Create Your Custom Message


www.alnumel.com

 
akanselim bilgi dolu seyahat
Katogoriler  
  Ana Sayfa
  Giriş
  FORUM
  babam Naim Akan
  yılbası
  bilgi siteleri
  matematik ve haberler
  atatürk
  savaşlar
  arabalar vb.
  bilgiler
  Ziyaretşi defteri
  MAKİNELER
  bletchley park
  MATEMATİK VE SAYI BİLGİLERİ
  osmanlı padişahları
  sözler
  bilmeceler
  belirli gün ve haftalar
  BURÇ ÖZELLİKLERİ
  DELİLLER
  DEYİMLER
  FIKRALAR
  FUTBOL
  Anketler
  UYDU HARİTASI
  İletişim
  HABERLER
  sayaç
  katılmak isteyenler
  ifadeler
  siteler
  ŞARKILAR
  TEKERLEMELER
  UZAY
  29 ekim çağlayan mitingi
  Afyonkarahisar milletvekilleri
  oyunlar
  blowish
  BÜYÜK İSKENDER
  cumhuriyetin yılları
  çocuk hakları
  ÇOCUK MASALLARI
  çocuk oyunları
  İZMİRİN TARİHİ
  kongreler vb:
  MALTA SÜRGÜNLERİ
  NİNNİLER
  ORATORYO
  ÖNEMLİ BULUŞLAR
  savaşlar işgaller vb.
  türkiyedeki müzikoloji
  yeni istanbul
  100 temel eser listesi
  camiler
  çanakkale
  din ve allah
  FEN
  kronoloji ve tarihçe konuları:
  uzgazete kapsamı
  LİNKLER(sadece üyeler girebilir!)
  bedri selim hocaoğlu
  program yükle
  teknoloji resimlerim
  bilgisayar
  windows orijinal yapma ve search (googleda)
  mıcrosoft
  radyo
  MP3
  rüya tabirleri
  hava durumu
  şehirler arası km ölçer
  canlı maç sonuçları
  istanbuldaki kütüphaneler
  MEB'dan Onaylı 100 Temel Eser
  satranç pulları
  istanbuldaki sinemalar
  istanbul tiyatro
  istanbuldaki okullar
  hedef bilgi toplumu
  yıldız resimleri
  flash saatler
  hoşgeldiniz vb. sismli yazılar
  simli şiirlerler
  diğer..
  googlehostedservice
  saat kaç?
  miniaturk
  kavimler göçü
  dünyanın 7 harikası
  sanatçılar
  yeni barlarve kodları
  en büyük bina
  GÜNEŞ PANELLERİ
Copyright 2009
UZAY

Gezegen

Vikipedi, özgür ansiklopedi

Git ve: kullan, ara

Güneş sistemimizin sekiz gezegeni. (Büyüklükler ve uzaklıklar ölçeklenmemiştir. Bir uydu olmasına rağmen ay resimde görülmektedir)

Güneş sistemimizin sekiz gezegeni. (Büyüklükler ve uzaklıklar ölçeklenmemiştir. Bir uydu olmasına rağmen ay resimde görülmektedir)

Güneş Sistemi'ndeki gezegenlerin yörüngeleri

Güneş Sistemi'ndeki gezegenlerin yörüngeleri

Bir yıldızın etrafında dolanan ve kendisi yıldız olmayan doğal gök cisimlerine gezegen adı verilir. Dar anlamıyla, Güneş Sistemi içinde, Güneş'in doğrudan uydusu olan ve Uluslararası Gökbilim Birliği (IAU) tarafından bu tanıma uygun bulunmuş 8 gök cismini belirlemede kullanılır. Güneş Sistemi'nde, resmi olarak kabul edilen 'sekiz gezegen'den başka, bu cisimlerle boyut, yörünge ve fiziksel özellikler açısından aynı gruba konabilecek yeni gök cisimlerinin keşfedilmesi, bir yandan da başka yıldızların etrafında da Güneş Sistemi gezegenlerine benzer gök cisimlerinin dolandığının saptanması, 'gezegen' tanımının sınırlarının bulanıklaşmasına neden olmuştur.

Uluslararası Gökbilim Birliği'nin (IAU), 1919 yılından bu yana kabul ettiği Güneş Sistemi'nin 8 gezegeni, güneşe yakınlık sıralarına göre şunlardır:

1. Merkür,

2. Venüs,

3. Dünya,

4. Mars,

5. Jüpiter,

6. Satürn,

7. Uranüs,

8. Neptün,

Bu 8 gezegenin dışında daha önce gezegen olarak tanımlanan Plüton IAU'nun yeni tanımlamasına göre Cüce Gezegen olarak kabul edilmektedir.

Güneş Sistemi dışındaki gezegenler [değiştir]

Bu gezegenlerin en büyüğü Subutay'dır. 1995 yılında Michel Mayor ve Didier Queloz tarafından 51 Pegasi adlı yıldızın çevresinde dönen bir gök cismi keşfedildiğinde, bu cismin 'gezegen' olarak tanımlanması uygun görüldü. 1995-2005 yılları arasında yapılan gözlemlerle, 100'ü aşkın değişik yıldız çevresinde dolanan 150'den fazla gezegen bulundu. Güneş Sistemi gezegenleri ile karıştırılmaması için bu cisimlere 'Güneş dışı gezegenler' veya Güneş Sistemi dışı gezegenler adı verilmektedir. Yine karışıklığı önlemek amacıyla, bu tür gezegenlerin yıldızları ile birlikte oluşturdukları sistemlere genel olarak gezegen sistemi ya da 'yıldız sistemi' adı verilmektedir. 'Güneş Sistemi' adı ise, yalnızca özel ad olarak Güneş ve uydularının oluşturduğu gezegen sistemini tanımlamada kullanılır. ek olarak 1996 yılında amerikalı uzay bilimcisi Arthur Frank Elbourn 'un yapmış olduğu bir takım araştırmalar uzay hakkında daha da fazla bilgi almamızı sağlamıştır. Arthur Frank Elbourn un yapmış olduğu çalışmlarda 10 olan gezegen sayısı aslında 12 gezegen vardi. Goono ve Afelbourn ismi verdiği iki gezegen daha keşfetti. NASA tarafından doğrulanan bu gezegenler fazla medyaya duyurulmadı.

Tarih boyunca gezegen kavramı [değiştir]

Elimize ulaşan tarihsel kayıtlar incelendiğinde, Türkçe'nin genç sözcüklerinden olan 'gezegen'in diğer dillerde uzun süredir var olan karşılıklarının, gökyüzünde yıldızların alışılmış hareketlerinden farklı davranışları ile dikkati çeken 'aykırı' yıldızlar için kullanıldığı görülür. Batı dillerinde gezegen kavramı Eski Yunan'da 'başıboş dolaşan' anlamında kullanılan planitis (πλανήτης) sözcüğünden türetilmiş sözcüklerle ifade edilmektedir. Yakın tarihe kadar Türkçe'de kullanılan Arapça kökenli seyyare sözcüğü de benzer anlam taşımaktadır. Türkçe gezegen sözcüğü de, bu yıldızların gökyüzünde diğer sabit yıldızların arasında 'gezinmelerinden' esinlenilerek türetilmiştir.

17.ci yüzyıla dek bilinen beş gezegen (Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn), insan kültürü ile tarih boyunca içiçe olmuş, çeşitli kültürlerde tanrılarla bağdaştırılarak mitolojinin, klasik elementlerle bağdaştırılarak felsefenin ve astrolojinin önemli bir parçasını oluşturmuşlardır. 17.ci yüzyılda Kopernik'in o güne dek yaygın olan yermerkezli görüşü sarsan kozmolojik devrimi ile güneşmerkezli evren anlayışının ağırlık kazanması sonucunda dünyanın da bir gezegen olduğu kabul edilmiş, böylece gezegen kavramı 'gökte başıboş dolaşan yıldız'dan günümüzdeki gökbilimsel anlamına oturmuştur.

18.ci yüzyılda keşfedilen Uranüs gezegenler listesine yedinci sırayla kolaylıkla eklenirken, 1801 ve 1802'de Güneş Sistemi'nin Ceres ve Pallas adlarını alan iki yeni üyesi bulunduğunda, küçüklükleri nedeniyle gezegen sayılmayarak Sir William Herschel'in verdiği asteroit tanımı içine alındılar. İzleyen yıllarda keşfedilen benzer niteliklerde yeni küçük gök cisimleri de bu kategoriye eklendiler. Böylece Titius-Bode yasasının öngördüğü şekilde Mars ile Jüpiter yörüngeleri arasında bir başka gezegen bulunması gerektiği sorunu çözümlenmiş oldu. Ancak bu kez Uranüs yörüngesindeki tedirginliklerden sorumlu yeni bir gezegen arayışı başladı. Bu sorunun yanıtını da 1846 yılında bulunan ve sekizinci gezegen olarak benimsenen Neptün getirdi. Güneş Sistemi içinde gözlenen tüm tedirginliklerin henüz keşfedilmemiş bir 'bilinmeyen gezegen' ile açıklanabileceği yaklaşımının bu şekilde meyvasını vermesi, 'gezegen avcılarını' cesaretlendirerek dokuzuncu gezegenin aranmasına başlandı. Ancak, giderek daha güçlü teleskopların yapılması, gökyüzünü inceleyen insan ve kuruluş sayısının artması, 19.yüzyıl sonunda astrofotografi tekniğinin ortaya çıkması gibi gelişmeler sayesinde önemsiz sayılacak gökcisimlerinin saptanabilir hale gelmesine ve yeni bulunan asteroit sayısının bini aşmasına karşın, 1930'da Plüton bulunduğunda neredeyse yüz yıl geçmişti. Bu uzun bekleyiş, Plüton'a dokuzuncu gezegen olma onurunu kazandırırken, açıklamasını da birlikte getiriyordu: yeni gezegen o ana dek bilinen en küçük gezegen Merkür'ün yarısından daha küçük çapta ve otuzda biri kütlesinde, aralarında Ay'ın da bulunduğu birçok gezegen uydusundan daha küçük, üstelik alışılmadık bir yörüngede idi. Bütün bunlara karşın, en büyük asteroit Ceres'ten daha büyük olan ve Güneş çevresinde dönen dokuzuncu büyük gök cismi olan Plüton'un dokuzuncu gezegen sıfatı 20. yüzyıl sonlarına kadar tartışma konusu olmadı.

Hollandalı gökbilimci Kuiper tarafından kuramsal olarak ortaya atılan ve bugün Kuiper kuşağı olarak bilinen bölge, Güneş'ten 30-50 A.Ü (astronomi ünitesi-gökbilim birimi) yani yaklaşık 4,5-7,5 milyar km. uzaklıktaki alanı kaplar ve Güneş çevresinde dönen çok sayıda küçük gök cisminin bu aralıkta yer aldıklarına 1950'lerden bu yana inanılmaktadır. 1992 yılında, o ana dek Kuiper kuşağının bilinen tek üyesi Plüton gezegeni iken, (15760) 1992 QB1 geçici adıyla tanınan 'ilk Kuiper kuşağı cismi'nin bulunması ve bunu kısa sürede çok sayıda yenilerinin izlemesi ile bu yeni gök cisimi sınıfı bir kavram olarak netleşmeye başladı. Plüton'un bilimsel anlamda bu sınıfın bir üyesi olduğu gökbilim çevreleri tarafından kabul edilirken, hala bir gezegen olarak kabul edilip edilmeyeceği konusu popüler bir tartışma biçimini aldı. Uluslararası Gökbilim Birliği (IAU) 1999 yılında Plüton'un resmi olarak Güneş sistemi'nin dokuzuncu gezegeni kabul edildiğini ve bunun değiştirilmesinin düşünülmediğini açıklayan bir bildiri yayınlamak zorunda kaldı.

2002 yılında Plüton'un yarısı çapındaki 50000 Quaoar'ın, 2004'te ise neredeyse Plüton büyüklüğünde 90377 Sedna'nın keşfi, Plüton'un diğer Kuiper kuşağı cisimlerinden (Kuiper Belt Objects-KBO) fazla ayrıcalıklı olmadığını göstermesi bakımından önemli görüldü. 29 Temmuz 2005'de üç yeni Kuiper kuşağı cisimi daha bulunduğu açıklandı. Bunlardan 2003 UB313 adlı olanı, Plüton'dan daha büyük olması nedeni ile bazılarınca 10.cu gezegen ilan edilirken bir yandan da Plüton'un gezegen sıfatının gözden geçirilmesi tartışmaları yeniden alevlendi. amerika da yapılan araştırmalar sonucunda aslında 12 gezegen dışında dört gezegen daha keşfedilmiş. bunlar pluton dan daha büyük ve yapılan araştırmalarda bu dört gezegenin bir tanesinde yaşamsal bir belirti olabileceği söylenmektedir. yalnız dunyaya çok uzak olan bu dört gezegen nasa nın yapmış olduğu gizlia raştırmalar sonucunda ortaya çıkarılmış, ve medyadan bugune kadar saklanmıştır. medyaya nasıl sızdığı bilinmemekte olup araştırmaların devam ettiği söylenmektedir.

 

Kutup Yıldızı (Demirkazık, Çulpan, Kutupyıldızı, Şimal Yıldızı, Kuzey Yıldızı, Lat. Alpha Ursae Minoris), Küçükayı takımyıldızının en parlak yıldızı.

Kutup Yıldızı, dünyanın ekseni ile hemen hemen aynı doğrultuda olduğundan, diğer gökcisimlerinin aksine gün boyunca yer değiştirmez ve hep kuzeyi gösterir. Bu özelliği nedeniyle tarih boyunca yön bulma ve seyir amacıyla kullanılmıştır. Aynı nedenle, Demirkazık, Kuzey Yıldızı gibi isimler alır.

Kutup Yıldızı tam olarak dünyanın ekseni ile aynı doğrultuda olmamakla birlikte, aradaki fark sadece bir derecenin dörtte üçü yani 44 dakika kadardır. Dünyanın ekseni zamanla doğrultu değiştirdiğinden bu fark önümüzdeki iki yüzyıl boyunca daha da azalacak ve 25 dakikaya kadar düşecektir. Daha sonra Kutup Yıldızı dünyanın ekseninden giderek uzaklaşacak ve ancak 25.000 yıl sonra aynı yere dönecektir.

Kutup Yıldızı, aslında üç yıldızdan oluşan bir sistemdir. Sistemin en parlak yıldızı olan A; büyük sarı, parlaklığı değişken bir sefeit türevidir. Bunun çevresinde dönen ve bir sarı cüce olan B yıldızı, 1780'de William Herschel tarafından keşfedilmiştir. Üçüncü cüce yıldızın varlığı 1929'da saptanmıştır.

Kutup Yıldızı'nı gökyüzünde bulmak oldukça kolaydır, daima pusula'nın kuzey ibresi doğrultusunda bulunur. Büyükayı takımyıldızının oluşturduğu "tava"nın gövdesinin sonundaki iki parlak yıldızı (Dabne ve Merak) birleştiren hayalî doğruyu takip ederek, bu iki yıldız arasındaki mesafenin yaklaşık 5 katı kadar ileride Kutup Yıldızı bulunur. Gökyüzünün bu bölgesindeki en parlak yıldız olduğundan, başka bir yıldızla karıştırılma ihtimali düşüktür. Kutup Yıldızı'nın ufuktan yüksekliği, bulunduğunuz enlemi yansıtacaktır. Örneğin, İstanbul'da Kutup Yıldızı ufuktan 41° yükseklikte görünür.

Kutup Yıldızı sadece kuzey yarıküreden görünür, güney yarıküreden görünmez, güneyi gösteren parlak bir güney Kutup Yıldızı bulunmamaktadır. Ancak Güneyhaçı takımyıldızı, güney yarıkürede bulunanlara kabaca güney yönünü gösterir.

Çeşitli [değiştir]

Ressam gözüyle Kutup Yıldızı

Ressam gözüyle Kutup Yıldızı

  • Gökyüzündeki en parlak yıldızın Kutup Yıldızı olduğu yönünde yaygın bir inanış vardır. Gerçekte gökyüzündeki en parlak cisim, bir yıldız olan Güneştir. Onu, bir uydu olan Ay ve bir gezegen olan Venüs izler. Güneş'ten sonra gökyüzünde en parlak yıldız Akyıldız'dır (Sirius). Kutup Yıldızı, gece gökyüzünde görülen yıldızlar arasında parlaklık açısından 46. sırada gelir.
  • Aslında bir gezegen olan Çoban Yıldızı (Venüs) ile Kutup Yıldızı'nın karıştırılması da yaygın bir hatadır. Çoban Yıldızı genellikle batı yönünde görülmekle birlikte her gün yer değiştirir. Oysa Kutup Yıldızı her zaman kuzey yönündedir.
  • Kutup Yıldızı anlamına gelen Latince kökenli İngilizce Polaris sözcüğü, 20. yüzyılın sonlarında Türkiye'de ortaya çıkan İngilizceleştirme eğilimi kapsamında moda olan kelimelerdendir. Sermayedar kesim bu kelimeyi şaşırtıcı bir yaygınlıkla benimsedi. Bunun sonucu olarak, "polaris", Türkiye'de gerçek anlamıyla hiç ilgisi olmayan alanlarda kullanıldı: Bir yayınevi, bir gökdelen, bir bilgisayarcı ve hatta bir terlikçi "polaris" ismini benimsedi.
  • Kutup Yıldızı bir müzik ve tiyatro topluluğunun, Kuzey Yıldızı ise İstanbul'daki bir uzakdoğu sporları salonunun adıydı.
  • Şimal Yıldızı, yani Kuzey Yıldızı, Kore Savaşı hakkında 1954 yapımı, başrolünde Ayhan Işık'ın oynadığı bir film.
  • Şimal Yıldızı, Sezen Aksu'nun bir şarkısının adı.

Kutup Yıldızı

Polaris
büyütmek için tıklayınız

Yıldızın adı

Kutup Yıldızı (Demirkazık, Şimal Yıldızı, Çulpan, Alpha Ursae Minoris)

Takımyıldızı

Küçükayı (Lat.: Ursa Minor)

Yükselimi

+89° 15′ 51″

Görünür kadiri

1,97

Mutlak kadiri

-3,64

Tayf örneği

F7

Uzaklığı

431 ışık yılı

 Evrenin Hesaplanamayan Büyüklüğü

Muhteşem büyüklükteki evrenin sahip olduğu hassas dengeler, bu kusursuz düzenin Allah’ın üstün yaratışı sonucunda var olduğunu kanıtlamaktadır.

Amerikan bilim adamları, Dünyamızın da içinde bulunduğu Güneş Sistemine en uzak gezegeni buldular. İnternetteki space sitesindeki habere göre, Jüpiter büyüklüğündeki gezegen, Samanyolu Galaksisinden 5 bin ışık yılı uzaklıktaki bir yıldızın etrafında, dar bir yörüngede dönüyor. Gezegenin, yıldızın etrafını dönüş hızının 29 saat gibi kısa bir süre olduğunu belirten bilim adamları, yüzeyinin çok sıcak olduğunu ve binlerce dereceyi bulduğunu kaydettiler. Harvard Smithsonian Merkezi’ndeki astronomlar, gezegeni, etrafında döndüğü yıldızın yaydığı ışıktaki küçük değişimler sayesinde tespit ettiler. Astronomlar, gezegenin periyodik olarak 29 saatte bir yıldızın önüne geçtiğini ve yıldızın yaydığı ışığın bu sırada azalmış göründüğünü ortaya çıkardılar. Işıktaki değişimin ise, bir sivrisineğin 300 kilometre uzaklıktaki bir otomobil farının önünden geçmesine eşdeğer olduğunu açıkladılar. Astronomlar şimdiye kadar Güneş Sistemimizin dışındaki 100’den fazla gezegenin çoğunu da bu yöntemle saptadılar.

Yukarıdaki bilimsel gelişmenin bizlere işaret ettiği çok önemli bir nokta var. Evrenin muhteşem büyüklüğü!

Işığın saniyede yaklaşık 300.000 km gibi bir hıza sahip olduğu düşünülürse 5 bin ışık yılına karşılık gelen mesafenin büyüklüğünü kavramak insan için zor bir durumdur. Üstelik bu büyüklük, içinde bulunduğumuz Güneş Sistemimizin içinde, evrenin büyüklüğüne oranla oldukça dar bir aralıktır.

Bu durumda evrenin büyüklüğü üzerinde düşündüğümüzde karşımıza çok daha muazzam boyutlar çıkacaktır.

Evrenin büyüklüğünü anlamak için bu incelemeye devam edelim…

Dünya gezegeni, bildiğimiz gibi Güneş Sisteminin bir parçasıdır. Bu sistem, evrenin içindeki diğer yıldızlara göre orta-küçük bir yıldız olan Güneş'in etrafında dönmekte olan dokuz gezegenden ve onların elli dört uydusundan oluşur. Dünya, bu sistemde Güneş'e en yakın üçüncü gezegendir.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Güneş'in çapı, Dünya'nın çapının 103 katı kadardır. Bunu bir benzetmeyle açıklayalım; eğer çapı 12.200 km. olan Dünya'yı bir misket büyüklüğüne getirirsek, Güneş de bildiğimiz futbol toplarının iki katı kadar büyüklükte yuvarlak bir küre haline gelir. Ama asıl ilginç olan, aradaki mesafedir. Gerçeklere uygun bir model kurmamız için, misket büyüklüğündeki Dünya ile top büyüklüğündeki Güneş'in arasını yaklaşık 280 metre yapmamız gerekir. Güneş Sisteminin en dışında bulunan gezegenleri ise kilometrelerce öteye taşımamız gerekecektir.

Ancak bu kadar dev bir boyuta sahip olan Güneş Sistemi, içinde bulunduğu Samanyolu Galaksisine oranla oldukça küçük boyutlardadır. Çünkü Samanyolu Galaksisinin içinde, Güneş gibi ve çoğu ondan daha büyük olmak üzere yaklaşık 250 milyar yıldız vardır. Bu yıldızların içinde Güneş'e en yakın olanı Alpha Centauri'dir. Eğer Alpha Centauri'yi az önce yaptığımız ölçeğe, yani Dünya'nın misket büyüklüğünde olduğu ve Güneş ile Dünya'nın arasının 280 metre tuttuğu ölçeğe yerleştirirsek, onu Güneş'in 78 bin kilometre uzağına koymamız gerekir!

Modeli biraz daha küçültelim. Dünya'yı gözle zor görülen bir toz zerresi kadar yapalım. O zaman Güneş ceviz büyüklüğünde olacak ve Dünya'ya üç metre mesafede yer alacaktır. Bu ölçek içinde Alpha Centauri'yi ise Güneş'ten 640 kilometre uzağa koymamız gerekir.

Samanyolu Galaksisi, işte aralarında bu denli devasa mesafeler bulunan 250 milyar yıldızı barındırır. Spiral şeklindeki bu galaksinin kollarının birisinde, bizim Güneşimiz yer almaktadır.

Ancak ilginç olanı, Samanyolu Galaksisinin de uzayın geneli düşünüldüğünde çok "küçük" bir yer kapladığıdır. Çünkü uzayda başka galaksiler de vardır, hem de tahminlere göre, yaklaşık 300 milyar kadar. Bu galaksilerin arasındaki boşluklar ise, Güneş ile Alpha Centauri arasındaki boşluğun milyonlarca katı kadardır.

George Greenstein, bu şaşkınlık uyandıran büyüklükle ilgili, The Symbiotic Universe (Simbiyotik Evren) adlı kitabında şöyle yazar:

“Eğer yıldızlar birbirlerine biraz daha yakın olsalar, astrofizik çok da farklı olmazdı. Yıldızlarda, nebulalarda ve diğer gök cisimlerinde süregiden temel fiziksel işlemlerde hiçbir değişim gerçekleşmezdi. Uzak bir noktadan bakıldığında, galaksimizin görünüşü de şimdikiyle aynı olurdu. Tek fark, gece çimler üzerine uzanıp da izlediğim gökyüzünde çok daha fazla sayıda yıldız bulunması olurdu. Ama pardon, evet; bir fark daha olurdu: Bu manzarayı seyredecek olan "ben" olmazdım... Uzaydaki bu devasa boşluk, bizim varlığımızın bir ön şartıdır.” (George Greenstein, The Symbiotic Universe. s. 21)

Greenstein, bunun nedenini de açıklar; uzaydaki büyük boşluklar, bazı fiziksel değişkenlerin tam insan yaşamına uygun biçimde şekillenmesini sağlamaktadır. Ayrıca Dünya'nın, uzay boşluğunda gezinen dev gök cisimleriyle çarpışmasını engelleyen etken de, evrendeki gök cisimlerinin arasının bu denli büyük boşluklarla dolu oluşudur. (Harun Yahya, Evrenin Yaratılışı)

Evrenin bu büyüklüğünü ve muhteşem düzenini kusursuz bir uyum içinde yoktan vareden alemlerin Rabbi olan Allah’tır. Evrenin büyüklüğü ve sahip olduğu hassas dengeler, Allah'ın üstün yaratma sanatının apaçık delilleridir. Modern bilimin ulaştığı bu sonuç ise, Kuran'da bundan 14 yüzyıl önce haber verilmiş olan bir gerçeğin doğrulanmasından ibarettir.

Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden Allah'tır. Gündüzü, durmaksızın kendisini kovalayan geceyle örten, güneşe, aya ve yıldızlara Kendi buyruğuyla baş eğdirendir. Haberiniz olsun, yaratmak da, emir de (yalnızca) O'nundur. Alemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir. (Araf Suresi, 54)

 
 
Van Allen Kuşakları

"Van Allen Kuşakları" denilen ve Dünya'nın manyetik alanından kaynaklanan bir tabaka, gezegenimize gelen zararlı ışınlara karşı bir kalkan görevi görür. Güneş'ten ve diğer yıldızlardan sürekli olarak yayılan bu ışınlar, insanlar için öldürücü etkiye sahiptir. Özellikle Güneş'te sık sık meydana gelen ve "parlama" adı verilen enerji patlamaları, Van Allen Kuşakları olmasa, Dünya'daki tüm yaşamı yok edebilecek güçtedir.

Van Allen Kuşakları'nın yaşamımız açısından önemini Dr. Hugh Ross şöyle anlatmaktadır:

Dünya, Güneş Sistemi'ndeki gezegenler arasında en yüksek yoğunluğa sahiptir. Bu geniş nikel-demir çekirdeği büyük bir manyetik alandan sorumludur. Bu manyetik alan Van Allen radyasyon koruyucu tabakasını meydana getirir. Bu tabaka yeryüzünü radyasyon bombardımanından korur. Eğer bu koruyucu tabaka olmasaydı Dünya'da hayat mümkün olmazdı.

Manyetik alanı olan ve kayalık bölgelerden oluşan diğer tek gezegen Merkür'dür. Fakat bu manyetik alanın gücü Dünya'nınkinden 100 kat daha azdır. Van-Allen radyasyon koruyucu tabakası Dünya'ya özeldir.

Geçtiğimiz yıllarda tespit edilen bir parlamada açığa çıkan enerjinin, Hiroşima'ya atılanın benzeri 100 milyar atom bombasına eş değer olduğu hesaplanmıştır. Parlamadan 58 saat sonra pusulaların ibrelerinde aşırı hareketler gözlenmiş, Dünya atmosferinin 250 km üstünde sıcaklık sıçrama yapıp 2500° C'ye yükselmiştir.

Kısacası, Dünya'nın üzerinde, kendisini sarıp kuşatan ve dış tehlikelere karşı koruyan mükemmel bir sistem işler. İşte Dünya göğünün bu koruyucu kalkan özelliği yüzyıllar öncesinden Kuran'da bizlere Allah tarafından bildirilmiştir.

Evrendeki Hassas Dengeler

Evrenin genişleme hızından Dünya'nın Samanyolu Galaksisi'ndeki konumuna, Güneş'in yaydığı ışığın cinsinden suyun akışkanlık değerine, Ay'ın Dünya'ya olan uzaklığından, atmosferdeki gazların oranına kadar burada sayamadığımız sayısız faktör, insan yaşamının var olması için en ideal ölçülerde ayarlanmışlardır. Öyle ki bu sayısız faktörden sadece birindeki en ufak bir sapma dahi evrende canlı yaşamının asla var olmaması anlamına gelecekti.

Gerçekten de, evrende insanoğlunun var olması ve yaşamını sürdürmesi için gereken şartların her biri, "tek tek" birer mucize niteliğindedir. Gereken milyonlarca şartın biraraya gelmesi ise uçsuz bucaksız bir "mucizeler zinciri" oluşturur. Bir şeyin mucize olması ise, elbette Allah'ın varlığının ve üstün aklının delillerindendir. Kusursuz bir uyuma ve mükemmel bir tasarıma sahip olan evren, Allah'ın eşsiz ilmini ve kudretini bize tanıtır.

EVRENİN GENİŞLEME HIZINDAKİ MUCİZEVİ ÖLÇÜ

Evrenin genişleme hızı, evrenin şu anki yapısının oluşabilmesi açısından son derece kritik bir değere sahiptir. Eğer genişleme hızı çok az daha yavaş olsaydı, bütün evren, daha Güneş Sistemleri tam anlamıyla düzenlenemeden tekrar içine çökmüş olacaktı. Eğer evren biraz daha hızlı genişliyor olsaydı, madde ne galaksileri ne de yıldızları bir daha asla oluşturamayacak biçimde boşlukta dağılıp gidecekti. Her iki durum da, canlılığın ve bizlerin var olamaması anlamına geliyordu.

Ancak bunların hiçbiri gerçekleşmemiş ve evrenin genişleme hızının sahip olduğu son derece hassas değer sayesinde şimdiki evren ortaya çıkmıştır. Peki bu denge ne kadar hassastır?

Avustralya'daki Adelaide Üniversitesi'nden ünlü matematiksel fizik profesörü Paul Davies, bu soruyu cevaplamak için uzun hesaplar yapmış ve inanılmaz bir sonuca ulaşmıştır Davies'e göre, kainatın yaratıldığı büyük patlamanın ardından gerçekleşen genişleme hızı eğer milyar kere milyarda bir oranda (1/1018) bile farklı olsaydı, evren ortaya çıkamazdı. Milyar kere milyarda bir ifadesi rakamsal olarak şöyle yazılır:

"0,000000000000000001".
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Yani bu derece astronomik küçüklükte bir farklılık dahi evrenin var olamaması demekti. Bu nedenle Big Bang herhangi bir patlama değil, her yönüyle çok iyi hesaplanmış ve düzenlenmiş bir oluşumdur.

GÖK CİSİMLERİNİN ARALARINDAKİ MESAFELER

Dünya gezegeni, bildiğimiz gibi Güneş Sistemi'nin bir parçasıdır. Güneş Sistemi ise, kusursuz bir planın ve mükemmel dengelerin bulunduğu bir mekandır. Güneş'in çapı, Dünya'nın çapının 103 katı kadardır. Bunu bir benzetmeyle açıklayalım: Eğer çapı 12.200 km olan Dünya'yı bir misket büyüklüğüne getirirsek, Güneş de bildiğimiz futbol toplarının iki katı kadar büyüklükte yuvarlak bir küre haline gelir. Asıl ilginç olan, aradaki mesafedir. Gerçeklere uygun bir model kurmamız için, misket büyüklüğündeki Dünya ile top büyüklüğündeki Güneş'in arasını yaklaşık 280 metre yapmamız gerekir. Güneş Sistemi'nin en dışında bulunan gezegenleri ise kilometrelerce öteye taşımamız gerekecektir.

Gök cisimlerinin uzaydaki dağılımı ve aralarındaki bu devasa boşluklar Dünya'da canlı hayatının var olabilmesi için zorunludur. Gök cisimleri arasındaki mesafeler Dünya'daki yaşamı destekleyecek biçimde pek çok evrensel güçle uyumlu bir hesap içinde düzenlenmiştir. Bu mesafeler, gezegenlerin yörüngelerini hatta varlıklarını doğrudan etkiler. Bu mesafeler biraz daha az olsaydı, yıldızlar arası kütle çekim güçleri gezegenlerin yörüngelerini kararsız hale getirecekti. Bu kararsızlık ise gezegenlerde çok uç sıcaklık değişimlerine yol açacaktı. Eğer uzaklıklar biraz daha fazla olsaydı, süpernovalarla uzaya fırlatılan ağır elementlerin dağılımı çok seyrek olacak ve Dünya gibi dağlık gezegenler oluşamayacaktı.

Yıldızlar arasındaki şu an var olan boşluklar bizimki gibi bir gezegen sisteminin var olabilmesi için en ideal mesafeye sahiptir. Kısacası evrendeki gök cisimlerinin dağılımı, insanın yaşamı için tam olması gereken ölçülerdedir. Aynı şekilde evrendeki dev boşluklar da, rastgele ortaya çıkmamışlardır; amaçlı bir yaratılışın sonucudurlar. (Harun Yahya, Evrenin Yaratılışı)

AKLIN SINIRLARINI ZORLAYAN İHTİMAL

Bize hayat imkanı veren böyle bir evrenin, bütün fiziksel değişkenler düşünüldüğünde tesadüfen oluşması ihtimali ne kadardır? Bu ihtimal milyar kere milyarda bir mi? Ya da trilyar kere trilyar kere trilyar ihtimalde bir mi? Yoksa daha da küçük bir sayı mı?

Prof. Roger Penrose'e göre bu ihtimal şudur: 10123 'de bir ihtimal! Bu sayının ne anlama geldiğini düşünmek bile zordur. Matematikte 10123 şeklinde yazılan bir rakam, 1 sayısının yanına 123 tane sıfır gelmesiyle oluşur. (Bu evrendeki tüm atomların sayısının toplamından, yani 1078 'den bile büyük, son derece astronomik bir sayıdır.) Matematikte 1050 'de 1'den daha küçük olasılıklar ise "sıfır ihtimal" sayılır. Ama sözünü ettiğimiz sayı, 1050'de 1'in trilyar kere trilyar kere trilyar katından bile çok daha büyüktür. Kısacası bu sayı bizlere, evrenin tesadüfle açıklanmasının kesinlikle imkansız olduğunu göstermektedir

İçinde yaşadığımız evrenin varoluşu ile ilgili matematiksel olarak tanımlanamayacak kadar yüksek sayıda ihtimal içinden, tam olması gereken ihtimalin en mükemmel şekilde oluşmuş olması, yaratılışın apaçık delillerindendir. Kuşkusuz böyle kusursuz bir evrende yaşıyor olmamız, kör tesadüflerin ya da şuursuz atomların aldıkları kararların, oluşturdukları düzenin bir eseri olamaz. Tüm kainat, canlı ve cansız varlıklarla birlikte Alemlerin Rabbi olan Allah'ın eşsiz ilmini ve sonsuz gücünü kanıtlar.

 
 
Canlı Hayatının Temel Taşı: KARBON Atomu

İçinde sadece 6 proton, 6 nötron ve 6 elektron bulunduran karbon atomunun gücünü tam anlayabilme konusunda insan aklı yetersiz kalmaktadır. Dolayısıyla bu atomun canlılık için önemli olan özelliklerinden bir tanesinin dahi tesadüfen oluşması imkansızdır.

Karbon, canlılar için en hayati elementtir. Çünkü bütün canlı maddeler karbon bileşiklerinden oluşmuşlardır. Bizlerin varlığı için bu kadar önemli olan karbon atomunun özelliklerini sayfalarca yazsak bitiremeyiz, nitekim kimya bilimi de henüz bu özelliklerin tümünü keşfedebilmiş değildir. Biz burada karbonun sadece çok önemli birkaç özelliğinden bahsedeceğiz.

Hücre zarından ağaç kabuğuna, göz merceğinden bir geyiğin boynuzlarına, yumurta beyazından yılan zehirine kadar son derece farklı organik yapıların hepsi, karbon temelli bileşiklerden oluşur. Karbon, hidrojen, oksijen ve azot atomlarıyla çok farklı geometrik şekil ve sıralamalarda birleşerek, son derece farklı maddeler meydana getirir. Peki ama karbon atomunun yaklaşık olarak 1.7 milyon bileşik yapabilmesinin sebebi nedir?

Karbon zincirleri

Karbonun en önemli özelliklerinden birisi, birbiri ardınca dizilerek çok kolay zincir oluşturabilmesidir. En kısa karbon zinciri 2 karbon atomundan oluşur. En uzun zincirin kaç karbon atomundan oluştuğu konusunda ise kesin bir rakam verilememekle birlikte, yaklaşık olarak 70 halkalı bir zincirden bahsedilebilir. Karbon atomundan sonra en uzun zincir oluşturabilen atomun, 6 halka ile silisyum atomu olduğunu düşünürsek, karbon atomundaki olağanüstü durum daha iyi fark edilebilir.

Karbonun bu kadar çok halkalı zincir yapabilmesinin sebebi, zincirlerinin sadece düz çizgi şeklinde olmamasıdır. Zincirler dallar halinde de olabilirler, çokgenler de oluşturabilirler.

Burada, zincirin şeklinin önemi çok büyüktür. İki karbon bileşiğinde, karbon atomu sayısı aynı fakat bileşiklerin zincir biçimleri farklıysa, ortaya 2 ayrı madde çıkmaktadır. Karbon atomunun bu özelliklerinden dolayı, canlı hayatı için çok büyük önemi olan moleküller yaratılır. (Harun Yahya, Atom Mucizesi)
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Karbon bileşiklerinin bazıları sadece birkaç atomdan oluşur. Bazıları ise binlerce hatta milyonlarca atomdan meydana gelir. Bütün elementler içinde sadece karbon elementinin atomları bu denli uzun ve kalıcı bileşikler oluşturabilir. Ünlü kimyager David Burnie Life adlı kitabında bu elementin özelliğini şöyle ifade eder:

"Karbon, çok olağan dışı bir elementtir... Karbon ve onun bu olağan dışı özellikleri olmasa, dünyada yaşam olması mümkün gözükmemektedir."

İngiliz kimyager Nevil Sidgwick’de, Chemical Elements and Their Compounds (Kimyasal Elementler ve Bunların Bileşikleri) adlı eserinde karbonun canlılar için ne denli önemli olduğunu şöyle vurgular:

“Karbon, yapabildiği bileşiklerin sayısı ve çeşitliliği yönünden, diğer elementlerden tamamen farklı, özgün bir yapıdadır. Şimdiye dek karbonun yarım milyonun üzerinde farklı bileşiği ayrılmış ve tanımlanmıştır. Ama bu bile karbonun güçleri hakkında çok yetersiz bir bilgi verir, çünkü karbon tüm canlı maddelerin temelini oluşturur.“

Karbonun sadece hidrojen ile kurduğu farklı bağlar, "hidrokarbonlar" olarak bilinen büyük bir aileyi meydana getirir. Bu aile içinde; doğal gaz, sıvı petrol, gaz yağı, kerosen ve çeşitli makina yağları vardır. Etilen ve propilen olarak bilinen hidrokarbonlar ise petrokimya endüstrisinin temelidir. Başka hidrokarbonlar da benzen, toluen ve turpentin gibi bileşikler meydana getirir. Giysilerimizi güvelerden korumak için dolaplara konan naftalin de bir başka tür hidrokarbondur. Klor veya florla birleşen hidrokarbonlar ise anestezi maddeleri, yangın söndürücüler ve buzdolaplarında kullanılan freonlar gibi farklı maddeleri oluştururlar.

Yukarıdaki sözünde kimyager Sidwick’in de belirttiği gibi içinde sadece 6 proton, 6 nötron ve 6 elektron bulunduran bu atomun gücünü tam anlayabilme konusunda insan aklı yetersiz kalmaktadır. Dolayısıyla bu atomun canlılık için önemli olan özelliklerinden bir tanesinin dahi tesadüfen oluşması imkansızdır. Kısacası diğer herşey gibi karbon atomunu da, Allah canlıların bedenlerine ve kullanımlarına en uygun bir biçimde yaratmıştır. Bir ayette şöyle buyrulmaktadır:

“Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah'ındır. Allah, herşeyi kuşatandır.” (Nisa Suresi, 126)

 
 
Üç Benzer Molekül
 Sonuç: Çok Farklı 3 Madde

Moleküller arasındaki birkaç atomluk bir farklılık bile, çok değişik sonuçlar oluşturur. Örneğin şimdi vereceğimiz iki moleküle dikkatle bir bakın. İkisi de birbirine çok benziyor, ancak karbon ve hidrojen sayılarında çok ufak farklılıklar var. Ama sonuç iki zıt madde oluşturmaya yetiyor:

C18 H24 O2 ve C19 H28 O2

Bu moleküller nedir, bir tahminde bulunabiliyor musunuz? Hemen söyleyelim: Birincisi östrojen, ikincisi ise testesteron'dur. Yani biri kadınlık, diğeri de erkeklik hormonudur. Birkaç atomluk bir fark bile, hayret verici biçimde, cinsiyet farklarına sebep olmaktadır.

Şimdi vereceğimiz formüle bir bakın:

C6 H12 O2

Yukarıdaki molekül, östrojen ve testesteron hormonları moleküllerine ne kadar da benziyor, değil mi? Peki bu molekül nedir? Başka bir hormon mu? Hemen cevaplayalım: Bu molekül şeker molekülüdür.

Aynı çeşit elementlerden oluşan bu üç molekül örneğinde, atom sayılarındaki farklılığın, ne derece farklı maddeler oluşturabildiği çok net olarak görülür. Bir tarafta cinsiyet oluşturan hormonlar, diğer tarafta da temel besin maddesi şeker vardır.

Renkli Bir Dünya

Canlılar sahip oldukları ışık ve algılama sistemlerine göre işleyen bir "renk dili"ne sahiptirler. Her canlı yaşayabilmek için yaşadığı ortamdaki renklerin dilini bilir. Bu detaylı sistemi ve canlılar arasındaki uyumu yaratan tüm alemlerin Rabbi olan Allah'tır.

Hiçbir rengin olmadığı, kapkaranlık bir dünyada yaşamak nasıl olurdu, hiç düşündünüz mü?

Bir an için tüm ön yargılarınızdan kurtularak, şimdiye kadar öğrendiğiniz herşeyi bir kenara bırakarak düşünün. Bedeninizin, çevrenizdeki insanların, denizlerin, gökyüzünün, ağaçların, çiçeklerin, kısacası herşeyin kapkara olduğunu gözünüzde canlandırmaya çalışın. Etrafınızda hiçbir rengin olmadığını düşünün. Çevrenizdeki insanların, kedilerin, köpeklerin, kuşların, kelebeklerin, meyvelerin hiç rengi olmasaydı neler hissederdiniz kafanızda canlandırmaya çalışın.

Böyle bir dünyada yaşamayı hiç istemezdiniz öyle değil mi?

Yeryüzündeki ve gökyüzündeki her ayrıntı, her desen, her renk insanın bu düzeni anlayıp kavraması ve bunun üzerinde düşünmesi için yaratılmıştır. Doğadaki tüm renkler insan ruhuna zevk verecek şekilde düzenlenmiştir. Hem canlılarda hem de cansız dünyada kusursuz bir simetri ve renk uyumu hakimdir. Bu özel durum karşısında düşünen bir insanın aklına son derece önemli bazı sorular gelecektir.

Yeryüzünü renkli kılan nedir?

Dünyamızı olağanüstü güzel kılan renkler nasıl oluşmaktadır?

Yeryüzündeki renk çeşitliliği ve renkler arasındaki uyumun tasarımı kime aittir? Ve tüm bunların bir tesadüfler zincirinin oluşturduğu amaçsız değişimlerle meydana geldiği söylenebilir mi?
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Elbette ki böyle bir şeyi hiç kimse söyleyemez. Kontrolsüz tesadüfler, değil milyonlarca rengi, hiçbir şeyi oluşturamazlar. Örneğin bir kelebeğin kanatlarını düşünün; veya her biri birer sanat harikası görünümündeki rengarenk çiçekleri. Bunların bilinçsiz bir sürecin sonucunda oluştuğunu söylemek, sağlıklı bir akıl için elbette ki mümkün değildir.

Görüldüğü gibi bu, açıkça körlüktür. Biraz düşünmeye başlayıp bu körlükten kurtulan kişi ise, dünyada son derece mucizevi bir ortamda yaşadığını hemen anlayacaktır. Ve, yaşamı için en uygun şartlara sahip olan bu ortamın tesadüfen meydana gelemeyeceğine de tam anlamıyla kanaat getirecektir.

Düşünen insan nasıl ki bir tablonun, mutlaka bir ressamının da olduğunu ilk baktığı anda anlıyorsa, çevresindeki rengarenk, ışıl ışıl, simetrik ve son derece estetik ortamın da bir Yaratıcısı olduğunu aynı şekilde anlayacaktır.

Bu Yaratıcı; yaratmada hiçbir ortağı olmayan, herşeyi birbiriyle uyum içinde yaratan, bizi milyonlarca renkle bezenmiş, sayısız güzelliğin bulunduğu bu dünyaya yerleştiren Allah'tır. Allah’ın yaratmasında herşey birbiriyle tam bir uyum içindedir. Allah, yaratma sanatındaki eşsizliğini Kuran ayetlerinde şöyle haber vermektedir:

"O, biri diğeriyle 'tam bir uyum' içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiçbir 'çelişki ve uygunsuzluk' göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir." (Mülk Suresi, 3-4)

Renklerin dili

Renkler nasıl insanlar için çevrelerini tanımakta önemli iseler aynı şekilde diğer canlıların yaşamlarını sürdürmeleri için de vazgeçilmezdirler. (Harun Yahya, Allah'ın Renk Sanatı)

Canlılar, sahip oldukları ışık ve algılama sistemlerine göre işleyen bir "renk dili"ne sahiptirler. Yani her canlı türü için renklerin ifade ettiği anlamlar değişmektedir. Her canlının yaşamını sürdürebilmesi için yaşadığı ortamdaki renklerin dilini bilmesi zorunludur. Çünkü yaşamsal faaliyetler ancak bu dilin algılanmasıyla yönlendirilir.

Canlılar renk dilini nasıl kullanırlar?


Sahip olduğu renkler sayesinde yaprakların arasnda kamufle olmuş bir kelebek
Öncelikle canlıların çok büyük bir bölümü besin bulabilmek için renklerin yardımına ihtiyaç duyarlar. İkinci olarak deri, pul veya kürk gibi oluşumlarında bulunan renkler, özellikle ısıyı yayma veya tutma gibi özellikleriyle canlılığın devamı açısından çok önemli bir rol oynarlar. Ayrıca canlılar düşmanlarından korunurken de renklerini kullanırlar. Yaşadıkları çevreyle uyum içindeki renkleri sayesinde kamufle olur, düşmanlarından gizlenebilirler. Üzerlerinde taşıdıkları renkler ve desenler düşmanları açısından caydırıcı bir görünüm oluşturabilir. Rengin yardımcı olduğu bir başka nokta da canlıların eşlerini veya yavrularını tanımalarıdır. Örneğin anne kuş yavrusunun besin ihtiyacını gagasının rengi sayesinde anlar. Aynı şekilde yavru da annesini bu şekilde tanır ve besinin geldiğini anlar. Doğadaki bu örneklerde de görüldüğü gibi canlılar, yaşamlarını sürdürebilmek için renklerin anlamlarını doğru olarak bilmelidirler. Bu bilgiyi doğru olarak alabilmeleri için de, bunu algılayabilecekleri uygun sistemlere sahip olmaları gerekir.

Eğer bu sistemler olmasa dış ortamı algılayamaz ve hayatlarını sürdürmeleri için gereken faaliyetleri yapamazlardı. Dolayısıyla dış dünyadan kopar, ölüme mahkum olurlardı.

Her sistem, her uyum, her tasarım, her program, her plan, her denge bir düzenleyici tarafından yaratılmak zorundadır. Bu uyumu en mükemmel biçimde canlıların içine ve yaşadıkları çevreye yerleştiren bir irade ve güç mutlaka vardır. Bu gücün sahibi, alemlerin Rabbi olan Allah'tır.

 
 
Atomda Saklı Olan Büyük Güç

Allah, sonsuz kudretiyle evrenin en güçlü kuvvetini evrenin en küçük parçası olan atomların içine sığdırmıştır. Bu durum Allah'ın yaratma sanatının en büyük delillerinden biridir.

19. yüzyılın ilk yarısından bu yana yüzlerce bilim adamı atomun sırlarını ortaya çıkarabilmek için gece gündüz çalıştılar. Atomun şekli, hareketi, yapısı gibi çeşitli özelliklerini gün ışığına çıkaran bu çalışmalar, maddeyi ezeli ve ebedi bir varlık olarak kabul eden klasik fiziği temellerinden yıktı ve modern fiziğin temellerini attı.

Bu sorulara yanıt arayan pek çok fizikçi, çalışmalarının sonucunda tüm evrende olduğu gibi atomda da kusursuz bir düzen, şaşmaz bir denge ve bilinçli bir tasarım olduğu gerçeğinde birleştiler.

Son derece küçük olan bu parçacıklar, kendi içlerinde mükemmel bir organizasyona sahiptirler. Ancak atomdaki mucizevi yön bu kadarla kalmaz; atom aynı zamanda içinde çok muazzam bir enerjiyi de barındırır.

Atomun içinde saklı olan bu güç öylesine büyüktür ki, insanlık bu enerjinin keşfiyle artık okyanusları birleştiren dev kanallar açabilmekte, dağları oyabilmekte, suni iklimler üretebilmekte ve bunlar gibi daha birçok faydalı işi yapabilmektedir. Ama şunu da belirtmek gerekir ki, atomun içinde saklı olan güç, bir yandan bu şekilde insanlığa hizmet ederken, diğer yandan da insanlık için çok büyük bir tehlike oluşturmaktadır. Öyle ki bu gücün kötüye kullanımıyla, 2. Dünya Savaşı sırasında Hiroşima ve Nagasaki’de on binlerce insan birkaç saniye gibi çok kısa bir süre içinde hayatlarını kaybettiler. Yakın geçmişte de, Rusya'daki Çernobil Nükleer Santrali'nde meydana gelen bir kaza, çok sayıda insanın ölmesine ya da sakat kalmasına yol açmıştı.

Çekirdekte Saklı Güç

Atom çekirdeğinin içinde, protonları ve nötronları birbirine bağlayan çok güçlü bir kuvvet vardır. Bu kuvvete, "Güçlü Nükleer Kuvvet" adı verilir. Nükleer enerji, çekirdekteki bu kuvvetin serbest bırakılmasıyla ortaya çıkar. Bu kuvvet üzerinde bir oynama yapılmadığı zaman kimseye bir zararı yoktur, ama insan müdahalesiyle milyonları öldüren bir güç haline gelebilmektedir. Atomun çekirdeğinde bulunan ve milyonlarca kişinin hayatını tehlikeye sokabilecek olan bu olağanüstü kuvveti, "fisyon" (nükleer parçalanma) ve "füzyon" (nükleer kaynaşma) tepkimeleri açığa çıkarmaktadır.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Bu kadar küçük bir tanenin içine bu kadar büyük bir enerji sığdırılması olağanüstü bir mucizedir. Allah insanlara sonsuz gücünü, yarattığı varlıklarda göstermekte, dilediği gücü dilediği yerde var etmektedir. İnsanlara da sonsuz ilminden ancak dilediği kadarını vermektedir.

Bu tepkimeler, ilk bakışta atomun çekirdeğinde gerçekleşiyor gibi gözükse de, aslında atomun bütün yapı taşlarının birlikte katıldığı tepkimelerdir. Fisyon adıyla bilinen reaksiyon atom çekirdeğinin bölünmesi, füzyon isimli reaksiyon ise iki çekirdeğin büyük bir güçle biraraya getirilip birleştirilmesi olayıdır. Her iki reaksiyonda da çok fazla miktarda enerji açığa çıkmaktadır.
 
 
Nükleer Parçalanma (Fisyon)

Fisyon adı verilen tepkime, evrendeki en kuvvetli güç olan "Güçlü Nükleer Kuvvet" ile birarada tutulan atom çekirdeğinin parçalanmasıdır. Fisyon tepkimesi deneylerinde kullanılan ana madde "uranyum"dur.

Fisyon deneylerinde bilim adamları uranyum çekirdeğine, büyük bir hızla nötron göndermişler ve bunun sonunda çok ilginç bir durumla karşı karşıya kalmışlardır. Nötron uranyum çekirdeği tarafından yutulduktan sonra, uranyum çekirdeği kararsız duruma gelmiştir. Burada çekirdeğin "kararsız" olması demek, çekirdek içindeki proton ve nötron sayıları arasında fark oluşması ve bu nedenle çekirdekte bir dengesizliğin meydana gelmesi demektir. Bu durumda çekirdek, meydana gelen dengesizliği gidermek için belli miktarda enerji yayarak parçalara bölünmeye başlar. Ortaya çıkan enerjinin etkisiyle de çekirdek, büyük bir hızla içinde barındırdığı parçaları fırlatmaya başlar.

Deneylerden elde edilen bu sonuçlardan sonra "reaktör" adı verilen özel ortamlarda, nötronlar hızlandırılarak uranyum üzerine gönderilir. Uranyum kütlesindeki atomların çekirdeklerine isabet edecek şekilde bombardıman edilir ve bu kütledeki atomlardan en azından birinin çekirdeğinin iki parçaya bölünmesi yeterlidir. Bu bölünmede çekirdeğin kütlesinden ortalama iki ya da üç nötron açığa çıkar. Açığa çıkan bu nötronlar kütlenin içindeki diğer uranyum çekirdeklerine çarparak zincirleme reaksiyon başlatırlar. Her yeni bölünen çekirdek de ilk baştaki uranyum çekirdeği gibi davranır. Böylece zincirleme çekirdek bölünmeleri gerçekleşir. Bu zincirleme hareketler sonucunda çok sayıda uranyum çekirdeği parçalandığı için ortaya olağanüstü büyüklükte bir enerji çıkar.

İşte bu noktada ortaya çıkan sonuç, tüm evrenin yaratıcısı olan Allah'ın herşeyi ince bir hesapla var etmiş olduğudur. Allah, atomu içindeki bu muazzam güç ile beraber yaratmıştır ve bu gücü de olağanüstü bir şekilde kontrol altında tutmaktadır.

Nükleer Kaynaşma (Füzyon)

Nükleer kaynaşma (füzyon), parçalanmanın tersine çok hafif iki çekirdeği birleştirerek daha ağır bir çekirdek oluşturmak ve bu şekilde açığa çıkan bağ enerjisini kullanmaktır. Ama bunu denetim altında oluşturmak oldukça zor bir iştir. Çünkü çekirdekler pozitif elektrik yükü taşır ve birbirlerine yaklaştırmak istenildiğinde çok şiddetli bir şekilde birbirlerini iterler.

Bunların kaynaşmasını sağlamak için aralarındaki itme kuvvetini yenebilecek büyüklükte bir kuvvetin kullanılması gerekmektedir. Gereken bu kinetik enerji (hareket enerjisi), 20-30 milyon derecelik bir sıcaklığa eşdeğerdir. Bu olağanüstü bir sıcaklıktır ve kaynaşma tepkimesine girecek maddeyi taşıyacak hiçbir katı malzeme bu sıcaklığa dayanamaz. Yani bu birleşmeyi gerçekleştirecek bir düzenek yeryüzünde yoktur. Allah dünya üzerindeki tüm canlıların temel yaşam kaynağı olan güneş enerjisini, dünya koşullarında gerçekleşemeyecek bir sistemi vesile kılarak yaratmıştır. Onlara bu büyük nimeti hazır olarak ve tam gerekli miktarda sunmuştur.

Füzyon tepkimeleri Güneş'te her an doğal olarak gerçekleşmektedir. Güneş'ten gelen ısı ve ışık, hidrojen çekirdeklerinin birleşerek helyuma dönüşmesi ve bu dönüşüm sırasında kaybolan maddenin yerine enerji ortaya çıkması sayesinde meydana gelmektedir. Güneş saniyede 564 milyon ton hidrojeni 560 milyon ton helyuma çevirir. Kalan 4 milyon ton gaz maddesi de enerjiye dönüşür.

Dünyamızdaki canlılık için son derece hayati öneme sahip güneş enerjisini meydana getiren bu müthiş olay milyonlarca yıldır, hiç durmadan devam etmektedir. Burada, şöyle bir soru aklımıza gelebilir. Eğer Güneş'te, saniyede 4 milyon ton kadar büyük bir miktar madde kaybediliyorsa, Güneş'in sonu ne zaman gelecektir?

Güneş saniyede 4 milyon ton madde kaybetmektedir. Güneş'in, 3 milyar yıldan beri bu hızla enerji ürettiğini varsayarsak, bu süre içinde kaybetmiş olduğu kütle 400.000 milyar kere milyar ton olacaktır ki, bu değer, yine de Güneş'in şimdiki toplam kütlesinin 5000’de biri kadardır. Bu, 3 milyar yılda 5 kg’lık bir taş yığınından 1 gram kum eksilmesi gibidir. Dolayısıyla Güneş'in kütlesinin tükenmesi çok uzun bir zaman gerektirir.

İşte burada Allah’ın sonsuz gücü ve evrendeki her bir zerre (atom) ve bu zerrenin içindeki tanecikler (proton, nötron...) üzerindeki hakimiyeti ile karşı karşıya kalmaktayız. Allah'ın, yarattıkları üzerindeki bu gücü ve hakimiyeti bir ayette şöyle haber verilir:
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  "Senin içinde olduğun herhangi bir durum, onun hakkında Kur'an'dan okuduğun herhangi bir şey ve sizin işlediğiniz herhangi bir iş yoktur ki, ona (iyice) daldığınızda, biz sizin üzerinizde şahidler durmuş olmayalım. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabbinden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın." (Yunus Suresi, 61)

 
 
Atomdaki Elektron Mucizesi

Çekirdeğin çevresinde saniyede 1.000 km. gibi akıl almaz bir hızla hiç durmadan dönen elektronlar, birbirleriyle bir kez bile çarpışmazlar. Birbirlerinden herhangi bir farkları bulunmayan bu elektronların farklı yörüngelerde bulunmaları, son derece şaşırtıcıdır ve bu durumun "bilinçli bir tasarım"ın ürünü olduğu apaçıktır.

Hava, su, dağlar, hayvanlar, bitkiler, vücudunuz, oturduğunuz koltuk, kısacası en ağırından en hafifine kadar gördüğünüz, dokunduğunuz, hissettiğiniz herşey atomlardan meydana gelmiştir. Elinizde tuttuğunuz kitabın her bir sayfası milyarlarca atomdan oluşur. Atomlar öyle küçük parçacıklardır ki, en güçlü mikroskoplarla dahi bir tanesini görmek mümkün değildir. Bir atomun çapı ancak milimetrenin milyonda biri kadardır.

Bu derece küçük olmasına rağmen atomun içinde evrende gördüğümüz sistemle kıyaslanabilecek kadar kusursuz, eşsiz ve kompleks bir sistem bulunmaktadır.

Her atom, bir çekirdek ve çekirdeğin çok uzağındaki yörüngelerde dönüp-dolaşan elektronlardan oluşmuştur. Elektronlar tıpkı Dünya'nın Güneş çevresinde dönerken, aynı zamanda kendi çevresinde dönmesi gibi, atom çekirdeğinin çevresinde dönen parçacıklardır. Aynı, gezegenlerde olduğu gibi bu dönüş, bizim yörünge adını verdiğimiz yollarda, çok büyük bir düzen içinde ve hiç durmaksızın gerçekleşir. Fakat Dünya'yla Güneş'in büyüklükleri arasındaki oran ile atomun içindeki oran çok farklıdır. Eğer elektronların büyüklüğü ile Dünya'nın büyüklüğü arasında bir kıyas yapmak gerekirse, bir atomu Dünya kadar büyütsek, elektron sadece bir elma boyutuna gelecektir.

En güçlü mikroskopların bile göremeyeceği kadar küçük bir alanda dönüp-duran onlarca elektron, atomun içinde çok karışık bir trafik yaratır. Burada dikkat çeken en önemli nokta, çekirdeği elektrik yükünden oluşan bir zırh gibi kuşatan bu elektronların atomun içinde en ufak bir kazaya yol açmamalarıdır. Üstelik atomun içinde yaşanacak en ufak bir kaza felakete sebep olabilir. Ama böyle bir kaza asla gerçekleşmez; tüm işleyiş mükemmel bir düzen ve kusursuz bir sistem içinde devam eder.

Kütleleri ve hızları birbirlerinden farklı olsaydı çekirdeğin etrafında farklı yörüngelere dizilmeleri doğal karşılanabilirdi. Nitekim Güneş Sistemimiz'deki gezegenlerin dizilişi bu mantıktadır. Yani birbirinden kütle ve hız olarak tamamen farklı olan gezegenler, doğal olarak Güneş'in etrafında farklı yörüngelere yerleşmişlerdir.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Ama atomdaki elektronların durumu bu gezegenlerden tamamen farklıdır. Tıpatıp birbirlerinin benzeri olan elektronların niçin çekirdek etrafında farklı yörüngelere sahip oldukları, bu yörüngeleri nasıl şaşmadan takip ettikleri, akıl almaz küçüklükteki boyutlarda akıl almaz büyüklükteki süratleriyle nasıl çarpışmadıkları soruları bizleri tek bir noktaya götürür. Bu eşsiz düzen ve hassas dengede karşımıza çıkan tek gerçek Allah'ın kusursuz yaratışıdır.

Elektronlar, nötron ve protonların neredeyse ikibinde biri kadar ufak parçacıklardır. Bir atomda, protonlarla eşit sayıda elektron bulunur ve her elektron her bir protonun taşıdığı artı (+) yüke eşit değerde eksi (-) yük taşır. Çekirdekteki toplam artı (+) yük ile elektronların toplam eksi (-) yükü birbirini dengeler ve atom nötr olur.

Elektronlar, taşıdıkları elektrik yükü itibariyle fizik kurallarına uygun hareket ederler. Bu fizik kuralları "aynı elektrik yüklerinin birbirini itmesi ve zıt yüklerin birbirlerini çekmesi"dir.

Normal koşullarda hepsi eksi yüklü olan elektronların bu kurala uyup birbirlerini itmeleri ve çekirdeğin etrafından dağılıp-gitmeleri gerekir. Ancak durum böyle olmaz. Eğer, elektronlar çekirdeğin etrafından dağılsaydı, tüm evren boşlukta dolaşan, proton, nötron ve elektronlardan ibaret olurdu. İkinci olarak; artı yüke sahip olduğu için çekirdeğin, eksi yüklü elektronları kendine çekmesi ve elektronların da çekirdeğe yapışmaları gerekirdi. Böyle bir durumda da çekirdek bütün elektronları çeker ve atom kendi içine çökerdi.

Ancak bu olumsuzlukların hiçbiri olmaz. Elektronların az önce belirttiğimiz saniyede bin kilometrelik olağanüstü kaçış hızları, bu parçacıkların birbirlerine uyguladıkları itici kuvvet ve çekirdeğin elektronlara uyguladığı çekim kuvveti çok hassas değerler üzerine kurulmuştur. Bu üç zıt etken birbirini mükemmel bir şekilde dengeler. Sonuçta atomdaki bu muazzam sistem dağılıp parçalanmadan sürüp gider. Atoma etki eden bu kuvvetlerden tek bir tanesinin, olması gerekenden biraz daha fazla veya biraz daha az olması atomun hiçbir zaman var olmamasına neden olurdu. Atomun olmadığı ortamda kainat hiçbir zaman var olmayacaktır.

Bu etkenlerin yanı sıra, çekirdekteki protonları ve nötronları birbirine bağlayan nükleer kuvvetler olmasaydı, eşit yüke sahip olan protonlar değil kenetlenmek, birbirlerine yaklaşamayacaklardı bile. Aynı şekilde nötronlar da çekirdeğe hiçbir şekilde bağlanamayacaklardı. Bunun sonucunda çekirdek, dolayısıyla atom diye bir şey olmayacaktı.

Bütün bu ince hesaplar, tek bir atomun bile başıboş olmayıp, Allah'ın kusursuz denetiminde hareket ettiğinin bir göstergesidir. Aksi takdirde içinde yaşadığımız evrenin daha başlamadan sonunun gelmesi kaçınılmaz olurdu. Daha başlangıç anında bu süreç tersine döner, evren oluşamazdı. Ancak herşeyin Yaratıcısı, sonsuz güç ve ilim sahibi olan Allah, evrendeki tüm dengeler gibi, atomun içinde de çok hassas dengeler kurmuştur ve bu sayede atom, mükemmel bir düzen ile varlığını sürdürmektedir.

 
 
Elektronların Yörüngesi


Elektronlar atomun içinde son derece karmaşık bir yörünge izlerler. Bu küçük alanda şehir trafiğinden çok daha kalabalık bir ortam oluşmasına rağmen, en ufak bir düzensizlik yaşanmaz. 
Atom çekirdeğinin çevresinde 7 tane yörünge vardır. Asla değişmeyen bu 7 yörüngedeki elektron sayısı da bir matematiksel formülle belirlenmiştir: 2n2. Atomların tüm yörüngelerinde bulunabilecek en fazla elektron sayısı işte bu formülle sabitlenmiştir (formüldeki "n" harfi, yörünge numarasını belirtir.)

Spin Dönüşü

Allah gördüğümüz ve göremediğimiz her yeri sonsuz bir sanatla yaratmış ve bizim haberimiz bile olmadığı halde yarattığı sayısız nimetleri bizim emrimize vermiştir.

"Allah, gerçekten kendisinden başka ilah olmadığına şahitlik etti; melekler ve ilim sahipleri de O'ndan başka ilah olmadığına adaletle şahitlik ettiler. O'ndan başka İlah yoktur." (Al-i İmran Suresi,18)

Atomu oluşturan parçacıkların kendi eksenleri etrafında olağanüstü bir hızla dönüşlerine "spin" adı verilir. Evrendeki pek çok sistemde spin hareketi önemli bir rol oynar. Atomun içindeki parçacıklardan uzaydaki yıldızlara kadar bütün sistemler bu hareket üzerine kurulmuştur. Parçacıkların spin hareketi ise ilk kez 1925 yılında fark edilmiş ve bu dönüş "Pauli Dışlama İlkesi" olarak anılmaya başlanmıştır. Bu ilkeye göre, iki benzer parçacık aynı duruma sahip olamazlar, yani belirsizlik ilkesinin tanımladığı sınırlar içinde hem aynı konumda, hem de aynı hızda bulunamazlar. Bu kuralı şu şekilde açıklayabiliriz: Bildiğiniz gibi atom son derece küçük bir yapıdır ve o küçük yapının içinde de çok karmaşık bir trafik vardır. Eğer bu yapıyı oluşturan birbirine benzer parçacıklar aynı hızda ve aynı yönde hareket etselerdi ne olurdu, bir düşünelim:

Öncelikle protonu oluşturan 3 kuarkı ele alalım. 3 kuark aynı anda, aynı hızda ve aynı yönde hareket ettikleri takdirde, artık 3 kuark diye bir şey kalmaz, hepsi de tek bir kuark halini alırlar. Böyle bir durumda da protonların oluşması mümkün olmaz ve çekirdek, dolayısıyla atom oluşamaz. Çünkü kuark bir enerjiden ibarettir ve aynı yönde ve aynı hızda hareket eden 3 ayrı enerji olabilmesi mümkün değildir. Bunların bir şekilde birbirlerinden ayrılmaları gerekir. Bu ayrım da ancak hareket farklılıklarıyla oluşabilmektedir. Ancak bu şartla, kuarklar (enerji paketçikleri), nötronları ve protonları oluşturabilirler. Şayet, kuarkların hepsi aynı yönde ve aynı hızda hareket etselerdi, ne protonlar, ne nötronlar, ne de çekirdek oluşabilirdi. Sonuç olarak, atomlar, moleküller dolayısıyla da madde var olamazdı. (Harun Yahya, Atom Mucizesi)
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  "Spin" Hareketinin Hayati Önemi
Görüldüğü gibi, "spin" hareketi, evrenin oluşumunda son derece hayati bir öneme sahiptir. Stephen Hawking bu durumu şöyle ifade etmiştir:

"Eğer dünya, dışlama ilkesi olmadan yaratılsaydı kuarklar, birbirinden ayrı ve kesin tanımlı proton ve nötronları oluşturamazdı. Proton ve nötronlar da elektronlarla birlikte atomları oluşturamazlardı. Hepsi, oldukça düzgün, yoğun bir 'çorba' oluşturmak üzere biraraya çökerdi". (Stephen Hawking, Zamanın Kısa Tarihi, Milliyet Yayınları, s. 117)

Bilim bugün atom altı parçacıkların bu olağanüstü hareketlerini keşfetmiştir, ama parçacıkların neden böyle hareket ettiklerini bir türlü açıklayamamaktadır. Bu şuursuz parçacıkların spin şeklinde hareket edebilmeleri için, bu hareketlerinin sonucunda atomu oluşturacaklarını idrak edebilmeleri gerekir. Bu idrakin arkasından da ne şekilde hareket edeceklerine karar vermeleri, yani bir strateji belirlemeleri şarttır. Hangi parçacığın, hangi yönde ve hangi hızda hareket edeceği son derece detaylı bir şekilde belirlenmelidir. Daha sonra sıra bu stratejiyi, evreni oluşturan sonsuz sayıdaki parçacığa duyurmaya ve hepsinin bu stratejiye uymasını sağlamaya gelmektedir. Strateji tüm parçacıklara duyurulur ve tüm parçacıklar ne şekilde hareket etmeleri gerektiğini öğrenirler.

Evrendeki Üstün Sanatın Sahibi Allah'tır

Şimdi, cevaplanması gereken çok önemli bir soru vardır ki bu soru bizi en başa döndürmektedir: Neden tüm parçacıklar bu stratejiye uymakta, yani itaat etmektedirler? Neden tek bir parçacık bile bu kurala itiraz etmemektedir? Tüm bu parçacıkların, burada saydıklarımızı uygulayabilecek şuur, akıl, irade ve zekaları mı vardır? Elbette hayır. Kütlesi bile olmayan, sadece enerjiden ibaret olan bu parçacıkların, hiç şüphesiz ne kendilerine ait bir akılları, ne de müstakil bir iradeleri olabilir. Burada karşımıza çıkan, Allah'ın sonsuz aklı, sonsuz gücü ve sonsuz ilmidir. Allah, tüm bu parçacıklara, boyun eğdirmiş ve böylece evreni yaratmıştır. Allah bir ayette bu gerçeği bize şöyle bildirmektedir:

"... Hayır, göklerde ve yerde her ne varsa O'nundur, tümü O'na gönülden boyun eğmişlerdir." (Bakara Suresi, 116)

Allah gördüğümüz ve göremediğimiz her yeri sonsuz bir sanatla yaratmış ve bizim haberimiz bile olmadığı halde yarattığı sayısız nimetleri bizim emrimize vermiştir. Daha önceden hiç bilmediğimiz, belki de öğrenmeyi hiç aklımıza getirmediğimiz spin dönüşü konusu, bilim ilerledikçe tüm detayları ve kompleksliğiyle gözlerimizin önüne serilmiştir. Bilimsel gelişme ve ilerlemelerin, akıl ve vicdan sahibi her insanın, Allah'ın varlığına inanmasına vesile olacağı gözardı edilemez bir gerçektir. Ancak tüm bunlara rağmen evrenin her noktasında şahit olunan üstün sanatı ve aklı görmezlikten gelenler olabilmektedir. Ünlü bilim adamı Louis Pasteur bu konuyla ilgili doğru bir tespit yapmıştır: "Bilimin azı Allah'tan uzaklaştırır, ama çoğu, O'na götürür."

İnsan, çevresini saran yaratılış örnekleri hakkında bilgisi arttıkça, Allah'ın kendisini her yönden kuşattığını, gökten yere her işi O'nun düzenlediğini, kontrolünü elinde tuttuğunu, kendi canının bir gün mutlaka alınacağını ve dünyada yaptıklarından hesaba çekileceğini çok daha iyi kavrayabilir. İşte bizim de çevremizde gelişen sayısız olayla ilgili bilgimiz arttıkça her geçen gün Allah'ın ilmine olan hayranlığımız da artmaktadır. Bu hayranlık ise Allah'ın sonsuz kudretini, gücünü mümkün olduğunca idrak etme ve dolayısıyla O'nu gereği gibi takdir etme yolunda çok önemli bir adımdır.

 
 
Elektronların Engel Tanımayan Kararlılığı

'Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden Allah'tır. Gündüzü, durmaksızın kendisini kovalayan geceyle örten, güneşe, aya ve yıldızlara kendi buyruğuyla baş eğdirendir. Haberiniz olsun, yaratmak da, emir de (yalnızca) O'nundur. Alemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir.' (Araf Suresi, 54)

Bazı bilimsel dergilerde veya kitaplarda, evrenin dört bir yanındaki harikalıklar, mucizeler kimi zaman çok dar bir bakış açısıyla anlatılır. Hep, var olan şeylerin yapısı tarif edilir, ancak bunların nasıl olup da ortaya çıktıkları konusunda bir açıklama yapılmaz veya bu konu birtakım yüzeysel açıklamalarla geçiştirilir. Oysa bunlar önemli gerçekleri ortaya koymaktadırlar. Bu konuyu daha iyi açıklayabilmek için bir örnek üzerine düşünelim:

Bir grup bilim adamı, Himalaya dağlarının tepesinde bir araştırma gezisine çıkmış olsunlar. Gezi sırasında bu dağlarda daha önce hiç bilinmeyen bir mağara keşfetsinler. Ve bu mağaranın tam ortasında, havada asılı duran garip bir cisim bulunsun: Ortasında küçük metal kürelerin biraraya gelmesiyle oluşmuş bir "çekirdeğin" yer aldığı ve bu çekirdeğin etrafında belli bir yörünge içinde saatte 1000 km. hızla dönen küçük metal topların bulunduğu garip bir cisim...

Kuşkusuz eğer böyle bir şey bulunmuş olsaydı, bu tüm dünya tarihinin en büyük keşfi olurdu. Bütün dünya bu garip cismin nasıl oluştuğunu, nasıl olup da birtakım maddelerin bu şekilde biraraya geldiğini, yörüngede dönen küçük metal topların nasıl olup da böyle bir düzen içine girdiklerini büyük bir merakla tartışırdı. Senelerce hiç durmadan devam etmiş olan bu hareketin yakıtının ne olduğu, zamanla nasıl olup da durmadığı en ciddi bilimsel makalelere konu olurdu. Herkes bu cismi kimin var ettiğini ve bu mağaraya niçin yerleştirdiğini merak ederdi.

Ve hiç kimse çıkıp da "bu mağaradaki maddeler zaman içinde kendi kendilerine böyle düzenli bir yapı oluşturmuşlar, tesadüf işte" demezdi. Çünkü böyle bir iddianın çok saçma olacağı, bulunan cismin bilinçli bir tasarımın ürünü olduğu açıkça belli olurdu... Burada anlatılan gerçek son derece açıktır. Dolayısıyla şu anda sizin örneğimizde geçen bilim adamı grubundan çok daha fazla şaşırmanız gerekir. Çünkü aslında sözünü ettiğimiz garip cismin aynısıyla hayatınızın her anında karşı karşıyasınız. Hem de trilyonlarcasıyla. Gördüğünüz her cisim, kendi bedeniniz, elleriniz, kollarınız, bilgisayarınız da dahil olmak üzere, "atom" adı verilen o şaşırtıcı cisimlerden oluşmaktadır.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Ve her atom, bir denge ve tasarım harikasıdır. Atom ile ilgili olarak bazı bilimsel kaynaklarda ve bazı ders kitaplarında pek yer almayan ancak üzerinde mutlaka düşünülmesi gereken bazı noktaları şöyle sıralayabiliriz:

Atom, "atom altı parçacıklar" adı verilen üç farklı parçacığın uyum içinde biraraya getirilmesi ile oluşmuştur. Her atomun bir çekirdeği ve bu çekirdek etrafında müthiş bir hızla dönen "elektron"ları vardır. Çekirdekte ise proton ve nötron adı verilen parçacıklar birarada durur. Bu muazzam yapı nasıl olmuş da ortaya çıkmıştır?
Evrenin Big Bang (Büyük Patlama) ile var olduğu ve atomların bu patlamanın ardından ortaya çıkan atom altı parçacıkların biraraya gelmeleri ile oluştuğu kabul edilir. Ancak Büyük Patlama'nın ardından korkunç bir hızla dağılan atomaltı parçacıklar, nasıl ve neden atom denen hassas yapı içinde düzenlenmişlerdir?
Artı yüklü olan ve dolayısıyla birbirlerini itmeleri gereken protonlar nasıl biraraya gelip sıkışmışlardır? Nötronlar nasıl protonların yanına eklenip "çekirdek" oluşturmuşlardır? Eksi yüklü olan elektronlar, nasıl olup da bu çekirdeğin etrafında yörüngeye girmişlerdir?
Artı yüklü protonlar ile eksi yüklü elektronlar, birbirlerini çekmeleri ve dolayısıyla birbirlerine yapışmaları gerekirken, nasıl olmuştur da bu denli hassas bir denge içinde düzene girmişlerdir? Hem de evrenin her yanında, sayısını hesap etmemizin bile olanaksız olduğu miktarlarda?
Bilim adamları tüm evrende 1078 atom bulunduğunu hesaplamaktadırlar. Bu rakam, 1'in yanına 78 tane sıfır yazılarak oluşturulacak olan, insan aklının alamayacağı kadar büyük bir sayıya karşılık gelmektedir. Bu kadar çok sayıda atomun her birinde protonlar -birbirlerini itmelerine rağmen- çekirdekte toplanmışlar, nötronlarla biraraya gelmişler, elektronlar ise kendilerini yörüngede tutacak ideal hızı bularak çekirdek etrafında dönmeye başlamışlardır. Hem de saniyede bin tur atacak hızda... (Harun Yahya, Atom Mucizesi)
Peki neden? Böyle bir düzen neden ortaya çıkmıştır? Sorulması gereken sorulardan biri budur.

Dahası ortaya çıkan bu düzen şaşırtıcı derecede sağlamdır. Atom, çok özel müdahaleler veya çok yüksek ısılar dışında, hiçbir zaman için parçalanmaz. Dünya üzerindeki hiçbir darbe, çarpışma ya da patlama, ne atomu, ne çekirdeğini ne de elektronlarını yerinden oynatamaz. Bir atomu alıp bir milyar yıl boyunca her türlü darbeyle "kırmaya", "bozmaya" çalışın, başaramazsınız. Atomun oluşturduğu canlı ölse de o dönmeye devam eder. İnsanla birlikte onu oluşturan atomlar ölmez, aynı hızla hiçbir değişikliğe uğramadan elektronlar dönmeye devam eder. Ağacı yaktığınızda onu oluşturan atomları yakmayı başaramazsınız. Onlar havada dönmeye devam ederler.

Atomun parçalanması belirttiğimiz gibi ancak çok özel reaksiyonlarla mümkün olur. Bu olduğunda ise, ortaya muazzam bir güç çıkar. Atom bombası, atom çekirdeğinde saklı olan bu güç ortaya çıkarılarak patlatılmaktadır. Ortaya çıktığı anda şehirleri yok eden, insanları yakıp eriten, on yıllar sürecek bir radyasyon etkisi bırakan bu muazzam güç, evrendeki her atomun çekirdeğine yerleştirilmiştir.

Buraya kadar verilen kısıtlı örneklerde açıkça görüldüğü gibi bunun "tesadüf eseri" olduğunu öne sürmek son derece akıldışı bir iddiadır.

Eğer Big Bang tesadüfi bir patlama olsaydı, böyle bir düzen ortaya çıkmaz, tüm atomaltı parçacıklar uzay boşluğunda gelişigüzel dağılır ve tüm kainat sadece radyasyondan ibaret olurdu.

Dolayısıyla atomdaki mevcut düzen ve denge, bizlere evrenin rastgele oluşmadığını, aksine her detayının büyük ve sonsuz bir ilim ve kudretle yaratılıp düzenlendiğini göstermektedir.

Bu sonsuz ilim ve kudret, herşeyi yoktan yaratan Yüce Allah'a aittir.
 
 
Fiziksel Varlığın Sınırı: Kuarklar

Hücrenin temelindeki atomların, atomların içindeki proton ve bunların da içindeki kuarkların mekanizmalarındaki üstün yaratılış inançlı olsun ya da olmasın herkesi hayrete düşürecek bir mükemmeliktedir.

Hava, su, dağlar, hayvanlar, bitkiler, vücudunuz, oturduğunuz koltuk, kısacası en ağırından en hafifine kadar gördüğünüz, dokunduğunuz, hissettiğiniz herşey atomlardan meydana gelmiştir. Kitaplarınızın, dergilerinizin her bir sayfası milyarlarca atomdan oluşur. Atomlar öyle küçük parçacıklardır ki, en güçlü mikroskoplarla dahi bir tanesini bile görmek mümkün değildir. Bir atomun çapı ancak milimetrenin milyonda biri kadardır.

Bu küçüklüğü bir insanın gözünde canlandırması pek mümkün değildir. O yüzden bunu bir örnekle açıklamaya çalışalım:

Elinizde bir anahtar olduğunu düşünün. Kuşkusuz bu anahtarın içindeki atomları görebilmeniz mümkün değildir. Atomları mutlaka görmek istiyorum diyorsanız, elinizdeki anahtarı dünyanın boyutlarına getirmeniz gerekecektir. Elinizdeki anahtar dünya boyutunda büyürse, işte o zaman anahtarın içindeki her bir atom bir kiraz büyüklüğüne ulaşır ve siz de onları görebilirsiniz.

Yine bu küçüklüğü kavrayabilmek ve her yerin nasıl atomlarla dolu olduğunu görebilmek için bir örnek daha verelim:

Tek bir tuz tanesinin tüm atomlarını saymak istediğimizi düşünelim. Saniyede bir milyar (1.000.000.000) tane sayacak kadar hızlı olduğumuzu da varsayalım. Bu dikkate değer beceriye karşın, bu ufacık tuz tanesinin içindeki atom sayısını tam olarak tespit edebilmek için beşyüz yıldan fazla bir zamana ihtiyacımız olacaktır.

Peki bu kadar küçük bir yapının içinde ne vardır?

Bu derece küçük olmasına rağmen atomun içinde evrende gördüğümüz sistemle kıyaslanabilecek kadar kusursuz, eşsiz ve kompleks bir sistem bulunmaktadır.

Her atom, bir çekirdek ve çekirdeğin çok uzağındaki yörüngelerde dönüp-dolaşan elektronlardan oluşmuştur. Çekirdeğin içinde ise proton ve nötron ismi verilen başka parçacıklar vardır.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Kuarkların Muhteşem Tasarımı

Günümüzden 20 yıl öncesine kadar atomları oluşturan en küçük parçacıkların protonlar ve nötronlar oldukları sanılıyordu. Ancak çok yakın bir tarihte, atomun içinde bu parçacıkları oluşturan çok daha küçük parçacıkların var olduğu keşfedildi.

Bu buluştan sonra, atomun içindeki "alt parçacıkları" ve onların kendilerine has hareketlerini incelemek üzere "Parçacık Fiziği" isimli bir fizik dalı ortaya çıkmıştır. Parçacık fiziğinin yaptığı araştırmalar şu gerçeği açığa çıkarmıştır: Atomu oluşturan proton ve nötronlar da aslında "kuark" adı verilen daha alt parçacıklardan oluşmaktadırlar.

İnsan aklının kavrama sınırlarını aşan küçüklükteki protonu oluşturan kuarkların boyutu ise daha da hayret vericidir: 10-18 metre. (0,000000000000000001)

Protonun içinde bulunan kuarklar hiçbir şekilde birbirlerinden çok fazla uzaklaştırılamazlar; çünkü, çekirdeğin içindeki parçacıkları birarada tutmaya yarayan "güçlü nükleer kuvvet" burada da etki etmektedir. Bu kuvvet, kuarklar arasında adeta bir lastik bant gibi görev yapar. Kuarkların arası açıldıkça bu kuvvet büyür ve iki kuark birbirinden en fazla 1 metrenin katrilyonda biri kadar uzaklaşabilir. Kuarklar arasındaki bu lastik bağlar, güçlü nükleer kuvveti taşıyan gluonlar sayesinde oluşur. Kuarklarla gluonlar birbirleriyle son derece güçlü bir iletişim halindedir. Ancak, bilim adamları bu iletişimin nasıl gerçekleştiğini halen keşfedememişlerdir. (Harun Yahya, Atom Mucizesi)

"Parçacık Fiziği" alanında hiç durmadan parçacıklar dünyasını aydınlatmak için araştırmalar yapılmaktadır. Fakat insanoğlu, sahip olduğu akıl, bilinç ve bilgiye rağmen kendisiyle birlikte herşeyi oluşturan özü ancak yeni yeni keşfedebilmektedir. Üstelik bu özün içine girdikçe konu daha da detaylanmakta, insan kuark ismini verdiği parçacığın 10-18 m sınırında takılmaktadır. Peki bu sınırın da altında ne vardır?

Bugün bilim adamları bu konu ile ilgili çeşitli tezler öne sürerler, ama yukarıda da belirttiğimiz gibi bu sınır fiziksel evrenin son noktasıdır. Bunun altında bulunacak olan herşey madde ile değil, ancak enerji ile ifade edilebilir. Asıl önemli olan nokta ise, insanın tüm teknolojik imkanlarına rağmen yeni keşfedebildiği bir mekanda çok büyük dengelerin, fizik kanunlarının zaten bir saat gibi işliyor olmasıdır. Üstelik bu mekan evrendeki tüm maddenin ve insanın da yapı taşını oluşturan atomun içidir.

İnsan ise kendi vücudundaki organlarda, sistemlerde her saniye işleyen bu kusursuz mekanizmadan yeni yeni haberdar olmaya başlamıştır. Bu sistemleri oluşturan hücrelerin mekanizmalarını öğrenmesi ise ancak son birkaç on yıla dayanır. Hücrenin temelindeki atomların, atomların içindeki proton ve nötronların ve bunların da içindeki kuarkların mekanizmalarındaki üstün yaratılış ise, inançlı olsun ya da olmasın herkesi hayrete düşürecek bir mükemmelliktedir. Burada asıl üzerinde düşünülmesi gereken konu ise, tüm bu kusursuz mekanizmaların insan yaşamındaki her saniye boyunca, insanın herhangi bir müdahalesi olmadan, tamamen kontrolü dışında muntazam bir şekilde çalışmasıdır. Tüm bunları üstün bir güç ve bilgi sahibi olan Allah'ın var ettiği ve denetiminin de yine Allah'a ait olduğu, akıl ve vicdan sahibi her insan için çok açık bir gerçektir. Ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:

Göklerde ve yerde olan ne varsa O'ndan ister. O, her gün bir iştedir. Şu halde Rabbiniz'in hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? (Rahman Suresi, 29-30)

 
 
Canlanan Atomlar

Atomlar canlı-cansız herşeyin yapı taşıdır. Canlı bir maddenin cansız olan atomlardan oluşması son derece hayret vericidir. Bu durum, evrimcilerin de hiçbir zaman açıklayamadıkları bir konudur.

Nasıl ki biraraya gelen taş parçalarının canlı varlıkları oluşturması düşünülemezse, cansız atomların da biraraya gelerek, kendi kendilerine canlı varlıkları oluşturmaları düşünülemez. Bir taş parçasıyla bir kelebeği hayalinizde canlandırın. Biri cansız, diğeri canlıdır. Ancak temeline indiğinizde aslında her ikisi de aynı atom altı parçacıklardan oluşmaktadır.

Peki cansız varlıklardan, canlı varlıklar nasıl oluşmaktadır?

Çok açıktır ki, bir canlı hücresi, cansız atomların çok özel bir tasarımla biraraya getirilmesiyle oluşmuştur. Canlı hücrelerinin büyüme, çoğalma ve benzeri özelliklerinin tamamı, Allah'ın mükemmel tasarımının bir sonucudur. Bu noktada gördüğümüz tasarım, Allah'ın ölüden diriyi yaratmasından başka bir şey değildir. Allah Kuran'da şöyle buyurmuştur:

"Taneyi ve çekirdeği yaran şüphesiz Allah'tır. O, diriyi ölüden çıkarır, ölüyü de diriden çıkarır. İşte Allah budur. Öyleyse nasıl oluyor da çevriliyorsunuz?" (Enam Suresi, 95)

20. yüzyılda, hızla gelişen bilim sayesinde birçok gerçek ortaya çıkmıştır. Bunlardan biri de canlıların son derece kompleks yapıda olup, kendilerine ancak Allah'ın hayat verebileceği gerçeğidir. 19. Yüzyılda, evrim teorisinin ortaya atıldığı dönemde, ilkel mikroskoplarla yapılan incelemelerde, hücre sadece basit bir leke gibi gözüküyordu. Oysa günümüzde elektron mikroskoplarıyla yapılan araştırmalar, hücrenin son derece kompleks bir yapıya sahip olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu araştırmalar, canlılığın cansız maddeden kendi kendine oluşabilmesinin kesinlikle imkansız olduğunu göstermiştir.

Canlılığın kaynağı sadece canlılıktır. İşte bu, evrimcilerin kesinlikle içinden çıkamadıkları bir sorundur. Evrimciler, maddenin kendi şuuru, yeteneği, iradesi olduğunu öne süren son derece akıl ve bilim dışı iddialarda bulunurlar. Bu saçma masallara kendileri de inanmazlar ve cevaplanması gereken ana soruların bilimsel olarak cevaplanamadığını itiraf etmek zorunda kalırlar. Örneğin, günümüzün önde gelen evrim teorisi savunucularından ünlü bilim adamı Richard Dawkins şöyle bir itirafta bulunmuştur:

"Bir şeyin gerçekleşmesindeki olasılık, istatistiksel olarak azaldıkça, onun tesadüf eseri olamayacağına dair inancımız o kadar artar: Bu durumda eğer şans yoksa, buna tek alternatif Akıllı bir Tasarımcı'nın varlığıdır."
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
 
Evrimcilere önerilen fıçı deneyi:

Evrimcilerin hayal ürünü iddialarına göre, Büyük Patlama'nın ardından her nasılsa içlerinde çok hassas dengede kuvvetler bulunan atomlar kendi kendilerini(!) var etmişlerdir. Rastgele yayılan atomların bir kısmı, tesadüf(!) eseri buluşarak uzaydaki yıldızları, gezegenleri oluştururken bir kısmı da dünyayı oluşturmuştur. Dünyayı oluşturan atomlardan bir kısmı ilk başta taşı toprağı oluştururken, daha sonra birdenbire canlıları oluşturmaya karar vermişlerdir(!). Bu atomlar ilk olarak kompleks yapıya sahip olan hücrelere dönüşmüş sonra da ikiye bölünerek çoğalmış ve konuşmaya, duymaya başlamışlardır. Ardından bu atomlar üniversite profesörlerine dönüşerek elektron mikroskopları altında kendilerini inceleyip 'tesadüfen meydana geldiklerini' iddia etmişlerdir. Diğer birtakım atomlar da biraraya gelerek köprüler, gökdelenler inşa eden mühendisleri, bir kısmı da uyduları, uzay araçlarını, uçakları imal etmişlerdir. Karbon, magnezyum, fosfor, potasyum, demir gibi atomlar biraraya gelerek kapkara bir kütle oluşturacaklarına, olağanüstü komplekslikte ve sırları hala tam olarak keşfedilememiş olan mükemmel beyinleri oluşturmuşlardır. Bu beyinler hiçbir teknoloji ile ulaşılamamış mükemmel netlikte 3 boyutlu görüntüler görmeye başlamışlardır. (Harun Yahya, Evrimcilere Net Cevap)

 

Böyle bir şeyin asla gerçekleşemeyeceğini göstermek için şöyle bir deney düzenleyelim: Evrimciler, bir fıçının içerisine canlılığı oluşturan tüm elementlerin atomlarından istedikleri miktarlarda koysunlar. Evrimci bilim adamları canlılığın oluşumu için neyi gerekli görüyorlarsa, onları da bu fıçının içine doldursunlar ve beklemeye başlasınlar. 100 sene, 1000 sene beklesinler, gerekirse babadan oğula miras bırakarak 100 milyon sene beklesinler, istedikleri gibi ısıtsınlar, çalkalasınlar... Ne kadar zaman beklerlerse beklesinler bu fıçıdan bir 'profesör' çıkamaz. Bu fıçıdan tek bir canlı dahi çıkamaz; kuşlar, balıklar, kelebekler, filler, güller, portakallar, karıncalar hatta tek bir sivrisinek dahi çıkamaz. Cansız maddelerin milyarlarca tanesi de biraraya gelse, kendi kendine canlanamaz, şuur sahibi olamaz.

Behe: Darwinizm yaşamı açıklayamaz

Bu bilimsel gerçekten Amerikalı biyolog Michael Behe, ünlü Darwin'in Kara Kutusu adlı kitabında şöyle bahsetmektedir:

"Bilim, yaşamın kimyasının nasıl şekillendiğini anlayabilmek için oldukça büyük atılımlar yapmıştır. Fakat biyolojik sistemlerin moleküler seviyedeki hassas düzeni ve karmaşıklığı, bunların kökenlerinin açıklanması konusunda bilimi felce uğratmıştır. Bu nedenle kompleks biyomoleküler sistemlerden herhangi birinin başlangıcı hakkında bir araştırma girişimi olmamıştır. Pek çok bilim adamı kendilerine fazlaca güvenerek, açıklamaların çoktan ellerinde olduğunu öne sürmüştür. Veya çok yakında bu açıklamalara ulaşacaklarını söylemişler, fakat profesyonel bilim literatüründe iddialarına destek bulamamışlardır. Daha önemlisi, sistemlerin kendi yapıları incelendiğinde, yaşam mekanizmalarının Darwinci bir yaklaşımla asla açıklanamayacağı ortadadır."

Nasıl ki tüm evren yoktan yaratıldıysa, canlı varlıklar da yoktan yaratılmıştır. Yalnızca sonsuz kudret, sonsuz akıl ve sonsuz ilim sahibi Allah'ın gücü bunları gerçekleştirmeye kadirdir. Bir ayette şöyle buyrulmaktadır:

"Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden Allah'tır. Gündüzü, durmaksızın kendisini kovalayan geceyle örten, güneşe, aya ve yıldızlara kendi buyruğuyla baş eğdirendir. Haberiniz olsun, yaratmak da, emir de (yalnızca) O'nundur. Alemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir." (Araf Suresi, 54)

 
 
Işıktaki Tasarım

Güneş; öyle ince tasarlanmış bir aralıkta ışık yaymaktadır ki, bu aralık canlıların yaşaması için gerekli olan en ideal aralıktır. Işıktaki bu olağanüstü tasarımın sahibi ilmiyle herşeyi kuşatmış olan Yüce Allah'tır.

Yaşadığımız hayat boyunca en çok gördüğümüz gök cismi Güneş'tir. Gündüzleri ne zaman kafamızı kaldırıp göğe baksak, onun göz kamaştıran ışığı ile karşı karşıya geliriz. Bize birisi gelip de "Güneş ne işe yarar" diye sorduğunda ise, fazla düşünmeden cevap veririz: Güneş bize ısı ve ışık sağlar. Bu cevap, biraz yüzeysel de olsa, doğrudur.

Ama acaba Güneş'in bize ısı ve ışık vermesi, tesadüfi ve amaçsız bir olay mıdır? Yoksa Güneş bizim için özel olarak mı tasarlanmıştır? Acaba gökteki bu ateş topu, sırf bizim ihtiyaçlarımıza uygun bir biçimde yaratılan dev bir "lamba" mıdır?

Son yıllardaki bilimsel bulgular, ikinci seçeneğin doğruluğunu açıkça ortaya koymaktadır. Çünkü, Güneş'in ışığında hayranlık uyandırıcı bir tasarım vardır.

Doğru Dalga Boyu

Hem ışık hem de ısı, elektromanyetik ışınım olarak bilinen enerjinin farklı şekilleridir. Elektromanyetik ışınımın tüm farklı şekilleri, uzayda enerji dalgaları şeklinde hareket ederler. Bu ışınımlar, bir gölün üzerine atılan taşların oluşturduğu dalgalara benzetilebilir. Ve nasıl bir göldeki dalgaların farklı boyları olabiliyorsa, elektromanyetik ışınımın da farklı dalga boyları olur. Ancak elektromanyetik ışınımın dalga boyları arasında çok büyük farklar vardır. Bazı dalga boyları kilometrelerce genişlikte olabilir. Başka dalga boyları ise, bir santimetrenin trilyonda birinden daha ufaktır. Bilim adamları, bu farklı dalga boylarını sınıflara ayırırlar.

Örneğin santimetrenin trilyonda biri kadar küçük dalga boylarına sahip olan ışınlar, gama ışınları olarak bilinirler. Bunlar çok yüksek enerji taşırlar. Dalga boyları kilometrelerce genişlikte olan ışınlara ise "radyo dalgaları" adını veririz ve bunlar çok zayıf bir enerjiye sahiptir. Bu nedenle gama ışınları bizim için öldürücü iken, radyo dalgalarının bize hiçbir etkisi olmaz.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta, dalga boylarının olağanüstü derecede geniş bir yelpazede dağılmış olmalarıdır. En kısa dalga boyu, en uzun dalga boyundan tam 1025, kat daha küçüktür. 1025, 1 rakamının yanına 25 tane sıfır eklenmesiyle oluşan bir sayıdır. 10, 000, 000, 000, 000, 000, 000, 000, 000 şeklinde yazabileceğimiz bu sayının büyüklüğü hayal sınırlarımızın çok ötesindedir.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Evrendeki farklı dalga boyları, işte bu kadar geniş bir yelpaze içine dağılmıştır. Ama ne ilginçtir ki, bizim Güneşimiz, bu geniş yelpazenin çok dar bir aralığına sıkıştırılmıştır. Güneş'ten yayılan farklı dalga boylarının % 70'i, 0.3 mikronla 1.50 mikron arasındaki daracık bir sınırın içindedir. Bu aralıkta üç tür ışık vardır: Görülebilir ışık, yakın kızıl ötesi ışınlar ve biraz da yakın mor ötesi ışınlar.
Bu üç tür ışık sayıca çok gibi durabilir. Ama gerçekte üçünün toplamı, elektromanyetik yelpazenin içinde tek bir birim yer kaplamaktadır! Bir başka deyişle, Güneş'in ışığının tümü, üstüste dizdiğimiz 1025, tane iskambil kağıdının tek bir tanesine karşılık gelmektedir.

Peki acaba neden Güneş'in ışınları bu daracık aralığa sıkıştırılmıştır?

Cevap son derece önemlidir: Güneş ışığı bu daracık aralığa sıkıştırılmıştır, çünkü Dünya üzerindeki yaşamı destekleyecek olan ışınlar, sadece bu ışınlardır.

İngiliz fizikçi Ian Campbell, Energy and the Atmosphere (Enerji ve Atmosfer) adlı kitabında bu konuya değinmekte ve "Güneş'ten yayılan ışınların, Dünya üzerindeki yaşamı desteklemek için gereken çok dar aralığa sıkıştırılmış olması gerçekten çok olağanüstü bir durumdur" demektedir.

Şimdi ışığın bu "olağanüstü durumunu" biraz daha yakından inceleyelim.

Mor Ötesinden Kızıl Ötesine

Gama ışınları, X ışınları ve mor ötesi (ultraviyole) ışınları olarak bilinen kısa dalga boylu ışınlar, atomlarla ya da moleküllerle karşılaştıklarında, yüksek enerjileri nedeniyle onları parçalarlar. Karşılarına çıkan maddeyi, mikro düzeyde, "delik deşik" ederler.

Öte yandan, daha uzun dalga boyuna sahip olan ışınlar ise, ki bunlar kızıl ötesinden başlar ve radyo dalgalarına kadar gider, çok az enerji taşıdıkları için, madde üzerinde önemli bir etki oluşturmazlar.

"Madde üzerinde önemli etki" dediğimiz şey ise, kimyasal reaksiyonlardır. Bilindiği gibi kimyasal reaksiyonların önemli bir bölümü, ortama enerji girişi ile mümkün olur. Bu gerekli enerji miktarına, "aktivasyon enerjisi" denir. Bu enerji miktarından daha azı ya da fazlası işe yaramayacaktır.

İşte elektromanyetik yelpazenin içinde yer alan çok farklı ışınların sadece çok küçük bir kısmı, bu "aktivasyon enerjisi"ne eşit bir enerjiye sahiptir. Dalga boyları 0.70 mikron ile 0.40 mikron arasında değişen bu ışınların hangi ışınlar olduğunu anlamak isterseniz, biraz başınızı kaldırıp etrafı seyredebilirsiniz. Çünkü bu ışınlar, şu an görmekte olduğunuz "görülebilir ışık"tır. Bu ışınların etkisiyle gözünüzde kimyasal reaksiyonlar oluşmakta ve zaten bu sayede görmektesinizdir.

"Görülebilir ışık" olarak adlandırılan bu ışınlar, elektromanyetik yelpazenin 1025,'te 1'inden bile daha az bir aralıkta olmalarına rağmen, Güneş ışınlarının toplam % 41'ini oluşturur. Tanınmış fizikçi George Wald Scientific American dergisinde yayınlanan "Life and Light" (Yaşam ve Işık) adlı ünlü bir makalesinde bu konuyu ele almış ve "biyolojik kimyanın enerji ihtiyacı ile Güneş ışınımı arasındaki olağanüstü uyum"u vurgulamıştır. Gerçekten de Güneş'in yaşama bu kadar uygun bir ışık yayması, olağanüstü bir tasarımdır.

Fotosentez ve Işık

Çoğu insan ders kitapları arasına sıkışmış olan fotosentezin bizim yaşamımız için ne kadar hayati bir önem taşıdığını fark etmez. Fotosentezin formülünü hatırlayacak olursak;

6H2O + 6CO2 + Güneş Işığı = C6H12O6 + 6O2

Glukoz

Bu kimyasal reaksiyonda altı su molekülü ile altı karbondioksit molekülü, Güneş ışığının enerjisi sayesinde birleşmektedir. Ortaya çıkan ve glukoz olarak adlandırdığımız molekül, yüksek enerji içerir ve tüm besinlerin temel taşını oluşturur.

Kısacası bitkiler fotosentez yaptıklarında, Güneş'ten gelen enerjiyi kullanarak besin üretmiş olurlar. Dünya üzerindeki tek besin üretimi, bitkilerin gerçekleştirdiği bu olağanüstü kimyasal işlemdir. Diğer tüm canlılar bu kaynaktan beslenir. Otobur hayvanlar bitkileri yediklerinde bu Güneş kaynaklı enerjiyi almış olurlar. Etobur hayvanlar ise bitkileri yemiş olan otobur hayvanları yemekle, yine Güneş kaynaklı enerjiyi elde ederler. Biz insanlar da hem bitkiler hem hayvanlar aracılığıyla yine aynı enerjiyi alırız. Bu nedenle, yediğimiz her elma, patates, çikolata ya da biftek, aslında bize Güneş'ten gelen enerjiyi verir.

Üstteki formüle dikkat ederseniz, fotosentezin glukoz yanında bir de altı oksijen molekülü açığa çıkardığını görürsünüz. Bitkiler, bu şekilde hayvanlar ve insanlar tarafından sürekli "kirletilen" atmosferi temizlerler.

Kısacası, fotosentez olmasa, bitkiler olmaz, bitkiler olmadığında ise havyanlar ve biz insanlar da var olamayız. Üzerine bastığınız çimlerin, pek önemsemediğiniz ağaçların ya da salata malzemesi yaptığınız bitkilerin derinliklerinde gerçekleşen -ve henüz hiçbir laboratuvarda taklit edilemeyen- bu kimyasal reaksiyon, yaşamın temel şartlarından biridir.

Peki, acaba Güneş'in ışığı fotosentez için özel olarak tasarlanmış mıdır? Yoksa bitkiler, kendilerine ne tip ışık gelirse gelsin, bu ışığı değerlendirip ona göre fotosentez yapabilecek bir esnekliğe sahip midir? Bu sorunun cevabı elbette Güneş ışığının fotosentez için özel olarak tasarlanmış olduğudur.

Amerikalı astronom George Green- stein, The Symbiotic Universe (Simbiyotik Evren) adlı kitabında bu konuda şunları yazmaktadır: "Fotosentezi gerçekleştiren molekül, klorofildir... Fotosentez mekanizması, bir klorofil molekülünün Güneş ışığını absorbe etmesiyle başlar. Ama bunun gerçekleşebilmesi için, ışığın doğru renkte olması gerekir. Yanlış renkteki ışık, işe yaramayacaktır... Eğer bu molekül ve Güneş birbirlerine uyumlu olarak ayarlanmış olmasalar, fotosentez oluşmaz. Ve Güneş'e baktığımızda, ışınlarının renginin tam olması gerektiği gibi olduğunu görürüz."

Gözler ve Işık

Görme sisteminin en temel şartı, retinadaki hücrenin fotonu algılayabilmesidir. İşte bunun gerçekleşebilmesi için, fotonun görülür ışık sınırları içinde kalması şarttır. Çünkü daha farklı bir dalga boyundaki fotonlar, hücreler için ya çok zayıf ya da çok güçlü kalacaklar ve gereken reaksiyonu başlatamayacaklardır. Gözün boyutlarının küçültülmesi ya da büyütülmesi bir şey değiştirmez. Önemli olan, hücrenin boyu ile, fotonun dalga boyu arasındaki uyumdur. (Harun Yahya, Allah'ın Renk Sanatı)

Diğer ışınları algılayacak bir göz tasarlamak ise, karbon-temelli hayatın hüküm sürdüğü dünyada imkansızdır. Michael Denton, Nature's Destiny (Doğanın Kaderi) adlı kitabında bu konuyu detaylı olarak inceler ve organik bir gözün ancak "görülebilir ışık" sınırları içinde görebileceğini açıklar. Teorik olarak tasarlanabilecek başka hiçbir göz modelinin, farklı dalga boylarını görebilmesi mümkün değildir.

Tüm bunları birarada düşündüğümüzde ise, şu sonuca varırız: Güneş öyle ince tasarlanmış bir aralıkta ışık yaymaktadır ki, muhtemel kompleks canlıların biyolojik işlevlerinin desteklenmesi, hem bitkilerin fotosentez yapması, hem de Dünya üzerindeki canlıların görme yeteneğine sahip olması için en ideal aralıktır.

Bu gerçekler, Allah'ın yaratışındaki kusursuzluğu ve mükemmelliği gösteren yaratılış delillerindendir. Allah Kuran'da yarattığı varlıklara şöyle dikkat çekmektedir:

"Allah, gökleri ve yeri yaratan ve gökten su indirip onunla size rızık olarak türlü ürünler çıkarandır. Ve onun emriyle gemileri, denizde yüzmeleri için size, emre amade kılandır. Irmakları da sizin için emre amade kılandır. Güneşi ve ayı hareketlerinde sürekli emrinize amade kılan, geceyi ve gündüzü de emrinize amade kılandır." (İbrahim Suresi, 32-33)

 
 
Güneş'in Yok Olmasını Engelleyen Mucize

Devasa Ateş Topu

Güneş'ten kopmuş kocaman bir ateş topu, 60.000 derece sıcaklıkta, ıyonize edilmiş gaz parçacıklarıyla doludur.

Dev bir nükleer reaktör olan Güneş'in içindeki reaksiyonlarda büyük bir enerji açığa çıkmaktadır. İnsan hayatının devamı için temel kaynak olan Güneş'te meydana gelen bu reaksiyonlarda oluşabilecek en ufak bir sapma Güneş'in sönmesine ya da birkaç saniye içinde havaya uçmasına neden olacaktır. Böyle bir tehlikenin meydana gelmemesi Güneş'teki bu işlemlerin mucizevi bir hassasiyetle tasarlanmış olmasından kaynaklanmaktadır.

Güneş'i ve Güneş Sistemi'nin yapısını incelediğimizde, büyük bir denge ile karşılaşırız. Gezegenleri dondurucu soğukluktaki uzaya savrulmaktan koruyan etki, Güneş'in "çekim gücü" ile gezegenin "merkez-kaç kuvveti" arasındaki dengede saklıdır. Güneş büyük çekim gücü ile tüm gezegenleri çeker, gezegenlerin dönmesinden kaynaklanan merkez-kaç kuvveti sayesinde bu çekimin etkisi azalır ve muhteşem bir denge oluşur. Eğer gezegenlerin dönüş hızları biraz daha yavaş olsaydı, o zaman bu gezegenler hızla Güneş'e doğru çekilirler ve sonunda Güneş tarafından büyük bir patlamayla yutulurlardı. Ama bunların hiçbiri olmaz ve tüm gezegenler kendi yörüngelerinde yol alırlar. Çünkü Allah'ın ayette bildirdiği gibi,

"Her biri bir yörüngede yüzüp gitmektedirler." (Yasin Suresi, 40)

Güneş'teki Muhteşem Denge….

Güneş, dev bir nükleer reaktördür. Güneş'in içinde sürekli olarak hidrojen atomları helyuma dönüştürülür ve bu işlemler neticesinde ısı ve ışık açığa çıkar. Güneş'teki bu nükleer reaksiyon, insan hayatı için zorunludur. Dünya'ya ulaşan ısı ve ışığın açığa çıkması içinse dört hidrojenin birleşip bir hidrojene dönüşmesi gerekir. Çekirdeğinde sadece tek bir proton yer alan hidrojen, evrendeki en basit elementtir. Helyumun çekirdeğinde ise iki proton ve iki nötron bulunur. Güneş'te gerçekleşen işlem, dört hidrojenin birleşmesiyle bir helyum elementinin oluşmasıdır. Bu işlem sırasında çok büyük bir enerji açığa çıkar. Dünya'ya gelen ısı ve ışık enerjisinin neredeyse tamamı, Güneş'in içindeki bu nükleer reaksiyonla oluşmaktadır. (Harun Yahya, Evrenin Yaratılışı)
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Ancak, dört hidrojen atomunun biraraya gelip bir anda helyuma dönüşmesi mümkün değildir. Bunun için, iki aşamalı bir işlem gerçekleşir. Önce iki hidrojen birleşir ve bir proton ve bir nötrona sahip bir "ara formül" meydana gelir. Bu ara formüle "dötron" adı verilir. Sonra da iki dötronun birleşmesiyle bir helyum çekirdeği oluşur.

En Güçlü Nükleer Kuvvet

Şimdi asıl soruyu sorabiliriz. Peki, iki ayrı atom çekirdeğini birbirine yapıştıran kuvvet nedir? Bu kuvvete "güçlü nükleer kuvvet" denir. Güçlü nükleer kuvvet, evrendeki en büyük nükleer kuvvettir. Bu kuvvet yerçekiminden milyar kere milyar kere milyar kere milyar kat daha güçlüdür. Bu güç sayesinde iki hidrojen çekirdeği birbirine yapışabilmektedir.

Ancak araştırmalar göstermiştir ki, güçlü nükleer kuvvet, bu işi yapmak için tam gereken miktardadır. Güçlü nükleer kuvvet eğer şu anda sahip olduğu değerinden biraz bile daha zayıf olsaydı, iki hidrojen çekirdeği birleşemezdi. Yan yana gelen iki proton, hemen birbirlerini iter, böylece Güneş'teki nükleer reaksiyon başlamadan biterdi. Yani Güneş hiç var olmazdı. Ünlü bilimadamı George Greenstein, bu gerçeği "eğer güçlü nükleer kuvvet birazcık bile daha zayıf olsaydı, o zaman Dünya'nın ışığı hiçbir zaman yanmayacaktı" diye açıklar.

Güneş'teki Dengeli Reaksiyon

Peki acaba güçlü nükleer kuvvet birazcık daha güçlü olsa ne olurdu? O zaman da bir proton ve bir nötrondan oluşan dötron değil, iki protonlu di-proton meydana gelirdi. Ve bu durumda Güneş'in yakıtı aniden çok çok etkili bir yakıt haline gelirdi. Bu öyle bir yakıt olurdu ki, Güneş ve ona benzer diğer tüm yıldızlar, birkaç saniye içinde havaya uçardı. Güneş'in havaya uçması ise, birkaç dakika sonra tüm Dünya'yı ve üzerindeki tüm canlıları alevlere boğar birkaç saniye içinde kömür haline gelirdi. Ama yüce Yaratıcımız olan Allah'ın rahmeti sayesinde güçlü nükleer kuvvetin gücü, tam olması gereken düzeydedir ve Güneş dengeli bir reaksiyon gerçekleştirir yani "yavaş yavaş" yanar.

Tüm bunlar, güçlü nükleer kuvvetin gücünün, tam insan yaşamına imkan verecek biçimde ayarlanmış olduğunu göstermektedir. Eğer bu ayarlamada bir sapma olsaydı, Güneş gibi yıldızlar ya hiç var olmazlar, ya da oluştukları andan çok kısa bir süre sonra korkunç birer patlamayla yok olurlardı. Allah, Güneş'i insanın yaşamı için özel bir şekilde yaratmıştır ve bunu Kuran'daki "Güneş ve Ay, belli bir hesap iledir" (Rahman Suresi, 5) ifadesiyle bizlere bildirmiştir.

Tüm evreni yoktan var edip, sonra da onu dilediği biçimde tasarlayıp düzenleyen tek güç alemlerin Rabbi olan Allah'tır. Allah, gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratmış sonra da ona belli bir düzen vermiştir. Evrendeki cisimlerin mucizevi dengeler sayesinde kararlı bir şekilde durmaları, Allah'ın yaratışındaki kusursuzluğu gösteren delillerden biridir. Yüce Allah'ın buyurduğu gibi,

"Göğün ve yerin O'nun emriyle durması da, O'nun ayetlerindendir". (Rum Suresi, 25)

 
 
Galaksinin En Konforlu Yeri

" ... Güneş'i ve Ay'ı sizin emrinize verdi; yıldızlar da O'nun emriyle emre hazır kılınmıştır." (Nahl Suresi, 12)

Samanyolu Galaksisi, evrendeki yaklaşık 250 milyar galaksiden sadece bir tanesidir. 250 milyar galaksi... Bir çırpıda söylenebilen bu rakamı bir düşünün... Eğer her bir saniyede bir galaksi sayacak olsanız tümünü saymanız yaklaşık 10.000 yıl sürecektir. Dahası, 10.000 yıllık dönemde tek bir saniye olarak sayacağınız galaksimizin içindeki yıldız sayısı yaklaşık 200 milyardır. Güneş ise bu yıldızlardan sadece bir tanesidir.

Güneş'in tüm özellikleri dünyadaki yaşam için ayarlanmıştır: Ortalama büyüklükte bir yıldız olması; dünyaya uygun mesafede bulunması; yaydığı ışığın özellikleri; içerdiği element oranının bizim için uygun olması gibi. Isı ve ışık kaynağımız olan Güneş'in tüm özellikleri Allah'ın rahmetiyle bizler için ayarladığı seviyededir. Evrenin yaratıcısı Yüce Allah bir Kuran ayetinde şöyle bildirmektedir:

" ... Güneş'i ve Ay'ı sizin emrinize verdi; yıldızlar da O'nun emriyle emre hazır kılınmıştır." (Nahl Suresi, 12)

Galaksideki tüm yıldızlar -Dünyamızın Güneş etrafında döndüğü gibi- galaksinin merkezi etrafında dönmektedir. Bu merkez etrafında dönen yaklaşık 200 milyar yıldızın her birinin yörüngesi farklıdır. Güneş ve elbette onunla beraber biz de, bu merkez etrafında sürekli olarak dönmekteyiz. Güneş'in bu merkez etrafındaki tek bir turu tamamlamasının yaklaşık olarak 230 milyon yıl sürdüğü hesaplanıyor.

Korunan Güneş

Güneş'in yörüngesini araştıran astronomi profesörü Guillermo Gonzalez Güneş'in bu yolculuğunda galaksideki tehlikeli bölgelerden korunduğunu fark etti. Gonzalez, Güneş'in bu özel yörüngesinin altında, onu benzeri yıldızlardan ayıran bazı özgün nitelikler yattığını belirtiyor. Böylece Güneş'in konumu, galaksinin yaşamı destekleyebilecek özellikte görünen çok ender yerlerinden biri olarak göze çarpıyor.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Gonzalez bu açıdan Güneş Sistemimizin "Yerleşilebilir Galaktik Bölge" olarak tanımladığı bölgede yer aldığını belirtiyor. Ve ekliyor:
"Gezegenimizdeki tüm canlılar -en basit bakteriden en kompleks yapıda canlılara kadar hepsi- varlıklarını bu faktörlerin eşsiz dengesine borçludur".

Gonzalez'in tehlikelerine dikkat çektiği iki bölge galaksimizin merkezi ve galaksimizin dışında yer alan spiral kollardır. (Birçok galaksi spiral şekildedir. Bu galaksilerdeki yıldızlar, bir helezonu oluşturan çizgilerdeki gibi dizilirler. Kollar ise galaksinin en dışında yer alan kollarıdır)

Buna göre, eğer galaksinin merkezine yakın olsaydık;

Galaksinin merkezinde Güneş'in tam 3 milyon katı kütleye sahip bir kara delik bulunmaktadır. Bu karadelik muhteşem çekim kuvvetiyle etrafındaki tüm yıldızları yutarak onları yemektedir. Bilim adamları bu büyüklükte bir karadeliğin Dünyamızı yutmasının sadece bir saniye süreceğini belirtmektedirler.

Galaksinin merkezinde bu çok tehlikeli çekim kuvvetinin yanısıra, bizim için çok zararlı olan radyasyon da yayılmaktadır. Bu radyasyon, dev yıldızları oluşturan maddenin, karadeliğin kütlesine katılırken sıkıştırılıp aşırı ısınmasından kaynaklanmaktadır. (Harun Yahya, Evrenin Yaratılışı)

Eğer bu bölgeye yakın olsaydık, yüksek radyasyondan dolayı yeryüzünde yaşam mümkün olmazdı. Galaksinin merkezinden yayılan zararlı gamma ışınları, X-ışınları ve kozmik ışınlar tek bir canlı hücre dahi bırakmazdı. Ancak Güneş Sistemimiz galaksinin merkezine yaklaşık 28.000 ışık yılı (266. 000.000.000.000.000 km-İkiyüzaltmışaltı katrilyon kilometre) uzaktadır ve tüm bu zararlı etkilerden uzakta ve güvendedir.

Eğer galaksinin spiral kollarında olsaydık;

Güneş, galaksinin merkezindeki tehlikelerden korunduğu gibi galaksinin dış çemberinde yer alan spiral kollardan da korunmaktadır. Bu spiral kollar çok sayıda yıldızın doğum yeridir. Burada devasa büyüklükte birçok yıldız bulunur ve toplam kütleleriyle galaksinin spiral kollarını yoğun bir çekim alanı haline getirir. Bu kollar özellikle Güneş Sistemindeki kuyruklu yıldızları etkileyerek Dünya için tehlike oluşturabilirler.

Güneş Sisteminde trilyonlarca kuyruklu yıldız bulunur. Bunlar sistemin en dışında yer alır ve tüm sistemi bir küre gibi kuşatırlar. Bu kuyruklu yıldızlar normalde Güneş'in etrafında yörüngededirler, ancak Güneş dışında bir kütlenin devreye girmesi durumunda yörüngeden çıkabilirler.

Eğer Güneş Sistemi galaksinin spiral kollarında olsaydı, bu kolların güçlü çekim kuvveti kuyruklu yıldızları yörüngelerinden kolaylıkla fırlatır, bu durumda dünyamız her an kuyruklu yıldızların bombardımanı altında kalırdı.

Ancak Gonzalez'in bildirdiğine göre güneşin iki özelliği bizi bu bombardımandan korumaktadır. Birincisi Güneş'in hızıdır. Güneş'in hızı spiral kolların hızına yakındır. İkisi de galaksi merkezinde yaklaşık aynı hızla dönmektedirler. Böylece Güneş'le spiral kolların yörüngesinin sık kesişmesi engellenmiş olur. Burada bizim yaşamamız için çok özel bir denge bulunduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü Gonzalez yıldızların %95'inin hızının spiral kollara uyumsuz olduğunu belirtmektedir. Güneş'in sahip olduğu bu özel hız sayesinde spiral kolların tehlikeli çekim etkilerinden korunuruz.

Güneş'in bizi spiral kollardan koruyan ikinci mucizevi özelliği yörüngesinin şeklidir. Güneş, yaşıtı olan yıldızlardaki gibi elips değil, çember şekilli bir yörüngeye sahiptir. Gonzalez bu konuda şunları söylemektedir:

"Eğer Güneş'in galaksi merkezi etrafındaki yörüngesi biraz daha az çembersel olsaydı, Güneş'in spiral kolların içinden geçme ihtimali yükselirdi."

Tüm bunlar Güneş'in konumu ve yörüngesinin özel olarak belirlendiğini göstermektedir. Allah bir ayette "'Özen içinde yollar ve yörüngelerle donatılmış' göğe andolsun" (Zariyat Suresi, 7) buyurmaktadır.

Görüldüğü gibi modern bilimin Güneş'in yörüngesiyle ilgili bulguları Allah'ın 14 asır önce indirdiği Kuran'da belirtilen ayetlerde işaret edildiği gibidir. Bu bilimsel araştırmalar Kuran'ın Allah sözü olduğunu bir kez daha göstermektedir.

Şu anda Samanyolu Galaksinin yerleşime en uygun bölgesinde bulunuyorsunuz. Güneş Sisteminin galaksi haritasındaki yerini araştıran bilim adamları tüm hayatı yok edecek kadar yıkıcı kozmik fırtınalardan uzak ve güvende olduğumuzu ifade ediyor.

Güneş'in galaksinin tehlikeli koridorlarına sokulmadan ve özel ayarlanmış çembersel bir yörüngede akıp gitmesi Allah'ın tesbit ettiği bir müstakardır:

"Güneş de, kendisini için (tesbit edilmiş) olan bir müstakarra doğru akıp gitmektedir. Bu, üstün ve güçlü olan, bilen (Allah)ın takdiridir. (Yasin Suresi, 38)

 
 
İnsanoğlu Muhteşem Evreni Keşfetmeye Çalışıyor

Geçtiğimiz günlerde dünya tarihi adına önemli bir adım daha atıldı. Uzay tarihinin en pahalı aracı Cassini, Satürn’ün halkasındaki boşluktan geçerek gezegenin yörüngesine oturmayı başardı. NASA ve ESA ortak yapımı 3.3 milyar dolar değerindeki Cassini, gezegenin yörüngesine girmek için, halkanın alt tarafından yol alarak, F halkası ile G halkası olarak adlandırılan halkaların arasındaki boşluktan geçti.

Pasadena Jet Propulsion Laboratory’deki NASA uzmanları, araçtan Dünya’ya ulaşan sinyallerde ilgili herhangi bir problem olmadığını belirtiyorlar. Cassini son konumu itibariyle Dünya’ya bir buçuk milyar (1.448.410.000 km), Satürn’e ise 20 bin km uzaklıkta bulunuyor. Cassini, Satürn’ü araştıracağı 4 yıl boyunca gezegenin etrafında 76 kez dönecek.

Yörüngeye girişi 96 dakika süren Cassini, 1997 yılında fırlatıldığından bu yana 3.5 milyar kilometre yol aldı.

Bilim adamları Satürn’ün, Güneş Sistemi’nin oluşum süreci ile ilgili birçok ipucu taşıdığını düşünüyorlar.

Satürn'ün Uydusu Titan da İnceleniyor

Cassini Aralık ayında ise uzay robotu Huygens’i, Satürn’ün uydusu Titan’a bırakacak. Cassini, Titan’a yaklaştığında Huygens paraşüt yardımı ile uydunun sisli atmosferine dalış yapacak. Bilim adamlarına göre, Huygens Titan'ın yüzeyindeki hidrokarbon okyanusuna ya da buzullara düşecek.

Bilim adamları, Titan okyanuslarını yeryüzündeki okyanuslarla karşılaştırıyorlar. Tahminlere göre, Titan denizlerindeki dalgalar dünyadakilere göre, en az 7 kat daha yüksek, ancak çok daha yavaş hareket ediyorlar ve araları daha açık. Bu varsayımın doğruluğu Ocak 2005’te Huygens uzay aracının Titan’a yapacağı sorti ile anlaşılacak. Huygens gözlem aracının Titan okyanusuna düşmesi durumunda bilim adamları aracın başına neler gelebileceğini bilgisayar ortamında yapılan simülasyonlarla çözmeye çalışıyorlar. 1980 yılında Voyager 1 aracı Satürn’ün uydusunun yakınından geçtiğinde, bilim dünyası Titan yüzeyinin metan denizleri ile kaplı olduğunu saptamışlardı. Radar sinyallerinin Titan’dan geri dönmesi, yüzeyin okyanuslarla kaplı olduğu var sayımını güçlendirdi. Porto Riko’daki Arecibo teleskobundan Titan’a gönderdikleri radyo dalgalarından geri gelen yankıları hesaplayan bilim adamları, Titan'ın yüzeyinin % 75’inin sıvı halde hidro karbon ile kaplı olduğu sonucuna vardılar.
 
   
 
 
 
 
 
   
 
  
 
  
 
 
 
  
 
 
 
  
 
 
  Yolda Bir Başka Keşif: Phoebe

Bu arada Cassini uzay aracı, rota üzerinde bulunan Phoebe’yi de incelemeye aldı. 14 Haziran 2004 Cumartesi sabahı Phoebe uydusunun 2 bin km yakınından geçtiği açıklanan Cassini, uydunun atmosferi ve kimyasal yapısı hakkında da bilgiler topluyor. Cassini’nin 220 km çapındaki Phoebe’den çekeceği fotoğraflar, uydunun şimdiye dek alınmış en net görüntüleri olacak. Bilim adamları hacim ve ağırlığından yola çıkarak, uydunun yoğunluğunu hesaplamaya çalışacaklar. Bilim adamları, buz ya da kayadan oluştuğunu düşündükleri uydunun, kimyasal yapısını tam olarak teyit etmek istiyorlar.

Phoebe son derece karanlık bir uzay cismi. Uydu, Güneş’ten aldığı ışığın sadece yüzde 6’sını yansıtıyor. Uydu, ayrıca Satürn’ün diğer uydularının tersi istikamete doğru dönüyor. Gerek karanlık olması, gerekse diğer uyduların tersi istikamete dönüyor olması nedeniyle bilim adamları, Pheobe’nin aslında Güneş Sistemi dışından gelmiş, fakat Satürn’ün çekim alanına girmiş bir gök cismi oluğunu düşünüyorlar. Güneş Sistemi’nin dış kısmında bulunan ve yüzbinlerce irili ufaklı gök cismini barındıran Kuiper Kuşağından kopan cisimler, gezegenlerin arasına karışarak uydu konumuna geçebiliyorlar. Phoebe uydusunun kimyasal analizinin Güneş Sistemi’nin dış kesimleri ile ilgili bir çok ipucu vereceği düşünülüyor.

Güneş Sistemi’ndeki Muhteşem Düzen

Satürn içinde yaşadığımız sonsuz evrenin içindeki gezegenlerden yalnızca bir tanesi. Muhteşem özelliklere sahip olduğu düşünülen Satürn, bilim adamlarınca detaylı olarak inceleniyor. Araştırmaların sonuçları büyük bir merakla bekleniyor.Peki içinde yaşadığımız uçsuz bucaksız evren nasıl var oldu? Bu evrendeki denge, ahenk ve düzen nasıl ortaya çıktı? Üzerinde yaşadığımız dünya, nasıl olup da bizim yaşamımız için bu denli uygun bir barınak olabildi? İşte bu sorular, yüzyıllardır insanların ilgisini çekmiştir. Ve işte bu sebeple insanoğlu yıllardır gelişen teknolojiden de faydalanarak evrenin sırlarını keşfetmeye çalışmıştır, uzaya gönderilen roketlerle, uydularla da hala bu çalışmalar devam etmektedir.

Evrendeki düzenliliği en açık olarak gözlemlediğimiz alanlardan biri Dünyamızın içinde bulunduğu Güneş Sistemi'dir. Güneş Sistemi'nde 9 ayrı gezegen ve bu gezegenlere bağlı 54 ayrı uydu yer alır. Bu gezegenler, Güneş'e olan yakınlıklarına göre; Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Neptün, Uranüs ve Pluton'dur. Bu gezegenlerin ve 54 uydularının içinde yaşama uygun bir yüzey ve atmosfere sahip olan yegane gök cismi ise Dünya'dır.

Güneş Sistemi'nin yapısını incelediğimizde büyük bir denge ile karşılaşırız. Gezegenleri dondurucu soğukluktaki dış uzaya savrulmaktan koruyan etki, Güneş'in "çekim gücü" ile gezegenin "merkez-kaç kuvveti" arasındaki dengedir. Güneş sahip olduğu büyük çekim gücü nedeniyle tüm gezegenleri çeker, onlar da dönmelerinin verdiği merkez-kaç kuvveti sayesinde bu çekimden kurtulurlar. Ama eğer gezegenlerin dönüş hızları biraz daha yavaş olsaydı, o zaman bu gezegenler hızla Güneş'e doğru çekilirler ve sonunda Güneş tarafından büyük bir patlamayla yutulurlardı. Bunun tersi de mümkündür. Eğer gezegenler daha hızlı dönseler, bu sefer de Güneş'in gücü onları tutmaya yetmeyecek ve gezegenler dış uzaya savrulacaklardı. Oysa çok hassas olan bu denge kurulmuştur ve sistem bu dengeyi koruduğu için devam etmektedir. Bu arada söz konusu dengenin her gezegen için ayrı ayrı kurulmuş olduğuna da dikkat etmek gerekir. Çünkü gezegenlerin Güneş'e olan uzaklıkları çok farklıdır. Dahası, kütleleri de çok farklıdır. Bu nedenle, hepsi için ayrı dönüş hızlarının belirlenmesi lazımdır ki, Güneş'e yapışmaktan ya da Güneş'ten uzaklaşıp uzaya savrulmaktan kurtulsunlar.

Araştırmalar Çok Önemli Bir Gerçeği Doğruluyor

Elbette Satürn’ü, onun uydusu Titan’ı ve daha nicelerini araştıran bilim adamları araştırmalarıyla evrenle ilgili birçok yeni bilgiye ulaşacaklar. İşte bu araştırmaların bulgularıysa bizlere bugün de yarın da ancak tek bir şeyi kanıtlıyor: Evrendeki kusursuz bir denge ve düzen olduğunu

Evren hakkında yaptığımız her türlü inceleme, bizlere bu evrende insan yaşamını gözeten olağanüstü bir tasarım olduğunu göstermektedir. Bu tasarımın ne anlama geldiği ise açıktır. Elbette ki, evrenin her detayında gizli olan bir tasarım, aynı zamanda evrenin her detayına hakim olan sonsuz bir güç ve akıl sahibi bir Yaratıcı'nın varlığının ispatıdır. Üstün bir Yaratıcı olan Allah tüm evreni yoktan yaratmıştır. Bu gerçek Big Bang teorisi ile de ortaya konmuştur.

Bilimin ortaya çıkardığı bu sonuç, Kuran'da bizlere öğretilmiş bulunan bir gerçektir. Allah evreni yoktan yaratmış ve düzenlemiş olduğunu Kuran’da bizlere şöyle bildirir:

“Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden Allah'tır. Gündüzü, durmaksızın kendisini kovalayan geceyle örten, Güneş'e, Ay'a ve yıldızlara Kendi buyruğuyla baş eğdirendir...” (Araf Suresi, 54)

 
 
Mitolojide Eris, tanrıçalar arasında kargaşa çıkarar Truva Savaşı’nın başlamasına neden oluyor. Gerçekte ise, Eris’in başlattığı 10’uncu gezegen tartışması Plüton’u 76 yıl sonra gezegenlikten etti. Plüton’un asteroidliğe düşürülmesi de astronomlar arasında gerilime neden olmuş, ateşli bilimsel tartışmalar ortaya çıkmıştı. Eris’in uydusunun adı Dysnomia olarak belirlendi. Yine mitolojide Eris’in kızı olan Dysnomia isyankar ve yasa karşıtlığı ile özdeşleşiyor. Dysnomia’nın eski adı Gabrielle idi.
Güneş Sistemi’nde 10’uncu gezegen tartışmalarını alevlendirip Plüton’un gezegenlikten düşmesine vesile olan buzdan göktaşı 2003UB313’e yeni adı Eris olarak belirlendi.

ceres:

Ceres'in Dünya'nın uydusu Ay ile kıyaslanması.

Ceres'in Dünya'nın uydusu Ay ile kıyaslanması.

1 Ceres, Güneş Sisteminde en küçük cüce gezegendir. Ana asteroit kuşağında yer alır, Mars ile Jüpiter arasında en büyük cisimdir.[1] 1801 yılında İtalyan gökbilimci Giuseppe Piazzi tarafından bulunmuştur. Asteroitler arasında ilk keşfedilen olduğu için 1 numara ile adlandırılmıştır.

Kaynakça [değiştir]

1.   ^ http://www.cnnturk.com/arama/haber_detay.asp?PID=0015&haberID=218577

 

merkür:
güneşten uzaklığı:57:900.000 km
çapı:4.87
güneş etrafındaki turu:88 gün
kendi etrafındaki turu:59 gün
kütlesi:0.055xdünya
hacmi:0.056xdünya
ortalama yoğunluğu:5.42xsu
dönme ekseninin  açısı:2 derece
aylarının sayısı:0
neptün:
güneş uzaklığı:4.496.000.000 km
çapı:49.528 km
güneş etrafındaki turu:164.79 yıl
kendi etrafındaki turu:16.12 saat
kütlesi:17.14xdünya
hacmi:57xdünya
ortalama yoğunluğu:1.71xsu
dönme ekseninin açısı:28.8 derece
aylarının sayısı:8
plüton:
güneşten uzaklığı:5.900.000.000 km
çapı:2.300 km
güneş etrafındaki turu:248.5 yıl
kendi etrafındaki turu:6.4 gün
kütlesi 0.002xdünya
hacmi:0.01xdünya
ortalama yoğunluğu:2.3xsu
dönme ekseninin  açısı:57.5 derece
aylarının sayısı:1
uranüs:
güneş uzaklığı:2.869.000.000 km
çapı:51.118 km
güneş turu:84 yıl
kendi etrafındaki turu:17 saat
kütlesi:14.5xdünya
hacmi:67xdünya
ortalama yoğunuluğu:1.27xsu
dönme ekseninin açısı:98 derece
aylarının sayısı:15



Keşfi A

Kaşif

Giuseppe Piazzi

Keşif Tarihi

1 Ocak 1801

Astronomi'de İsmi B

A899 OF; 1943 XB

Kategori

Asteroit kuşağı, Cüce Gezegen

Yörüngesel Özellikleri C

Çağ 26 Kasım 2005

Dışmerkezlik (e)

0,08

Yarı büyük eksen (a)

2,766 AU

Enberi (q)

2,544 AU

Enöte (Q)

2,987 AU

Dolanma Süresi (P)

0.3781 gün

Yörünge Hızı

17,91 km/saniye

Yörünge Eğikliği (i)

10,587°

Fiziksel Özellikler

Boyutları

975 x 909

Kütle

9.445×1020

Yoğunluk

2.08 g/cm³

Yerçekimi

0.27 m/cm²

Kurtulma Hızı

0.51 km/s

Dolanma Süresi

0.3781 gün

Tayf Sınıfı

C/G

Büyüklük

3.34

Beyazlık

0.113

Ortalama Yüzey Sıcaklığı

~167 K

Bilim ve teknoloji  
 
Kullanıcı adı:
Şifre:
 
 
 

sitene ekle

Lütfen buraya tıkla (süpriz var)!







http://www.site

>


More Cool Stuff At POQbum.com

Fare ilecini takip eden gözler
sablon ProfileWizard.net - Free Myspace Stuff
Myspace Layouts
 
iletişim  
 


htmlkodlar.net

 
 
 

>
 
 
 

Google


Yukarı çık
 

Myspace Layouts

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol