şefkatiyle, bize faydalı olan şeyleri sevdirmiş, zararlı olanları çirkin göstermiştir. Bize düşen, kokladığımız güzel kokuları Allah'ın yarattığını ve bizlere lütfettiğini düşünüp şükretmektir. Bu güzel davranışı gösterenler, Allah dilerse, söz konusu nimetlerin asıllarına sürekli olarak cennette kavuşacaklardır. Allah'ın nimetlerini yalanlayıp nankörlük edenler ise, cehennemde kendileri için özel olarak hazırlanmış irin ve kan karışımını, darı dikenini ve kaynar suyu bulacaklardır. Bunlar Kuran'da belirtilen ve kesin olarak gerçekleşecek vaatlerdir.

İnsan Bedeninden Kaynaklanan Kokuların Hatırlattıkları

İnsan, kısa bir süre aç kalsa, biraz hızlı yürüdüğünde veya merdiven çıktığında ya da günlük işlerini yapmak için hareket ettiğinde eğer gereken önlemleri almazsa, bedeninde hoş olmayan kokular oluşabilmektedir. Hiç hareket etmese dahi, banyo ve bakım yapmadığı takdirde, kısa zamanda ayağından saçına kadar bütün vücudunda kirlenme olur ve bu da istenilmeyen kokulara sebep olur. Elbette evrendeki herşeyin belirli bir yaratılış amacı olduğu gibi, insan bedeninde oluşan bu kötü kokuların da birçok hikmeti vardır.

Şüphe yok ki bunlar, insan için birer acizlik ve eksikliktir. İnsan bedenine ait bu tür eksiklikler, insanın kendisinin eksik yaratıldığını, her türlü kusurdan münezzeh olanın ise sadece Allah olduğunu düşünmesine vesile olur. Bu sayede Allah'ın yüceliğini ve O'na muhtaç olduğunu daha iyi kavrar. Allah'ın yarattıklarındaki hikmetlerin kavranması ancak insanın bu şekilde derin düşünceli olmasına bağlıdır.

 
 
14. Kromozomun Keşfi ve Yakın Gelecekte Ortadan Kalkabilecek Hastalıklar

Dünya bir genetik devrimin eşiğinde... Binlerce bilim adamı, insanın genetik şifresini çözmek için yarışıyor. Hayatımız hücrelerimizdeki şifrede gizli. Bu şifreyse DNA denilen ince bir iplikçik üzerinde dizili bulunuyor. Araştırmacılar 15 yıldır DNA'da yer alan bu 3 milyar harf uzunluğundaki şifreyi çözmeye, bu dili okumaya çalışıyorlar.

İnsan Neden Hastalanır?

DNA, çok düzenli olarak sarmallanmış kromozom denilen moleküllerden oluşur. Kromozomlar ise birbirine sıkı sıkıya dolanmış DNA iplikleriyle, bunların sarmallandığı protein moleküllerinden oluşur. Her kromozom dizilimi, vücudun ayrı bir bölümüyle ilgili işlemleri kontrol eden genleri taşır. Her insan hücresinde yaşamın yapı taşları kabul edilen 23 çift yani toplam 46 kromozom bulunur. Bu kromozomlar kimlik kartlarımızı oluştururlar. İnsanın hangi hastalıklara yakalanabileceği, zeka kapasitesi gibi bedenine ait tüm özellikler kromozomlarda saklıdır. Kromozomlarda meydana gelebilecek en ufak bir hasar ya da dizilim hatası ise insanın yaşamında değişik dönemlerde ortaya çıkan çeşitli hastalıklara sebep olmaktadır. (Harun Yahya, DNA'daki Yaratılış Mucizesi)

Genetikte Önemli Bir Adım: 14. Kromozomun Keşfi

26 Haziran 2000'de ABD Başkanı Bill Clinton ve İngiltere Başbakanı Tony Blair'in yaptıkları ortak açıklama ile insanın genetik haritasının çözülmesi için yürütülen projenin ilk aşamasının tamamlandığını bildirmelerinden sonra, Fransız bilim adamlarının genlerin çözülmesi konusundaki çalışmaları devam etti. 21 ve 22. kromozomlar 2000 yılından önce; 20. kromozom ise 2001'de çözülmüştü.

1 Ocak 2003'te Fransa'da Nature isimli dergide yayınlanan 14. kromozomun dizilişiyle ilgili makale ile genetik bilimi kütüphanesine yeni bir bilgi daha eklendi. 1998'den bu yana çalışmalarını sürdüren Genoscope şirketi (Centre National de Sequencage), 5 yıllık çalışmanın ardından 87.410.661 nükleotidin dizilimiyle oluşan 14. kromozomu okumayı başardı.

Genoscope şirketi, daha önce dizilimi tamamen çözülmüş olan genlerin çok daha küçük olduklarını açıkladı. Bu demek oluyordu ki kromozom 14, diğerlerinden farklı olarak dizilimi tamamen çözülen 344 gen ve 87 milyonu aşkın nükleotidiyle insanın en büyük geniydi.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Proje ile ortadan kalkabilecek hastalıklar

14. kromozomun çözülmesiyle önceden çözülmüş olan 506 gene, yeni 344 gen daha eklenmiş oldu. 14. kromozomun hayati bağışıklık sistemini ve 60'tan fazla hastalıkla ilgili genleri barındırdığı açıklandı. En önemlisi ise, 14. kromozomun Alzheimer hastalığı ile ilgili genler taşıdığının saptanması. Alzheimer yakın gelecekte tüm dünyada insan sağlığını en çok tehdit edecek sorunlardan biri olarak kabul ediliyor. İlerleyen yaşlarda kalp hastalıkları, kanser ve felçten sonra en sık karşılaşılan dördüncü hastalık olan Alzheimer, en yüksek maliyetli hastalıklar sıralamasında ise, kalp hastalığı ve kanserden sonra üçüncü sırada geliyor. Genetik çalışmalar yardımıyla gelecekte bu hastalığın tamamen yenileceği umuluyor. 14. kromozomdaki diğer bazı genler ise; alerjiye yatkınlık yani egzama, siroz, usher sendromu ve sağırlıkla ilgili. İşte 14. kromozomun çözülmesi sayesinde tüm bu hastalıkların tedavisinde önemli bir aşamanın kaydedileceği belirtiliyor.

Bilim, Yaratıştaki Mükemmelliği Anlamaya Çalışıyor

İnsan bedeni ile ilgili bütün bilgilerin vücudumuzda bulunması Allah'ın üstün yaratışının ve insanlara rahmetinin delillerindendir. Alemleri yoktan var eden Yüce Allah insanlar için gerekli tüm bilgileri genlerine yerleştirmiştir. İnsanların yapmaya çalıştığı ise insan hakkında gelmiş geçmiş bütün bilgilerden daha fazla bilgi içeren, 46 kromozom, binlerce gen ve milyonlarca nükleotitten oluşan dev bir bilgi bankasını okumaktır. Bilim adamlarının öğrenmeye çalıştıkları, bu bilgilerin yazıldığı dilin nasıl okunacağıdır. Bu dilin çözülmesi ile, Rabbimiz'in izin verdiği ölçüde insan hayatı gelişecek, hastalıklar azalacak ve tedavileri gerçekleşecektir.

Hiç şüphe yoktur ki atomların yan yana dizilmesiyle oluşmuş, gözle göremediğimiz, çapı milimetrenin milyarda biri büyüklüğünde olan bir zincirdeki kromozomların, insanın tüm yaşamsal fonksiyonlarını barındırmaları açık bir yaratılış gerçeğidir. Kromozomdaki bu tasarım öyle kusursuzdur ki, burada meydana gelecek en ufak bir hasar, insan hayatını derinden etkilemektedir. Allah, kromozomlara yerleştirdiği bilgilerle gücünün sınırsızlığını ve yaratışındaki mükemmelliği bir kere daha göstermektedir. İşte Allah'ın bu üstün yaratışı, vücudumuzun en küçük parçalarında tecelli etmektedir. Allah, ilminin sınırsızlığını Kuran'da bizlere şöyle bildirir:

De ki: 'Rabbimin sözleri(ni yazmak) için deniz mürekkep olsa ve yardım için bir benzerini (bir o kadarını) dahi getirsek, Rabbimin sözleri tükenmeden önce, elbette deniz tükeniverirdi.' (Kehf Suresi, 109)

Hangi hastalık hangi kromozomda gizli?

1.kromozomdaki bir hasar Alzheimer'a ve ağır işitmeye;

2. kromozomdaki hasar, belleğin oluşumuyla ilgili bilgilerde bozukluklara;

3. kromozomdaki hasar, akciğer kanseri, obezite veya şizofreniye yatkınlığa

6. kromozomdaki hasar, epilepsi, kroner damar sertliği ya da şizofreniye;

11. kromozomdaki hasar, diyabete, hemoglobin hastalığına, kalp aritmisine;

18. kromozomdaki hasar, pankreas kanserine, yüksek miyopluk veya kolon kanserine,

21. kromozomdaki hasar, down sendromuna, Alzheimer hastalığına, lösemiye;

22. kromozomdaki hasar, doğumsal kalp hastalıklarına veya otizme sebep olabiliyor.

Araştırmalar yakın gelecekte, tıp için bugün hayal bile edemediğimiz gelişmeler vadediyor… 14. kromozomun keşfi ile birlikte doktor muayenesi, iğne, ilaç gibi klasik yöntemler ortadan kalkıyor. Hastalık teşhisinde sonuca bir şifre çözme işlemi ile ulaşılıyor. Tedavi içinse iğne veya hapların yerini bir şifre düzenleyici alıyor…

 
 
Yankılanmama Mucizesi

Günlük hayatımızdaki konuşmalarımızın çoğunluğu kapalı ortamlarda gerçekleşir. Evde, iş yerinde, taşıtlarda konuşuruz, sohbet ederiz. Bu alanların çevresi kapalı olduğu için insan sesleri, bu ortamlardaki radyo, televizyon gibi cihazlardan çıkan her türlü ses çevredeki cisimlere çarpar ve yankılanır. Dolayısıyla orijinal sesten hemen sonra oluşan bu sesin de duvar, tavan, taşıt kapısı gibi nesnelere çarparak geri dönmesi yani yankısının da duyulması gerekir.

Çünkü işitme sistemimiz orijinal seslere uyguladığı işlemleri "yankı sesler" için de tekrar eder. "Yankı sesler" de dış kulak yolunu geçer, kulak zarını titreştirir. Orta kulak kemiklerini aşarak, iç kulakta elektrik uyaranına dönüşür. Kısacası orijinal ses gibi "yankı ses"de işitme yollarını kat eder. İşitme siniriyle yola çıkar.

Ses dalgaları ortamda bulunan yüzeylerin dışında başımızdan da etkilenirler. Başımız sesli ortam içinde ayrı bir cisimdir. Ses dalgaları kulağımıza yaklaşırken çok azı doğrudan zara ulaşır, geri kalanları ise zara başımızın çeşitli bölümlerinde kırılarak ulaşır. Fizik kuralları çerçevesinde bunun da doğrudan gelen ses sinyali ve baştan yansıyan kopyaları olmak üzere bir ses yığını oluşturması gerekir.

Araştırmacı David Clark insan başının ses dalgaları üzerindeki bu etkisini şöyle anlatır:

"İnsan başı, içinde yer aldığı ses alanını etkiler. Bunun sonucu ise, kulak zarımızın farklı açılardan gelen ses sinyalleriyle karşılaşmasıdır. E-ğer sadece ilk gelen güçlü ses sinyali algılanacak olsa, daha sonra gelen sinyaller, ses dengemiz üzerinde rahatsız edici bir etki oluşturacaktı" (David Clark, Presented at the Audio Engineering Society 108th Convention 2000 February 19-22 Paris, France AES Perceptual Transfer Function Measurement for Automotive Sound Systems)

İşitme sistemimizde dış kulak, zar, kemikçikler, iç kulak ve işitme siniri aşamalarını geçen bu "yankı sesler"in yolculuğu burada biter. Bu sesler beyindeki işitme merkezine varamaz. Çünkü beyin sapında elemeye tabi tutulur. Beyin sapı, beynimizin, işitme sinirinin beyne girdiği yerde bulunan bölümüdür. Beynimizin duyma üzerindeki yönlendirici etkisi daha bu aşamada başlar.

Johns Hopkins Tıp Fakültesi İşitme Bilimleri Merkezi'nin Yöneticisi Eric Young beynimizin bu özelliğini şöyle anlatıyor:
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  "Beyin sapımızdaki hücreler çevredeki sesin yerini saptamak üzere iş başındadır. Böylece yüzlerce farklı ton ve karakterdeki ses değerlendirilir. Sesler arası ayırım burada ve hiçbir özel gayret olmadan yapılır. Müzik sesi ayak sesinden ayrılır. İşitme sinyalleri üzerlerindeki yankı gölgesi, beyin sapımız tarafından silindiği için keskinleşir. Böylece bu yankıları algılamayız. Örneğin sizinle konuşan ve piyano çalan arkadaşınızdan gelen sesler duvarda, şöminede ve tavanda yankılanır. Bu noktada beyin sapımızdaki işlem merkezi, gelen yankı seslerini denetime alır ve dışlar. Sonuçta orijinal sesin geçmesine izin verir, yankıların tamamını siler. Adeta bir hile yaparak sesin bütünlüğünü korur". (Johns Hopkins Magazine - September 1996 Issue)

Beynimizin bu işlevinin olmadığı bir yaşamı gözümüzde canlandırmaya çalışalım. Beynimizin "yankı sesleri" eleme gibi bir fonksiyonu olmasın ve biz tüm orijinal sesleri duyabildiğimiz gibi onların yankılanan kopyalarını da duyuyor olalım. Böyle bir yaşam tek kelimeyle "kabus" olurdu. Hayatımız boyunca aşırı derecede parazitli bir radyo yayını dinler durumda olurduk. Bu öyle bir iş-

kence haline gelirdi ki, pek çoğumuz böyle işitmek yerine muhtemelen hiç işitmemeyi tercih edebilirdik.

Beyin sapının işitmeyle ilgili işlevlerinde küçük problemler yaşayan insanlar bile çok büyük sıkıntılar çeker. Gerçek olmayan sesler işitir ve bunları gerçeklerinden ayırt edemez.

Kulağımızın bu işlevini bugüne kadar belki de bilmiyordunuz. Üzerinde hiç düşünmediniz. Ancak işitme organınız doğumunuzdan itibaren bu fonksiyonu yerine getirerek net ve pürüzsüz bir biçimde işitmenizi sağladı. (Harun Yahya, İnsan Mucizesi)

İşitme organımızın sadece sesleri seçen, yankıları eleyen işlevi bile ne kadar büyük bir tasarım ürünüyle karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir. Beynimizin birkaç milimetreküplük bir alanında adeta bir gümrük kontrol işlemi yapılmaktadır. Bu işlem hiç şaşmadan ve hayatımız boyunca devam etmektedir. Buradaki seçme-eleme işlemi de dahil olmak üzere işitmemiz sadece birkaç salise sürmektedir. Kulakta meydana gelen tüm bu işlemler alemleri yaratan Rabbimiz'in yaratışındaki mükemmelliğin delillerinden yalnızca bir örnektir. Sonsuz ilim sahibi Rabbimiz bir ayette insanların yaratılış hakkında düşünmelerini şu şekilde bildirmiştir:

"Andolsun, ilk inşa (yaratma)yı bildiniz; ama öğüt alıp-düşünmeniz gerekmez mi?" (Vakıa Suresi, 62)

 
 
Savunma Sistemi Mucizesi

 VİRÜS
Bir genetik bilgi paketi olan virüs harekete geçmek için çevreye bağımlıdır. Çoğalabilmek için bir konakçı hücredeki mekanizmaları kullanmak zorundadır. 
 MAKROFAJ
Bir gözcü ve ön saflardaki savunma hücresidir. Kandaki her türlü yabancı maddeyi yutar ve sindirir. Yabancı bir organizma ile karşılaşınca yardımcı T hücrelerini olay yerine çağırır. 
 YARDIMCI T HÜCRESİ
Bağışıklık sisteminin yöneticisi görevini üstlenmiştir. Düşmanı saptadıktan sonra dalak ve lenf bezlerine gider ve diğer hücreleri hastalık etkeni ile savaşmak üzere uyarır. 
 ÖLDÜRÜCÜ T HÜCRESİ
Yardımcı T hücresi tarafından uyarılan bu hücre yabancı organizmaların işgal ettiği hücreleri ve kanser hücrelerini yok eder. 
 B HÜCRESİ
Biyolojik silah fabrikaları olan bu hücreler dalak ve lenf bezlerinde bulunurlar. Yardımcı T hücreleri tarafından uyarılınca antikor denen güçlü kimyasal silahlar üretirler. 
 ANTİKOR
Y şeklindeki bu protein molekülü hastalık etkenine yapışarak onu etkisiz hale getirir ve yok edici hücreler için hedef haline getirir. 
 BASKILAYICI T HÜCRESİ
T hücrelerinin bu üçüncü tipi diğer T ve B hücrelerinin etkinliklerini yavaşlatır veya durdurur. Hastalık yenildikten sonra saldırının durmasını sağlar. 
 BELLEK HÜCRESİ
İlk kez hastalık geçirildiğinde oluşturulan savunma hücresidir. Yıllarca vücutta kalarak aynı hastalık etkeniyle tekrar karşılaştığında savunmanın çok süratli ve etkili olmasını sağlar. 
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
 
"Fagositoz" olarak adlandırılan bu olayda makrofaj çok sayıdaki bakteriyi yutmak için uzanıyor (üstte). Bakteriler makrofajın bir uzantısı tarafından sarılmış durumda (sağ üstte). Ve bir hücre tarafından yutuluyorlar (sağda). Daha sonra makrofaj içindeki güçlü kimyasal maddeler saldırganı parçalarına ayırıp yok etmektedirler. Bir diğer deyişle makrofaj düşmanı yutmakta, sindirmekte ve açığa çıkan maddeleri kullanmaktadır. 

1 SAVAŞ BAŞLIYOR Virüsler bedende yayılırken bir kaç tanesi makrofajlar tarafından yutulur. Makrofajlar virüsün antijenlerini ayırarak kendi yüzeylerine yerleştirirler. Kan dolaşımında bulunan milyonlarca yardımcı T hücresinden çok azı bu özel antijeni 'okuma' yeteneğine sahiptir. Makrofaja bağlanan bu T hücreleri etkin hale geçerler.

2 SAVUNMA HÜCRELERİ ÇOĞALIYOR Yardımcı T hücreleri etkin hale geçince çoğalmaya başlarlar. Daha sonra az sayıdaki, düşman virüse duyarlı olan öldürücü T hücrelerini ve B hücrelerini uyarırlar B hücrelerinin sayısı artarken yardımcı T hücreleri onlara antikor yapmaları için işaret verir.

3 HASTALIĞIN YENİLMESİ Bu sırada virüslerin bir kısmı hücrelerin içine girmişlerdir. Virüsler sadece hücre içinde çoğalabilir. Öldürücü T hücreleri salgıladıkları kimyasal maddelerle bu hücrelerin zarlarını delerek ölümlerine neden olur, böylece hücre içindeki virüsün çoğalmasını önlerler. Antikorlar da doğrudan virüsün yüzeyine bağlanarak onu nötralize eder hücrelere girişini önler ve içine sızılan hücreleri yok edecek kimyasal tepkimeler başlatırlar.

4 SAVAŞ SONRASI Hastalık yenilgiye uğratılınca baskılayıcı T hücreleri tüm saldırı sistemini durdururlar. Bellek T ve B hücreleri, eğer tekrar aynı virüsle karşılaşılırsa hemen harekete geçmek üzere, kan ve lenf sisteminde kalırlar.

 
 
Gözdeki Kusursuz Tasarım

Bu cümleyi siz okuyup bitirinceye kadar gözünüzde yaklaşık yüz milyar (100.000.000.000) işlem yapıldı. Dünyanın bu en ilginç, en hızlı ve en kusursuz bilgi transferi, her an kesintisiz devam ediyor.

Gözleriniz olmasaydı bir rengin, bir şeklin, bir manzaranın, bir insan yüzünün, güzellik denen kavramın nasıl bir şey olduğunu hiçbir zaman hayalinizde canlandıramazdınız. Fakat, gözleriniz var ve bu sayede etrafınızı görüyor, şu anda da bu yazıyı okuyorsunuz. Bunun ne kadar büyük bir mucize olduğu, çoğu insan gibi belki bugüne kadar sizin de aklınıza gelmemişti.

Dış dünyadaki ışık parçacıkları, gözünüzün önündeki şeffaf kornea tabakasından, sonra iris denen çember şeklindeki dokudan, daha sonra da odaklama yapan mercekten geçiyor ve gözün arka tarafındaki retinaya düşüyor. Retina, organik hücrelerden oluşmasına rağmen, üzerine düşen bu görüntüyü, dünyanın en hızlı bilgisayar işlemcisinden çok daha hızlı bir biçimde yorumlayarak "bilgi"ye yani elektrik sinyallerine dönüştürüyor. Elektrik sinyalleri haline gelen görüntü, sinirler aracılığıyla beyindeki görme merkezine iletiliyor. Bu merkezdeki hücreler ise, bu bilgiyi yeniden yorumlayarak tekrar görüntü haline getiriyor.

Gözün mükemmel yapısı, elbette burada özetlediğimizden çok daha fazla detaya sahip. Örneğin mercek, ışınları retina üzerine odaklarken, sürekli olarak kalınlığını ayarlıyor. Bu "otomatik odaklama" sistemi sayesinde, 20 cm uzaktaki elinize baktıktan hemen sonra, 100 m uzaklıktaki bir ağaca bakabiliyor ve anında net bir görüntü elde edebiliyorsunuz. Eğer merceğin böyle bir özelliği (ve bu iş için etrafına yerleştirilmiş onlarca minik kas) olmasaydı, sadece belirli bir mesafedeki cisimleri net görebilecektiniz. Daha uzak ve daha yakındaki maddeler ise her zaman çok bulanık görünecekti. Kısacası, göz, "otomatik odaklama" özelliğine sahip olan -ve son 10 yıl içinde geliştirilen- modern kameraların yaptığı işi, milyonlarca yıldır yapıyor. Üstelik hiçbir kamera göz kadar kusursuz odaklama yapamıyor.

Gözün parçalarından biri olan iris dokusu ise daha farklı bir ayarlamayı üstlenmiş durumda. İris, gözünüze rengini veren doku, ama asıl işlevi göze girecek ışık miktarını belirlemek. Biraz loş bir ortama girdiğinizde, iris hemen genişliyor ve ortasındaki "göz bebeği" büyüyerek retinaya daha fazla ışık girmesini sağlıyor. Güneşe çıktığınızda ise tam tersi gerçekleşiyor ve iris, kamaşmayı en aza indirmek için, çok hızlı bir biçimde daralıyor. Eğer iris böyle bir işleve sahip olmasıydı, sadece belirli bir ışıkta etrafı iyi görebilirdiniz. Biraz daha loş bir ortam zifiri karanlık haline gelir, biraz daha aydınlıkta gözleriniz tamamen kamaşırdı.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Göz Kapakları

Göz kapakları, gözün korunması için yaratılmış olan en önemli parçalardan birisidir. Göz kapaklarının görevi, göz küresini korumakla birlikte "kornea"yı her an belli bir nem oranında tutmaktır. Göz kapaklarının iç kısmında bulunan damarlar, uykuda oksijen alamayan gözün dış tabakasını beslerler.

Herkes gün içinde hiç farkında olmadan binlerce kez gözlerini kırpar. Bu hareket istem dışı olarak yapılır ve bu sayede gözler yoğun ışık temasından ve yabancı maddelerden korunur. Bu işlemin hiçbir çaba sarf etmeden yapılması da çoğu insanın farkında olmadığı bir nimettir.

Göz Bebeği

Göze giren ışık miktarı, göz bebeği açıklığının derecesine göre yaklaşık 30 kat değişebilir. Örneğin bir flaş patlaması ile 0.1 saniyede yapılacak değişim sonucunda göz bebeği hemen ayarlanıp ışığı kırar.

Elbette tüm bu saydıklarımız gözde çok üstün bir "tasarım" olduğunu ispatlamaktadır. Bu öyle bir sistemdir ki, tek bir parçası, örneğin sadece gözyaşı bezleri ya da korneanın şeffaflığı olmasa, göz hiçbir işe yaramaz. Yani, gözün işlev görmesi için bütün temel parçalarının (yaklaşık 40 ayrı dokunun) aynı anda, gereken yerde, gereken işlev ve yapıda olması gerekir. Bu denli kompleks bir tasarımın "evrim"le, yani bir rastlantılar zinciriyle oluşması ise elbette ki imkansızdır. Açık olan gerçek, gözün üstün bir aklın eseri olduğudur. Bu Rabbimiz'in benzeri olmayan aklıdır. Allah, insanlara yol gösterici olarak indirdiği kitabında şöyle bildirir:

"Allah, sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmezken çıkardı ve umulur ki şükredersiniz diye işitme, görme (duyularını) ve gönüller verdi." (Nahl Suresi, 78)

 
 
En Mükemmel Göz Damlası: Gözyaşı

Çoğu insanın, "yalnızca ağlandığında akan tuzlu su" zannettiği gözyaşı, durumdan duruma değişen yapısıyla son derece özel bir sıvıdır.

Gözyaşının ilk görevi gözü mikroplara karşı korumaktır. İçinde bulunan "lizozom" enzimi birçok bakteri türünü parçalayabilme ve mikrop öldürme özelliğine sahiptir. Lizozom sayesinde göz, enfeksiyonlardan korunur. Bu madde, binaları mikroplardan temizlemek için kullanılan kuvvetli bir dezenfektan olan "fenik asit"ten bile daha etkilidir. Bu kadar güçlü olduğu halde bu enzimin göze hiçbir zarar vermemesi büyük bir mucizedir.

İçinde böyle son derece güçlü bir dezenfektan bulunan gözyaşı, gözün kimyasal yapısına en uygun şekilde yaratılmıştır. Bu yağlama-nemlendirme sistemi sayesinde gözünüz kurumaz. Eğer bu sistem var olmasa ya da eksik çalışsaydı, o zaman göz ile göz kapağı arasında sürekli bir sürtünme olur, gözünüz birkaç dakika içinde kurur, göz kapaklarınız yapışır ve oldukça acılı bir süreç sonucunda kör olurdunuz.

Virüslerin Şaşırtan Becerileri

Üstün becerileri sayesinde virüsler, çok kısa bir zaman içinde kendi genetik niteliklerini değiştirmeleri sonucunda farklı biçimlerde kendisini gösterebilmekte ve söz konusu ani değişiklikler nedeni ile bu hastalıklara karşı tedbir alınması güçleşmektedir.

Virüs, bir hücreye girerek onun çalışma düzenini kendisine hizmet etmeye yönelik olarak değiştirebilme yeteneğine sahip bir canlıdır. Hücrelerden birine girmeden önce virüs ayakları ile söz konusu hücrenin kendisi için uygun olup olmadığını anlar. Eğer hücre uygunsa kendi DNA’sını ya da başka bir deyişle “kendisini” hücrenin içine boşaltır. Hücre, kendi içine giren bu yeni DNA’yı genellikle yadırgamaz. Dolayısıyla onun yabancı bir madde olduğunu anlamaz. Tespit edemediği bu yabancı maddeye karşı savaş da açamaz. Hücre, virüsün DNA’sını, DNA’nın hücrede bulunması gereken yere yani doğruca çekirdeğin içine taşır. Virüs, burada hücrenin kendi DNA’sına karışır. Bu aşamadan sonra hücre protein ürettiğini sanarak bu yeni virüs DNA’sını çoğaltmaya başlayacaktır.

Hücre içinde gizlenen bu DNA molekülünü fark edebilmek gerçekten de zordur. Bu, 20 ciltlik bir ansiklopedinin herhangi bir yerine yerleştirilmiş yarım satırlık bir bilgiyi aramaya benzer. İşte bu nedenle hücre durup dinlenmeksizin bu virüsün üretimine devam edecektir.

Hücre, yerine getirmesi gereken işlemleri kusursuzca yapmaya devam eder, ama ortaya çıkan sonuç vücudun tüm sistemini altüst eder. Eğer bozuklukların önemi azsa, içlerinde virüs olan hücreler virüsün çekirdek kısmını kendi kromozomlarına ekler ve farklı şekilde bölünmeye başlarlar. Bu, hücrenin kontrolsüz çoğalmasıdır ve söz konusu hücreler kısa bir süre sonra kanser hücrelerine dönüşürler. Kimi zaman da virüsler, kendi varlıklarına dair herhangi bir belirti göstermeden insan hücresine yerleşir ve orada sessizce beklerler. Burada hiçbir faaliyette bulunmaz, kendilerini sezdirmeden günlerce hatta yıllarca saklanırlar. Virüsün buradaki amacı, bağışıklık sisteminin zayıfladığı bir anı kollamaktır. Vücudun kendisine direnç gösteremeyeceği bir anda virüs, sinsi hareketini yapar ve hücre içindeki faaliyetini başlatır. (Harun Yahya, Hücredeki Bilinç)

Asıl şaşırtıcı olan, kendi DNA’sı dışında hiçbir yabancı maddeye geçiş izni vermeyen hücre gibi bir organelin nasıl olup da bir virüsün oyununa gelebildiği, virüsün bunu hangi güç ve olanaklarla yapabildiğidir. Virüs, hücrenin içine girerek kendisine bir yer edinmekle kalmamakta, aynı zamanda hücrenin imkanlarını kullanarak üreyebilmektedir. Burada sergilenen şuurlu davranış bilim adamları tarafından anlaşılamamaktadır.

Hücre, içine giren virüsün etkisiyle ölüme doğru gider, ama parçalanmadan önceki son anına kadar tüm enerjisini içindeki bu yabancı madde için harcayacaktır. Nitekim hücre ölüp parçalandığında, artık üremiş ve son derece güçlenmiş olan virüs, diğer hücrelere doğru yayılır.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Bu istilanın hızı gerçekten de hayret vericidir. Kimi salgınlar, sadece insanları değil, kitleleri birkaç günde ortadan kaldıracak kadar güçlü virüsler sayesinde meydana gelmiştir. Örneğin 1918 yılında ortaya çıkan bir grip salgını 20 milyondan fazla insanı, hastalığın belirtileri ilk ortaya çıktıktan sonraki saatler içinde öldürmüştür.

Tek bir virüsün gerçekleştirdiği bu şuurlu olay üzerinde biraz durup düşünmek gerekir. Virüs adını verdiğimiz ve sadece bir dış kabuk ve DNA’dan ibaret olan canlı, milyonlarca sene sessiz kaldıktan sonra nereden emir alarak, başlama kararını nasıl ve ne zaman vererek hücre içine girmektedir? Adeta bir taş gibi cansızken, hücre içinde nasıl canlanmakta ve üreyebilmektedir? Cansız geçirdiği yıllar boyunca onun varlığını muhafaza eden unsur nedir? Dahası, bir virüs insan vücudundaki bir hücreye girerek tüm vücudu istila edebilecek bir bilgiye nasıl sahip olabilir? Bu bilgi söz konusu canlının neresinde saklıdır? Bu canlı bu bilgiyi nasıl kullanabilir?

Bu canlı, elbette böyle bir istilayı gerçekleştirecek bir beceriye ve akıl sistemine sahip olamaz. Onu, bütün bu işlemleri gerçekleştirebilmek için özel olarak Allah tasarlamış ve kusursuzca yaratmıştır. “Gerçekten, gece ile gündüzün art arda gelişinde ve Allah'ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde korkup-sakınan bir topluluk için elbette ayetler vardır.” (Yunus Suresi, 6)

Virüsler Çok Çeşitlidirler

Virüs genetik yapıya sahip bir organizmadır, ama sahip olduğu genetik bilgiyi kendi kendine çalıştırma kapasitesi yoktur. İşte bu nedenle tek başınayken “canlı” özelliğine sahip değildir. Canlı kategorisine bile çeşitli koşullar altında kabul edebildiğimiz bu organizmanın gen yapısı ise, inanılmaz bir çeşitlilik gösterir. Bir virüs oldukça fazla sayıda harfin biraraya getirdiği bir genoma, yani bir DNA yapısına sahiptir. Daha ilginç olan bir başka özelliği ise, her virüs genomunun benzersiz olarak “tek” olmasıdır.

Virüsler boylarına göre çeşitli harf sıralamalarına sahiptirler. Örneğin Hepatit B virüsü 3200 nükleotidden, yani harften oluşmaktadır. HIV virüsünün ise nükleotid sayısı 10.000’dir. Uçuk meydana getiren Herpes gibi daha büyük virüslerin ise DNA’larını oluşturan nükleotid sayısı yaklaşık 100.000 civarındadır.

Büyüklüğü ancak mikron ile ifade edilen bu canlı sahip olduğu yegane organeli olan DNA’sında saklı bu harfler sayesinde üreyebilmekte, farklı bir hücreye girerek yaşaması gerektiğini öğrenmektedir. Virüsün sahip olduğu tüm özellikler DNA’sında saklı olan bu şifrelere sığdırılmıştır. Virüslerin bu kadar çeşitli olması, onların çeşitli şekillerde vücuda girebildiklerinin bir kanıtıdır. Üstün becerileri sayesinde virüsler, çok kısa bir zaman içinde kendi genetik niteliklerini değiştirebilme özelliğine de sahiptirler. Aynı hastalık, virüslerin nitelik değiştirmeleri sonucunda farklı biçimlerde kendisini gösterebilmekte ve söz konusu ani değişiklikler nedeni ile bu hastalıklara karşı tedbir alınması güçleşmektedir. Bu durum, virüsler karşısında insanların ne kadar aciz kaldıklarını göstermesi açısından ibret vericidir. Küçük bir canlının son derece akılcı hareket etmesi, elbette tesadüfen kazanılmış bir yetenek olamaz. Şüphesiz ki, virüsleri belli bir hikmetle yaratan alemlerin Rabbi olan Allah’tır.


 
 
 Görebildiğimiz Dünyadan Farklı Bir Alem:
 Mikroorganizmalar

"Evet, yalnızım” dediğiniz anda aslında oldukça fazla sayıda canlı ile berabersiniz. Vücudunuzda sizinle birlikte yaşayan ve sizi sürekli olarak koruyan kimi zaman da hastalanmanıza neden olan bakteriler, oturduğunuz koltuktan halınıza, soluduğunuz havaya kadar her yere yayılmış durumdaki akarlar, mutfağınızda birkaç gündür dışarıda beklettiğiniz yiyeceklerde üremeye başlayan küf ve mantarlar… Bunların hepsi kendi yaşam şekilleri, beslenme sistemleri ve çeşitli özellikleri ile apayrı bir alem oluştururlar.

BAKTERİLERDEKİ TASARIM

Bakteriler gözle görülemezler ancak özel hücre yapıları sayesinde her türlü koşula dayanıklıdır.

Bakteriler, bitkilerden ve hayvanlardan farklı olarak hızlı çoğalan ve biyokimyasal etkileri bakımından canlılar aleminin dengesini sağlamada çok büyük önem taşıyan bir grubu oluştururlar. Hemen hemen her yerde yaşayabilirler, bu nedenle de herhangi bir tür organizmadan çok daha fazla sayıdadırlar. Bu canlılar dünyanın en fazla sayıdaki üyeleridir. Tüm ekosistem bakterilerin faaliyetlerine bağlıdır ve bakteriler insan yaşamını da pek çok şekilde etkilemektedirler.

Günümüz teknolojisini bile çaresiz bırakan bir çeşitlilikleri vardır. Kimi zaman oksijeni bol ortamları tercih ederler, kimi zaman da oksijensiz toprak altında yaşayabilirler. Bir kısmı besinini fotosentez yolu ile sağlarken, bir kısmı da organik maddeleri ayrıştırarak enerji elde ederler. Birbirlerinin aynı olduğu düşünülen bakterilerin bile metabolizmaları incelendiğinde bunların aslında birbirlerinden farklı türler oldukları anlaşılmaktadır.

Bakteriler, canlılar aleminde "prokaryotlar" olarak adlandırılırlar. Sahip oldukları tek hücre içinde bir çekirdek ve serbest şekilde dolaşan bilgi bankaları -DNA- bulunmaktadır. Oldukça kompleks bir yapıda hücre zarına ve ribozoma sahiptirler. Yeryüzündeki tüm canlıların yaşamsal işlevlerinin birçoğu, bu prokaryotik hücrelerin etkinliklerine bağlı olarak gerçekleşir.

 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Bakteriler oldukça yüksek veya düşük sıcaklıklara uyum sağlayabilmekte, toprak altına girebilmekte, havada uçabilmekte, kimyasalların içinde ve okyanusun dibinde yaşayabilmekte ve hatta radyasyona karşı dayanıklı hale gelebilmektedirler. Bakterinin hücre çeperi çok hassas bir yapıdan meydana gelmiştir. Bu çeper genellikle lipid + polisakkarit ve şekerle birleşmiş amino asitlerden oluşmuştur. Bu kompleks polimer madde, "peptidoglycan" olarak adlandırılır ve iki çeşit şekerden oluşmuştur. Bu yapının ince, kompleks örgüsü cinslere göre değişim gösterir. Bu yapı o kadar incedir ki bazen mikroskop altında bile görmek mümkün değildir, çünkü 4,5 nanometre (1 nanometre=0,000000001m) çapında ipliksi yapıların örülmesinden meydana gelmiştir. Bakterilerin sahip oldukları özelliklerin büyük bir kısmı halen bilinmemektedir. Bu canlılar o kadar küçüktürler ki (0,001 mm. civarı) iç yapılarını gerektiği gibi incelemek mümkün olmamaktadır.


Henüz mikroorganizmaların yapısına açıklama getiremeyen evrimciler, bu canlıların yapılarında bulunan estetik görünüme hiçbir anlam veremezler.
Uygun koşullarda bakteriler her 10-30 dakika içinde, sayılarını iki misli arttırırlar. Tek bir bakterinin sayısı önce ikiye, sonra dörde, daha sonra sekize çıkarak çoğalır ve bu işlem bu şekilde devam eder. Bakterilerin bazı çeşitleri –271oC soğuktan ve birkaç saat içinde -190oC dereceden artı 25oC’a geçiş yapan hızlı sıcaklık değişimlerinden etkilenmezler. Bazı türler ise insan için öldürücü olan dozun 2000 kat üzerinde olan bir atom radyasyonuna bile dayanabilmektedir. Bazıları çeşitli hastalıklara neden olurken, bazıları insan ve bitki metabolizmasının yararlı bir üyesi olarak bulunmak zorundadır. (Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, 3. Cilt, sf. 1237-1238 – 2000 KAT RADYASYON)

Evrimcilerin iddia ettikleri gibi tesadüfi bir oluşumun gerçekleşmesi bakteriler için de imkansızdır. Tek bir bakteri, sahip olduğu yapısı ve özellikleri ile tesadüfen kendi kendine oluşma iddiasının yalnızca bir aldatmacadan ibaret olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Darwinistlerin “basit” olarak tanımladıkları bu canlı, İngiliz Zoolog Sir James Gray’in ifadesi ile bir laboratuarın faaliyetlerinden çok daha fazlasını gerçekleştirmektedir: (Sir James Gray, “The Science of Life”, chapter in Science Today (1961), sf. 21- Sir James Gray) “Bir bakteri, insanın bildiği herhangi bir cansız sistemden çok daha karmaşıktır. Dünyada en küçük canlı organizmanın biyokimyasal faaliyetiyle rekabet edecek bir laboratuar yoktur.”

 
 
Kendilerini Şartlara Göre Ayarlayabilen
 Mikroorganizmalar

Bakterilerin kendi nesillerini devam ettirebilmek için çok büyük fedakarlıklar yapmaları, gerektiğinde kendi hayatlarını tehlikeye atmaları ve tüm zor koşullara rağmen hayatta kalabilmek için kompleks sistemler geliştirebilecek özelliklere sahip olmaları yaratılmış olduklarının delillerindendir.

Bakteriler biçimce çok değişiktirler ve yaşadıkları ortama göre bir görünüm edinirler. Bir çoğunun “spor” denen dirençli biçimleri vardır ve bu biçime girdiklerinde aşırı sıcağa, soğuğa veya kuraklığa dayanabilirler. Bazı bakterileri yok etmenin güçlüğü bundan doğmaktadır. Peki sporlanma dediğimiz şey ne demektir?


3400 yıl önce yapılmış olan Mısır'daki Luksor Tapınağının dış cephe tuğlalarında ve 720 milyon yıllık kaya tuzu bloklarında sporlanmış halde canlı bakterilere rastlanmıştır. 
Türlerine göre farklı koşullarda yaşayabilen bakteriler, koşullar bozulunca bölünmeye başlarlar. Normal şartlarda bu bölünme sonucunda ana hücreden kalıtsal özellikleri tamamen aynı olan iki yavru hücre meydana gelir. Ancak, koşullar bozulduğunda ya da besin azaldığında vazgeçilen ilk şey bu "aynılık" olur. Bir başka deyişle bakteri, şartların güçleştiğini fark ederek bir karar verir ve soyunu devam ettirmek için önlem alır. İkiye bölünme yine gerçekleşir, ama bu kez birbirine eşit olmayan iki hücre meydana gelir. Bu eşitsizliğin nedeni hücrelerden sadece bir tanesinin yaşayacak olmasıdır. Bunlardan büyük olan ana hücredir ve adeta bir koruyucu gibi küçük “kardeşini” içine alır. 10 saat süresince tüm enerjisini kullanarak onu besler ve küçük hücrenin korunmasına yardım edecek olan özel bir protein kılıfının oluşmasını sağlar. Böylece, ikiye bölünen parçalardan birinin içinde gelişen bakteri dayanıklı ve kendini koruyabilen nitelikteki bireyleri oluşturur. Diğeri ise koruyucu özelliklerini diğer kardeşine vererek ölür ve koruyucu bir kılıf haline gelir. İşte meydana gelen bu dayanıklı yapıya "spor" adı verilir. Dolayısıyla bakteriler, normal bölünmelerinin dışında, sporlar yoluyla dünyanın her yerine kolayca yayılırlar.

Tek hücrelilerin fedakarlığı

Burada tek hücreli canlıların kendi soyları için yaptıkları bir “fedakarlık” örneği ile karşı karşıyayız. Şartların yaşamaya uygun olmadığını “sezinleyen” bakteri hem bir an önce ikiye bölünmesi gerektiğini düşünmekte hem de özverili bir iş gerçekleştirmektedir. Sporu oluşturan ana hücre hiç tereddüt etmeden, adeta soyunun devamını “düşünüp” ya da bu yöntemin kendi neslini kurtaracağını daha önceden “bilip”, bir protein kılıfı olmayı kabul eder.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Peki bakteri bu kararı nasıl verir? Fedakarlık yapıp diğer kardeşini dolayısıyla neslini kurtarmak için ölmesi gereken bakteri neye göre seçilir? Bu bakteri şartların kötüleştiğini ve bunun karşılığında kardeşini güçlendirmesi gerektiğini nasıl öğrenir? Bunları hangi işbölümü, hangi emir komuta zinciri, daha da önemlisi hangi bilinçle yapar? Gözle görülmeyen bir canlının, fedakarlık yapabilecek şartlara sahip olup, gerçekten de hayret verici bir kararla hareket etmesi kuşkusuz onun “yaratılmış” olduğunu anlamak için yeterli bir delildir. O yalnızca Allah’tan kendisine ilham edileni uygulamaktadır.

Milyonlarca Yıl Yaşayabilen Bakteriler


3400 yıl önce yapılmış olan Mısır'daki Luksor Tapınağının dış cephe tuğlalarında ve 720 milyon yıllık kaya tuzu bloklarında sporlanmış halde canlı bakterilere rastlanmıştır. 
Sporlanma adındaki bu şuurlu işlemi gerçekleştirdiklerinde bakteriler çok çeşitli ortamlara rahatça girebilir ve geniş alanlara yayılabilirler. Nitekim, radyoaktif uranyum madenlerinde bile canlı bakteriler bulunmaktadır. 3400 yıl önce yapılmış olan Mısır’daki Luksor tapınağının dış cephe tuğlalarında canlı bakterilere rastlandığı gibi, 200 milyon ve 320 milyon yıllık, hatta 720 milyon yıllık kaya tuzu bloklarında canlı bakteriler bulunmuştur. 20.000 metre yükseklikte bile bakterilere rastlanmıştır. En şaşırtıcı örnek ise çam ağacı reçinesi içinde yakalanmış ve bugüne kadar korunmuş 25 milyon yıllık bir arı fosilinin içinden çıkan bakteri sporlarıdır. Laboratuvarda steril koşullar altında çıkarılan bu sporlar, kültüre alınmışlar ve böylelikle bakteriler oldukça uzun bir aradan sonra yeniden gelişmeye ve üremeye başlamışlardır.

Söz konusu sporlanma işlemi mikroorganizmaların neredeyse tümü tarafından gerçekleştirilen bir korunma şeklidir. Bu canlıların bazıları koşullar uygunsuz bir hale geldiğinde sporlanma yöntemini kullanarak buharlaşma yoluyla havaya yükselir ve bulutların arasında korunma altına alınmayı tercih ederler. Atmosfer, yayılmak veya korunmak isteyen oldukça fazla sayıda küçük canlı spor barındırmaktadır. Kuru ve soğuk havalarda gökyüzünde kalan bu organizmalar bulutların arasında yaşadıkları bu süre içinde adeta uykudadırlar. Bulutların meydana getirdiği yağmurlarla yeryüzüne inerler. Yere dönüşlerinde artık eskisinden farklı bölgelere ulaşıp yeni bir koloni meydana getirebilirler. Bulutlar, aslında nesillerdir orada yaşayan, beslenen, nefes alan, hayatta kalabilmek için çeşitli koşullara uyum sağlayan canlı küçük mikroorganizmalarla doludur. Bakteriler bu canlıların en tedbirli olanlarıdır. Yerden kristalleşerek buharlaşan hava içinde yukarı doğru yükselirken beraberlerinde metan, fosfat, karbon, sülfür dioksit ve diğer besleyici bileşik depolarını, yani besinlerini de götürürler. (Harun Yahya, Mikro Dünya Mucizesi)

Bir mikro canlı, tamamen farklı şartların ve farklı dengelerin bulunduğu bir ortama, atmosferin üst katmanlarına nasıl aniden uyum sağlayabilir? Burada korunması gerektiğini nereden bilir ve bulutların arasına yükselme gibi zor ve karmaşık bir yöntemi neden tercih eder? Daha ilginci, bunu nasıl başarır? Kristalleşme ve havanın hareketlerini kontrol etme gibi bir yeteneği nereden kazanmıştır ve bulutların onu koruyabilecek bir özelliğe sahip olduğunu, bir gün yağmurla birlikte sağ salim yeryüzüne dönebileceğini nereden bilir?

Besinini yanına alması gerektiğini nasıl düşünür ve bu tek hücreli canlı, besinini nasıl bir yöntemle yanına alır? Bunu birbirlerinden farklı yapılara ve özelliklere sahip olmalarına rağmen “tüm mikroorganizmalar” nasıl başarırlar? Sizce tek hücreli bir mikroorganizma bütün bunları düşünebilir, deneyip öğrenebilir ve kendi türünün tüm üyelerine anlatabilir mi? Elbette bunların hiçbiri mümkün değildir. O halde bütün bu detaylar bir kez daha Allah’ın muhteşem yaratma sanatına işaret etmektedir. Allah, bütün bu işlemleri gerçekleştiren bakteriyi yarattığı gibi onu kristalleştiren su buharını, onu yükselten havayı, onu içinde barındıran bulutu ve atmosferi, onu yere indiren yağmuru ve onun üreyip yayılmasını sağlayan yeryüzünü de ’Yaratan’dır. İşte bu nedenle karşımızdaki tüm detaylar birbirleriyle kusursuz bir uyum içinde yaratılmıştır ve bu dengede milyonlarca yıldır hiçbir bozulma olmamaktadır. Allah Kuran’da şöyle buyurmuştur:

“Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün ard arda gelişinde, insanlara yararlı şeyler ile denizde yüzen gemilerde, Allah'ın yağdırdığı ve kendisiyle yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her canlıyı orada üretip-yaymasında, rüzgarları estirmesinde, gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutları evirip çevirmesinde düşünen bir topluluk için gerçekten ayetler vardır.”(Bakara Suresi, 164)

 
 
Oksijen Sağlayan Mucizevi Tek Hücreliler:
 Algler (Su Yosunları)

Bazı canlılar içlerinde porfirinli halkalar bulunan pigmentlere sahiptirler. Bu halkanın özelliği etrafındaki elektronların serbestçe hareket edebiliyor olmasıdır. İşte bu nedenle söz konusu halka kolaylıkla elektron kazanabilir veya kaybedebilir. Dolayısıyla bu halka etrafındaki ışığı ve enerjiyi hemen yakalayabilir. Yeryüzüne gelen güneş ışığı da bu pigmentin kendisine çekebildiği enerjilerden biridir. Güneşin enerjisini yakalayan ve kendi bünyesine alabilen bu pigmente “klorofil” deriz. Eğer bir canlı “klorofile” sahipse, bu canlı “fotosentez” yapabilir.


Algler, klorofil içeren yeşil ve mavi-yeşil renkte ya da kahverengi ve kırmızı olabilmektedirler. 
Fotosentezi ne insanlar ne de hayvanlar gerçekleştirebilirler. Bu canlılar, klorofilden yoksundurlar. Bu işlem laboratuvarlarda da yapay olarak gerçekleştirilemez. Klorofilde meydana gelen işlemler ve bu pigmentin mekanizması henüz tam olarak anlaşılamamıştır.

Bu mikroskobik canlılar, fotosentez işlemi ile kendi enerjilerini karşılarken yeryüzünün de büyük bir gereksinimine cevap verirler. %30 oranında karbondioksit gazını içlerine çeker ve gezegenin %70’lik oksijen ihtiyacını karşılarlar. Ayrıca canlı türlerinin %70’i için besin sağlarlar. Bu canlılar, sadece fotosentez yapabilecekleri bir mekanizmaya değil, bedenlerine aldıkları güneş ışığını vücutlarının ışık göremeyen kısımlarına taşımalarını sağlayan özel bölmelere ve mekanizmalara da sahiptirler.

Bu mikro canlılar kendileri için yaratılmış olan mikroskobik bir fabrika ile ekolojik sistemin en önemli gereksinimlerini karşılarlar; oksijen ve besin. Şimdi mikro dünyanın bu kapsamlı işlevlere sahip elemanlarından en önemlisini, yani algleri daha yakından inceleyelim:

Algler sığ sularda yaygın olarak bulunan organizmalardır ve güneş ışığı gören her su yüzeyinde yaşayabilirler. Alg hücresi, renkli ve renksiz kısım olarak iki bölümden oluşur. Renksiz kısımda DNA ve bazı alglerde çekirdek bulunurken, bu bölümü çevreleyen renkli kısımda RNA ve renk veren çeşitli pigmentler bulunmaktadır.

Algler ince ve katı bir hücre zarına sahiptirler. Bazı algler flagella adı verilen tüycüklerle hareket ederler. Hücrenin içinde kompleks bir çekirdek bulunmaktadır. Klorofil ise fotosentezin ışık reaksiyonlarını gerçekleştiren özel bir zar ile çevrilmiş, daha doğrusu korunmuş durumdadır.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Algler içinde bulundukları suyun organik maddelerini büyük miktarda arttırırlar. Bu yolla suda yaşayan organizmaların besinlerini artırmaktadırlar. Dolayısıyla alglerin bulunduğu sular son derece verimli ve diğer canlıların yaşaması için oldukça elverişlidir. Algler aynı zamanda suların yenilenmesi açısından da temizleyici bir rol oynarlar. Suda yaşayan hayvanlara besin olur, onlar için besin üretirler.

Bazı algler temel enerji olarak ışık ve CO2 kullanırlar. Kimileri ise organik maddeler üreterek bunlarla beslenirler. Alglerin kullandıkları ve ürettikleri enerjinin miktarını anlayabilmek için şu örneği verebiliriz. Atlantik Okyanusu’ndaki günlük enerji zincirinde, bir yaz gününde okyanus yüzeyine güneşten ulaşan enerji miktarı 2 milyar kaloridir. Bu enerjinin %99.5 kısmı yansıtılır ve dağıtılırken sadece %0.5’lik bir oran 1.670.000 gr. besin üretmek amacıyla tek hücreli algler tarafından kullanılır. Algler bunun %32’sini karbondioksit olarak alır, %8’ini ise organik madde olarak eritir ve dışarı atarlar. %8’lik oran, gezegenin ihtiyacı olan organik madde miktarıdır. Söz konusu döngü ile bu organik madde diğer canlılara iletilmiş olur.

Algler özellikleri bakımından çeşitli yiyeceklerin, ilaçların ve endüstriyel ürünlerin kullanımında doğrudan kullanıldıkları gibi, bu canlılar sayesinde meydana gelen bazı ürünler çeşitli yiyeceklerin, tıbbi ve kozmetik ürünlerinin yapımında da kullanılmaktadır.

 
 
Virüsler


Eğer evrenin başlangıcından beri saniyede bir virüs pinpon topunun içine atılıyor olsa idi, şu an ancak topun yarısı dolmuş olurdu.
Mikroskobik canlılar olan virüsler insan vücudunun en büyük düşmanlarıdır. Virüs, insan vücudundaki herhangi bir hücreyi seçer ve onu kendisi için bir sığınak olarak kullanır, burada çoğalır ve kimi zaman ölüme yol açan tahribatta bulunabilir. Bir virüs, proteinden bir kabuk ve kabuğun içinde kendisine ait bilgileri içeren genetik şifrelerden (DNA ve/veya RNA) ibarettir. Tek başına hayat belirtisi gösteren bir fonksiyonu veya organeli yoktur. Enerji üretebilecek veya protein sentezleyebilecek bir sistemi yoktur. Dolayısıyla bu önemli işlevleri yerine getirebilecek canlı bir hücrenin varlığına muhtaçtır. İşte bu nedenle bir virüs milyonlarca yıl hiç bozulmadan ve hiçbir hayat belirtisi göstermeden olduğu yerde kalabilir. Uzun süre bekledikten sonra bir organizma ile karşılaştığında hemen canlanır ve hareketlenir.

Virüsü harekete geçirmek için tek gereken şey içine girip enfeksiyona uğratabileceği savunmasız bir hücrenin sıcaklığı ve nemidir. Bu hücrenin içine yerleştiğinde bazen bir saat içinde kendini 100 kez çoğaltabilir. Bazen bir yıl içinde 20 milyon insanı öldürecek şekilde yeni bir şekle bürünebilir. Böylesine güçlü ve ölümcül etkilere sahip olan virüsler o kadar küçüktürler ki, 1018 tanesi bir pinpon topunun içini ancak doldurur. Eğer evrenin başlangıcından beri saniyede bir virüs pinpon topunun içine atılıyor olsa idi, şu an ancak topun yarısı dolmuş olurdu.

Her virüsün büyüklüğü aynı değildir. Bazıları büyüktür, ama yine de bir pinpon topunu doldurmaları 30 milyon yıl gerektirir, diğerleri ise küçüktürler ve topu 2 trilyon yılda bile dolduramazlar. Virüslerin yapılarını yakından incelediğimizde mükemmel tasarımlara sahip olduklarını görürüz. Virüs kabuğunu oluşturan moleküller, virüse adeta bir mücevher görünümü verirler. Her bir tür virüs kendine has geometrik dizaynıyla hayranlık uyandırıcı şekiller meydana getirir. Virüslerin sahip olduğu tasarımın kuralları “kübik simetriyle” belirlenmiştir. Çeşitli bilim adamları bu mimari tasarımın kurallarını ve yapısını çözmek için uzun yıllar boyunca araştırmalar yapmışlardır. Bu geometri kuralları sonucu ortaya çıkan şekillere ikosahedron adı verilmektedir. Böyle örnek bir yapıda, eşkenar üçgenden oluşmuş 20 yüzey olacaktır.

Yeni keşfedilen virüsleri, x ışını analiziyle ve diğer karmaşık metodlarla mikroskop altında incelemek bilimin 30 yılını almıştır. Bir başka deyişle, kendi yöntemleri ile tüm canlılığı etkisi altına alan, insanların kitle halinde ölümlerine yol açan ama aslında yalnızca bir hücre zarı ve DNA’dan oluşan bu canlı, henüz geçtiğimiz yüzyılda keşfedilebilmiş ve o dönemden itibaren 30 yıl boyunca anlaşılmaya çalışılmıştır. Bu mikro canlılar, insanların onların varlıklarından bile haberi olmadığı milyonlarca sene boyunca, aynı inanılmaz yöntemleri kullanmışlar ve aynı işbölümü ile hareket etmişlerdir. İşte bu, Allah’ın sonsuz ilminin bir tezahürüdür.
Mantarlar

Mantarlar içlerinde klorofil taşımayan canlılardır. Bünyesine girdiği canlılarda genellikle enfeksiyon meydana getirerek hastalık yaparlar. Ama aynı zamanda yeryüzündeki canlıların besin ve mineral ihtiyaçlarının büyük bir bölümünü karşılamaktadırlar.

Mantarlar genellikle karanlıkta, nemli ortamlarda ve organik maddelerin bulunduğu her yerde ürerler. Sıcak ortamları tercih ederler. Soğukta pek fazla üreyemeseler de onları dondurarak öldürme imkanı yoktur. Soğukta bir çeşit kış uykusuna yatarlar ve hareketsiz olarak sıcak havaların gelmesini beklerler.

İnsan vücudunda asalak yaşayan doksana yakın türde mantar sayılmıştır. Bunların bir kısmı hastalık yapmazlar. Mantar, üstlendiği göreve ve özelliklerine göre, küf ve maya şeklini alır. Fermantasyon işleminde kullanılan mayalar, ilaç ve yiyecek yapımında kullanılan küfler, aslında hastalık yaparak bitki veya hayvanların ölümüne sebep olan mantarların farklı versiyonlarından başka bir şey değildir. Mantar, yeryüzünün oldukça geniş bir alanına hakim olan bir canlıdır. Öyle ki Oregon Eyalet Üniversitesinden Elaine Ingham, bir ormandan alınan bir çay kaşığı topraktaki bütün mantar liflerinin uç uca eklendiklerinde 1,5 mil (yaklaşık 2.5 km) kadar yayılabildiklerini ve aynı kaşıkta bulunan bakterilerden dört bin kat daha ağır geldiklerini hesaplamıştır. Nemli ormanlarda ise bir çay kaşığındaki mantar öbeği nem oranına göre 65 km hatta 650 km kadar uzayabilmektedir. Mantarın yeryüzündeki bu istilası canlılığın varlığı için son derece önemlidir.
Akarlar


Evlerde, özellikle de halılarda yaşayan akarlar. 
Akar ya da mayt olarak adlandırdığımız canlı, herhangi bir böcekten daha farklı özellikler taşımayan, son derece detaylı ve kompleks bir yapıya sahip olan, ama buna rağmen yine de ancak mikroskopla fark edilebilen bir mikro canlıdır. Yaşadığımız evin her yanında, yattığımız yatakta, yerdeki halıda, soluduğumuz havada kısacası yaşamımızı geçirdiğimiz her yerde bulunmaktadır. 5 ile 50 mikron arası boyutlarında olan bu canlıları çıplak gözle göremeyiz.

Bu canlılar ölü deri hücreleri ve kabukları ile beslenirler. Bu nedenle insanların yaşadığı ortamlarda bulunur ve insan aktiviteleri ile çevreye yayılır, hareket ederler. Beslenme malzemelerinin toplandığı yerler ise genellikle yataklar, minderler, mobilyalar ve halılardır.

Normal şartlarda bu ilginç görünüşlü varlıkları görüp fark edebilmeyi istemezsiniz. Çevrenizde o kadar fazla sayıdadırlar ki, yattığınız yatakta bile, ne kadar temiz olursa olsun, ortalama 10,000 tane akar bulunmaktadır. Bu canlılar ürettikleri proteine karşı alerjiniz olmadığınız sürece size zarar vermezler; ısırmaz, sokmaz, hastalık bulaştırmazlar.

Ancak bazı canlılar için zararlıdırlar. Öyle ki, parazit olarak içinde yaşadığı bir arı topluluğunu, arıların üstteki ölü derilerini delerek ve vücut sularını emerek ortadan kaldırabilirler. Bunun gibi pek çok böcek, hayvan ve bitkiye zarar verebilirler. Böcek akarları, böceğin ölümüne veya hastalanmasına sebep olurlar ama aynı zamanda meydana getirdikleri atıklarla toprağın verimini büyük ölçüde artırırlar. Bazıları ise birtakım canlıların asalaklarıdır. Bazı hayvanların kulak kanallarında, akciğerlerinde ve bağırsaklarında yaşarlar. Dolayısıyla akarlar farklı ortamlarda ve insan dışında farklı canlılarla da yaşayabilirler.

Everest Dağı’nın 5,000 metre yükseklikteki yamaçlarında yaşayabildikleri gibi, Kuzey Pasifik Okyanusunun 5,200 metre derinliklerinde de yaşayabilmektedirler. Bunun dışında akarlar kaplıcalar, mağaralar, çöller ve tundralar da dahil olmak üzere pek çok yerde bulunabilirler. 10 metre derinlikteki madenlerde, soğuk ve termik kaynaklarda 500oC kadar yüksek ısıya sahip olan yer altı sularında, havuz ve göllerde yaşayabilirler. Farklı ortamlarda yaşayabilen bu farklı türlerinin sayısının 500,000’den fazla olduğu hesaplanmıştır.

Akarlar su içmezler ama havadan ve ortamdan aldıkları nemi emerler. Bu nedenle bulundukları çevredeki nem onlar için önemlidir. %70-80 gibi oldukça yüksek orandaki nemden yaklaşık 27oC sıcaklıktan hoşlanırlar.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Böylesine uygun bir ortam bulduklarında sayılarını oldukça artırabilirler. Örneğin yarım hektarlık bir otlak toprağında 6,000,000 kadar üyeleri bulunabilmektedir.

Allah; dünyanın düzenini çok ince ve hassas dengelerle kurmuş, küçücük bir mikroorganizmayı koskoca bir yaşamın sebebi kılmıştır. Bunun tek nedeni, insanın karşısında apaçık duran bu yaratılış mucizesini görebilmesi, etrafında kendisine sunulmuş olanlar ve güç yetiremedikleri karşısındaki acizliğini ve Allah’a olan muhtaçlığını fark edebilmesi ve Allah’ı takdir etmesidir. Allah Kuran’da şöyle buyurmuştur:

“İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'ndan başka İlah yoktur. Herşeyin Yaratıcısı'dır, öyleyse O'na kulluk edin. O, her şeyin üstünde bir vekildir.” (En’am Suresi, 102)

 
 
Alglerin İklimi Sabit Tutma Özelliği


Alglerin meydana getirdikleri DMS gazı denizin hemen üstündeki oksijenle reaksiyona girerek bulutları meydana getirir.
Gözle görülmeyecek boyutlara sahip olan bir canlının atmosferin ısısını etkileyebilecek güçte, özel bir gazı üretmesi ve bununla dünyayı, tüm canlıların yaşamasına olanak verecek ortalama bir ısıda tutabilmesi özel bir dizayn planlamanın var olduğunun açık kanıtlarındandır.

Algler gözle görülemeyecek kadar küçük fakat dünyanın iklimini sabit tutacak kadar büyük işler başaran canlılardır. Mikron boyutlarındaki bu canlı türü her an dünyanın dengesini korumak ve diğer canlıların rahat koşullarda yaşamasını sağlamak için vargücüyle çalışmaktadır. Atmosferdeki ısının oranını kontrol etmenin ve bu ısıya müdahale etmenin 21. yüzyıl teknolojisiyle dahi mümkün olmadığı düşünülürse alglerin yaptığı işlemin ne kadar karmaşık ve zor olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Yüce Allah’ın ilhamıyla hareket eden bu canlılar görevlerini hiç zorlanmadan, düşünmeden ve eksiksiz olarak yerine getirirler. Peki ama mikron büyüklüğündeki algler bunu nasıl yaparlar?

Alglerin büyük bir bölümü dimetilsülfit (DMS) adı verilen bir gaz üretir. Bu gaz, denizin hemen üstündeki havada oksijenle reaksiyona girerek katı taneciklere dönüşür. Böylelikle bulutlar meydana gelir. Başka bir deyişle algler kendi bulundukları bölgelerde bulutların oluşumundan da sorumludurlar. Bu bulutlar da güneşten gelen radyasyonu geri yansıtarak gezegenimizi olması gerekenden daha soğuk, yani şimdiki ısısında tutar. Algler, Dünya'nın ısısını dengeleyecek kadar etkili ve önemli bir özelliğe sahiptirler.

Atmosfer ısınmaya başladığında alglerin aktivitesi artar ve DMS yani dimetilsülfit gazı üretmeye başlarlar. Alglerin bu maddeyi nasıl ve neden ürettikleri henüz tam olarak anlaşılamamıştır. Bir görüşe göre DMS hücrenin salgıladığı bir atık maddedir. Diğer bir iddiaya göre de hücreler zarar gördüklerinde düşmanlarına karşı korunmak için toksik yani zehirli bir asit salgılamaktadırlar. Virüs veya planktonların saldırılarına uğrayan bir alg işte bu nedenle büyük miktarda DMS salgılar. Bu hipotez doğrulansa da bir algin bu maddeyi neden bazı zamanlarda fazla miktarda bazı zamanlarda da az miktarda salgıladığı henüz anlaşılamamıştır. Bu canlının söz konusu maddeyi salgılaması, daha çok ihtiyaca yönelik olmaktadır. Algler sıcaklığa göre üretim miktarını değiştirmektedirler. Hedef yeryüzünün soğutulması olduğundan algler, DMS üretimini tropik bölgelerde daha fazla, daha soğuk bölgelerde daha az yapmaktadırlar.

Bu organizmalar olmasaydı Dünya çok daha sıcak bir yer olacaktı. Nitekim söz konusu üretim sonucunda gezegenimizde 40oC’ye varan bir soğuma meydana gelmektedir.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Bu soğuma alglerin de işine yarar. Eğer soğuma olmazsa, iyice ısınan okyanusun üst katmanları soğuk olan alt katmandan ayrılacak ve böylece yüzeyde bulunan alglerin derinlerdeki besinlere ulaşması imkansız olacaktır. İşte bu nedenle algler antifiriz etkisi gösteren bu maddeyi salgılarlar. İlginç olan, tropik okyanuslarda yaşayan bu canlıların neden antifiriz üretmeye ihtiyaç duyduklarıdır. Bu sorunun cevabı, organizmanın bu işlemden başka faydalar da edindiğini gösterir.

Antifiriz Üreten Algler

Algler antifiriz üretmeye ihtiyaç duyarlar çünkü ürettikleri bu madde ile suyun buharlaşmasını sağlayarak havaya geçebilirler. Alglerin havaya geçip atmosferin üst bölgelerine çıkabilmesi ise uzak bölgelere yayılmalarına yardımcı olmaktadır. Hava akımları, bu küçük canlıların tüm gezegeni dolaşabilmeleri için oldukça etkili bir yoldur. Gökyüzünün bu canlılarla dolu olması işte bu yüzden hiç de şaşırtıcı değildir. Yeryüzünün hemen üzerindeki hava katmanında metreküpte 10,000 canlı tespit edilmiştir. Atmosferde 50 km. yüksekliğe kadar alglerle aynı yöntemi kullanan canlı bakteri ve mantar ise alglerin fotosentez işlemini hızlandırır. Fotosentez sonucu su yüzeyi ısınır ve bu durum kabarcıkların oluşmasını sağlar. Algler ise, adeta bir sonraki aşamada baloncuğun patlayacağını ve böylelikle havaya ulaşabileceğini bilircesine baloncuğun üzerindeki yerlerini alırlar. Patlayan baloncuk artık sudan ayrılmış ve rahatça hareket edebileceği havanın içine geçebilmiştir.

DMS oluşurken çevresine ısı şeklinde enerji yayar. Bu enerji çevredeki havayı ısıtır ve ısınan hava da yükselir. Alttaki hava, oluşan akımla birlikte yukarı çekilir ve bulutları oluşturur. Böylelikle su yüzeyindeki algler hava akımı ile yukarı çıkar ve yayılmak için yükselen hava hareketlerinin meydana getirdiği rüzgarı kullanırlar. Havaya yayılan alglerin büyük çoğunluğunun kırmızı olması başka bir önemli noktadır. Kırmızı renk, atmosferin üst katmanlarına çıktıklarında onları morötesi ışınlara karşı korumaktadır.

Planlanmış Düzen

Anlattığımız bütün bu sistem, böylesine küçük bir canlının gezegenimizin etrafına yayılabilmek için her türlü gereksinime ve mekanizmaya sahip olduğunu açıkça göstermektedir. Bir canlının atmosferin ısısını etkileyebilecek güçteki özel bir gazı üretmesi ve bununla dünyayı, tüm canlıların yaşamasına olanak verecek ortalama bir ısıda tutabilmesi özel bir dizayn ve planlamanın var olduğunun açık bir kanıtıdır. Üstelik hayret verici olan, herşeyin gazın üretiminden ibaret olmaması, bu gazın özel şekillerde üst katmanlara çıkabilmesi, bulutun oluşumuna sebep olması ve daha da önemlisi bu işlemlerin bir mikro canlının işine yarıyor olmasıdır. Evrimciler meydana gelen bu olaylar karşısında şaşkındırlar. Bu doğaldır, çünkü bir mikro canlının mükemmel bir şekilde tüm dünyanın ekosistemini etkisi altına alması evrimin basit ve hayali mekanizmalarını tümüyle saf dışı bırakacak çok önemli bir delildir. (Harun Yahya, Mikrodünya Mucizesi)

Kuşkusuz evrimci biyologların böyle bir sistemin nasıl var olduğunu tam olarak anlamaları ve evrim ile açıklamaları mümkün değildir. Evrenin hiçbir safhasında meydana gelmemiş olan ve yalnızca bir aldatmaca ve hayalden ibaret olan evrim, tek hücreli bir canlının atmosfer şartlarını ve yeryüzünün ısısını etkilemesini de açıklayamaz. Algleri bu özellikleri ile birlikte yaratan ve tüm canlıların yaşamı için hayati önemde olan bu sistemi kuran Yüce Allahtır.
Diatomlar


Sadece bir hücre zarı ve kloroplasttan oluşan tek hücreli bir canlının adeta bir kimya laboratuvarı gibi çalışması ve müthiş bir sanat sergilemesi inananları hayran, evrimcileri ise çaresiz bırakan çok önemli bir gerçektir. 
Diatomlar mikroskobik bitkisel alglerdir. En büyükleri 1 milimetre çapında olan bu minik canlılardan 1 cm3 deniz suyunda, yaklaşık 10 bin tane bulunur. Okyanuslardaki canlı organizmaların %90’ını oluşturmalarına rağmen diatomların tümü suda yaşamaz. Bazıları toprak üstünde, yosunlara tutunarak ağaçlarda ve hatta yeteri kadar nem olduğunda tuğla duvarlarda bile yaşayabilir. Bu canlılar için ışık, su, karbondioksit ve gerekli besinlerin olduğu her yer üremek için uygundur.

Yeryüzündeki hemen hemen tüm canlılar, hayatlarını bir anlamda diatomlara borçludurlar. Çünkü yaptıkları fotosentez sayesinde soluduğumuz oksijenin bir kısmını diatomlar üretir. Bu mucizevi mikroskobik canlılar oldukça detaylı bir mekanizmaya sahiptir. Üzerlerinde çok sayıda gözenek vardır. Bu gözenekler besinlerin içeriye girmesine ve gaz değişimi yapmalarına olanak sağlar. Diatomlar oksijen üreten mikro fabrikalar gibi çalışır. Trilyonlarca diatom, bu gaz değişimi sonunda kendi ihtiyaçlarının çok üzerinde oksijen üreterek atmosferdeki oksijen oranına son derece önemli bir katkıda bulunmuş olur.

Bunun yanı sıra denizlerdeki besin zinciri içerisinde de çok önemli bir rol oynarlar. Diatomlar hayvansal planktonları oluşturan küçük canlıların temel besin kaynaklarıdır. Hayvansal planktonlar da daha büyük türler için besin kaynağı olan ringa gibi balıklar tarafından tüketilir. Örneğin oldukça büyük bir canlı olan kambur balina gibi canlılar diatomlarla beslenir. Bir balinanın birkaç saat tok kalabilmesi için birkaç yüz milyar diatom gereklidir.

Diatomların en etkileyici özellikleri ise kendi inşa ettikleri kabuklarıdır. Diatomlar mükemmel mimarlardır. Silisyum içeren kabukları serttir ve muntazam ve son derece simetrik bir görünümleri vardır. Diatomların kendileri için inşa ettikleri bu evler, bazen parıldayan bir kozalağı, bazen bir spirali, bazen de ışıldayan kristal bir avizeyi andırır. İlginç olan ise, yirmi beş binden fazla diatom türü olmasına rağmen hiçbirinin kabuğunun bir diğerine benzememesidir. Tıpkı bir kar tanesinin diğerine benzememesi gibi diatomların görünümleri de birbirlerinden farklıdır.

Diatomların üzerinde bulunan ve besinlerin içeriye girmesine ve gaz değişimine olanak sağlayan gözenekler de üzerlerinde taşıdıkları bu mimari yapıyı inceltir. Sonuçta bu canlıların görünümleri, son derece hassas açılara sahip mükemmel bir matematik ve tasarım harikası olarak karşımıza çıkar. Bu canlının sadece 25 mikron çapında olduğunu hatırlatmakta fayda vardır. 25 mikron ise yaklaşık bir toplu iğne başı kadardır. Bir insanın 25 mikronluk bir alanda böylesine kusursuz bir estetik harikası meydana getirebilmesi neredeyse imkansızdır.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Bu canlılar ise ne estetiği ve geometriyi bilirler, ne de buna ihtiyaç duyarlar. Bu canlıların kimya ya da mimarlık eğitimi almışçasına ürettikleri son derece estetik kabukların tesadüfler sonucu oluşamayacağı da çok açıktır. Bu durumda yeniden Rabbimizin yüce varlığı ve sanatı ile karşı karşıya geliriz. Bu üstün sanat öylesine detaylı ve göz kamaştırıcıdır ki, diatomların her birinde ayrı ayrı tecelli eder ve tam anlamıyla kusursuzdur.

Diatomlarla ilgili dikkat çeken ikinci planlama özelliği ise, üremeleri sırasında ortaya çıkar. Diatomlar inanılmaz hızlarda, bazıları sekiz hatta dört saatte bir bölünerek ürerler. Bu nedenle 10 gün içerisinde bir diatom 1 milyar ayrı birey haline gelebilir. Bu canlıların üreme hızları da özellikle oksijen ürettikleri için son derece önemlidir. Üreme hızlarındaki en küçük bir durağanlık kuşkusuz bu önemli oksijen kaynağının büyük ölçüde azalması anlamına gelecektir. Bu da canlılık için tehdit oluşturabilecek bir durumdur. Ancak Allah’ın yarattığı canlılar üzerindeki rahmetinin ve merhametinin bir tecellisi olarak bu canlılar mutlaka ihtiyaç olan zamanlarda ihtiyaç olan miktarlarda ürer ve yeryüzündeki hassas ekolojik dengeyi sabit tutarlar.

İnsanların Kullanmaları İçin Yaratılmış İdeal Hammadde

Diatomların kendi besinleri de insanlık için önem taşımaktadır. Bu canlılar fotosentez sayesinde ürettikleri minik yağ parçacıkları şeklindeki besinlerini hücrelerinin içerisinde saklarlar. Bu minik yağ parçacıkları zamanla biraraya gelir, jeolojik ve biyolojik kuvvetlerin de etkisiyle petrol yataklarının oluşmasına neden olur. Bugün kullandığımız petrolün çok büyük bir bölümü tarih öncesi denizlerde ölen diatomlar oluşturmuştur. Bu diatom tabakaları da zamanla fosilleşerek diatomitleri oluşturur.

Diatomitler endüstriyel amaçla kullanılır. Diatomit hafif ağırlığı ve gözenekleri ile ideal bir filtre yapısına sahiptir. Bu özelliği nedeniyle uzay endüstrisinde kullanılabildikleri gibi, böcek öldürücü ilaçların üretiminden boya dolgusuna kadar farklı amaçlarla da kullanılabilmektedir.
Tek bir mikroskobik canlıda bu kadar muazzam detayların var edilmesi Allah’ın sanatındaki mükemmelliği gösterir.

Bildiğimiz ve bilmediğimiz canlıların sahip oldukları bu gibi özellikler Allah’ın sınırsız gücünü daha iyi kavramak için birer vesiledir. Bir ayette Allah şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler, Allah'tan korkup-sakının ve (sizi) O'na (yaklaştıracak) vesile arayın." (Maide Suresi, 35)

 
 
Bakteri DNA’sındaki Mucize

Bakteri, sahip olduğu yüzlerce değişik özelliğin yanı sıra üstün yaratılışı sergileyen bir DNA’ya sahiptir. Bilinen en küçük bakteri olan theta-x-174’ün DNA’sında 5.375 nükleotid bulunmaktadır. Normal boyutlardaki bir bakteride ise nükleotid sayısı 3 milyon kadardır.

Kodlanmış bu bilgiler, bakterinin yaşaması için gereklidir ve bunlarda meydana gelebilecek en küçük bir değişiklik bile bakterinin ölmesine neden olacaktır. Evrimci Astronom Carl Sagan, bakteri hücresindeki bu olağanüstü bilgi hazinesinin kapasitesini şu şekilde açıklar:

“Basit bir hücredeki bilginin 1012 bite (bayt) kadar olduğu tahmin edilmektedir. Bu sayı, Britannica Ansiklopedisinin yüz milyon sayfasına denk gelmektedir. (Carl Sagan, “LIFE" IN ENCYCLOPEDIA BRITANNICA: Macropedia (1974). Sf. 893-894 - http:// www.pahtlights.com/ce_encyclopedia/08dna05. htm)

Yüz milyon sayfalık bu bilgi 2-3 mikron büyüklüğündeki bakterinin içinde bulunan DNA’da mevcuttur. 2-3 mikron büyüklüğündeki bu hücrenin içinde bilgi taşıyan bu sarmalın uzunluğu ise 1400 mikrondur. Burada 1 mikronun, 0,001 mm. gibi çok küçük bir birim olduğunu unutmamak gerekir. Özel bir dizayn ile bu müthiş bilgi zinciri, kendisinden binlerce kat küçük bir organizmanın içine sığdırılmıştır. Bu yaratılış harikasının içinde gerçekleşen işlemler ise mükemmel bir organizasyon ve şuurlu bir birlikteliği gösterir. Konuyla ilgili olarak Antropolog Loren Eiseley şu açıklamada bulunmaktadır:

“En basit olarak kabul ettiğimiz hücrenin içindeki fizyo-kimyasal organizasyonun detaylarını kavramak bizim kapasitemizi aşmaktadır.” (Loren Eiseley, The Immense Journey, 1957, sf.206 )


Escherichia coli bakterisinin tek bir kromozomunda 5.000 gen bulunmaktadır.
Şunu tekrar belirtmekte yarar vardır: Bu derece yüklü bir bilgi, sadece “tek bir” hücrenin yaşaması için gereklidir. Bakterilerin, dünyanın her yanına yayılmış organizmalar olduğu düşünüldüğünde, böylesine bir bilginin her bir bakteri hücresinde aynı özen ve sıralama ile var olduğunu bilmek oldukça hayret vericidir.

Böylesine bir sistem tesadüfen oluşabilir mi? Bu sistemin tesadüfen oluşamayacağını daha iyi görebilmek için DNA molekülünü daha yakından tanıyalım.

Bakterinin genomunun içinde taşıdığı bilgiyi biyofizik uzmanı Dr. Lee Spetner şu şekilde açıklamıştır:
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  “Genom (DNA molekülü) çok fazla bilgi taşıyabilmektedir. Örneğin bir bakterinin genomu, birkaç milyon sembolden oluşan bir dizidir. Bir memelinin genomu ise 2-4 milyar sembolden oluşmaktadır. Eğer bu sembolleri sıradan bir tür kitabın içerisine bassaydınız, bir bakteri için olan kitap yaklaşık olarak 1.000 sayfa olacaktı... Bu bilginin hepsi her bir hücrenin küçücük kromozomlarının içerisindedir.” (Dr. Lee Spetner, Not By Chance, Shattering The Modern Theory of Evolution, 1998, sf. 30)

Aynı şekilde I. L. Cohen, evrim teorisindeki çelişkileri ve imkansızlıkları sergilediği kitabı “Darwin Was Wrong”da (Darwin Hatalıydı veya Yanılmıştı) bir bakteri DNA’sının tesadüfen meydana gelmesinin imkansızlığını şu şekilde belirtmiştir.

“DNA’nın tesadüfen ortaya çıkma ihtimali oldukça azdır. ‘İhtimal faktörleri esas alındığında... 84’ün üzerinde nükleotide sahip olan herhangi bir DNA sarmalı tesadüfi mutasyonların ürünü olamayacaktır. Bu aşamada ihtimaller 80 x 1050’de 1’dir. Böyle bir sayı eğer yazılsaydı, şöyle olacaktı:

80,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000...

Matematikçiler 1050’nin üzerindeki herhangi bir sayının meydana gelme ihtimalinin istatistiksel olarak '0' olduğu konusunda hemfikirdirler. En küçük bakteri de dahil olmak üzere, bildiğimiz herhangi bir tür, 100 ya da 1.000’den çok daha fazla nükleotide sahiptir. Gerçekten tek hücreli bakteriler, çok özel bir dizilimle sıralanmış olan yaklaşık olarak 3.000.000 kadar nükleotid sergilemektedirler. Bunun anlamı şudur: Bilinen herhangi bir türün, tesadüfi olayların -tesadüfi mutasyonların- ürünü olmasının matematiksel ihtimali yoktur.” (L. Cohen, Darwin Was Wrong, 1984, sf. 205)

Bakterilerin Üremesi

Bakteriler çoğalmak için çeşitli mekanizmalar kullanırlar. Bu süreçte, ikiye bölünerek, spor haline gelerek veya eşeyli olarak üreyebilirler. Bu çoğalma işlemi de, bakterinin ne kadar kompleks bir yapıya sahip olduğunun diğer bir delilini teşkil eder. Bakteri hücresi bölünmeden önce kromatin adı verilen yapı bölünür ve yavru hücreler 30 dakika içinde tam büyüklüğe ulaşarak yeniden bölünmek için hazır olurlar. Bakteriyel hücre bölünmesi sırasında akıllıca tasarlanmış bir sistem devrededir. Bu tasarım sırasında meydana gelen DNA kopyalanması ve hücre bölünmesi, indirgenemez kompleksliğe bir örnektir. Yani sistemin çalışabilmesi için, sistemi oluşturan bütün parçaların aynı anda ve eksiksiz olarak birarada bulunmaları gerekmektedir. Böyle bir durumda evrim teorisinin temel iddiası olan kademeli ve tesadüfi gelişim fikri, geçersiz bir hale gelmekte ve çürümektedir. Son yıllarda yapılan çalışmalar bu kompleks sistemin, tahmin edilenden çok daha karmaşık olduğunu ortaya koymaktadır.

Tek Bir Hücrede Sergilenen Akıl ve Sanat

Buraya kadar verilen örneklerden de anlaşılacağı gibi, bakteriler, evrimcilerin iddia ettikleri gibi basit veya ilkel canlılar değildirler. Bütün canlı organizmalarda olduğu gibi, bakteriler de kompleks yapılara ve mekanizmalara sahiptirler. Hücre içinde gerçekleşen işlemler ve tek hücreli canlıların üstlendikleri görevler büyük bir uyum içerisindedir. Yani bakteriler, yaptıkları işler için gerekli olan ideal tasarıma sahiptirler. Burada ortaya çıkan evrimci yanılgı, bakteri hücresini, insan hücresi gibi çok farklı amaçlarla donatılmış bir yapıyla kıyaslamaktan kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla böyle bir karşılaştırma sonucunda bakteri hücresinin, insan hücresine göre daha ilkel olduğu ortaya çıkmaz. İki sistem de kendi içlerinde en fazla kompleksliğe sahiptirler. Ancak üstlendikleri görevlere göre farklılaşmış durumdadırlar.

Tek bir hücrede sergilenen bu akıl ve sanat, kuşkusuz, küçücük bir varlığa bu muhteşem özellikleri veren Allah’ın yarattığı mucizeleri ve Allah’ın sonsuz ilmini görmek için büyük bir fırsattır. Bakteriler ve canlı cansız tüm varlıklar Rabbimize secde ederler. Allah bu gerçeği bir ayette şöyle bildirmiştir:

“Görmedin mi ki, gerçekten, göklerde ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanlardan birçoğu Allah'a secde etmektedirler. Birçoğu üzerine azab hak olmuştur. Allah kimi aşağılık kılarsa, artık onun için bir yüceltici yoktur. Şüphesiz Allah, dilediğini yapar.” (Hac Suresi, 18)

 
 
Mucizevi Canlılar: Küfler, Mayalar, Likenler

Her biri birer yaratılış mucizesi olan canlıları, Allah, sağladıkları faydalarla birlikte insanların hizmetine sunmuştur.

Bir Mantar Çeşidi: Küfler

Küfler tek bir çekirdeğe sahip tek hücreli mantarlardır. Bölünerek çoğalan bu canlılarda, bölünen her parça yine küfün kendi içinde gelişir ve gruplaşarak bir koloni haline gelir. Genellikle küf hücreleri bakterilerden büyüktür ve yumurta biçimindedirler. Bir hayvan hücresinde bulunan organellerin çoğuna sahiptirler.

Küfler, tıpkı bakteriler gibi uygun koşullarda hızla gelişerek insan sağlığını tehdit edici bir duruma gelirler. Bu organizmaların bazıları da gıdalarda toksin adı verilen ve insan ve hayvanlarda zehirlenmelere yol açan zehirli maddeler üretirler. Hatta bu maddelerin bazıları kanser yapıcı etkiye sahiptir. Küfler bakterilere kıyasla daha az besin öğesine ihtiyaç duyan ve gelişebildikleri koşullar açısından da düşünüldüğünde daha kötü şartlarda gelişebilen mikroorganizmalar oldukları için çoğu ortamda üreme olanakları bakterilere kıyasla daha fazladır.

Küfler etrafta buldukları organik artıklarla beslendikleri gibi, canlı mikroorganizmaları da besin olarak kullanabilirler. Örneğin bir beyaz küf olan Entomophtorales, toprağın altındaki sularda yaşayan amiplerle beslenir. Çevresinde dolaşan bir amip gördüğü zaman, dokunaçlarıyla onu yakalayarak tüm hücre içini emer, geriye sadece zarını bırakır. Küfler bu yönleriyle etobur özellik de göstermektedirler.

Ancak küfler, elbette sadece zarar verici organizmalar değildirler. Bu canlılar çok geniş alanlarda kullanılabilmekte ve besinlerin üretilmesinden ilaçların yapımına kadar çok yönlü olarak insanlara hizmet vermektedirler. Küfler birtakım organik asitlerin, bağışıklık sistemini bastırıcı ilaçlar da dahil olmak üzere bazı ilaçların ve penisilin gibi çeşitli antibiyotiklerin yapımında kullanılmaktadırlar. Küflerin bu alandaki faydaları büyük önem taşımaktadır. Tek hücreli mantarlar olan küfler sahip oldukları özellikleriyle birlikte elbette ki tesadüfen ortaya çıkmamışlar, Allah'ın yaratmasıyla var olmuşlardır.

Fermentasyonla Besin Üreten Mayalar

Mayalar küre, oval ve silindir biçiminde olan tek hücreli mantarlardır. Büyüklükleri 7-17 mikrondur. Dolayısıyla bir gram mayada yaklaşık olarak 15 milyon bağımsız hücre bulunmaktadır. Yaklaşık 600 bilinen maya türü bulunmaktadır.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
 
Üstte resimleri görülen ekmek mayası, oksijensiz ortamda fermentasyon yapar. Bu faaliyetinin sonucu ise birbirinden lezzetli besinlerdir. 

Mayalar şekerle beslenir ve oksijensiz ortamda şekerden etil alkol ve karbondioksit üretebilirler. Bu işleme mayalanma adı verilir. Onların bu yetenekleri ekonomik öneme sahiptir. Bu canlılar çeşitli besinlerin meydana getirilmesinde kullanılırlar. Ekmeğin üretimi için temel unsur olan maya, ürettiği karbondioksiti ekmek hamurunun içinde baloncuklar şeklinde tutarak ekmeğin şu anki şeklini ve tadını almasını sağlar. Aynı zamanda soya fasulyesinin fermente edilmesinde de kullanılan maya, soya sosunun üretimini sağlar. Normal şartlarda düşük kalorili bir besin olan soya sosu ile beslenen kişiler fazla kalori alamasalar da maya ve soya fasulyesi ikilisinin beraber sağladığı yaşamsal amino asitlere sahip olacaklardır. Dolayısıyla Allah'ın insanların hizmetine sunduğu mayalar, bize son derece besleyici, aynı zamanda da faydalı besinler sunmak için faaliyet halindedirler.

Mantar ve Alglerin Ortak Yaşam Ürünleri: Likenler

Bazı mantarlar alglerle ortak yaşarlar. Bu birleşimden meydana gelen yeni canlıya ise "liken" adı verilir. Likeni meydana getiren iki canlı da karşılıklı olarak birbirlerinden fayda elde etmektedirler. Mantar, algin gerçekleştirdiği fotosentez işlemi sonucunda besin elde ederken, alg de mantarın kendisine sağladığı su ve mineral sayesinde kurumaktan korunmakta ve kendisi için emin bir yerde yaşamını sürdürmektedir.


Mantar ve alglerin ortak yaşam ürünü olan likenler. 
İki mikroorganizmanın birleşerek meydana getirdiği bu yeni canlı, mineralleri genellikle havadan ve yağmur sularından alır. Canlı, havanın toksik etkisine karşı güçlü değildir, bu nedenle sadece hava kirliliğinin olmadığı yerlerde yaşayabilir. Ancak bir likenin yaşaması için sıcaklık çok büyük bir fark oluşturmaz. Likenler, tropik bölgelerde yaşayabildikleri gibi soğuk kutup bölgelerinde de yaşayabilirler.

Ağaç gövdeleri, dağ tepeleri ve çıplak kayalıklar likenlerin genel olarak yaşadıkları yerlerdir. Bu canlılar kayalıkları istila eden son derece önemli organizmalardır. Likenler toprağın meydana gelişinde oldukça önemli bir rol oynarlar. Burada mantarlara özgü ayrıştırıcı özellik son derece önemlidir. Liken, mantarın bu özelliğini kullanarak kayanın üzerini yavaş yavaş ayrıştırır ve kayanın rüzgar ve yağmur ile parçalara ayrılmasına neden olur. Likenlerin bazıları oldukça sert kayaları bile çözebilecek bir güce sahiptir Bu güç sayesinde parçalara ayrılan kaya, ufalanarak toprağın meydana gelmesini sağlamaktadır. Böylesine ince bir ayrıştırmayı doğada gerçekleştirebilecek başka bir canlı daha yoktur.

Bu canlıların hangi kararla ve hangi sebeple biraraya gelerek yepyeni bir canlı meydana getirdikleri, neden birarada yaşamayı tercih ettikleri bilim adamlarının cevap aradığı sorulardandır. Evrimciler yeryüzündeki canlıların tümünün evrim sürecine göre bir gelişme ve değişim geçirdiğini iddia ederler. Bu iddia doğru olsaydı mantarlar ve algler arasındaki ortak yaşamın da bir ihtiyaç sonucunda ortaya çıkmış olması gerekirdi. Ancak ortada böyle bir ihtiyaç yoktur. İki canlının da birbirlerine zorunlu bir bağlılıkları söz konusu değildir. İki mikroorganizmanın biraraya gelme kararı ile oluşan likenler, kayaların parçalanması ve toprağın oluşumu için özel olarak yaratılmış canlılardan başka bir şey değildirler. Onlar da, yeryüzündeki tüm diğer canlılar gibi, Allah'a gönülden boyun eğmiş olarak O'nun kendileri için belirlediği görevi yerine getirmektedirler.

"Yaratmayı başlatan, sonra onu iade edecek olan O'dur; bu O'na göre pek kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce misal O'nundur. O, güçlü ve üstün olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. Size kendi nefislerinizden bir örnek verdi: "Size rızık olarak verdiğimiz şeylerde, sağ ellerinizin malik olduklarınızdan, sizinle eşit olup kendi kendinizden korktuğunuz gibi kendilerinden de korktuğunuz (veya çekinip saygı duyduğunuz) ortaklar var mıdır? "İşte Biz, aklını kullanabilen bir kavim için ayetleri böyle birer birer açıklarız." (Rum Suresi, 27-28)

 
 
Bakteriler ve Simbiyotik İlişki İçinde
 Oldukları Canlılar


Bakteriler çok çeşitlidirler. Kimi bakteriler oksijeni bol ortamlarda yaşayabilirken , kimileri oksijensiz ortamlarda yaşamlarını sürdürürler. Bir kısmı fotosentez yoluyla enerji sağlarken, bir kısmı organik maddeleri ayrıştırarak besin elde ederler. Tek hücreden oluşmalarına rağmen, bazen metabolizmaları oldukça farklılık gösterebilir. 
Bakteriler bitkilerden ve hayvanlardan farklı olarak hızlı çoğalan ve simbiyotik ilişkilerdeki etkisi açısından canlılar aleminin dengesini sağlamada çok büyük önem taşıyan bir grubu oluştururlar. Hemen hemen her yerde yaşayabilirler, bu nedenle de herhangi bir tür organizmadan çok daha fazla sayıdadırlar. Bu canlılar dünyanın en fazla sayıdaki üyeleridir. Tüm ekosistem bakterilerin faaliyetlerine bağlıdır. Bakteriler insan da dahil olmak üzere pek çok canlının metabolizmasına girerek doğrudan ona veya dolaylı olarak canlılığa fayda sağlamaktadırlar.

Termitler selülozu tek başına sindiremezler ve bu işlem için bakterilere ihtiyaç duyarlar. Termitlerin tek bir tanesinin bağırsağında bile 2,7 milyon bakteri bulunmaktadır. Aynı şekilde metabolizması selülozu sindirmeye uygun olmayan geviş getiren hayvanlarda da sindirimi bakteriler sağlarlar. Kısacası bakterilerin varlığı doğadaki bazı canlılar için hayati önem taşır. Bakteriler ve simbiyotik ilişki içinde bulundukları bu canlılar büyük bir uyum ve düzen içinde yaşarlar. Bu ortak yaşam sürecinde her canlı kendi görevini bilir ve eksiksiz olarak yerine getirir. Yapılan işlemler öylesine kompleks ve karmaşıktır ki asla tesadüfe yer vermez. Bakterilerin ortak yaşam sürdürdüğü bu canlıları incelediğimizde herşeyi yüce Allah'ın yarattığı açık bir biçimde görülmektedir.

Bakterilerin Ortak Yaşam Örnekleri

Bakteriler, bitkilerle karşılıklı faydaya dayanan bir ilişki içine girerler. Bezelyede ve bezelyenin köklerinde nitrojen bağlayıcı niteliğe sahip bakteriler yaşamaktadırlar. Bilindiği gibi nitrojen yani azot da bir canlı için hayati öneme sahip bir moleküldür. Bir bitki nitrojene sahip olamadığı sürece er ya da geç ölecektir.

Bu nedenle bitki köklerinde beslenen bakteriler son derece önemlidir. Bakterilerin bezelyeyi tercih etmelerinin sebebi ise bu bitki ile bakteriler arasındaki kimyasal iletişimdir. Simbiyotik bakteri, bitkilerdeki bazı genleri harekete geçirerek köklerde küçük kabarcıkların oluşmasını sağlar. Bakteri, oluşan bu kabarcıkları kendisi için bir barınak olarak kullanır. Bunun karşılığında ise bitki, hiç tükenmeyecek nitrojen deposuna sahip olur.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
 
Kirpi balığının bağırsağında yaşayan bakteriler, balığın kaslarının içine kadar yayılan bir zehir üretirler. Bu zehir, balığın kendisine zarar vermezken, düşmanlarından korunmasını sağlar. 
Bir başka simbiyoz ilişki de kirpi balığı ile bağırsak bakterileri arasında yaşanmaktadır. Kirpi balıkları farklı bir savunma sistemine sahiptir ve oldukça zehirlidirler. Bu zehir tetrodoxin olarak adlandırılır ve kirpi balığının bağırsağında yaşayan bakteriler tarafından üretilir. Bakterilerin ürettiği bu zehirli toksinin büyük bir bölümü balığın karaciğerinde, bağırsağında ve diğer iç organlarında olmasına rağmen zehir hayvanın vücudunun her yerine yayılmaktadır. Hatta zehirin bir kısmı balığın kaslarının iç kısımlarına kadar girer. Dolayısıyla kirpi balığını ve bu balığın larvalarını yiyen canlılar son derece büyük bir tehlikeyle karşı karşıya gelirler. Böyle bir tehlikenin farkında olan düşmanlar, kirpi balığına yaklaşmayı pek denemezler. Bakterilerin bu katkıları, balığın diğer balıklara yem olmasını önlemektedir. Elbette burada önemle üzerinde durulması gereken, diğer balıklar için büyük bir tehlike teşkil eden zehrin, kirpi balığının tüm vücuduna yayılmasına rağmen ona zarar vermemesidir. Bu, kirpi balığının korunması için Allah'ın özel olarak yarattığı kusursuz bir dizaynı göstermektedir. Bu ortak yaşam örneğinde başka mucizeler de vardır. Etraftaki diğer balıkların kirpi balığındaki tehlikeyi fark ederek ona yaklaşmamaya çalışmaları, bakterilerin büyük bir çaba göstererek böyle bir korunma yöntemi geliştirmiş olmaları, Allah'ın canlıları birbirleriyle uyumlu olarak yarattığını gösterir. Bu örneklerde şuurlu bir tasarım, üstün bir yaratma vardır.

Bakteriler, tüp solucanları ile de ilginç bir ilişki içindedir. Bu canlının sahip olduğu tüpler, her bir gramına 100 milyar bakterinin sıkışarak sığabileceği bir doku ile doludur. Tüp solucanlarının kırmızı tüyleri, oksijen yerine bakterileri beslemek için hidrojensülfat taşıyan kanla doludur. Buna karşılık bakteriler de hidrojensülfatı okside ederler ve bu oksidasyon sonucunda ortaya çıkan karbondioksidi solucanı besleyen karbon bileşiklerine çevirirler. Yani aralarındaki ilişki karşılıklı besin alışverişine dayanmaktadır. Solucan bakteriyi beslerken bakteri de solucan için besin üretmektedir.

Denizlerde yaşayan bir başka solucan cinsi Riftia Pachyptila ise bakterilere besinlerin sindirimi için ihtiyaç duyar. Bu solucan cinsinin sindirim sistemi yoktur. Önceleri sindirim sistemi olmayan bu canlının deri yoluyla deniz suyunda erimiş organik maddeleri emerek beslendiği sanılmıştı. 1981 yılında solucanın organik molekülleri emerek değil, normal bir şekilde beslendiği, ancak sindirim işlemini bakterilerin üstlendikleri keşfedilmiştir. Bakteri ile solucanın aralarındaki bu dayanışma gerçekten de son derece akılcıdır. Solucanın solungaçları ile aldığı sıvı, kükürt ve oksijence zengindir. Bu maddeler kan yoluyla bakterilerin bulunduğu yere giderek burada bakterilerin organik bileşikler yapmalarını sağlamaktadır. Solucan besin olarak bu maddeleri kullanmakta, solucanın karbondioksit, azotlu maddeler gibi metabolizma artıkları da tekrar bakterilerce alınarak besine çevrilmektedir. Normal şartlarda bütün bu kimyasal işlemler sonucunda oluşan kükürtlü hemoglobinin oksijeni taşıyamaması, aynı zamanda solunum enzimleri için toksik yani zehirli bir etkiye sahip olması gerekmektedir. Ancak bu sorun da özel bir tasarım sayesinde çözülmüştür. Solucanın karnında çok fazla kükürt bağlayarak hemoglobini koruyan bir protein bulunmaktadır. (Harun Yahya, Mikro Dünya Mucizesi)

Solucanın gövde boşluğu bakterinin konaklamasına, bakterinin ürettiği besin solucanın beslenmesine, solucanın atıkları bakterinin yaşamasına, üretilen enzim de bütün bu işlemlerden dolayı solucanın zehirlenmemesine neden olmaktadır. Bu örnekteki sayısız sebep sonuç ilişkisi tek bir gerçeğe işaret eder. Allah tüm canlıları üstün bir yaratılışla yaratmıştır ve bu üstün gücünü bize Kuran'ın pek çok ayetinde tarif etmiştir:

"Göklerde ve yerde olanlar Allah'ındır. Şüphesiz Allah, Gani (hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç olmayan)dır, Hamid (hamd da yalnızca O'na ait)tir. Eğer yeryüzündeki ağaçların tümü kalem ve deniz de -onun ardından yedi deniz daha eklenerek- (mürekkep) olsa, yine de Allah'ın kelimeleri (yazmakla) tükenmez. Şüphesiz Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir." (Lokman Suresi, 26-27)

Dildeki Bakteriler


Yukarıda resmi görülen bu bakteriler, acaba nasıl nitratın vücuda zararlı olduğunu düşünmüş ve bunu ortadan kaldırabilmek için dilimizi karargah edinmişlerdir? Kuşkusuz evrimciler bu soruyu asla cevaplayamazlar. Oysa cevap açıktır: Bu bakteriler, Allah'ın kendilerine bildirdiği bir emri yerine getirmektedirler. 
Çeşitli besinlerle vücudumuza nitrat alırız. Nitrat vücuda girdiğinde, içerdiği bir oksijen molekülünü kaybederek nitrite dönüşmektedir. Nitratın kolaylıkla nitrite dönüşebilmesi insan vücudu için bir kaygı sebebidir. Nitrit rahatça kimyasal tepkimelere girebilmekte ve yiyeceklerle alınan aminlere bağlanarak "nitrozamin" denilen bir maddeye dönüşmektedir. (Amin, tek değerli hidrokarbonlara verilen genel bir addır.) Bu kimyasal bilgilerin verilmesinin sebebi vücuda bu yollarla kolayca girebilen nitrozaminlerin insanlar için son derece önemi olmasıdır. Nitrozaminler, mide kanseri gibi önemli hastalıkların başlıca sebeplerinden bir tanesidir.

Ancak kimi zaman vücuda doğrudan alınan, kimi zaman da vücutta üretilen nitrozaminler vücuda zarar vermeden ortadan kaldırılırlar. Bunun sebebi insan bedenini korumakla görevli olan bakterilerdir.

Araştırmacılar bir süre önce besinlerle vücuda alınan nitratın %25'inin nitrite dönüştürülmek üzere tükürüğe karışarak ağızdaki hücrelere geri döndüğünü fark ettiler. Bunun nedeni önceleri anlaşılamamıştı, çünkü nitrit potansiyel olarak zararlı bir madde idi ve zararlı bir maddenin vücutta üretilmesinin de bir anlamı yoktu. Bunun sebebi daha sonra anlaşıldı. Nitrit tükürükteki asitle birleştiğinde vücutta nitrozaminin oluşumunu engelliyordu. Bu birleşme aynı zamanda vücuda zararlı bazı bakteriler için de çok zehirliydi. Dolayısıyla nitrit, yediğimiz yiyeceklerle karışması için ağzımızda özellikle yapılıyordu. Ağıza gelen besin bizim için zararlı bir madde olmaktan çıkıyor, aynı zamanda içinde barındırdığı tüm zararlı mikroplar da vücuda girer girmez bu yöntemle ölüyordu.

Peki vücutta nitrit nerede üretilmekte ve nerede tutulmaktadır? Nitrit, bakteriler tarafından dilde üretilmektedir. Nitrat, dilin en arka tarafında bakterilerin oldukça yoğun olduğu bir bölgede nitrite çevrilmektedir. Nitratı dönüştüren bakteriler, dilin arka kısmında tat tomurcukları arasındaki oksijen erişmeyen yarıklarda yaşamaktadırlar. Bunlar, fakültatif anaeroblar adı verilen hem oksijensiz hem de oksijenli ortamda yaşayabilen bakterilerdir.

Bakteriler yukarıda anlattığımız tüm bu işlemleri dişetlerinin çevresinde de gerçekleştirirler. Onların bu faaliyetleri aynı zamanda dişlerin de çürümesini engellemektedir.

Buraya kadar bahsettiklerimiz tümüyle kimyasal olaylardır ve insan vücudunda bakteriler sayesinde gerçekleşmektedir. O halde şimdi şunu soralım: Nitratı et ve salata gibi en temel besinlerle vücudumuza sürekli olarak alırız. Acaba bakteriler hangi kararla bu maddenin vücuda zararlı olabileceğini düşünmüş ve bunu ortadan kaldırabilmek için kendilerine bir karargah edinmişlerdir? Darwinistlere göre bunu yapan evrim ya da başka bir deyişle tesadüflerdir. Hayali evrim sürecinde, insanın gıdalardan dolayı hastalanıp ölmesini engelleyecek bu bakteriler de tesadüfen yerlerini almışlardır. Kimisinin vücuttaki konumundan dolayı solunum yapmadan yaşayabilmesi gerekmektedir. Tesadüfen bu sorun da halledilmiştir! Vücuttaki bağışıklık sisteminin bu bakterileri birer tehlike olarak görüp onlarla savaşmasının da engellenmesi gerekmektedir. Her nasılsa bağışıklık sisteminin bu canlıları yadırgama tehlikesi de tesadüfen ortadan kalkmıştır! Evrim teorisine göre bütün bunların açıklaması tesadüflerdir. Evrimciler bir bakterinin insanı koruyabilmek için şuurlu hareket etmesini akıllı ve üstün bir tasarım olarak değil de evrimleşme olarak tanımlarlar. Oysa bir bakterinin tesadüfen tüm mucizevi özellikleri ile birlikte insanın dilindeki tat keseciklerine yerleşmesinin ve vücudu zehirli maddelerden korumasının tesadüflerle açıklanması kuşkusuz mümkün değildir. İnsan gibi, insanın vücudundaki bu hassas sistem de yeryüzünde aklını kullanabilen tüm varlıklara şu gerçeği göstermek için vardır: Allah birdir ve O'ndan başka Yaratıcı yoktur. Bu gerçek Kuran'da bizlere şöyle bildirilir:

O, Evvel'dir, Ahir'dir, Zahir'dir, Batın'dır. O, herşeyi bilendir. Gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arşa istiva eden O'dur. Yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni ve ona çıkanı bilir. Her nerede iseniz, O sizinle beraberdir, Allah, yaptıklarınızı görendir. (Hadid Suresi, 3-4)

İnsana Faydalı Mikro Canlılar Bağırsak Bakterileri

Bağırsaklarımızda birçok bakteri çeşidi içeren küçük bir ekosistem bulunmaktadır. Bu bakterilerin her çeşidinin görevi farklıdır ve besinlerin sindirilmesinden, vitaminlerin emilmesine kadar her türlü işi yerine getirmektedirler. Bağırsaklarda yaşayan bu bakterilere genel olarak Escherichia coli adı verilmektedir. Escherichia coli, daha önce belirttiğimiz gibi, tek bir kromozom sarmalında yaklaşık olarak 5.000 gene sahiptir. Bu da yaklaşık olarak 3 harften oluşan 1 milyon kodona eşittir. (Kodon, ATCG harflerinin biraraya gelmesiyle meydana gelen DNA şifresinde sadece 3 harften oluşan anlamlı kelimelerdir. Kodonlar, birleşerek anlamlı cümleleri, yani genleri oluştururlar.) Yani bir milyon tane özel olarak kodlanmış şifre, bakterinin tüm özelliklerini ve yapacağı tüm faaliyetleri belirlemektedir. Söz konusu bakterinin DNA'sında taşıdığı bu olağanüstü bilginin miktarı ve niteliği evrimci bir kaynakta şu şekilde ifade edilmiştir.

DNA şifresi, hücreye bilgiyi ileten genetik bir dildir. Hücre her fonksiyonunu denetlemek için DNA bilgilerini kullanan çok karmaşık bir yapıdır. Tek hücreli bir bakteri olan E. coli'nin DNA'sındaki bilgi miktarı gerçekten çok fazladır. Dünyanın en büyük kütüphanelerinin herhangi birindeki tüm kitapların içerdiği bilgiden çok daha fazladır...

(…) E. coli hücrelerindeki DNA harflerinin dizilimi çok özeldir. Biyolojik işlevin yerine getirilmesini yalnızca bu özel dizilim sağlayabilmektedir.

Bu canlının söz konusu işlemleri nasıl meydana getirdiği ve bu simbiyotik yaşamdan bir fayda elde edip etmediği ise tam olarak bilinmemektedir. Bakterilerin edindikleri faydalarla ilgili elde edilen tek bilgi bu canlıların bazılarının bağırsak hücrelerine kendi gereksinimlerini ileterek, onların şeker salgılamasını sağladıkları ve bu şekeri besin olarak kullandıklarıdır. Bakterilerin edindikleri faydalarla ilgili bilinenler bu kadardır, ama bu ortak yaşamın insana son derece önemli etkileri vardır. Bakteriler, insan bağırsağında bulundukları süre boyunca sindirim ve vitamin emilimi gibi birtakım işlemler gerçekleştirirken aynı zamanda zararlı bakterilerin hastalık yapmalarını da engellerler. Bakterilerin yardımı ile bağırsaklar, işlevsellik kazanırken, bağışıklık sistemi de güçlenir. Bu bakteriler, insanda ve bazı memeli hayvanlarda K vitaminini üretme görevi de üstlenmişlerdir. K vitamini insanlar ve geviş getiren bazı canlılar için son derece büyük bir öneme sahiptir. Çünkü bu canlılar K vitaminini yiyeceklerden alamazlar. Oysa vücudun bu vitamine ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç bakteriler sayesinde sağlanır. Bakteriler, canlının vücuduna aldığı sebzelerdeki selülozu parçalayarak sindirilebilir, glikoz haline getirir ve vücuda K vitamini sağlarlar.

Yapılan bu işlemler elbette son derece detaylı ve hayati önemi olan kimyasal işlemlerdir. Bu işlemler yeryüzünde varolan her insanda aynı kusursuzluk ve aynı mükemmellikle yine bakteriler tarafından gerçekleştirilir. Ancak bu işlemlerin o kadar çok detayı vardır ki, bunların hepsi, sırrı günümüzde bile halen çözülememiş ayrı birer şuur gösterisidir. Dünyaca ünlü evrimci dergilerden New Scientist'de, bakterilerin şuurlu davranışları sırasında ortaya çıkan "bilinmeyenler" şu şekilde sıralanmıştır:
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Son 10 yıldır mikroplar ile vücut arasındaki "iyi huylu" ilişki konusunda kafa yoran mikrobiyologlar, komensal (aynı sofrada yemek yiyen) bakterilerin gizini henüz çözmüş değiller. Bu bakterilerin bir kısmının bağırsakların iç çeperlerinde yer aldığı, diğer kısmının ise çeşitli çatlak ve yarıklarda yerleştiği biliniyor. Ancak bu konuda bilinmeyenler bilinenlerden daha fazla. Bilim adamlarının henüz yanıtlayamadıkları pek çok soru var. Dünyaya yeni gelen birkaç saatlik bir hayvanın bağırsaklarını hedef alan bu mikroplar nereye yerleşeceklerini nasıl kestiriyorlar? Ve yerleşecekleri bölgeyi ele geçirince, üstlerine gelen yeni bakterilere karşı mevzilerini nasıl koruyorlar? Ayrıca yıllarca bizimle birlikte barış içinde yaşayan bu mikroorganizmaların birdenbire bize karşı cephe almalarının ve ölümcül hastalıklara yol açmalarının nedeni ne? Hepsinden önemlisi, bağışıklık sistemi bağırsakların bu mikroskobik sakinlerine karşı niçin savaş açmıyor?

Bu önemli soruların dışında dikkat etmemiz gereken bir başka önemli nokta daha vardır. Bilindiği gibi bakteriler çok hızlı çoğalabilen canlılardır ve bulundukları ortamda, şartlar eğer müsaitse, birkaç saat içinde sayıları milyonları bulabilir. Söz konusu durumun insan vücudundaki bu bakteriler için de geçerli olması gerekmektedir. Nitekim insan vücudundaki ortam, bakterilerin üremelerine uygundur. Onların da türdeşleri gibi kısa bir süre içinde aşırı derecede çoğalmaları ve bağırsakları neredeyse tümüyle istila etmeleri gerekmektedir. Peki acaba böyle bir sorun ile karşı karşıya mıyız? Bağırsaklarımıza yerleşen E. coli bakterisi için böyle bir durum söz konusu değildir. Bu bakteri 20 dakikada bir ikiye bölünür ve bu çoğalmanın ardından da ortaya çıkan bakterilerin de pek çoğu ölür. Eğer böyle olmasaydı E. coli hücreleri 20 dakikada bir durmadan bölündüklerinde tüm dünyayı kaplayacak hacme 43 saatte ulaşacaklardı. Hiçbir zaman böyle bir sorunla karşılaşmayız, çünkü burada yaşayan bakterilerin aralarında besin için büyük bir yarış vardır. Yarışı kazanamayanlar ölmek zorundadırlar. Ayrıca bakteriler vücuttaki antibiyotiklere de karşı koyamazlar.

Bağırsaklardaki bakteri dengesi işte bu şekilde sağlanır. Yaşamını sürdürenler ise, insanın sindirimi için gerekli miktarı oluştururlar. Bu sayı milyarlarca yıldır insanların tümünde ayarlanmış ve belirlenmiş bir sayıdır. Hiçbir insan bedeninde, bağırsakta bulunan bu bakterilerin tamamı ölmemiş ya da kontrolsüz bir çoğalma meydana gelmemiştir, çünkü bu canlılar insana fayda getirebilmek için özel olarak yaratılmışlardır. Yaptıkları işlerden sayılarına kadar her türlü detay, onları yaratan Allah'ın dilediği ve belirlediği şekildedir. Bu kontrolü sağlayan, nerede, ne zaman ve hangi sayıda durmaları gerektiğini bilen ve planlayan Allah'tır.

 
 
Roket Mühendisi Gibi Hareket Eden Bakteriler

Yandaki fotoğraf, içinde bulunduğu hücreden çıkan bir bakteriyi gösteriyor. Ancak bakteri bu çıkışı hiç de alışılmadık bir şekilde, bir taşıt yardımıyla gerçekleştiriyor.

Kullandığı taşıt ise bir roket!

Kırmızıyla renklendirilmiş bakteriler Burkholderia pseudomallei türüne ait. Yeşil büyük hücre ise bir bağışıklık sistemi hücresi olan makrafoj hücresi. Bakterinin roketi de en sağdaki bakterinin arkasında yeşil bir kuyruk halinde görülüyor.

Bakterinin roket ateşlemesi şöyle gerçekleşiyor: Makrofaj hücresine giren bakteri, bir süre içeride kaldıktan sonra, kendi zarından dışarıya özel bir protein uzatıyor. Bu protein, özel şekli sayesinde makrofaj hücresinde bulunan aktin moleküllerini 'ateşliyor'. Böylece bakteri kendisini bir roket gibi fırlatmış oluyor ve hücrenin zarını parçalayarak dışarı çıkıyor.

Bakterinin ateşlediği aktin molekülü kaslarda hareket sağlayan hem kuvvetli hem de hassas bir moleküldür. Bu özelliğiyle, bakteriye bir tür "roket yakıtı" hizmeti vermiş olur.

Bakterinin aktini ateşlemesi ise büyük bir mucizedir. Çünkü bakteri tam olarak aktinle kimyasal reaksiyona girecek yapıda bir proteine sahip olmalıdır. Aktin bir kilide benzetilecek olursa bakterinin bu kilidi açan anahtara yani doğru proteine sahip olması şarttır. Bir kilidi ancak belli bir anahtarın açabilmesi gibi; aktini de ancak özel bir protein ateşleyebilmektedir. (Harun Yahya, Doğadaki Tasarım)

Tüm bunlar tek bir gerçeği işaret etmektedir. Bu özel davranışı bakteriye, herşeyi kontrol eden üstün akıl sahibi alemlerin Rabbi Allah ilham etmektedir...

Bakteriler Yeryüzünde Azot (Nitrojen) Döngüsünü Gerçekleştirirler
Canlılar yaşamlarını sürdürebilmek için oksijen ve karbondioksite ihtiyaç duydukları gibi büyüyebilmek için de azota (N2) ihtiyaç duyarlar. Azot, canlı vücudunda özellikle nükleik asitlerin, proteinlerin ve vitaminlerin yapısında %15 oranında bulunmaktadır. Yani hayatın temel taşlarından birini teşkil eder. Atmosferin de yaklaşık %78'i azot gazından oluşur. Ancak canlılar havadaki bu azotu, ihtiyaçları olmasına rağmen olduğu gibi bünyelerine alamazlar.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
 
Rhizobium gibi bakteriler, kök düğümlerinde leghaemoglobin gibi oksijen tüketen moleküllere sahiptirler. 
Bu gazın bir şekilde canlıların kullanabileceği hale dönüştürülmesi ve tükenmemesi için bir döngü şeklinde atmosfere geri dönmesi gerekmektedir. Bu gereksinim ise yine mikroskobik bakteriler tarafından karşılanır.

Azotu, yani nitrojeni, havadan ilk olarak alması gereken canlılar bitkilerdir. Bitkiler azotu gaz şeklinde kullanamazlar. Azot, nitrit bakterileri tarafından nitrite, nitrit ise nitrat bakterileri tarafından nitratlara dönüştürülerek bitkiler tarafından kullanılabilir hale getirilir. Peki bu döngü nasıl başlar?

Azot Döngüsü

Azot, çeşitli şekillerde yeryüzüne ulaşır. Atmosferdeki azot, şimşek ve yıldırım gibi olaylar sonucunda yeryüzüne yağmurlarla nitrik asit şeklinde döner. Nitrik asit toprakta bakteriler tarafından nitratlara dönüştürülür ve bitki bu besini topraktan alabilir.

Bir başka döngü şekli de havadaki azotun doğrudan toprağa alınmasıdır. Toprakta bulunan bazı bakterilerle bezelye ve fasulye gibi baklagillerin köklerinde bulunan bakteriler, havadaki azot gazını toprağın içine alırlar. Bu aşamada, üstün bir tasarımla karşı karşıya kalırız. Bütün organizmaların gelişiminde en önemli mineral azottur (nitrojen). Proteinler, nükleik asit ve diğer hücre organellerinin büyük bir kısmı bu maddeye muhtaçtır. Büyümek için azota ihtiyaç duyan bitkiler ve bu ihtiyacı karşılayan bakteriler arasında, dünyanın en faydalı ortaklıklarından biri kurulur. Bitkiler, köklerinden, bakterileri çekmek için özel besinler salgılar ve onları kendilerine yaklaştırırlar. Daha sonra bakteriler, köklerde ortaya çıkan özel açıklıklardan içeri girerek, bitki köküne yerleşir ve burada büyük miktarlarda çoğalarak kök düğümlerini oluştururlar. Bugün yediğimiz sebzelerin, bitkilerin, tahılların büyük bir kısmını ve ekolojik dengenin sağlanması için gerekli olan azot döngüsünü, bu ortaklığa borçluyuz.

Evrimcilerin basit olarak nitelendirdiği bakteriler azot döngüsünü gerçekleştirirken, fotosentezde olduğu gibi, canlı bir kimya laboratuvarı olarak çalışırlar ve kimya bilimine yakın olmayanlar için fazla anlam taşımayan karmaşık kimyasal reaksiyonları ilk yaratıldıkları günden itibaren hiç durmadan gerçekleştirirler. Aşağıda kimyasal terimlerle özetlenmiş olan azot sabitleme reaksiyonunu çözebilmek bile bilim adamları için büyük bir başarı olmuştur.

N2 + 8H+ + 8e- + 16 ATP = 2NH3+ H2 + 16ADP + 16 Pi


Resimlerde görülen sülfür bakterileri ve ortada görülen bezelye bitkisi bakterisi Rhizobium, azot döngüsünü gerçekleştirmek için adeta oldukça kapsamlı bir laboratuvara sahiptirler. 
Ayrıca bu reaksiyonun gerçekleşebilmesi için, fotosentez, solunum veya fermantasyon gibi ikinci bir destek reaksiyonunun varlığı zorunludur. Çoğu insanın kafasını karıştıran bu formüller, bakteriler için sıradan, günlük bir çalışmadır. Elbette bu kimyasal işlemleri yapmak için, özel bir kimya eğitiminden geçmemişlerdir. Dünyaya gelen her yeni bakteri, ancak özel olarak tasarlanmış bir kimya laboratuvarına ve özel olarak eğitilmiş bir kimyacıya ait olabilecek malzeme ve bilgiyle donatılmış olarak görevine başlar. Ayrıca bu işlemler sadece bitki kökleriyle sınırlı değildir. Bu konuda da büyük bir çeşitlilik ve alternatif yapı mevcuttur. Azotobakteri, Beijerinckia, Klebsiella, siyanobakteri, Klostridium, Desulfovibrio, Mor sülfür bakteri, Mor sülfür olmayan bakteri, Yeşil sülfür bakteri, Rhizobium Frankia, Azospirillum ve daha birçoğu, çok ayrı yerlerde ve çok farklı yapılarda olmalarına rağmen, aynı reaksiyonu, aynı bilgi ve programla, mükemmel bir şekilde gerçekleştirirler. Ayrıca bu bakteriler, kendi içlerinde de, farklı sistemler ve reaksiyonlarla, hiç de basit olmayan yapılar sergilerler.

Örneğin bakterilerin bu reaksiyon sırasında kullandıkları, nitrojenaz enzim kompleksi, oksijene karşı aşırı duyarlıdır. Oksijene maruz kaldığında aktivitesi durur, bu yüzden proteinlerin demir bileşikleriyle reaksiyona girer. Aslında oksijensiz olarak yaşayabilen (anaerobik) bakteriler için bir sorun yoktur, ama aynı zamanda fotosentez yaparak, oksijen üreten siyanobakteri gibi bakteriler ve toprakta serbest şekilde yaşayan Azotobakteri gibi bakteriler için bu büyük bir sorun içerir. Ancak bu bakteriler, bu soruna karşı, çeşitli mekanizmalarla donatılmışlardır. Örneğin Azotobakteri türleri, bütün organizmalar içinde bilinen en yüksek solunum oranına sahip metabolizmalarıyla, hücrelerinde çok düşük seviyede oksijen tutarak, enzimi korumaya alırlar. Ayrıca Azotobakteri türleri, çok yüksek miktarda hücre dışı polisakkarit (çoklu şekerden oluşan ve daha çok nişasta gibi bileşikler ve hücre duvarı oluşturmakta kullanılan kimyasal bir birleşik) üretirler. Bu bileşiklerin oluşturduğu yapışkan sıvının içinde su muhafaza eden bakteriler, hücre içinde oksijen yayılma oranını sınırlandırırlar. Bitki köklerinde azot sabitleyen Rhizobium gibi bakteriler ise, kök düğümlerinde leghaemoglobin gibi oksijen tüketen moleküllere sahiptirler. Leghaemoglobin, memelilerdeki hemoglobin ile aynı görevi görmekte ve düğüm dokularının oksijen sağlamasını düzenlemektedir. Burada ilginç olan, leghaemoglobin'in, sadece kök düğümlerinde bulunması ve sadece bitki-bakteri ortaklığı kurulduğu zaman üretilmesidir. Tek başına yaşayan bakteriler veya bakterisiz yaşayan bitkiler bu maddeyi üretmezler.


Bakteriler sayesinde bitkilere ulaşan azot, bitkileri besin olarak kullanan insanlara ve hayvanlara da ulaşmaktadır. Dolayısıyla, canlılığın bu en temel ihtiyaçlarından biri, bakterilerin bu önemli işlevi sayesinde sağlanmaktadır. 
Azot döngüsünü sağlamakla görevli olan nitrojenaz enzimi, oksijene maruz kaldığında parçalanır. O halde, oksijenin bu enzime ulaşmasını engelleyen sistemler ve bunları üreten organizmalar, bu enzimle aynı anda ortaya çıkmış olmalıdırlar. Aksi halde nitrojenaz enzimi oluştuğu an, oksjien tarafından parçalanacaktır. Evrim teorisi ise bunu kabul edemez, çünkü evrime göre organizmalar ancak kademeli mutasyonlarla oluşabilirler. Yani bu teoriye göre ya nitrojenaz enzimi ya da oksijen tüketen sistemler önce oluşmuştur. Bu sıralama ise hiçbir sistemin oluşmasına izin vermeyen bir mantıksızlık içermektedir. Ortada nitrojenaz enzimi yokken, oksijeni kontrol eden sistemin hiçbir anlamı yoktur.

Sonuç olarak, bu bakterilerin ölümü ve parçalanması ile amonyak açığa çıkar. Aynı zamanda hayvan ve bitki kalıntılarındaki proteinler de saprofit bakteriler tarafından ayrıştırılarak amonyağa dönüştürülür. Toprak içinde bu şekilde oluşan amonyak, aynı şekilde nitrit bakterileri tarafından nitrite, nitrit de nitrat bakterileri tarafından nitrata dönüştürülmektedir. Bu olaya nitrifikasyon denir ve böylece azot döngüsü tamamlanmış olur. Nitrat, artık azotun bitkilerin alabileceği şeklidir. Bitkilere ulaşan bu azot, bitkileri besin olarak kullanan insanlara ve hayvanlara da ulaşmaktadır. Dolayısıyla tüm canlılığın ihtiyacı bu yolla karşılanmış olur.

Bilim adamları bakterilerin becerilerini çözmek için uğraşıyor

Nitrojen kullanarak, suni yoldan gübre elde etmek, en büyük sanayi dallarından birini ortaya çıkartmıştır. Bu tehlikeli ve karmaşık işlem sırasında yanıcı hidrojen, çok yüksek basınçla ısıtılır. Kimya fabrikaları bu masraflı ve tehlikeli işe büyük bir emek harcarken, bakteriler, aynı işlemi oda sıcaklığında ve normal basınçla hiç masrafsız olarak yapmaktadırlar. Son zamanlarda bazı araştırmacılar, bakterilerin bu büyük becerilerinin sırrını kısmen de olsa çözdüklerini düşünmektedirler.

Diğer bir grup bilim adamı da, geleceğin temiz ve ucuz yakıtı olacak olan hidrojenin üretimi için bakterileri örnek almaktadırlar. 8 Ekim 2001 tarihinde Nature dergisinde çıkan bir makaleye göre, bilim adamları ucuz asitleri hidrojene çeviren bakteri enzimlerini taklit ederek büyük bir kaynak oluşturmayı düşünmektedirler. Diğer yakıtların aksine hidrojen, çevreye zarar vermemektedir. Illinois Üniversitesi'ne bağlı araştırma ekibinden Thomas Rauchfuss ve arkadaşları bakterilerin bu gizli formüllerini kopya edip kullanabileceklerini düşünmektedirler.

Bu bakteriler, asitlerden hidrojen üretebilen, hidrojenaz adlı enzimlere sahiptirler. Bilim adamları bu mükemmel mekanizmayı taklit edebilecek sistemler üretmek için yoğun çabalar yürütmektedirler. Aynı şekilde, bakterilerin fotosentez işlemini taklit etmek için yıllardır uğraşan bilim adamları da, henüz bir başarı elde edememişlerdir. Evrimcilerin ilkel olarak gördükleri bakteriler, günümüz teknolojisinin bütün imkanlarına rağmen taklit edilemeyen kompleks sistemleriyle, dünyadaki yaşamın geleceğini garanti altına alacak sırlara milyarlarca yıldır sahiptirler. Bunun nedeni üstün bir aklın sahibi olan Allah'ın kusursuz eserleri olmalarıdır. Allah, hayranlık uyandırıcı sanatını insanların görebilmeleri, görüp üzerinde düşünebilmeleri için böyle ihtişamlı şekilde sergilemektedir.

Bakterilerin gerçekleştirdiği bütün bu azot döngüsünün temelinde şu gerçek vardır: Bitkilerin ve dolayısıyla yeryüzünde yaşayan diğer canlıların varlıklarını sürdürebilmeleri için yaşamlarında kimyasal dönüşüm gerçekleştirecek bakterilerin olması gerekmektedir. Eğer topraktan kaybedilen nitrojen hemen yerine konulmazsa, hayat kısa bir süre sonra sona erecektir. Bakterilerin gerçekleştirdiği bu işlem ile her yıl toprağa 50 ton nitrojen eklenmektedir. Tüm organizmalar enerji elde edebilmek için dolaylı veya dolaysız fotosenteze bağımlı olduklarından, fotosentez işleminin gerçekleşmesi için gereken en temel unsura, yani nitrojene de muhtaçtırlar.

Bu örnekler bize açık bir mesaj vermektedir. İnsanların ve diğer canlıların beslenmesi için nitrojenin belirli bir forma dönüşmesi gerekmektedir. Bu dönüşüm bütün dünyayı kaplayacak bir yaygınlıkta ve sistemin riske girmesini önleyecek kadar çok çeşitlilikte olmalıdır. Bu çeşitlilik için de aynı sistem farklı tasarımlarla desteklenmelidir. Bu ihtiyaçlar, doğada gördüğümüz sistemle karşılaştırıldığında, karşımıza, kör tesadüflerle oluşmuş, kusurlu bir yapı değil, tüm ayrıntılarına kadar hassas bir şekilde tasarlanmış ve yaratılmış, amaçlı bir sistem çıkar. Bu sistemde, ana rolü üstlenmiş olan bakteriler ise, tesadüfü bir evrimin sonucu ortaya çıkmış ilkel formlar değil, bu işe en uygun şekilde özel olarak yaratılmış canlı makinelerdir.

Bu aşamada, evrimciler, köhnemiş ideolojilerin etkisi altında hayali senaryolar kurgulamak yerine, bu tür kompleks tasarımların ve çeşitliliğin, bir anda ve son derece gelişmiş bilgi donanımıyla, nasıl ortaya çıktığına dair bilimsel cevaplar vermelidirler. Ancak böyle bir cevabı hiçbir zaman verememişlerdir. Buna rağmen iddialarını sürdürmeleri ise son derece şaşırtıcıdır. Allah bu tür insanlar için Kuran'da şöyle bildirmektedir:

Şimdi onlara sor: Yaratılış bakımından onlar mı daha zorlu, yoksa Bizim yarattıklarımız mı? Doğrusu Biz onları, cıvık-yapışkan bir çamurdan yarattık. Hayır, sen (bu muhteşem yaratışa ve onların inkarına) şaşırdın kaldın; onlar ise alay edip duruyorlar. (Saffat Suresi, 11-12)

 
 
Demir Kaynağı Bakteriler

Fotosentez yapıp dünyadaki yaşama büyük oranda katkıda bulunan, bedenimizi koruyan, yeryüzünün en önemli yaşam döngüsünü meydana getiren, ama tüm bu faaliyetlerine rağmen gözle görülemeyen bu varlıkların kusursuz yaratılışlarındaki üstün akıl ve sanatı sergileyecek başka önemli özellikleri de vardır. Örneğin yeryüzündeki demir yataklarının, hatta bedenimizdeki demirin kaynağı da bakterilerdir.

Bazı bakteriler suyun içinde erimiş olarak bulunan demiri sudan ayırma yeteneğine sahiptirler. Bu canlılar, okyanuslarda çözünen demir moleküllerini bu şekilde tüketirler ve bunları kendi vücutlarında yoğunlaştırırlar. Bakterilerin vücudunda yoğunlaşan demir daha sonra okyanus tabanında demir yatakları şekline gelir. Bunlar yüz milyonlarca yıl boyunca dağlara doğru itilir ve buralarda büyük demir yataklarını meydana getirirler. Bu demir yataklarının kazılması ile önemli miktarda demir molekülü havaya karışır. Biz ise farkında olmadan görünmeyen bu demir tozlarını soluruz. Vücudumuza giren bu moleküller bedenimiz için son derece önemlidirler. Vücudumuza küçük demir molekülleri girdiği için kırmızı kan hücrelerimizin demir taşıyan hemoglobin çekirdeği iliğimizi, yani vücudumuzda dolaşan kanın kaynağını meydana getirir.

Bakterilerin bu kimyasal etkileri ile oluşan yeraltı kaynağı sadece demir ile sınırlı değildir. Yeryüzünün en önemli ihtiyaçlarından biri olan petrol de büyük ölçüde bakterilerin ürünüdür. Fermantasyon işleminden hatırlanacağı gibi oksijensiz solunum yapan bakteriler enerjilerini etraftaki organik bileşikleri parçalayarak elde ederler. Söz konusu bakterilerin bu özellikleri, toprak altında milyonlarca yıl önce meydana gelen birikimlerin petrole dönüşmesine yol açmıştır. Bu canlıların petrol üretebilmeleri için bulundukları ortamda oksijenin tükenmesi, sıcaklığın 150 derecenin altına düşmesi ve basıncın birkaç milyon yıl sürmesi gerekmektedir. "Bakterinin petrol oluşumu sağlaması" kulağa şaşırtıcı gelebilir. Gerçekten de şaşırtıcıdır, çünkü bu akıllı mikro canlıların uzun yıllar boyunca hiç durmadan böyle bir faaliyette bulunmaları, aslında sadece insanların yararına çalışmak üzere yaratıldıklarının bir delilidir. Mikroorganizmaların sağladıkları faydalar, eksikliğinde acze düşeceğimiz türden hayati ihtiyaçlarımızı karşılamaya yöneliktir.

Son günlerde okyanusların tabanında yapılan araştırmalar, bakteriler hakkında, bilinmeyen bir gerçeği daha ortaya çıkardı. Bilindiği gibi bakteriler fotosentez, nitrojen sabitlemesi ve fermantasyon yoluyla besin zincirinin temel halkasını oluştururlar. Okyanusun 300 metre altında yapılan araştırmalar, bakterilerin görevlerinin bu işlemlerle sınırlı olmadığını gösteren delilleri gün ışığına çıkardı. Yeni keşfedilen ve okyanusun yüzlerce metre altında, taban ortamında yaşayan ve buradaki kayaları yiyen bakterilerin, buradaki canlılığın korunması için temel besin işlevi gördüğü anlaşıldı...

California Üniversitesi, Scripps Institution of Oceanography'ye bağlı araştırma ekibinden, Hubert Staudigel yaptığı açıklamada, okyanus tabanının bu canlılarla kaplı olduğunu ve onların olmadığı bir yerin bulunmadığını belirtmiştir.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Kayaları yiyerek parçalayan bu canlılar, gerekli kimyasal maddeleri ayrıştırarak deniz suyuna oradan da besin zincirine katmakta, böylece okyanus dibindeki canlılığın korunmasında temel bir işlemi gerçekleştirmektedirler.

Bakteriler aynı zamanda yaz boyunca göllerin içindeki canlıların ihtiyacı olan mineral ve besinleri hazırlamakla da sorumludurlar. Göllerde kış boyunca neredeyse ölü olan bitki ve hayvanların yazın tekrar canlanırken ihtiyaç duyacakları tüm besin ve mineraller kışın bakterilerin yaptığı faaliyetler ile sağlanır. Kış boyu bakteriler, suyun dibine çöken organik atıkları yani hayvan ve bitki ölülerini ve artıkları ayrıştırarak minerallere dönüştürürler. Böylelikle bakterilerin içinde bulundukları göller temizlenir. Yapılan bu ayrıştırma işleminde aynı zamanda gölün dibinde çeşitli mineraller de birikmiştir. Böylelikle canlılar baharda uyandıklarında besinlerini de hazır olarak bulurlar. Bakteriler sayesinde hem bulundukları ortamda bir "bahar temizliği" yapılmış hem de yazın yeniden canlanan doğa için yeterli miktarda besin hazırlanmıştır. Yarattığı tüm canlılara hesapsız rızık veren Allah, gölde yaşayan birbirinden farklı özelliklere sahip birbirlerinden farklı türdeki sayısız canlı için de bakterileri sebep kılmıştır. Ne bakterilerin başka canlılara sağladıkları bu faydadan haberleri vardır ne de yazın hareketlenen su canlıları, besinlerin kendilerine nereden geldiğini araştırırlar. Onlar sadece kendilerini yaratan Allah'a teslim olmuşlardır.

Yeraltı kaynakları konusunda uzmanlaşmış olan bakterilerin oluşumunda rol oynadıkları en önemli ve belki de en değerli bir diğer maden ise altındır. Yüzeyin 2 mil (3,5 km) altında bulunan bu bakteriler altın madenlerinde yaşarlar ve gizli bir şekilde altın üreten simyacılar gibi çalışırlar. Kayalardan beslendikçe mikroskobik altın parçalarının çökelmesini hızlandırır ve yeraltında altın oluşmasına sebep olurlar. Bu işlem kuşkusuz son derece ağır ilerleyen bir süreçtir. Nitekim yeraltındaki bakterilerin yaşam düzeyleri, yeryüzündeki bakterilere oranla son derece yavaştır. Normal bir bakteri bir saat içinde 3-4 defa bölünürken, yeraltındaki bu bakteriler 100 yılda bir bölünürler. Bu organizmalar milyonlarca sene yüzeyle temas etmeden yaşayabilirler. Bu da söz konusu bakterilerin altın üretebilmek için özel olarak tasarlandıklarının çok büyük bir delilidir. Bir mikroorganizmanın ihtiyaç olan yerde ihtiyaç olan şekilde ve sayıda bölünmesi bizler için Allah'ın kusursuz yaratmasını gösteren ibret verici bir olaydır. Bir yiyecek üzerinde yaşayan bakteri de, insanların bağırsaklarına yerleşmiş olan bakteri de, yeraltında madenleri ayrıştıran bakteri de, farklı özelliklere sahip olmakla birlikte aynı bakteridir. Ancak bulunduğu yere göre bölünme hızını değiştirebilme gibi bir özelliğe sahiptir. Üstelik bu sabit oran hiç şaşmamakta, bakteriler, nerede, ne kadar gerekiyorsa o miktarda çoğalmaktadırlar. Tek hücreli bir canlının bu şuur ve bilinçle hareket etmesikuşkusuz ki, olağanüstü bir durumdur. Bakterilerin bilinçli hareket edip hesap yapmalarını onlara ilham eden, tüm ilimlerin üstünde ilim sahibi olan, tüm akıllardan üstün akla sahip olan Allah'tır.

 
 
Mercanlar Algler Sayesinde Varlıklarını Sürdürürler

Mercanlar yaşamlarını sürdürebilmek için alglerle ortak bir yaşam sürerler. Mercanların üzerine yerleşen tek hücreli algler mercanlara sahip oldukları güzel renkleri verirken, aynı zamanda onların beslenmelerini de sağlarlar. Algler, mercan kayalarının gelişimi için gerekli kireç oluşumunu hızlandırmakta ve aynı zamanda bu canlıların üst yüzeylerini tuzlu suyun aşındırıcı özelliğine karşı korumaktadır.

Mercanla alglerin meydana getirdiği bu ortak yaşamın en belirgin şekli Kızıldeniz'de görülmektedir. Kızıldeniz'e rengini veren güzel mercanların tüm fonksiyon ve faaliyetleri bu ortak yaşamın bir sonucu olarak meydana gelir. İki çöl arasında bulunan Kızıldeniz son derece verimsiz bir bölgedir. İklimi kuru olduğu gibi bu denizi besleyen hiçbir nehir veya tatlı su kaynağı yoktur. Dolayısıyla bu deniz, bir oksijen veya nitrojen kaynağına sahip değildir. Normal şartlarda Kızıldeniz'in verimsiz ve içinde fazla canlı barındırmayan bir deniz olması beklenmektedir. Oysa mercanlar bu verimsiz ortamda rahatlıkla yaşarlar. Mercanların bu denizde başlattıkları yaşam, başka canlıların da yaşamalarına olanak vermektedir.

Mercanların yaşam kaynağı: Algler

Hiçbir yerden hayat kaynağı olmayan bu suyun içinde mercanların yaşamalarını sağlayan tek unsur yeşil alglerdir. Mercan kendi bedeni içinde alge barınacak bir yer verir ve alg de yaptığı fotosentez sayesinde mercana besin ve enerji sağlar. Mercanlar alglerin enerji kaynakları olan güneş ışığına ulaşabilmeleri için her türlü yöntemi denerler. Bunun için mercanlar genellikle gündüz içlerine kapanırlar ve dışarıda sadece iskeletlerinin kalmasını sağlarlar. Bu şekilde algin rahatlıkla ulaşabildiği güneş ışığı, fotosentez işlemini gerçekleştirmesini sağlayacaktır. Böylelikle mercan da, ihtiyacı olan besine ulaşmış olacaktır.

Mercan, tüm besin gereksinimini kendine özgü bir sistem ile alır. Bu canlılar kendi hücrelerinden alglerin derilerini zayıflatan hazmettirici bir çözelti salgılarlar. Bu yöntem ile algler tarafından fotosentezlenmiş tüm besinlerin %80'i dışarı çıkar ve mercanın kendi hücrelerine girer. Mercanın izlediği bu yöntem aslında son derece şuurludur. Mercan, algin kendisi için son derece değerli bir besin kaynağı olduğunu bilmektedir. İşte bu nedenle kendi ihtiyacı olan besini elde etmek için eritici madde salgılarken, algin tümüyle ölmesine izin vermez. Salgılanan miktar sadece istenen enerjinin açığa çıkmasına yardımcı olacak kadardır.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Alglerin meydana getirdiği fotosentez işlemi aynı zamanda suyu oksijen bakımından da zenginleştirir. Oksijen ile zenginleşen su, canlılık zincirini de genişletir. Hayvanların artıkları ve bakteriler sayesinde nitrojen seviyesi de artar. Bu da verimliliğin ve canlılığın artışı demektir. İşte Kızıldeniz içinde bir yaşamın var olmasının nedeni budur.

Bu ilişkiden elbette alglerin de faydalandıkları yönler vardır.

Karşılıklı faydaya dayalı bir ilişki

Mercanlar normal şartlarda CO2 ve amonyak salgılarlar. Bu maddeler algler için mükemmel bir besin ve gübre kaynağıdır. Aynı zamanda alg, yaşamak için nitrat ve fosfata da ihtiyaç duymaktadır. Bu maddeler de mercanların atıklarında bulunan maddelerdir. Mercanların atıkları vardır, çünkü bilindiği gibi mercan bir bitki değil, bir hayvandır. Dolayısıyla mercanın dokularında alglerin yaşayabilmesi için gerekli olan tüm hammaddeler bulunmaktadır. Yani alg, içinde yaşadığı bu canlı sayesinde besinini hiç çaba harcamadan elde eder. Ayrıca artık düşmanlarından korunacağı bir sığınağa da sahiptir.

Mercanın, alge güneş ışığı sağlamak için geliştirdiği yöntemler ise benzersiz bir aklı sergilemektedir. Mercanlar genellikle deniz içinde güneş ışığının yoğun olduğu yerlerde ve özellikle de sığ sularda biraraya gelirler. Güneş ışığının daha az olduğu derin sularda ise yatay olarak serilir ve bulundukları ortamdan en fazla ışık elde edebilecekleri şekle girerler. Böylelikle mercanlar için hayat kaynağı olan algler, en önemli enerji kaynağına ulaşmış olur. Bir algin tüm enerjisini güneşten alarak beslendiğini bilmesi bir mercan için kuşkusuz imkansızdır. Dahası mercanın, bu özelliği kendi yararına kullanmayı düşünmesi elbette ki mümkün değildir. Bütün bunlar bir yana mercanın, daha çok fayda elde edebilmek için algin zarını eritmeyi akletmesi, algin güneşten daha fazla faydalanabilmesi için su içinde özel bir yer belirlemesi normal şartlarda olanaksızdır. Oysa bu iki canlı söz konusu ortaklığı yaşar ve birbirlerini gayet iyi tanırlar. Bahsettiğimiz canlılar yanlızca Allah’ın ilhamıyla hareket etmekte ve böylece hareketlerinde üstün bir akıl ve şuur görülmektedir. Allah'ın sonsuz aklının tecellileri her yerdedir. Bununla birlikte tesadüfen oluşumun ne kadar büyük bir aldatmaca olduğunu da bir kez daha görürüz.

Alglerin mercanlara sağladığı faydalar bunlarla da sınırlı değildir. Algler, yöntemi henüz belirlenememiş olmakla birlikte mercanların iskeletini oluşturmakta ve bu iskeletin büyümesini sağlamaktadırlar. Bu önemli bir yardımdır, çünkü mercanlar, ancak kendi iskeletlerini oluşturmak ve büyütebilmek şartıyla yaşayabilirler. Algler bununla da kalmaz hem kendilerini hem de içinde yaşadıkları bu canlıları zararlı olan ultraviyole ışınlardan korumak amacıyla yüksek faktörlü güneş kremi etkisi gösteren kimyasal bir madde üretirler. Özellikle gelen ışınların çok güçlü olduğu tropikal bölgelerde salgılandığı için bu madde büyük bir önem taşımaktadır. Küçücük bir alg hücresi, sıcağın zararlı etkilerini adeta tahmin edercesine bir tedbir almaya karar vermektedir. Üstelik bunu yapabilmek için kimyasal yöntemler kullanır. Bütün bu yönleriyle baktığımızda detaylarını anlattığımız bu ortak yaşam, dünyadaki en iyi ve en gelişmiş simbiyozdur.

 
 

 
 

 
 Bilim adamları yıllardır canlılardaki şaşırtıcı özelliklerin nasıl ortaya çıktığını araştırmaktadırlar. Bu canlıların nasıl olup da bulundukları ortamla hemen hemen aynı rengi alabildikleri, başka bir canlının görüntüsünü nasıl taklit ettikleri, savunma amaçlı kullandıkları zehirlere karşı nasıl bağışıklık kazandıkları, nasıl olup da isabetli kararlar verdikleri, normal şartlar altında düşman olması gereken canlıların nasıl olup da sürekli beraber yaşadıkları, kendi aralarında nasıl iletişim kurdukları gibi pek çok sorunun cevabı bilim adamları tarafından verilmeye çalışılmaktadır.

Oysa canlıların ortaya çıkışları ve sahip oldukları özelliklerle ilgili bu gibi soruların tek bir cevabı vardır. Yeryüzündeki tüm canlıları Allah yaratmıştır Bu delilleri her yerde görülebilen, çok açık ve kesin bir gerçektir.

Sitenin bu bölümünde Allah'ın varlığınının apaçık delillerinden örneklere yer verilmektedir. Dünyanın neresine gidilirse gidilsin, hangi canlı incelenirse incelensin sonuç değişmeyecektir. Tüm evrene hakim olan kusursuz bir düzen vardır. Ve bizler gördüğümüz her canlıda bu düzenin kusursuzluğuna bir kere daha şahit oluruz.

Canlılardaki tasarım örnekleri, bize bu olağanüstü düzeni yaratmış olan Allah’ın benzersiz sanatını ve gücünün sınırsızlığını tanıtan ayetlerden, yani delillerdendir. Önemli olan bu ayetleri görebilmek ve Allah’ın yüceliğini, büyüklüğünü takdir edebilmektir. Allah bunu takdir edemeyen kişilerin durumunu bir ayetinde şöyle haber vermektedir:

Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, üzerinden geçerler de, ona sırtlarını dönüp giderler. Onların çoğu Allah'a iman etmezler de ancak şirk katıp-dururlar. (Yusuf Suresi, 105-106)

1. SUNDEW BİTKİSİ
Güney Afrika Sundew bitkisi, yapışkan tüyleri ile böcekleri tuzağa düşürür. Bu bitkinin yaprakları uzun kırmızı tüylerinin ucu, böcekleri kendine çekecek kokuyu içeren bir sıvı ile kaplıdır. Sıvının bir başka özelliği ise son derece yapışkan olmasıdır. Kokunun kaynağına yönelen böcek, bu yapışkan tüylere takılır. Bir süre sonra yaprağın tümü, tüylere yapışan böceğin üzerine kapanır ve bitki, böceği sindirerek kendisi için gerekli olan proteini elde etmiş olur.

David Attenborough, The Private Life of Plants, s.81-83
 
 
2. ATEŞ BÖCEKLERİ
Ateş böceklerinin yaydıkları ışığın en önemli özelliği, ateşle ve sıcaklıkla ilgisinin olmamasıdır; buna "soğuk ışık" denilir. Bu, günümüzdeki aydınlatma teknolojisinin ulaşmaya çalıştığı bir hedeftir. Normal bir ampul, elektrik enerjisinin ancak %3-4'ünü ışığa dönüştürüp, kalan kısmını ısıya dönüştürür. Ateş böcekleri ise %100 bir verimle ışık üretirler.

Üzeri ateş böcekleri ile kaplanmış bir ağaç karanlıkta çok sayıda lamba ile aydınlatılıyormuş gibi görünür.

Bilim ve Teknik, Sayı 239, s.10
 
 
3. DENİZ KIRLANGIÇLARI
Kuzey Kutbu'nda yaşayan deniz kırlangıçları, her yıl 30.000-40.000 km. kanat çırparlar. Bu kırlangıçların vatanları Kuzey Kutbu'dur. Fakat her yıl Kuzey Amerika, Grönland ya da Sibirya'daki üreme bölgelerinden, Kuzey Kutbu sularındaki kışlık bölgelere doğru yolculuk yaparlar.

Deligeorges, S., Recherche, Kasım 1996
 
4. PENGUENLER
Penguenler, Güney Kutup Bölgesi'nde yaşarlar. Bu hayvanların vücut sıcaklığı 400C, yaşadıkları ortamın sıcaklığı ise -400C'dir. Bu da penguenlerin, 800C'lik bir sıcaklık farkına dayanmaları demektir. Bunu sağlayan, hayvanın derisinin altında bulunan kalın yağ tabakasıdır. Bu tabaka, vücut sıcaklığının kaybolmasına engel olur.

Bilim ve Teknik, Sayı 255, s.35
 
 
5. YARALI TAKLİDİ YAPILAN KUŞLAR
Bazı kuşlar yaralanmış veya uçamıyormuş gibi yaparak yavrularını düşmanlardan korurlar. Bir düşman yaklaştığında anne kuş yuvasından sessizce uzaklaşır. Çığlıklar atarak ve kanatlarından birini sallayarak, yerde kanat çırpmaya başlar ve yaralı taklidi yaparak düşmanın dikkatini kendi üzerine çeker. "Yaralı" kuşu yakalamaya çalışan yırtıcı hayvan, anne kuş tarafından bu yöntemle yuvadan çok ilerilere götürülür. Yavrusunu güvenceye aldıktan sonra anne kuş uçarak düşmandan uzaklaşır.

Russel Freedman, How Animals Defend Their Young? s.51
 
 
6. TIRTIL
Çoğu tırtılın tüylerine dokunulursa büyük acı verir. Bu tür tırtıllar genellikle parlak renktedir. Bu dikkat çekici rengiyle tırtıl, kendisini yemek isteyen herhangi bir canlıyı uyarmış olur.

David Attenborough, Yaşadığımız Dünya, s.64
 
ARILAR 
Bir arı kovanını korumak, kovanın bekçileri için intihar anlamına gelebilir. Bal arılarının iğnelerinde bir kirpinin dikeni gibi küçük oklar vardır. Düşmanı sokan arı uçmaya çalışırken iğne orada takılı kalır ve arının karnının arka tarafı yırtılır. Karnının yırtılmış kısmında, zehir salgısı ve onu kontrol eden sinirler vardır. Arı bu yaralanmadan dolayı ölürken, kovanın geri kalanı bu sayede korunmuş olur.

Russel Freedman, How Animals Defend Their Young? s.63
 
 
8. KUNDUZLAR
Kunduzlar, insanlar gibi su kanalları, ağaçtan kulübeler, yeraltı inleri ve özellikle akarsular üzerinde barajlar yaparlar. Bu barajların uzunluğu bazen 20 m.'yi bulur.

 

Wild Encounters Tale of Beaver, Karvonen Films Ltd.
 
 
9. AFRİKALI TERZİ KUŞU
Afrikalı terzi kuşu, yuvasını yaprakları dikerek gizler. Erkek terzi kuşu bir dalın sonunda, birbirine yakın gelişen iki ya da daha fazla geniş yeşil yaprağı seçer. Sivri gagasıyla her bir yaprağın kenarına delik açar. Sonra da bir terzinin ipliği kullanması gibi topladığı örümcek ağlarını veya bitki liflerini kullanır. Lifleri deliklerden çeker ve düşmesini engellemek için her ilmiği düğümleyerek yaprakları birbirine diker. Bu yapraklarla kaplı kesenin içinde ayrıca eşinin yumurtalarını koyduğu gizli bir yuva dokur.
 
iŞÇİ ARILAR 
İşçi arıların hareketleri son derece tutarlıdır ve amaçsız bir şekilde hareket etmezler. Kovandaki bir arı yeni yumurtalar için hücreler hazırlarken, diğeri kraliçeye hizmet etmek için petekler arasında dolaşır, bir üçüncüsüyse bal toplar. Her işçi kesin olarak ne ve nasıl yapacağını bilir, kusursuz bir disiplinle hareket eder.

Nat. Geo. Soc., The Marvels of Animal Behaviour, s.49-64
 
 
11. POSTA GÜVERCİNLERİ
Posta güvercinlerinin yollarını nasıl bulduklarını anlamak için yapılan bir gözlemde güvercinler bir süre karanlıkta bir kafesin içinde tutulmuşlardır. Daha sonra serbest bırakıldıklarında, güvercinlerin bulutlu bir havada bile yüzlerce kilometre ötedeki güvercinliğin yolunu buldukları gözlenmiştir.

Bilim ve Teknik, Sayı 254, s.57
 
 
12. YARASALAR
Uzun kulaklı yarasanın gözleri, uzak mesafede bulunan cisimleri seçemez. Yarasalar, insan kulağının duymadığı ses dalgaları yayarlar. Bu ses dalgaları havadaki bir cisme çarpmazlarsa boşlukta kaybolurlar. Bir cisme çarparlarsa yansıyarak çevreye dağılırlar. Yarasa yansıyan bu ses dalgalarını alır, değerlendirir ve avının yerini bulur. Yarasaların görmeden avlarını nasıl yakaladıklarını inceleyen insanlar aynı ilkeye dayanarak radarı icat etmişlerdir.

 
13. NUDIBRANCH
Nudibranch kabuğu olmayan bir salyangoz türüdür. Bu salyangoz çok parlak renklere sahiptir ve son derece göz alıcıdır. Fakat bu özellikler hayvanlar için çok cazip olmasına rağmen çok az hayvan Nudibranchlar'la beslenir. Bunun sebebi Nudibranch'ın ısırgan hücreleridir. Bu hücreler hayvana iyi bir koruma sağlar. Nudibranch bu ısırgan hücreleri kendisi üretmez. Hyroid denen zehirli canlıları yer ve onları sindirim sisteminde öğütmez. Bu hayvanlar Nudibranch'ın sindirim sistemi içinde koruyucu mukusla kaplanır ve ısırgan hücre olarak ona bir koruma sağlarlar.

The Ocean World of Jacques Cousteau, s.28
 
 
14. GÖÇ EDEN KAPLUMBAĞALAR
Göç eden canlıların en ilginç örneklerinden biri de kaplumbağalardır. Brezilya kıyıları açıklarında yaşayan Yeşil deniz kaplumbağaları 2000 km. yüzerek Atlantik Okyanusu ortalarındaki Ascension Adası'nda yumurtlarlar. Kumdaki çukurlara gömülü yumurtalardan çıkan yeni doğmuş kaplumbağa yavruları hemen denize yönelirler. Açık denizde yetişkin haline geldikten sonra da yumurtlamak için tekrar Atlantik Okyanusu'na doğru yönelirler.

Bilim ve Teknik, Sayı 304, s.235
 
 
15. DİŞİ PHALAROPE KUŞU
Dişi Phalarope kuşu yumurtalarını bıraktıktan sonra yuvadan ayrılır ve bundan sonraki kuluçka görevini erkek kuş devralır. Erkek, yumurtaların üstüne oturur ve yuvanın üstüne göğüs tüylerini döker. Böylece hayvanın altındaki çıplak deri kanla dolar. Bu kanın sıcaklığı sayesinde, üç haftadan fazla süre kuluçka için gereken ısı sağlanmış olur.

The Ocean World of Jacques Cousteau, s.44
 
Şimşekte Saklı Güç

Bir Şimşek ABD’den daha çok elektrik üretiyor!

Şimşek, sağanak yağmurda, atmosferdeki elektriğin boşalması esnasında oluşan parlak ışıktır. Peki bu parlak ışık ne zaman oluşur? Şimşek, atmosferin iki ayrı noktasında, yani bulut ve yer ya da iki bulut arasında oluşabileceği gibi, tek bulut içindeki elektrik geriliminin yüksek bir değere ulaştığı zaman da meydana gelebilmektedir.

Yıldırım en az iki çakma şeklinde gerçekleşir. İlk elektrik boşalmasında, buluttan yere eksi yük (-) akar. Bu çok parlak bir çakma değildir. Ve genellikle ana kanaldan dışarı doğru saçılan bir çok dal görülür. Bu ilk çakma yere yaklaştıkça, çarpacağı noktada oluşan zıt bir yük ve aynı kanalın içinde yerden buluta doğru artı yük taşıyan ikinci bir akım oluşturur. İki çakma genellikle yerden 50 m yükseklikte karşılaşır. Birleşme noktasında bulut ile yer arasında kısa devre oluşur ve bunun sonucunda kanalın içinden buluta doğru yönelen çok parlak yüksek bir elektrik akımı gerçekleşir. Bu elektrik akımında, bulut ile yer arasındaki potansiyel farkı birkaç milyon voltun üzerindedir.

Binlerce Santralden Daha Fazla Elektrik Üretimi

Tek bir şimşeğin yaydığı enerji dahi Amerika’daki tüm elektrik santrallerinin ürettiği enerjiden daha fazladır. Şimşeğin oluştuğu kanaldaki sıcaklık 10.000 °C kadardır. Demiri eriten yüksek fırınlarda oluşan sıcaklık 1050-1100 °C arasındadır. En küçük şimşeğin ürettiği sıcaklık ise bunun 10 katıdır. Bu kavurucu sıcaklık şimşeğin dünyada bulunan elementleri kolaylıkla kavurup yok edebilmesi demektir. Bir başka karşılaştırma yapmamız gerekirse, güneşin yüzeyindeki sıcaklık 700.000 °C kadardır. Yani, şimşeğin sıcaklığı, güneşin yüzeyindeki sıcaklığının 1/70’idir. Şimşeğin yaydığı ışık ise 10 milyon tane 100 wattlık ampülün yaydığı ışıktan daha fazla aydınlık verir. Örneklendirmek gerekirse; İstanbul’daki her evde bir ampul yansa, çakan tek bir şimşek etrafı bunlardan daha fazla aydınlatır. Allah, Kuran’da şimşeğin bu harika parıltısına şöyle dikkat çeker:

“... şimşeğinin parıltısı neredeyse gözleri kamaştırıp götürüverecektir.” (Nur Suresi, 43)

Oluşan yıldırım ise yere son derece hızlı düşer. Bir yıldırım, saatte 96.000 km hızla iner. İlk çakma birleşme noktasına ya da yüzeye 20 milisaniyede, dönüş çakması ise buluta 70 mikrosaniyede ulaşır. Şimşek toplam yarım saniye kadar sürer.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Şimşek sırasında oluşan gök gürültüsünün nedeni ise, şimşek kanalının çevresindeki havanın bir anda ısınmasından kaynaklanır. Bunun sonucunda hava ses üstü hızla genleşir ama birkaç metre sonra şok dalgası normal bir ses dalgasına dönüşür. Ses dalgaları daha sonra ortamdaki hava ve yüzey şekillerince biçimlenir. Birbirini izleyen patlama ve çatırdamaların sebebi de budur.

Şimşeğin tüm özelliklerini göz önünde bulundurduğumuzda bu olayın mucizevi bir oluşumdan ibaret olduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü gözle görülemeyen (+) ve (–) yüklü parçacıkların arasından böylesine büyük bir gücün çıkması şimşeğin bilinçli olarak yaratıldığını göstermektedir. Ayrıca bu güçten bitkiler için faydalı olan azot moleküllerinin ortaya çıkması, şimşeğin belli bir hikmetle yaratıldığını da ispatlar. (Harun Yahya, Doğadaki Tasarım)

Allah şimşeğe Kuran’da özel olarak dikkat çekmiştir. Kuran’daki surelerden biri olan Ra’d Suresi’nin anlamı “gök gürültüsü”dür. Allah, şimşek ile ilgili ayetlerde şimşeği bir korku ve umut olarak insanlara gösterdiğini bildirmiştir. Gerçekten de şimşeğin çakması yağmurların yağacağına işarettir ve yağmurlar ya ekinlere bereket olarak umut verecektir ya da sel, taşkın, toprak kayması gibi felakete sebep olarak insanları korkutacaktır. Allah, Rum Suresi’nde şöyle bildirmiştir: “Size bir korku ve umut (unsuru) olarak şimşeği göstermesi ile gökten su indirmek suretiyle ölümünden sonra yeri onunla diriltmesi de, O'nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, aklını kullanabilecek bir kavim için gerçekten ayetler vardır.” (Rum Suresi, 24)

Allah, şimşeğin çakmasıyla oluşan gök gürültüsünün Kendisi’ni tesbih ettiğini bildirmiştir. Allah yine aynı ayetinde şimşekleri dilediğinde inkar edenleri cezalandırmak için gönderd iğini de belirterek insanları şöyle uyarmıştır:

“Gök gürültüsü O'nu hamd ile, melekler de O'na olan korkularından tesbih ederler.. O, yıldırımları gönderip bununla dilediğine çarpar; onlar ise Allah hakkında çekişip-tartışırlar. O, gücü (ve cezası) pek çetin olandır.” (Rad Suresi, 13)

Allah şimşeklerde bizler için birçok hikmetler var etmiştir. Şimdiye kadar belki birçok insanın hiç bu kadar detaylı düşünmediği, insana korku ve umut duyguları hissettiren gök gürlemesinin Allah korkusunun artmasına vesile olduğunu, Allah’ın dilemesi ile insanlara belli amaçlar için gönderildiğini düşünmeli ve şükretmeliyiz.

Geceleri, sağanak yağmurda gökyüzü birdenbire aydınlanır ve ardından bir süre sonra şiddetli bir gürültü duyulur. Peki bu kadar aydınlık veren ihtişamlı şimşeklerin nasıl oluştuğunu biliyor muydunuz? Ne kadar kuvette ışık yaydıklarını? Ya da ne kadar ısı yaydıklarını?…

Yarım saniyede oluşan ihtişam

Ortalama bir şimşek çakışı 3 aydan daha fazla bir zaman için 100 watt’lık bir ampulü yakabilir.

Bir şimşeğin yere temas noktasında hava 25.000 Cº ye kadar ısınır. Hızı saniyede 150.000 km’dir. Şimşeğin ortalama kalınlığı 2.5-5 cm’dir.

Şimşek yeryüzünü kaplayan bitki örtüsünün yaşamını devam ettirebilmesi için önemli olan nitrojen moleküllerini üretir.

Ortalama şimşek çakması 20.000 amper elektriksel güç içerir. Bir kaynakçı çeliği kaynakla birleştirmek için 250-400 amper kullanır.

Şimşek saniyede 150.000 km yani neredeyse yarı ışık hızıyla hareket eder ve sesten 100.000 defa hızlıdır.

 Yaşamın Kaynağı: SU

Güneş Sistemi'ndeki diğer 63 gök cisminden hiçbirinde yaşamın temel şartı olan suyun bulunmadığını biliyor muydunuz? Oysa yeryüzünün büyük bölümü sularla kaplıdır. Okyanuslar ve denizler Dünya yüzeyinin toplam dörtte üçünü meydana getirir. Öte yandan karalarda da sayısız göl ve nehir vardır. Yüksek dağların zirvelerini kaplayan kar ise suyun donmuş halidir. Dünya'daki suyun önemli bir bölümü de gökyüzündedir; bulutların her birinde binlerce, bazen milyonlarca ton su bulunur. Bu suların bir kısmı da zaman zaman damlalar halinde yere iner, yani yağmur olur. Şu an solumakta olduğumuz havanın içinde de belirli miktarda su buharı vardır.

Yağmurlar, denizler, nehirler, akarsular, okyanuslar, musluğu açtığınızda akan içilebilir su… İnsanlar suyun varlığına o kadar alışıklardır ki, yeryüzünün büyük bölümünün sularla kaplı olmasının önemini belki de hiç düşünmezler. Oysa bilinen bütün gök cisimlerinin içinde yalnızca Dünya'da suyun bulunuyor olması, üstelik de bu suların içilebilir nitelikte olması yaşam için olmazsa olmaz bir durumdur.

SUYUN ŞAŞIRTICI ÖZELLİKLERİ

Suyun ısıyla ilgili (termal) özellikleri dünya üzerindeki canlı yaşamının sürekliliğinde büyük rol oynar. Bunlardan birkaç tanesini şöyle sıralayabiliriz:

Bilinen tüm sıvılar, ısıları düştükçe büzüşür, hacim kaybederler. Hacim azalınca, yoğunluk artar ve böylece soğuk olan kısımlar daha ağır hale gelir. Bu yüzden, sıvı maddelerin katı halleri, sıvı hallerine göre daha ağırdır. Su ise, bilinen tüm sıvıların aksine, belirli bir ısıya (+4°C'ye) düşene kadar büzüşür, daha sonra birdenbire genleşmeye başlar. Donduğunda ise daha da genleşir. Bu nedenle suyun katı hali, sıvı halinden daha hafiftir. Buz, aslında "normal" fizik kurallarına göre suyun dibine batması gerekirken, su üstünde yüzer.

Suyun bu özelliği dünya üzerindeki denizler açısından çok önemlidir. Bu özellik olmasa, yani buz suyun üzerinde yüzmese, dünya üzerindeki suyun çok büyük bir bölümü tamamen donacak, göllerde ve denizlerde hiçbir canlı kalmayacaktı.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Buz eridiğinde ya da su buharlaştığında, etraftan ısı çekilir. Bunun tersi gerçekleştiğinde ise, dışarıya ısı verilir. Bu, "gizli ısı" olarak bilinen bir kavramdır. Tüm sıvıların gizli ısıları vardır. Ancak suyun gizli ısısı, bilinen tüm sıvıların en yükseği sayılabilir. Ayrıca suyun "termal kapasitesi", yani suyun ısısını bir derece artırmak için gereken ısı miktarı, bilinen diğer sıvıların çok büyük bölümünden daha yüksektir.

 
 
Dev Okyanuslar Isı Dengesini Nasıl Ayarlıyor?

Suyun gizli ısısının ve termal kapasitesinin diğer sıvılara göre çok yüksek olması da denizlerin karalara göre daha geç ısınıp daha geç soğumalarını sağlar. Bu nedenle Dünya'da kara üzerindeki ısı farklılıkları en sıcak yer ile en soğuk yer arasında 140°C'ye kadar çıkarken, denizlerin ısı farklılığı en fazla 15-20°C arasında değişir. Aynı durum gece-gündüz arasındaki ısı farkında da yaşanır. Karada, gece ile gündüz arasındaki fark, kurak ortamlarda 20-30°C'ye kadar çıkarken, denizlerde en fazla birkaç derecelik bir ısı farkı olur. Sadece denizler değil, atmosferdeki su buharı da çok büyük bir denge sağlamaktadır. Gece-gündüz arasındaki ısı farkının, su buharının çok az bulunduğu çöllerde çok fazla, deniz iklimi yaşayan yerlerde ise çok daha az olması bunun bir sonucudur.

Bundan başka suyun termal iletkenliği, yani ısıyı iletebilme yeteneği de bilinen diğer herhangi bir sıvıdan en az dört kat daha yüksektir. Buzun ve karın termal iletkenlikleri ise düşüktür. Suyun bu özelliği de çok önemli bir işlev görmektedir. Buz, havadaki soğuğu, altındaki su tabakasına çok az iletir. Böylece dışarıdaki hava –50°C'yi bulsa bile, denizin üstündeki buz tabakası 1-2 metreyi geçmez. Foklar, penguenler ve diğer kutup hayvanları, bu sayede denizin üstündeki buzu delip alttaki suya ulaşabilirler.

Suyun bu kendine özgü termal özellikleri sayesinde, kış ile yaz ya da gece ile gündüz arasındaki sıcaklık farkı daima insanların ve diğer canlıların dayanabileceği bir sınırda kalmaktadır. Dünya üzerindeki su miktarı, karalara oranla daha az olmuş olsaydı, gece ile gündüz sıcaklıkları arasındaki fark çok artacak, karaların büyük kısmı çöle dönecek ve yaşam imkansızlaşacak ya da en azından çok zorlaşacaktı.

Okyanuslar güneş ışınlarını karadan daha az yansıtır, böylece karalardan daha fazla güneş enerjisi alır, ama bu ısıyı kendi içinde karalara göre daha dengeli biçimde dağıtır. Bu sayede okyanuslar daha sıcak olan ekvator bölgelerini serinleterek aşırı sıcak olmalarını, kutup bölgelerinin soğuk sularını da ısıtarak aşırı soğuk olmalarını ve bunun sonucunda da tamamen donmalarını engeller. (www.evreninyaratilisi.com)
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  SU "NORMAL" DAVRANSAYDI NE OLURDU?
Su "normal" davransaydı, yani diğer tüm sıvılar gibi, onun da ısı kaybına paralel olarak yoğunluğu artsaydı ve buz suyun dibine batsaydı ne olurdu? Bu durumda, okyanuslar, denizler ve göllerde donma alttan başlayacaktı. Altan başlayan donma, yüzeyde soğuğu kesecek bir buz tabakası olmadığı için, yukarı doğru devam edecekti. Böylece Dünya'daki göllerin, denizlerin ve okyanusların çok büyük bölümü dev birer buz kütlesi haline gelecekti. Denizlerin yüzeyinde sadece birkaç metrelik bir su tabakası kalacak ve hava sıcaklığı artsa bile, dipteki buz asla çözülmeyecekti. Böyle bir Dünya'nın denizlerinde hiçbir canlı yaşayamazdı. Denizlerin ölü olduğu bir ekolojik sistemde kara canlılarının varlığı da mümkün olamazdı. Kısacası eğer su "normal" davransaydı, Dünya ölü bir gezegen olacaktı.

Suyun neden "normal" davranmadığı, yani 4°C'ye kadar büzüştükten sonra neden birdenbire genleşmeye başladığı ise, hiç kimsenin cevaplayamadığı bir sorudur.

Burada yalnızca birkaç tane örneği verilmiş olan suyun özellikleri, bu sıvının insan yaşamı için özel olarak yaratılmış olduğunu göstermektedir. Başka hiçbir gezegende böyle bir su kütlesinin olmaması, bunun sadece Dünya üzerinde bulunması elbette ki bir tesadüf değildir. İnsan yaşamı için özel olarak yaratılmış olan Dünya, yine özel olarak yaratılmış olan suyla canlandırılmıştır. Tüm canlılar için büyük bir nimet olarak suyu yaratan Allah'tır. (Harun Yahya, Evrenin Yaratılışı)

İnsan yaşamı için kaçınılmaz olan hassas dengeler üzerine yaratılmış olan Dünya, yine özel olarak yaratılmış olan suyla canlandırılmıştır.

"Şimdi siz, içmekte olduğunuz suyu gördünüz mü? Onu sizler mi buluttan indiriyorsunuz, yoksa indiren Biz miyiz? Eğer dilemiş olsaydık onu tuzlu kılardık; şükretmeniz gerekmez mi?" (Vakıa Suresi, 68-70)

 
 
Yeryüzündeki Azot Döngüsü

Canlılar yaşamlarını sürdürebilmek için oksijen ve karbondioksite ihtiyaç duydukları gibi, büyüyebilmek için de azota (N2) ihtiyaç duyarlar. Azot, canlı vücudunda özellikle nükleik asitlerin, proteinlerin ve vitaminlerin yapısında %15 oranında bulunmaktadır. Yani hayatın temel maddelerinden birini teşkil eder. Atmosferin de yaklaşık %78’i azot gazından oluşur. Ancak canlılar havadaki bu azotu, ihtiyaçları olmasına rağmen doğada bulunduğu gibi bünyelerine alamazlar. Bu gazın bir şekilde canlıların kullanabileceği hale dönüştürülmesi ve canlılar tarafından tüketilip bitirilmemesi için bir döngü şeklinde atmosfere geri dönmesi gerekmektedir. Bu zorunluluğu ise mikroskobik bakteriler karşılamaktadır.

Atmosferdeki azot, çeşitli şekillerde yeryüzüne iner. Azot, yeryüzüne yağmurlarla nitrik asit şeklinde döner. Nitrik asit toprakta bakteriler tarafından nitratlara dönüştürülür ve bitki ancak bu besini topraktan alabilir.

Bir başka döngü şekli de havadaki azotun doğrudan toprağa alınmasıdır. Toprakta bulunan bazı bakterilerle bezelye ve fasulye gibi baklagillerin köklerinde bulunan bakteriler, havadaki azot gazını toprağın içine alırlar. Bu aşamada, üstün bir tasarımla karşı karşıya kalırız. Bütün organizmaların gelişiminde en önemli mineral azottur (nitrojen). Nükleik asit diğer hücre organellerinin büyük bir kısmı bu maddeye muhtaçtır. Büyümek için azota ihtiyaç duyan bitkiler ve bu ihtiyacı karşılayan bakteriler arasında, dünyanın en faydalı ortaklıklarından biri kurulur.

Bitkiler, köklerinden, bakterileri çekmek için özel besinler salgılar ve onları kendilerine yaklaştırırlar. Daha sonra bakteriler köklerde ortaya çıkan özel açıklıklardan içeri girerek, bitki köküne yerleşir ve burada büyük miktarlarda çoğalarak kök düğümlerini oluştururlar. Bugün yediğimiz sebzelerin, bitkilerin, tahılların büyük bir kısmını ve ekolojik dengenin sağlanması için gerekli olan azot döngüsünü, bu ortaklığa borçluyuz.

Evrimcilerin basit olarak nitelendirdiği bakteriler azot döngüsünü gerçekleştirirken, fotosentezde olduğu gibi, bir kimya laboratuvarı olarak çalışırlar ve kimya bilimine aşina olmayanlar için fazla anlam taşımayan karmaşık kimyasal reaksiyonları ilk yaratıldıkları günden itibaren hiç durmadan gerçekleştirirler. Aşağıda kimyasal terimlerle özetlenmiş olan azot sabitleme reaksiyonunu çözebilmek bile bilim adamları için büyük bir başarı olmuştur.

N2 + 8H+ 8e- + 16 ATP = 2NH3 + H2 + 16ADP + 16 Pi

Bu reaksiyonun gerçekleşebilmesi için, fotosentez, solunum veya fermentasyon gibi ikinci bir destek reaksiyonunun varlığı zorunludur. Çoğu insanın kafasını karıştıran bu formüller, bakteriler için sıradan, günlük bir çalışmadır. Elbette bakteriler bu kimyasal işlemleri yapmak için, özel bir kimya eğitiminden geçmemişlerdir.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Dünyaya gelen her yeni bakteri, ancak özel olarak tasarlanmış bir kimya laboratuvarına ve özel olarak eğitilmiş bir kimyacıya ait olabilecek malzeme ve bilgiyle donatılmış olarak görevine başlar. Ayrıca bu işlemler sadece bitki kökleriyle sınırlı değildir. Bu konuda da büyük bir çeşitlilik ve farklı alternatifler mevcuttur. Birçoğu, çok ayrı yerlerde ve çok farklı yapılarda olmalarına rağmen, aynı reaksiyonu, aynı bilgi ve programla, mükemmel bir şekilde gerçekleştirirler.
Bakterilerin bu reaksiyon sırasında kullandıkları, nitrojenaz enzim kompleksi, oksijene karşı aşırı duyarlıdır. Oksijene maruz kaldığında aktivitesi durur, bu yüzden proteinlerin demir bileşikleriyle reaksiyona girer. Fotosentez yaparak, oksijen üreten Siyanobakteri gibi bakteriler ve toprakta serbest şekilde yaşayan Azotobakteri gibi bakteriler için bu durum büyük bir sorun içerir. Ancak bakteriler, bu soruna karşı, çeşitli mekanizmalarla donatılmışlardır. Mesela, Azotobakteri türleri, bütün organizmalar içinde bilinen en yüksek solunum oranına sahip metabolizmalarıyla, hücrelerinde çok düşük seviyede oksijen tutarak, enzimi korumaya alırlar. Ayrıca Azotobakteri türleri, çok yüksek miktarda hücre dışı kimyasal bir bileşik üretirler. Bu bileşiklerin oluşturduğu yapışkan sıvının içinde su muhafaza eden bakteriler, hücre içinde oksijen yayılma oranını sınırlandırırlar. Bitki köklerinde azot sabitleyen Rhizobium gibi bakteriler ise, kök düğümlerinde oksijen tüketen moleküllere sahiptirler. Tek başına yaşayan bakteriler veya bakterisiz yaşayan bitkiler bu maddeyi üretmezler.

Bu örnekler bize açık bir mesaj vermektedir. İnsanların ve diğer canlıların beslenmesi için nitrojenin belirli bir forma dönüşmesi gerekmektedir. Bu dönüşüm bütün dünyayı kaplayacak bir yaygınlıkta ve sistemin riske girmesini önleyecek kadar çok çeşitlilikte olmalıdır. Ayrıca bu çeşitlilik için de aynı sistem farklı tasarımlarla desteklenmelidir. Bu ihtiyaçlar, doğada gördüğümüz sistemle karşılaştırıldığında, karşımıza, evrim teorisinin iddia ettiği gibi kör tesadüflerle oluşmuş, eksik tam işlemeyen bir yapı değil tam tersine tüm ayrıntılarına kadar hassas bir şekilde tasarlanmış bir sistem çıkar. Bu sistemi herşeyin yaratıcısı, üstün güç sahibi Rabbimiz bir amaçla yaratmıştır.

 
 
Ateşteki Tasarım

Canlılara enerji sağlayan en temel reaksiyon, karbon ve hidrojen bileşiklerinin oksitlenmesi, yani yanmasıdır. Ancak bu noktada ilginç bir soru sorulabilir: Bizim vücudumuz temelde karbon ve hidrojen bileşiklerinden oluşmaktadır. Peki nasıl olup da vücudumuz okside olmaz? Ya da daha açık bir ifadeyle, neden vücudumuz bir anda kibrit çöpü gibi tutuşup yanmaz? (Harun Yahya, Evrenin Yaratılışı)

Vücudumuzun oksijenle temas ettiği halde yanmaması, gerçekten şaşılacak bir durumdur.

Bu şaşılacak durumun nedeni, oksijenin normal ısılardaki moleküler formu olan O2 molekülünün büyük ölçüde "asal", yani reaksiyona girmeyen bir yapıya sahip oluşudur. Ama bu durumda bir başka soru daha ortaya çıkar; madem O2 kolay kolay reaksiyona girmeyen bir moleküldür, o halde bu molekül bizim vücudumuzun içinde nasıl reaksiyona sokulmaktadır?

19. yüzyıldan beri merak edilen bu sorunun cevabı, son yarım yüzyıl içindeki gelişmeler sonucunda anlaşılmıştır. Biyokimyasal gözlemler, insan vücudundaki bazı özel enzimlerin, sadece oksijenin atmosferde bulunan formu olan O2'yi reaksiyona sokmakla görevli olduğunu ortaya çıkarmıştır. Hücrelerimizdeki bu özel enzimler, son derece karmaşık işlemler sonucunda, vücudumuzdaki demir ve bakır atomlarını katalizör (hızlandırıcı) olarak kullanmakta ve böylece oksijeni reaktif hale getirmektedirler.

Yani ortada çok ilginç bir durum vardır: Oksijen yakıcı bir elementtir ve normalde bizim bedenimizi de yakması beklenmelidir. Bunu engellemek için, oksijenin atmosferdeki formu olan O2 ilginç bir biçimde "asal" kılınmıştır, yani kolay kolay reaksiyona girmemektedir. Ama bedenimizin enerji elde etmesi için de, oksijenin yakıcılığına ihtiyacı vardır. Onun için hücrelerimizin içine, bu asal gazı son derece reaktif hale getiren karmaşık bir enzim sistemi yerleştirilmiştir.

Bu arada yeri gelmişken belirtmek gerekir ki, söz konusu enzim sistemi, canlılığın rastlantılarla oluştuğunu iddia eden evrim teorisinin asla açıklayamadığı bir tasarım harikasıdır.

Bedenimizin aniden tutuşmasını engellemek için alınmış bir başka tedbir daha vardır. Bu, İngiliz kimyager Nevil Sidgwick'in ifadesiyle "karbonun karakteristik asallığı"dır. Bir başka deyişle, karbon atomu da normal ısılarda kolay kolay oksijenle reaksiyona girmez.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Kimyasal dille ifade edilen bu özelliği, aslında hepimiz günlük hayatta çok yakından yaşamışızdır. Soğuk bir havada odun ya da kömür kullanarak ateş yakmaya çalıştığımızda yaşadığımız zorluk, karbonun söz konusu "karakteristik asallığı"dır. Ateşi yakabilmek için bir hayli uğraşmamız, odunun ya da kömürün ısısını iyice yükseltmemiz gerekir. Ama ateş bir kez alev aldıktan sonra da, karbon hızla reaksiyona girer ve büyük bir enerji açığa çıkar. Bu yüzden bir yangını başlatmak (kibrit vs. gibi özel ateş kaynakları olmadıkça) son derece zordur. Ama yangın bir kez başladıktan sonra da çok büyük bir ısı oluşur ve bu ısı etraftaki diğer karbon bileşiklerini de tutuşturur.
Bu durum incelendiğinde, ateşte son derece etkileyici bir tasarım olduğu görülür. Oksijenin ve karbonun kimyasal özellikleri öyle ayarlanmıştır ki, bunlar sadece çok yüksek bir ısıda reaksiyona girip ateş oluştururlar. Eğer böyle olmasaydı, Dünya üzerindeki yaşam imkansız hale gelirdi. Eğer oksijenin ve karbonun reaksiyona girme eğilimleri biraz daha fazla olsaydı, hava sıcaklığı biraz arttığında insanların, ağaçların, hayvanların bir anda tutuşup yanmaları sıradan bir vaka haline gelirdi. Örneğin çölde yürüyen bir insan, sıcaklık gün ortasında en yüksek dereceye çıktığı anda, bir kibrit çöpü gibi bir anda alevlere boğulabilirdi. Bitkiler ve hayvanlar da aynı tehlikeyle yüzyüze kalırdı. Elbette böyle bir Dünya'da yaşamdan söz etmek biraz zor olurdu.

Eğer oksijenin ve karbonun karakteristik asallıkları daha fazla olsaydı, bu sefer de Dünya üzerinde ateş yakmak çok zor, belki de imkansız hale gelirdi. Ateşin olmadığı bir ortamda ise, insanların ısınması ve teknoloji geliştirmesi mümkün olamazdı. Çünkü bilindiği gibi teknoloji metallere dayanır ve metaller de ancak çok yüksek ısılarda yumuşayıp şekillendirilebilirler.

Bu durum, karbon ve oksijenin kimyasal özelliklerinin yine insan yaşamı için en uygun biçimde olduğunu göstermektedir. Michael Denton, bu konuda şunları yazar:

“Karbon ve oksijen atomlarının normal ısılarda gösterdikleri reaksiyona girmeme eğilimi, bir kez reaksiyona girdiklerinde açığa çıkan dev boyuttaki enerjiyle birlikte, Dünya üzerindeki yaşam açısından çok önemli ayarlamalardır. Kompleks canlıların kontrollü ve düzgün bir biçimde enerji edinmelerini ve aynı zamanda insanlığın ateşi kontrollü bir biçimde kullanarak teknoloji için gerekli ısıları elde etmesini sağlayan şey, işte karbon ve oksijendeki bu ilginç ayarlamadır.”

Bir başka deyişle, karbon da oksijen de, bizim yaşamımıza en uygun olacak biçimde yaratılmışlardır. Bu iki elementin özellikleri, bizlere ateş yakabilme ve bu ateşi en uygun biçimde kullanma imkanı vermektedir. Dahası, Dünya'nın her bir yanı, çok bol miktarda karbon içeren, dolayısıyla ateş yakmak için kolaylıkla kullanabildiğimiz ağaçlarla doldurulmuştur. Tüm bunlar, ateşin ve malzemelerinin de insan yaşamına en uygun biçimde yaratıldığını göstermektedir. Nitekim Allah, insanlara Kuran'da şöyle buyurmaktadır:

“Ki O (Allah), size yeşil ağaçtan bir ateş kılandır; siz de ondan yakıyorsunuz.” (Yasin Suresi, 80)

 
 
Teknoloji İnsanlara Allah'ın Rahmetidir

Gün içinde karşımıza çıkan tüm varlıklar, Allah’ın üstün yaratışının birer delilidir. Bu varlıkları yakından inceleyen her dikkatli göz tamamının mucizevi özelliklere sahip olduğunu görür. Bazı insanların, belki de her gün karşılaştıkları bu muhteşem yaratışı görememeleri, genellikle onlara dikkatle bakmamalarından kaynaklanmaktadır.

Teknoloji, insanoğlunun, yeryüzünde bulunan elementleri belirli bir amaca göre şekillendirmesidir. Çevremizdeki teknolojik ürünleri incelersek; hepsinin, demir, bakır, çinko, alüminyum gibi metallerden veya petrolün bir yan ürünü olan plastikten oluştuğunu görürüz. Eğer bu maddeler, özellikle de metaller dünya üzerinde bulunmasaydı, insanoğlunun bu maddeleri kullanma imkanı olmasaydı belki de teknolojiden söz etmek de mümkün olmayacaktı.

Bu elementlerden sadece birkaçına dikkatle bakmak bile, günlük yaşam içinde varlığına alıştığımız bu madenlerin, aslında ne kadar mucizevi yapılar taşıdıklarını gösterir. Demir de bu maddelerden biridir. Ünlü Avustralyalı moleküler biyolog Michael Denton, evrendeki doğa kanunlarının ve elementlerin insan yaşamı için özel bir tasarıma sahip olduğunu anlattığı Nature's Destiny (Doğanın Kaderi) adlı kitabında, ‘demir’le ilgili olarak şunları yazmaktadır:

“Tüm metaller arasında, demir kadar yaşam için zorunlu olan biri daha yoktur... İlkel dünyada, dünyanın ilk kimyasal farklılaşmasını sağlayan, ilkel atmosferi ve sonunda denizleri meydana getiren ısı, demir atomlarının yerçekimi tarafından merkeze doğru çekilmesiyle oluşmuştur...” (Michael Denton, Nature's Destiny, s. 198)

Michael Denton, kusursuz işleyen bir solunum için zorunlu olan demirin, insan metabolizmasındaki büyük önemine de şöyle dikkat çekmektedir:

“Ve yine demir, insan kanında bulunan hemoglobin içerisinde oksijenle olan hassas bileşimi sayesinde, bu son derece yakıcı olan oksijen atomlarını kontrol altına sokmaktadır. Demir sayesinde bu değerli enerji kaynağı (oksijen), hücrenin solunum mekanizmasına kullanılabilir şekilde yönlendirilmekte ve burada oksijenin enerjileri, yaşamın aktiviteleri için kullanılmaktadır.” (Nature's Destiny, s.198)

Buradan da anlaşılacağı gibi demir, dünyanın en temel fiziksel dengelerinden, soluduğumuz havayı kullanabilmemize kadar, yaşamın her aşamasında, ö-nem taşıyan bir metaldir. Denton'ın ifadesiyle;
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  “Demir atomu olmasaydı, evrende karbon-bazlı bir yaşam var olmayacak; hiçbir süpernova patlaması yaşanmayacak, ilkel dünyanın ısınması gerçekleşmeyecek, atmosfer ve hidrosfer oluşmayacaktı. Dünyayı göktaşlarından koruyan manyetik alan oluşmayacak; Van Allen radyasyon kuşakları var olmayacak, ozon tabakası olmayacak, hemoglobini yapacak bir metal bulunmayacak, dolayısıyla nefes alan bir metabolizma olamayacaktı.” (Nature's Destiny, s. 198)

Demir, bunların dışında, ilk çağlardan beri, medeniyetlerin en önemli maddi temeli olmuştur. Sanayi denilen yapılanma, demir ve onun karbonla birleştirilmesiyle oluşan çelik sayesinde var olmuştur.

Teknoloji de sanayiinin bir ürünüdür. Örneğin demir olmasaydı, dünya üzerindeki teknolojik düzey, basit tahta araçları aşamayacaktı.

Kısacası ‘demir’ dediğimiz elementin var olması ve dünya üzerinde bol miktarda bulunması Allah'ın insanlara bir rahmetidir. Nitekim Allah, Kuran'da bu gerçeğe dikkat çekmiştir. Kur’an'ın "Hadid", yani "Demir" isimli suresinde Allah şöyle buyurur:

“Andolsun, Biz elçilerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye, onlarla birlikte Kitab’ı ve mizanı indirdik. VE KENDİSİNDE ÇETİN BİR SERTLİK VE İNSANLAR İÇİN YARARLAR BULUNAN DEMİRİ DE İNDİRDİK; öyle ki Allah, Kendisine ve elçilerine gayb ile (görmedikleri halde) kimlerin yardım edeceğini bilsin (ortaya çıkarsın). Şüphesiz Allah, büyük kuvvet sahibidir, üstün olandır.” (Hadid Suresi, 25)

"Kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için yararlar bulunan" demir, insanoğlunun teknolojiyi geliştirebilmesini sağlayan bir rahmet olmuştur. Dolayısıyla demirden ve demirin karbonla güçlendirilmesiyle üretilen çelikten yapılan herşey, bizlere Allah'ın rahmetini görmemiz için birer vesile olmalıdır. Binalar, çeşitli modellerde arabalar, uçaklar, köprüler, tren yolları, gökdelenler ve diğer pek çok eser, aslında Allah'ın "kendisinde çetin bir sertlik bulunan" demiri var etmesi ve yeryüzüne yerleştirmesi sayesinde vardır. Tabii bu noktada, Allah’ın insanlara, bu malzemeleri kullanabileceği bedeni, akıl ve bilinci bağışladığı da unutulmamalıdır.

 
 
Eriyen Demirden Bilgisayara

Yeryüzündeki teknolojiyi mümkün kılan tüm unsurlar incelendiğinde, hepsinde Allah'ın yaratma sanatının delillerini görmek mümkün olacaktır.

Teknolojinin çıkış noktası ‘metalürji’dir; yani metallerin eritilip işlenmesi işlemi... Bu işlemi gerçekleştirebilmek içinse, hem uygun metallerin var olması, hem de insanoğlunun bu metalleri eritip şekillendirmesini sağlayacak araçlar bulunması gerekir.

Bu araçlardan biri ateştir. Denton, bu konuyu şöyle açıklar:

“Ateşi kullanabilme yeteneğimiz, hiçbir şekilde önemsiz bir yetenek değildir, çünkü sadece ateş yoluyla teknolojik ilerleme mümkün olabilmiştir. Ateşle birlikte metalürji ve metal araçlar gelmiş ve sonunda da kimya bilgisi ortaya çıkmıştır. Metaller elektriğin tek doğal iletkeni olduklarından, elektromanyetizmin ve elektriğin keşfi, hatta bilgisayarların geliştirilmesi bile biz insanların ateşi keşfinin bir sonucudur.” (Michael Denton, Nature's Destiny, s. 242)

Denton'ın ‘insanoğlunun ateşi keşfi’ diye ifade ettiği olay, aslında, Allah'ın ateşi insanoğlunun emrine vermesidir. Konuyu bilimsel olarak incelediğimizde, ateşin, insanın yeryüzündeki yaşamına çok uygun bir yapıda olduğunu görürüz. Ateş, ‘yanabilir’ cisimlerin tutuşmasıyla başlar. Bir cismi ‘yanabilir’ kılan durum, içeriğinde ‘karbon’ bulunmasıdır. Karbon ve oksijen reaksiyona girdiklerinde, yüksek miktarda ısı açığa çıkarırlar; biz de bunu alev olarak görür ve hissederiz.

Yeryüzü Her An Bir Alev Topuna Dönüşebilir

Ancak burada dikkatten kaçmaması gereken son derece ilginç bir nokta vardır: Dünyanın atmosferi % 21'e yakın oranda oksijen içerir. Karbon ise bizim bedenlerimiz de dahil olmak üzere, her canlıda vardır. Yani ateşi oluşturan malzemeler, dünyanın dört bir yanında, yan yana durmaktadır. Peki bu moleküller neden hemen reaksiyona girmezler? Neden herşey bir anda tutuşup yanmaz?

Bu soru derinlemesine incelendiğinde, ateşte de çok muhteşem bir tasarım olduğu görülür. Oksijen ve karbon, kimyasal özellikleri gereği, sadece çok yüksek bir ısıda reaksiyona girip ateş oluştururlar. Bu nedenle bir yerde ateş yakabilmek için, öncelikle yüksek ısı gerekir. Kütükleri birbirine sürterek ateş yakmaya çalışan bir insanın yaptığı şey, sürtünme yoluyla ısıyı yükseltmektir. Bir kibriti yakarken de, kibrit çöpünü pürüzlü bir yüzeye sürterek ani bir biçimde ısıtmanız gerekir.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Ateşle ateşi oluşturan etkenler böyle olmasaydı, dünya üzerindeki yaşam imkansız hale gelirdi. Eğer, oksijenin ve karbonun reaksiyona girme eğilimleri biraz daha fazla olsaydı, hava sıcaklığı biraz arttığında, insanların, hayvanların ve bitkilerin bir anda tutuşup yanmaları sıradan bir vaka haline gelirdi. Örneğin çölde yürüyen bir insan, sıcaklık en yüksek dereceye çıktığı anda, bir kibrit çöpü gibi bir anda alevlere boğulabilirdi. Bitkiler ve hayvanlar da aynı tehlikeyle yüz yüze kalırdı. Ve elbette böyle bir dünyada, normal bir yaşamdan söz etmek biraz zor olurdu.

Buna karşın, oksijen ve karbon, reaksiyona girmek için şu anki gereksinimlerinden daha fazla ısıya ihtiyaç duysalardı, o zaman da insanlar ateş yakmayı hiç başaramayacaklardı. Dolayısıyla da ateş, sadece ormanlara isabet eden yıldırımlar sonucunda ortaya çıkan efsanevi bir enerji olarak kalacaktı. Oksijen ve karbonun bu yapıları, ateşe, insan tarafından kontrollü bir şekilde kullanılabilecek en uygun hali kazandırmaktadır. Denton, insanoğlunun fiziksel yapısının (ellerinin, kollarının, hareket yeteneğinin, görme duyusunun vs.) da, ateşi kullanmak için ideal bir yapıda olduğuna dikkat çeker. Dahası dünyada, ateş yakabilmek için çok ideal bir ortam olduğunu da Denton şöyle vurgular:

“Ateşin kullanımı elbette çevresel faktörlere de bağlıdır: Ağaçların ve göreceli olarak kuru bir ortamın varlığına, örneğin. Bu ilave faktörlerden herhangi birinin uygun olmaması durumunda, bizi insan yapan tüm fiziksel ve zihinsel yeteneklerimize ve dünyanın karbon bazlı bir yaşam için çok uygun bir yurt olmasına rağmen, ateş ve dolayısıyla metalürji, kimya ve herhangi bir bilimsel gelişme mümkün olmazdı”. (Michael Denton, Nature's Destiny, s. 245)

İnsanın teknolojiyi geliştirmesini sağlayan tüm şartlarolabilecek en ideal yapıda ve değerde yaratılmıştır. Allah, Kuran'da bu gerçeğe işaret eder ve ateşin malzemesinin özel olarak yaratıldığını şöyle haber verir:

“Ki O, size yeşil ağaçtan bir ateş kılandır; siz de ondan yakıyorsunuz.” (Yasin Suresi, 80)

Tüm Nimetleri Yaratan Allah’tır

Ateşin kontrol edilebilir olmasının yanında, metalürjiyi mümkün kılan bir başka önemli tasarım daha vardır: Dünyadaki metaller, başta demir olmak üzere, ateşin ulaşabileceği bir ısı seviyesinde yumuşar ve sıvı hale gelirler. Örneğin, demirin erimesi için 1535 derecelik bir ısı gereklidir; bu güçlü bir ateşle elde edilebilir.

Demirin erimesi için gereken ısı miktarı, dünyadaki yakıtlar tarafından sağlanamayacak kadar yüksek olsaydı, metalürji diye bir bilim dalı olmazdı. Dolayısıyla da, insanlığın bilimsel düzeyi, Denton'ın deyimiyle, "cilalı taş devri ile Aztek uygarlığı arasında bir yerde sıkışıp kalırdı".
Ancak Allah'ın dilemesi ve insana türlü imkanlar vermesiyle, insanoğlu görkemli eserler ortaya koymuştur. Denton, insanoğlunun bilimsel gelişimini kısaca özetledikten sonra şu yorumu yapmaktadır:

“(Bilimsel) yolculuğumuz uzun sürmüş olsa da... kanıtlar göstermektedir ki, bu yolun sonucu hiçbir zaman belirsiz olmamış, belirli bir amaca göre önceden belirlenmiş bir yolu izlemişiz ve başarımız da asla bir tesadüf olmamıştır... Ateşin keşfinden bilimin doğuşuna ve en son olarak da doğanın düzeninde kendi merkeziliğimizi keşfedişimize kadar uzanan, önceden belirlenmiş bir yolu izlemiş bulunuyoruz.” (Michael Denton, Nature's Destiny, s. 395)

Biyokimya profesörü Michael Denton'ın bilimsel terimlerle anlattığı bütün bu bilgiler gerçekte iman eden her insanın Kuran'dan öğrendiği bir gerçeği ortaya koymaktadır:

Allah, dünyayı insanın yaşamı için yaratmış, dünyadaki varlıkları insan için ‘emre amade’ kılmış ve onu türlü nimetlerle zenginleştirmiştir. Kuran ayetlerinde Rabbimiz şöyle buyurur:

“Allah, gökleri ve yeri yaratan ve gökten su indirip onunla size rızık olarak türlü ürünler çıkarandır. Ve O’nun emriyle gemileri, denizde yüzmeleri için, emre amade kılandır. Irmakları da sizin için emre amade kılandır. Güneş’i ve Ay’ı hareketlerinde sürekli emrinize amade kılan, geceyi ve gündüzü de emrinize amade kılandır. Size her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışırsanız, onu sayıp-bitirmeye güç yetiremezsiniz. Gerçek şu ki, insan pek zalimdir, pek nankördür.” (İbrahim Suresi, 32-34)

 
 

 


 

 

Bilim ve teknoloji  
 
Kullanıcı adı:
Şifre:
 
 
 

sitene ekle

Lütfen buraya tıkla (süpriz var)!







http://www.site

>


More Cool Stuff At POQbum.com

Fare ilecini takip eden gözler
sablon ProfileWizard.net - Free Myspace Stuff
Myspace Layouts
 
iletişim  
 


htmlkodlar.net

 
 
 

>
 
 
 

Google


Yukarı çık
 

Myspace Layouts

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol