Create Your Custom Message


www.alnumel.com

 
akanselim bilgi dolu seyahat
Katogoriler  
  Ana Sayfa
  Giriş
  FORUM
  babam Naim Akan
  yılbası
  bilgi siteleri
  matematik ve haberler
  atatürk
  savaşlar
  arabalar vb.
  bilgiler
  Ziyaretşi defteri
  MAKİNELER
  bletchley park
  MATEMATİK VE SAYI BİLGİLERİ
  osmanlı padişahları
  sözler
  bilmeceler
  belirli gün ve haftalar
  BURÇ ÖZELLİKLERİ
  DELİLLER
  DEYİMLER
  FIKRALAR
  FUTBOL
  Anketler
  UYDU HARİTASI
  İletişim
  HABERLER
  sayaç
  katılmak isteyenler
  ifadeler
  siteler
  ŞARKILAR
  TEKERLEMELER
  UZAY
  29 ekim çağlayan mitingi
  Afyonkarahisar milletvekilleri
  oyunlar
  blowish
  BÜYÜK İSKENDER
  cumhuriyetin yılları
  çocuk hakları
  ÇOCUK MASALLARI
  çocuk oyunları
  İZMİRİN TARİHİ
  kongreler vb:
  MALTA SÜRGÜNLERİ
  NİNNİLER
  ORATORYO
  ÖNEMLİ BULUŞLAR
  savaşlar işgaller vb.
  türkiyedeki müzikoloji
  yeni istanbul
  100 temel eser listesi
  camiler
  çanakkale
  din ve allah
  => din ve allah 2
  => din ve allah 3
  FEN
  kronoloji ve tarihçe konuları:
  uzgazete kapsamı
  LİNKLER(sadece üyeler girebilir!)
  bedri selim hocaoğlu
  program yükle
  teknoloji resimlerim
  bilgisayar
  windows orijinal yapma ve search (googleda)
  mıcrosoft
  radyo
  MP3
  rüya tabirleri
  hava durumu
  şehirler arası km ölçer
  canlı maç sonuçları
  istanbuldaki kütüphaneler
  MEB'dan Onaylı 100 Temel Eser
  satranç pulları
  istanbuldaki sinemalar
  istanbul tiyatro
  istanbuldaki okullar
  hedef bilgi toplumu
  yıldız resimleri
  flash saatler
  hoşgeldiniz vb. sismli yazılar
  simli şiirlerler
  diğer..
  googlehostedservice
  saat kaç?
  miniaturk
  kavimler göçü
  dünyanın 7 harikası
  sanatçılar
  yeni barlarve kodları
  en büyük bina
  GÜNEŞ PANELLERİ
Copyright 2009
din ve allah 3

Peygamber Duaları

 

 

 

 

Kur’an’da Geçen Peygamber Duaları

“Ey Rabbimiz!Günahlarımızı ve işlerimizdeki aşırılıkları bağışla. Adımlarımızı sağlamlaştır ve hakikati inkar eden kafirlere karşı bize yardım et.” (Ali İmran,3/147.)

Bir fiil dua örneği olan sabır, görevde sebat edip gerekli tüm tedbirleri aldıktan sonra Allah’tan zafer dilemek” bütün peygamberlerin dualarına konu olan ortak bir tema ve ortak bir tavırdır.

Bu bölümde Kur’an’da örnek gösterilen peygamber dualarını göz önüne sermeye çalışacağız. Bu örnek dualar, “peygamberlerin ağzından ilahi kelamın beyan edişi” ile Kur’an’da yer almaktadır. Tüm gerekli ayrıntılarına rastlayabileceğimiz bu model dualar, bir işin başında, ortasında ve sonunda; bir sevinç veya üzüntü esnasında Sonsuz Kudret Sahibi Yüce Allah’ın merhametine sığınma şeklinde olmaktadır.

1-Adem a.s ve eşinin yaptığı yakarış
Adem a.s ve eşinin günahı itiraf, tevazu ve gönülden yakarışın sözlü ifadeleri olan bu duaları, ilahi mağfirete muhtaç olan bütün insanların örnek alması gereken bir muhteva ile tefekkür ehlinin ilgisini beklemektedir:
“Ey Rabbimiz!
Biz kendimize yazık ettik, bizi bağışlamaz bize merhamet etmezsen, ebediyyen kaybedenlerden olacağız.”(Araf,7/23.)

2)-Nuh Peygamber
a) Tebliğ ve İnayet Duaları
Nuh Peygamber bütün Elçiler gibi başarısını da başarısızlığını da sıkıntısını da mutluluğunu da Alemlerin Rabbi Olan Allah’a itiraf etmiş, O’nunla dua formunda konuşup dertleşmiştir:
“Ey Rabbim! Senden hakkında bilgi sahibi olmadığım her hangi bir şeyi istemekten sana sığınırım. Çünkü beni bağışlamaz, beni acıyıp esirgemezsen şüphesiz kaybedenlerden olurum.” (Hûd,11/47.)
Ey Rabbim! Ben halkıma gece-gündüz çağrıda bulunuyorum. Ama bu çağrım onları senden daha da uzaklaştırmak(tan başka bir işe yaramadı). Ve doğrusu onlara bağışlayıcılığını göstereceğin ümidiyle ne zaman çağrıda bulunduysam parmaklarını kulaklarına tıkadılar; günahkarlık giysilerine büründüler; daha fazla inada kapıldılar ve boş gururlarında daha da azgınlaştılar. Doğrusu ben onları açık açık çağırdım. Onlara açıktan tebliğde bulundum; ayrıca onlara gizlice özel olarak da konuştum. Ve dedim ki: Rabbinizden günahlarınızın bağışlanmasını dileyin; çünkü o kuşkusuz bağışlayıcıdır. (Nuh Suresi,71/5-10.)
“Ey Rabbim! Onlar bana tamamen karşı çıktılar, zaten onlar serveti ve çocukları yüzünden hızla yok olmaya doğru giden kimselere uyarlar; ve sana karşı en korkunç tuzakları kuranlara; çünkü onlar (kendilerine uyanlara): ‘İlahlarınızı hiçbir zaman terk etmeyin; ne Vedd, ne Suva ne Yeğûs, ne Ye’ûk, ne de Nesr’i terk etmeyin’ demişlerdi. Onlar böylece çoğu kimseyi saptırdılar. O halde Sen bu zalimlere yalnızca özlem duydukları şeylerden uzaklaşmalarını emret!” (Nuh,71/21-24.)

Nuh peygamber tevazu sahibi bir gönlün en güzel yakarış örneklerini sunduğu dualarında, Allah’a teslimiyetin Cahiliyye toplumundan tam bir kopuşla kopmayı gerektirdiğini de göstermiştir:
“Ey Rabbim! O cahillerin beni yalanlamalarına karşı bana yardım et. Ey Rabbim! bu kafirlerin yalanlamalarına karşı bana destek ol!” (Mü’minûn, 23/26,39.)
Nuh peygamber gece-gündüz, gizli-açık bıkıp usanmadan hakikati halkına anlatmıştır. Onu yalanlayan, kendisine sebatından ve direngen onurlu duruşundan dolayı kavmi ona “budala” demişti. O, bu çaresiz durumdan kurtuluş için zalimlerle uzlaşma yolları aramamış, her salih müminin yapması gerektiği gibi kalbinden geçenleri Allah’a tevekkül ederek şöyle arz etmiştir:
“Doğrusu ben yenik düştüm, artık sen gel ve bana yardım et!” (Kamer,54/10.)

b)-Helak İçin Kahhariye Yakarışları
Kahhariye duaları, onulmaz hatalar işledikleri halde hiçbir kurtuluş gayreti göstermeyen kafir ve zalim bir toplumun sınır tanımaz ayartılarına karşı Allah’tan istenen bir tür yardım, görece başarısızlıkların itiraf edilip Allah’a tevekkül etmektir. Bir sabır âbidesi ve bir direniş timsali olan Nuh peygamber, fesadı ve sapıklığı inatla sürdüren ve artık bütün uyarılara kulak tıkayan halkının kalpleri çürüten, tüm toplumu ifsad eden hataları dolayısıyla helak edilmeleri için şu yakarışlarda bulunmuştur:
“Ey Rabbim! İşte halkım beni yalanladı. Bu yüzden benimle onlar arasında gerçeği bütün açıklığıyla ortaya koy. Beni ve benimle beraber olan müminleri kurtar!” (Şuara,26/117-118.)
“Ey Rabbim!Yeryüzünde bu hakikati inkar edenlerden hiç kimseyi bırakma. Çünkü sen onları bırakırsan , Sana kulluk edenleri hep saptırmaya çalışırlar ve yalnızca fesada ve inatla sürdürülen kafirliğe sebep olurlar.
Ey Rabbim! Bana, anneme-babama, evime mümin olarak giren herkese ve daha sonraki bütün mümin kadınlara ve erkeklere bağışlayıcılığını göster ve zulüm işleyenleri her zaman helake uğrat!” (Nuh,71/21-24,26-28.)

c) Güvenli Belde Duası
Tufan’dan ilahi yardımlarla kurtulan Nuh peygamber gemide Allah’a hamd ederek mübarek bir menzile/şirkin uğramadığı kutsal bir konaklama yerine ulaştırması için şöyle yakarmıştır:
“Bütün övgülerin gerçek layığı olan ve bizi bu zalimler topluluğundan kurtaran Allahım! Senin tarafından kutlanmış, güvenli kılınmış bir yere eriştir beni. Çünkü insana erişmesi gereken yere nasıl erişeceğini en iyi gösteren sensin.” (Müminun,23/29.)

d) Hamd Duaları
Mü’minlerle birlikte yolculuk hazırlıklarını tamamlayıp gemiye bindiği zaman emredildiği gibi Allah’a şöyle övgüde bulunmuştur:
“Hamd, bizi bu zalimler topluluğundan kurtaran Allah’a aittir.” (Mü’minûn,23/28.)

3- Lût Peygamber
a) Tevekkül ve Nusret Duası
Lut peygamber onca uğraşına rağmen toplumsal kirlenmenin yol açtığı ahlaki çöküşten, arınmak isteyen bir iki mümini beri tutabilmiştir. O, tebliğ ve öğütle ıslah olmaya niyeti olmayan, günaha dibine kadar batmış, ahlaki çöküntü halinin tüm toplumu sarıp çürüttüğü bir ortamda, yine de çoğunluğa değil hakikate teslim olmuş, mücadelenin tıkandığı noktada Allah’ı yardıma çağırmıştır.
Kötü ahlakı din edinmiş bir toplumda, tek bir mescid olan hanenin sahibidir Lut peygamber. Bozgunculuğu bardağı taşıran bu iflah olmaz halkın, şehrin en ıssız köşelerinde ve en kalabalık mekanlarında dahi sınır tanımayan günahlarından Lut a yılmıştır. Gerekli çalışmaları yaptığı halde, düzelmemekte inatla ısrar eden nefislerine zulmeden bu halka karşı Allah’tan nusret/yardım istemiştir:
“Ey Rabbim!Bozgunculuğa ve yozlaşmaya yol açan bu insanlara karşı bana yardım et.”(Ankebut,29/30.)
“Ey Rabbim! Beni ve ailemi bunların yapa geldikleri kötülüklerden kurtar.”(şuara,26/169.)

b) Hamd Duası
Lut peygamberin karısı ve tüm hemşehrileri helak eden bir yağmurla cezalandırılmışlardır. Bu korkunç yağmurun getirdiği dehşetli günden sonra, şehirde hiçbir canlılık emaresi kalmamıştır. Öte yandan Sünnetullah gereğince Rabbimiz Lut peygamber ve ailesinden mümin olanları kurtarmıştır. Böylesi bir kurtuluş tabii ik, Allah’a hamd etmeyi, şükr etmeyi gerektirmektedir. Lut peygamber de öyle yapmıştır:
“Hamd/bütün övgüler Allah’a yaraşır. Selam olsun O’nun seçtiği kullara. Zaten Allah insanların ilahlaştırdıkları her şeyden daha üstün, daha hayırlı değil mi?” (Neml, 27/59.)

4-5.)- İbrahim ve İsmail Peygamberler
Putların ve putların korkulu rüyası, cesaret ve hikmet timsali İbrahim Peygamberin Allah’a yakarışları çoğunlukla kabul edilmiştir. Fakat soyundan gelen herkesin ebediyyen şirkten ve cehennemden korunmasını istemesi, Sünnetullah’a aykırı olduğu için kabul edilmemiştir.

a) İstiğfar ve İnayet, Tevekkül ve Beraat Duası
Ey Rabbimiz! Sana güveniyor ve Sana yöneliyoruz; çünkü bütün yolların varışı sanadır. Ey Rabbimiz! Bizi hakikati inkar eden kafirler için bir oyun ve eğlence aracı yapma! Ve günahlarımızı bağışla, ey Rabbimiz, çünkü tek kudret ve hikmet sahibi olan Sensin.”(Mümtehine, 60/4-5.)
İbrahim peygamber ve onunla hak yolunda dayanışma içinde olan müminlerin bu yakarışı “üsvetün hasene/güzel örnek” olarak takdir edilmiştir. Düşmanlık ve nefreti hak etmiş müşrik bir toplumdan derin bir kopuş yaşarken İbrahim a ve dostları Allah ile bir pazarlığa girişmemişlerdir. Onlar her şeylerini feda edecekleri ve her şeyleri ile feda edilmeyi kabul edebilecekleri andı ile imana gelmişlerdir. Yine onlar tevekkül ile sığınılması güvenilmesi gereken tek dostun, tutulması gereken tek kulpun Allah’ın eli ve O’nun kulpu olduğu bilincini kuşanarak ellerini duaya kaldırmışlardır.
İbrahim a ve onunla birlikte bulunan müminlerin yapamadıklarından ve hatalı eylemlerinden dolayı istiğfar dilediği bu dua, aynı zamanda Kafirlerin fitnelerinin elinde izzetsiz, onursuz bir oyuncak olmaktan muhafaza edilmeyi de içermektedir. Bu bir imtihandan kaçmak fiili değildir; iyilik için seferber edilecek olanakların kafirlerin çıkardıkları fitneler tarafından yenilip yutulmasından endişe etmektir. Onların fitneden korunmayı dilemeleri, zalimlerle birlikte uzlaşarak yaşamayı da istemek de değildir. Çünkü onlar Allah’ın rızası dışında kalan ne varsa terk etmişler, Cahiliyye toplumuyla kurulması gereken beraat temelli bir ilişkinin imkanlarını göstermişler ve sönmeyen bir dua meşalesini biz müminlere miras bırakmışlardır.

b) Muttakilere Önderlik Yapacak Salih Evlatlar İçin Yakarışı
İbrahim peygamber ilerlemiş yaşına rağmen çocuk sahibi olamamış; fakat o sonsuz güç ve merhamet sahibi olan Allah’tan ümidini kesmemiş, içten yakarışlarla salih nesiller sahibi olmak için yalvarmıştır. Bu yakarışları karşılıksız bırakmayan Rabbimiz onu Risalet görevini devr edebileceği, namazında devamlılık gösteren, kuşaklar boyu muttakilere önderlik edecek salih evlatlarla ödüllendirmiştir. O da nankörlük etmeyerek bu ödüllere karşılık, dualarla Allah’ı hamd ederek yüceltmiştir. İşte onun salih evlatlar için yaptığı dualar ve bu kabulün ardından onların şeytani amellere karşı Allah’an güvence istediği yakarışları:

“Ey Rabbim! Bana dürüst ve erdemli olacak çocuk(lar) bağışla.” (Saffât,37/100.)
“Ey Rabbimiz! Soyumdan bazılarını ekilebilir toprağı olmayan bir vadiye –senin kutsal evinin yakınına- yerleştirdim ki, ey Rabbimiz, namazı devamlılık ve duyarlılık içinde yerine getirsinler; öyleyse insanların kalplerini onlara meylettir, ve onlara verimli-bereketli rızıklar bahşet ki şükretsinler.
Ey Rabbimiz! Şüphesiz gizlediğimizi de açığa vurduğumuzu da bilen Sen’sin: Çünkü yerde ve gökte olan hiçbir şey Allah’tan gizli kalmaz. En içten övgüler, kocamış halimle bana İsmail’i ve İshak’ı armağan eden Allah’a özgüdür. Duaları/yakarışları eşsiz bir şekilde işiten elbette benim Rabbimdir.
Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelen insanları namazda devamlı ve duyarlı kıl. Ve ey Rabbimiz, bu duamı kabul buyur; Hesab’ın görüleceği Gün, beni, anamı ve bütün müminleri bağışla.” (İbrahim,14/35-41.)

c) Sonsuza Dek Yaşayacak Bir Güvenlik Kuşağı İçin Yakarış
Azimet sahibi, görevine sıkı sıkıya bağlı olan put kırıcı İbrahim ve İsmail peygamberler, seçilmiş kabe ve çevresini kendileri ve gelecek Müslüman kuşaklar için şirkten arındırılmış güvenli bir bölge yapmayı amaçlamışlardır.
İbrahim peygamberin muttakiler için ebediyyen güvenli olacak bir belde istediği yakarışını Yüce Allah kabul etmiş bu günkü Kabe’nin içinde yer aldığı Mescid-i Haram’ı lutuf buyurmuştur.
İşte yeryüzündeki ilk mescid olan Kabe’yi Allah’ın buyruğu gereğince dünya üzerinde yaşayacak gelecek nesiller için şirkten azade kılınmış bir anavatan-bir başkent olarak inşa ederken İbrahim ve İsmail peygamberlerin yaptıkları dua:
“Ey Rabbim! Bu beldeyi güvenli kıl, beni ve çocuklarımı putlara tapmaktan ebediyyen uzak tut! Çünkü ey Rabbim, bu tapınma nesneleri gerçekten insanların pek çoğunu yoldan çıkardı. Ey Rabbim! Buraları muvahhidler için ebedi bir güvenlik kuşağı kıl ve halkından Allah’a ve Ahiret Günü’ne iman edenlere bereketli rızıklar bağışla. Ey Rabbimiz! Bu amelimizi kabul buyur. Sensin her şeyi bilen her şeyi duyan; bizi sana teslim olanlardan kıl ve soyumuzdan da sana teslim olacak bir ümmet çıkar. Bize ibadet yollarını göster ve tevbemizi kabul et. Şüphesiz yalnız Sensin tevbeleri kabul eden, rahmet dağıtan. Ey Rabbimiz! Soyumuz içinden onlara senin mesajlarını iletecek vahyi ve hikmeti öğretecek ve onları arındırıp tertemiz kılacak bir elçi çıkar. Çünkü yalnız Sensin kudret ve hikmet sahibi. (Bakara,2/126-129.)

d) Dünyada Takva ve Hikmet; Ahiret’te Af ve Cennet İçin Yakarışı
İbrahim peygamber ıslah olmamakta direten, kalbini hidayete açmaya halkı ile hesaplaşırken destek ve yardımı sadece Allah’tan istemiştir. Ayrıca O, bir hicab duymadan diğer peygamberler gibi, Ahirette cennet nimeti ile lütuflanmayı istemiştir. Cenneti Allah’ın sonsuz merhametinin salih kullarına yönelilk bir tezahürü olarak gören İbrahim a cenneti birkaç huriden ibaret görerek küçümseyenler gibi, onu istemekten hicab duymamıştır.
İşte İbrahim a’ın Allah’tan olayları doğru değerlendirebilecek bir hikmetli kavrayış yeteneği, salihlerle dayanışmada ilahi destek istediği, takva temelinde yükselen hikmetle yoğrulmuş bir dünya hayatı ve onun meyvesi olan ebedi mutluluklar diyarını istediği yakarışı:
Ey Rabbim! Bana doğru ile eğrinin ne olduğuna hükmedebilme bilgi ve yeteneğini bağışla ve beni salih insanların arasına kat. Ve gerçeği benden sonrakilere ulaştırabilme gücü ver bana. Ve beni o nimetlerle dolu cennetin varislerinden biri yap! Ve babamı bağışla. Çünkü o gerçekten yolunu şaşıranlar arasında. Ve herkesin yeniden diriltileceği gün beni utandırma! O Gün ki, ne malın ne mülkün ne de çoluk çocuğun bir yararı olmayacaktır. Yalnızca Allah’ın huzuruna kötülükten arınmış bir kalple çıkanlar kurtulacaktır.”(Şuara,26/83-89.)

6- Yusuf Peygamber
a) Günah’tan Allah’ın Sonsuz Kudretine Sığınış Duası
“Ey Rabbim! Benim için hapis bu kadınların zina isteklerine boyun eğmekten daha iyidir. Çünkü sen onların oyunlarını-tuzaklarını benden uzak tutmazsan, ben o zaman onların ayartmalarına kapılır doğruyu-eğriyi seçemeyen kimselerden olurum.”(Yusuf,12/33.)
Günaha bulaşmaktansa zindana girmeyi daha evlâ görecek kadar duyarlılık sahibi, bir erdem, hikmet ve iffet timsali olan Yusuf peygamber bu duasıyla ahlaksız teklifle karşılaşan iffet sahibi Müslüman bir erkeğin takınması gereken tavrı, bununla birlikte sığınıkların en güvenlisi olan Allah’a nasıl bir tevekkül ile yöneleceğimizi göstermiştir.

b) Şükür ve Adanış Duası
Yusuf peygamber bu duasında “hayatın yegane amacının Allah ile yakınlık kurup, adanmış biri olarak canı sahibine teslim etmek olduğu”nu örnek bir yakarışla dile getirmiş, Rabbimiz bu yakarışı tüm zamanlarda yaşayacak müminler için örnek olarak Kitab’ına almıştır:
“Ey Rabbim! Bana nüfuz ve iktidar bahşettin; olayların altında yatan gerçekleri kavrayıp açıklama bilgisi verdin. Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Dünyada ve Ahiret’te benim yakınımda-yanımda olan, beni koruyup destekleyen Sen’sin: Canımı bütün varlığıyla kendini sana adamış biri olarak al ve beni dürüst ve erdemli insanların arasına kat!”(Yusuf,12/101.)

7-Eyyub Peygamber
Eyyub peygamber dert ve sıkıntıların da en az Allah’tan gelen huzur ve mutluluklar kadar değerli olduğunun idrakine varmış ender insanlardandır. O ağır hastalığının yol açtığı derin umutsuzluklara rağmen uzun yıllar sabretmiş ve sonunda ilahi bir işaretle ayağını yere vurarak çıkardığı şifalı mucizevi su sayesinde tüm dertlerinden kurtulmuştur.
Rabbani bir lütuf olarak gelen şifa öncesinde Eyyub peygamber Allah’ın merhamet sıfatına sığınarak şöyle yakarmıştır:
“Ey Rabbim! Bu dert beni buldu; ama Sen merhametlilerin en merhametlisisin” (Enbiya,21/83.)

8- Şuayb Peygamber
Tahkim ve Tevekkül Duası
Döneminin en yaygın şirk işleme biçimi olan ekonomik soyguna karşı yılmadan cihad eden adalet timsali Şuayib peygamber kendisini ve az sayıda mümini sürmek veya öldürmek için planlar kuran zalim topluma karşı Allah’a sığınmıştır. O ve yandaşı olan müminler tevekkülü zırh edinerek hak yoldan sapmayacaklarını ve sonuna kadar direneceklerini ilan ederek Allah’a şöyle yakarmışlardır:
“Ey Rabbimiz!Bizimle halkımız arasında hak neyse ortaya çıkar. Çünkü hakkı ortaya çıkaranların en hayırlısı sensin.” (A’raf,7/89.)

9-10) Musa-Harun Peygamberler
Yeryüzünün en muktedir hükümdarlarından biri olan Firavun’a karşı kararlılıkla mücadele eden ve adalet için kesintisiz bir özgürlük cihadı başlatan Tevhid Dini’nin önderlerinden Musa peygamberin Kur’an’da çok sayıda duası zikredilmektedir.

a) İstiğfar Duası
Musa peygamberin Risalet’inden önce sebep olduğu kaza ölümünden dolayı Allah’tan af dileyen yakarışı:
“Ey Rabbim! Ben kendime yazık ettim. Beni bağışla...Ey Rabbim!Bana bahşettiğin nimetler hakkı için bir daha suçlulara arka çıkmayacağım.”(Kasas,28/16-17.)

b)İstiâze (Allah’a sığınış) Duası
Musa a’ın sebep olduğu ölümcül kazadan sonra, maktülün Firavun ırkından olması Mısır adaletine güvenmemesi sonucunu doğurmuş ve idam fermanı verilmiş bir suçsuz olarak korkuyla Allah’a sığınışı:
“Ey Rabbim! Zalimlere karşı beni koru.”(Kasas,28/21.)

c) İnayet Duası
Musa a’ın Medyen’de bir sığınak ararken Allah’tan yardım istemek için yaptığı yakarış:
Ey Rabbim! Bana bahşedeceğin her hayıra öyle muhtacım ki.”(Kasas,18/24.)

d) Daimi Hicret ve Beraat Duası
Musa peygamber, bu duası ile manevi olarak kirlenmiş bir Cahiliyye toplumuyla arasında varolması gereken perdeyi –daimi hicret ve beraat halinde yaşama bilinci-ni dile getirmiş, kalbini arınmaya açık tutan müminlere örnek yakarışını miras olarak bırakmıştır:
“Ey Rabbim!Benim sadece kendime ve kardeşime sözüm geçiyor. O zaman bizimle bu sapkın halk arasına bir çizgi çek.”(Maide,5/25.)

e) İnşirah ve Sültan Duası
Musa peygamber mücadelenin başında yaşadığı sıkıntılı halini Rabbine açmıştır. Görevin zorluğundan kaynaklanan göğsün daralması, ilahi bir lütuf olan inşirah ile açılaktır. Bu sebeple O, Allah’tan inşirah/göğsüne ferahlık vermesi ve Sültan/destekleyici maddi-manevi güçler vermesi için şöyle yakarmıştır:
“Ey Rabbim!Doğrusu beni yalanlamalarından korkuyorum. Göğsümün daralacağından ve dilimin dilimin dolaşacağından korkuyorum; bu yüzden bu işi Harun’a tevdi et.”(Şuara,26/12-13.)
“Ey Rabbim! İçimi senin aydınlığınla genişlet, görevimi bana kolaylaştır, dilimdeki düğümü çöz ki söyleyeceklerimi tam olarak anlayabilsinler; ve bana yakınlarımın arasından yükümü paylaşacak bir yardımcı tayin et: Kardeşim Harun’u mesela, onunla benim gücümü pekiştir; görevimden ona da bir pay ver ki, insanların katında senin yüceler yücesi adını daha da yükseklere çıkaralım; ve seni sürekli analım; muhakkak ki sen bütün varlığımızla bizi görmektesin.”(Taha,20/25-35.)
Musa peygamberin bu duasında bir salih amelin nasıl yapılması gerektiğine ilişkin şu dersler çıkarılabilir: işe Allah’ın yardımını talep ederek O’nun adı ile başlamak; kendimiz gibi olanlarla dayanışma içinde olmaya çalışmak-bireysel hareket etmemek/güç birliği yapmak; başarıda da başarısızlıkta da Allah’ı anmaktan asla vazgeçmemek...
Musa ve Harun peygamberler Firavun’a gitmeden önce Allah’tan istedikleri inşirah ve sültan talebini birlikte yaptıkları dualarla da dile getirmişlerdir:
“Ey Rabbimiz! Firavunun bize düşmanca davranmasından yahut azgınlıkta devam etmesinden korkarız.”(Taha,20/45.)

f) Kafir Toplumun Elinden Kurtuluş Duası
Musa a başarıya ulaşmış, ilahi yardımların mucizevi etkileri tesirini göstermiştir; Firavun’un uzman bürokratlarının ilahi hakikate teslim olup ebedi hidayet talep edişleri de dua ile olmuştur:
“Ey Rabbimiz! Dar zamanda bize sabır ihsan et ve yürekten sana bağlanan kimseler olarak canımızı al. Ey Rabbimiz! Bizi zalim bir topluluğun elinde rezil-rüsvay etme, bu kafir toplumun elinden lütfunla kurtar bizi.”(A’raf,7/125.)

g) Helaktan Muhafaza Duası
Tur’dan döndükten sonra kavmini buzağıya taparken görmesi Musa peygamberi onu çok üzmüştü. Gerekli uyarıları yaptıktan sonra ilk iş olarak şirk suçunun muhatabı olan Allah’tan özür dilemek üzere toplu bir yakarış gerçekleştirmiştir. Kavmi içinden seçtiği yetmiş adam ve kardeşi Harun olmak üzere toplam yetmiş iki duyarlı insan, ruhlarını saran büyük bir manevi sarsıntı eşliğinde helaktan muhafaza buyurması için Allah’a şu yakarışta bulunmuşlardır:
“Ey Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla ve rahmetine kabul et; çünkü Sen merhametlilerin en merhametlisisin. Ey Rabbim! Eğer dileseydin sana şirk koşanları daha önce yok ederdin ve onlarla beraber beni de. İçimizden bir takım dar kafalıların yaptıklarından dolayı bizi helak edecek misin? Bütün bunlar senin bir imtihanından başka bir şey değil; ki onunla dilediğinin sapmasına fırsat verir, dilediğini de doğru yola sokarsın. Bizim velimiz sensin öyleyse bizi bağışla. Bize acı, çünkü bağışlayanların en hayırlısı sensin. Bizim için bu dünyada da Ahiret’te de iyi ve güzel olanı yaz. Bak işte pişmanlık içinde sana yöneldik.”(A’raf,7/151,155-156.)
Helak edilmeye layık olan sadece kafirler ve onların yardakçıları münafıklardır; bu yasa gereği şirke karşı mücadeleden vazgeçmeyen Musa-Harun peygamberler ve imanını salih amellerle takviye eden yetmiş mümin kişiden oluşan topluluğa Allah rahmetini indirmiş, onları affetmiş, helak yasalarının işleyiş süreci durmuştur. Samiri hariç halkın diğer kesimleri bu şirk suçunu işlemekte ısrar etmedikleri için onlar da Allah’ın rahmetinden nasiplerini almışlardır.

h) Helak Duası
Musa peygamber hiçbir uyarının artık fayda vermeyeceği derecede duyarlılıklarını yitirmiş Firavun ve refahtan şımarmış azgın çevresinin mücadelenin nihayetinde helak edilmesini niyaz etmiştir:
“Ey Rabbim! Gerçek şu ki, Sen Firavun ve onun seçkinler çevresine dünya hayatında görkem ve zenginlik verdin. Öyle ki, bunun sonucu olarak onlar da ey Rabbim! başkalarını Senin yolundan çeviriyorlar! Ey Rabbimiz! Öyleyse artık onların zenginliklerini silip yok et! Kalplerini katılaştır! Çünkü onlar çetin azabı görmedikçe inanmayacaklar.” (Yunus,10/88.)

11-12) Davud-Süleyman Peygamberler
a) Adil Bir Hükümranlık İçin Yakarış
Süleyman peygamber, İslam’ın yücelmesi için seferber edebileceği büyük bir hükümranlık vermesi için Allah’a yakarmış ve duası makbul olmuştur. Tarihte eşine ender rastlanan bir güç ve iktidara malik olduğu halde O, sahip olduğu her şeyi, hiç şımarmadan Tevhid Dini İslam’ın hizmetinde kullanmıştır. İşte insanlığa örnek olarak Kur’an’da anılan bu büyük hükümranlık için yapılan yakarış:
“Ey Rabbim! Günahlarımı affet, bana benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver; çünkü sen bol bol veren lütuf sahibisin.”Sad,38/35.)

b)Hamd Duası
Davud ve Süleyman peygamberler kendilerini ilim vererek peygamber yaptığı için Yüce Allah’a hamdetmişler; vahiy nimetine nankörlükle değil şükran ifadesiyle karşılık verdikleri için insanlığa örnek dualarıyla Kur’an’a anılmayı hak etmişlerdir. Onların örnek hamd edişleri şöyle olmuştur:
“Bütün övgüler bizi iman eden öteki kullarından üstün kılan Allah’a attir.” (Neml,27/15.)

c) Şükür ve Şirke Karşı Güç Birliği Yakarışı
“Ey Rabbim! İçimde öyle düşünceler uyandır ki, bana ve ana-babama bahşettiğin nimetler için sana hep şükreden biri olayım. Ve hep senin hoşnut olacağın dürüst ve erdemli işler yapıyor olayım; ve beni rahmetinle dürüstlük ve erdemlilik timsali salih kullarının arasına kat.”(Neml,27/19.)
Büyük bir iktidar sahibi olan Süleyman peygamber bu duası ile Yüce Allah’ın bahşettiği her türlü nimete karşı şükran duyduğunu itiraf ederek ilan etmiştir. Yüzeysel bakıldığında, sıradan yöneticilerde rastlandığı gibi böyle kudretli bir hükümdarda her şeye burun büken bir şımarıklık, gurur ve kibir ilk göze çarpan özellik olurdu. Fakat O ilahi vahyin eğitiminden geçtiği için ahlakı, ne kadar güç sahibi olursa olsun alçakgönüllü olmayı sürdürmesini gerektirmiştir. Bu yüzden tevazu ile nankörlüğe tenezzül etmeyen bir salih kul olarak, daima kendisi gibi müminlerle dayanışma içinde olmayı dilemiştir.
Davud a’ın oğlu olan Süleyman peygamber bütün ihtişamına rağmen servetinin Allah’ı unutturmasına izin vermemiştir. İktidar ve zenginlik sahibi diğer insanların aksine Rabbini çok anmasıyla alemlere örnek olmuştur.

13- Yunus Peygamber
Yunus peygamber uyarılarının bir işe yaramadığını gördüğü halkını Allah’tan izin almadan sabırsızca terk etmiştir. Öfkeyle çıkıp gittiği şehirden çok uzaklarda, batmak üzere olduğu için yüklerinin hafifletilmesi kararı alınan bir gemide yolculuk ederken kura kendisine çıkmıştır ve bir anda kendisini balığın karnında bulmuştur. Bu sonuçtan hikmetli bir ders çıkaran Yunus a tahammülsüzlüğünden kaynaklanan hatasını itiraf ederek balığın karnında, tevazu, günahı itiraf ve istiğfar içeren bir yakarışla halini Allah’a şöyle arz etmiştir:
“Allahım! Senden başka ilah yoktur. Sınırsız kudret ve yüceliğinle Sen her şeyin üstündesin. Doğrusu gerçekten ben büyük bir haksızlık yaptım.”(Enbiya,21/87.)
Sahile sağ selamet bir şekilde Allah’ın yardım ile çıkan Yunus peygamber hemen terk ettiği halkının yanına koşmuş ve onları bıraktığından daha iyi bir durumda pişman olmuş bir vaziyette ıslah olma cehdi içinde bulmuştur.

14- Zekeriyya Peygamber
Zekeriyya peygamber çocuğu olmayan olgun bir müminin zürriyet sahibi olmak için Allah’a nasıl yakarması gerektiğine ilişkin bir numune olarak Kıyamet’e kadar yaşayacak insanlar için güzel bir örnektir. İşte genç kuşakların kalbini vahiyin ışıklarıyla doldurmak için yanıp tutuşan ve İslami irşadın kesintisiz bir şekilde devam etmesi için çırpınan bir arınmışlık timsali Zekeriyya peygamberin yakarışı:
Ey Rabbim! Doğrusu artık kemiklerim gevşedi, saçlarım ağardı, ama şimdiye kadar ey Rabbim sana yönelttiğim dualarda cevapsız bırakıldığım hiç olmadı.Ve gerçek şu ki ben göçüp gittikten sonra yakınlarımın yapacaklarımdan kaygı duyuyorum; çünkü karım baştan beri kısırdı. Öyleyse bana katından benim yerimi alacak bir yardımcı bahşet. Ki, bana ve Yakub’un Evi’ne mirasçı olsun, ve Sen ey Rabbim, onu hoşnut olacağın bir ahlakla donat.
Ey Rabbim Rahmetinle bana güzel bir zürriyet bağışla, zira Sen her yakarışı duyarsın. Beni çocuksuz bırakma! Fakat beni varissiz bıraksan bile biliyorum ki, herkes göçüp gittikten sonra kalıcı olan biricik varlık sensin. (Meryem,19/3,4,5; Ali İmran,3/38;Enbiya,21/89.)

15- İsa Peygamberin Duaları
Maide/sofra Duası
İsa a insanların sahip olabildikleri bütün rızıkların asıl sahibi olan Allah’tan kalpleri pekiştiren, sonsuz bir güvene eriştiren maddi-manevi bereketler için kaynaklık edecek bir sofra istemiştir:
“Ey Allahım, Ey Rabbimiz! Gökten bize bir sofra gönder; o bizim için –ilkimizden sonucumuza kadar- sürekli tekrarlanan bir ziyafet ve senden bir işaret olacaktır. Ve bize rızkımızı ver, zira Sen rızık verenlerin en iyisisin.” (Maide,5/114.)

16- Muhammed Mustafa SAV’in Duaları
a) Besmele Duası
“Ey Rabbim! Girişeceğimi her işe doğruluk ve içtenlik üzere girmemi, bırakacağım her işten de doğruluk ve içtenlik göstererek çıkmamı sağla; ve bana katından bir sültan/destekleyici bir güç-bir tutamak bahşet.” (17/80.)
Peygamberimiz Muhammed S’in bu duası, gecenin derinliklerinde, teheccüd ve Kur’an tilaveti için kıyam ettiğinde, gün’e diri bir ruh ve Tevhid bilinçle başlaması için Yüce Allah tarafından öğretilmiştir. “Allah’ın yardımı olmadan hiçbir işi başaramayacağımız” gerçeği, duada öne çıkan önemli ögedir. Yine her işe dua ile ve Allah’ın adı ile başlanması gerektiğine ilişkin vurgular taşıyan bu yakarış, bütün eylemlerimizde Rabbimiz’in rızasını asla hatırdan çıkarmamamızın lüzumunu işlemektedir.

b) Tevhid Duaları
İstiâne(yalnız Allah’tan yardım dileme) duası
“Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz.” (Fatiha Suresi,1/5.)

Tevhid ve Ebedi Hidayet Duası
İman ettikten sonra insanların kalplerinin eğrilmesi mümkündür. Bunun için hidayetten sonra Allah’ın Hadi ve Mü’min sıfatlarının sağlayacağı güvenlik şemsiyesi altında kalıp, daimi bir koruma istemek gerekir. İşte bu gerçeği hatırlatan Rabbimizin, peygamberimizden ve onun ümmetinden istediği en güzel yakarış örnekleri:
“Bizi dosdoğru yola ilet! Nimet verdiklerinin yoluna, gazabına uğrayanların ve sapkınların yoluna değil.” (Fatiha Suresi,1/6-7.)
Allah’ın gelmiş geçmiş ve halen yürürlükte olan hükümleri arasında ayırım yapmadan iman etme ve dünyevi sorunlar tarafından kuşatma altında olan imanımızı sonsuza dek muhafaza edebilmemiz için, peygamberimize ve ümmetine tavsiye edilmiş diğer yakarış örnekleri:
“Ey Rabbimiz! Derin kavrayış sahipleri dışında hiç kimse ders almasa da ilahi kelamın Muhkem, müteşabih tüm beyanlarına inanır; onlar arasında ayırım gözetmeyiz. Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi hakikatten bir daha saptırma ve bize rahmetini bağışla, Sensin hakiki Lütuf Sahibi. Ey Rabbimiz! Geleceğinde hiçbir kuşku bulunmayan O Gün’ü görüp yaşamaları için mutlaka insanlığı bir araya toplayacaksın. Tanıklık ederiz ki, Allah vadini yerine getirmekten asla kaçınmaz.”(Ali İmran,3/7-9.)

Tevhid ve Tevazu Duası
İlahlıkta ve Rablikte ortağı bulunmayan Yüce Allah, Peygamberimizin şahsında tüm müminlerin tevazuyu nasıl kendilerine şiar edineceklerini dua formunda öğretmektedir:
“Ey Egemenlik Sahibi Allahım! Sen egemenliği dilediğine verirsin, dilediğinden alırsın; dilediğini yüceltir dilediğini alçaltırsın. Bütün iyilikler Senin elindedir. Doğrusu Sen istediğini yapmaya kadirsin. Gündüzü kısaltarak geceyi uzatır, geceyi kısaltarak gündüzü uzatırsın ve dilediğine her türlü hesabın üstünde rızık bağışlarsın.” (Ali İmran,3/26-27.)

Hamd Duaları
Hamd; Allah’ı övmek, O’ndan başkasına O’na rağmen değer vermemektir. Tevhid’in tüm hayata hakim kılınması gereken ibadet boyutunda yer alan hamd ihmale gelmeyecek kadar önemli bir tutumdur. Bu tutumun sözlü olarak daima dile getirilmesi, fiili olarak da her anımızı kuşatmalıdır.
“Her türlü hamd/övgü yalnızca bütün alemlerin Rabbi, Rahman, Rahim, Hesap Günü’nün yegane hakimi olan Allah’a mahsustur.” (Fatiha,1/1-4.)
“Her türlü övgü, gökleri ve yeri yaratan, karanlığı ve parlak aydınlığı var eden Allah’a özgüdür. Hakikati bile bile inkar edenler başka güçleri Rableri ile eş tutarlar.” (Enam,6/1.)
“Bütün övgüler Allah’a yakışır. O Allah ki, kuluna ilahi kelamı indirmiş ve onun anlaşılmasını güçleştirecek hiçbir çapraşıklığa yer vermemiştir.” (Kehf,18/1.)
“Hamd göklerde ve yerde ne varsa tümünün gerçek maliki olan Allah’a mahsustur. Ahirette de hamd O’na mahsus olacaktır. Yalnız O’dur hikmet sahibi, her şeyden haberdar olan. O, toprağa giren ve çıkan her şeyi, ondan çıkan her şeyi, gökten inen ve ona yükselen her şeyi bilir. O, tek başına rahmet kaynağıdır, mağfiret sahibidir.” (Sebe,34/1-2.)
“Her türlü övgü göklerin ve yerin yaratıcısı olan ve melekleri iki, üç veya dört kanatlı elçiler yapan Allah’a mahsustur. O dilediğini kendi yaratılış alemine katıp onu genişletir. Kuşkusuz Allah her şeye kadirdir. Allah’ın insanlar için açacağı rahmet kapısını kimse kapatamaz. Ve O’nun kapattığını da kimse açamaz. Çünkü O, kudret ve hikmet sahibidir.” (Fatır,35/1-2.)

Tevekkül Duası
Kıyamet’in zamanı vb. Gaybî konular sınırlı bir şekilde bilinebilir. Bu yüzden insan idrakiyle bilinemeyecek olan alanlara ilişkin çabalar boşunadır. Peygamberimiz Muhammed S’e böyle bir yakarışla haddini bilmezlere cevap vermesi istenmiştir:
“Ey Rabbim! İnsanlarla aramızda hakça hüküm ver! Rabbimiz sizin (O’na ve fiillerine ilişkin gaybı taşlamak anlamına gelen) tüm tanımlama gayretlerinize karşı yardımına başvurulacak yegane hakimdir.” (Enbiya, 21/112.)

Tahkim Duası
Tüm varlık aleminin yegane hakimi olan Allah, insanların ayrılığa düştükleri konularda hükmüne başvurulmaya en layık olandır. Dünyada iken Rabbimizin peygamberlerle insanlığa duyurduğu mesajlar, bu ayrılıkların giderilmesinde başvurulması gereken kaynaklardır. Ahirette ise en küçük ayrıntı dahi karara bağlanacaktır. Her iki alemde de tahkim yetkisi Allah’tadır. İşte bu yetkiyi insanlığa bir kez daha hatırlatan Kur’an’da hem peygamberimize hem de bize nasıl bir tahkim duası yapmamız gerektiği öğretilmiştir:
“Ey Allahım! Ey gökleri ve yeri yaratan! Ey yaratılmış varlıkların gizlediklerini de açığa vurduklarını da bilen! Kullarının ayrılığa düştükleri her konuda aralarında hüküm verecek olan yalnız Sensin!” (Zümer,39/46.)

İstiâze Duaları
İnsan ve cin şeytanlarından ve onların kurdukları planlardan Allah’a sığınmak gerekir. Cin ve insan şeytanlarının bulandıran çabalarından dolayı toplumsal hayat içinde Hakikat saflığını yitirebilmektedir. Bu nedenle daima istiaze duası yapmak, kalplerimizin paklığını korumak için şarttır. Çok şükür Rabbimiz bunu da nasıl yapacağımızı, Peygamberimiz üzerinden Kıyamet’e kadar yaşayacak müminlere rehberlik ederek beyan etmiştir:
“De ki: Sığınırım ben yükselen şafağın Rabbine. O’nun yarattıklarının şerriden ve kıskançlık duyduğunda kıskancın şerrinden.” (Felak, 113/1-5.)
“De ki: Sığınırım ben insanların Rabbine, insanların hakimine, insanların ilahına, fısıldayan sinsi ayartıcının şerrinden, insanların kalbine fısıldayan cinlerin ve insanların bütün ayartmalarından.” (Nas,114/1-6.)

İstiâze ve Beraat Duası
Peygamberimizin zalimlerle arasındaki sınırların pekiştirilmesini, onların yaptıklarından beri olmayı dilediği bu yakarış Allah’a istiâze ederek/sığınarak bitmektedir:
“Ey Rabbim!Sana ortak koşarak baş kaldıranların vaad edildikleri azabın gerçekleşmesine tanık olmamı diliyorsan, Rabbim o zaman, benim de bu zalim insanlardan biri olmama izin verme. Ey Rabbim!Tüm kötü dürtülerin kışkırtmalarına karşı sana sığınıyorum. Rabbim, onların bana yaklaşmalarından da sana sığınıyorum.”(Mü’minun,23/93,94,97,98.)

Tesbih Duası
Allah’ı noksan sıfatlardan uzak tutup, O’na gerçek sıfatlarıyla yalvarıp yakarma, her türlü eksiklikten tenzih ederek olur. Kur’an’da “Esmaü’l-Hüsna” olarak nitelenen Rabbimizin en güzel isimlerini tüm dualarımızda hatırlamak gerekir. Peygamberimiz de öyle yapmış bütün yakarışlarında Allah’ın bu güzel isimlerini anmıştır. Allah’ı tesbih etme adına uydurma isim ve sıfatlar kullanmak yerine Rasulullah Muhammed S gibi biz de tesbih etme gayemizi en güzel yakarış formlarına gerçekleştirebiliriz. Tesbih duasının derli toplu, en güzel örneğini Haşr Suresi’de bulmaktayız:
“Allah O’dur ki, O’ndan başka ilah yoktur. Mutlak Hakim, Kutsal, Kurtuluşun Tek Kaynağı, İman Bağışlayan, Doğru ile Yanlışın Tek Belirleyicisi, Üstün, Eğriyi Düzeltip Doğruyu İhya Eden, Bütün İhtişamın Sahibi! Şanı Yüce Olan Allah her şeyden münezzehtir. O, Allah’tır; Yaratıcı, Bütün Özlere ve Görüntülere Şekil Veren Yapıcı! Bütün mükemmellik vasıfları yalnız O’nundur. Göklerde ve yerde olan her şey O’nun sınırsız şanını yüceltir. Çünkü yalnız O’dur kudret ve hikmet sahibi olan.” (Haşr, 59/22-24.)
Peygamberimiz Muhammed S üzerinden tüm zamanlarda yaşayacak olan müminlere, kendisinin nasıl tesbih edilerek yüceltilmesi gerektiğini dahi öğreten Rabbimiz eksiksiz bir Kitap indirmiştir. En güzel dua şekillerini bize öğreten Allah’a sonsuz şükürler olsun. Peygamberimize uygulaması emredilmiş bir diğer tesbih duası da Ali İmran Suresi’nde geçmektedir:
“De ki: Ey Mutlak egemenlik sahibi Allahım! Sen egemenliği dileğine verir, dilediğinden alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini alçaltırsın. Bütün iyilikler senin elindedir. Doğrusu Sen istediğin her şeyi yapmaya kadirsin. Gündüzü kısaltarak geceyi uzatır ve geceyi kısaltarak gündüzü uzatırsın. Ölüden diri ve diriden ölü çıkarırsın. Ve dilediğine her türlü hesabın üstünde rızık bağışlarsın.” (Ali İmran,3/26-27.)

Tenzih Duası
Allah’ın yetkilerini çiğneyip sınırlarına giren şefaatçiler edinmek “tenzih” ilkesine aykırı bir fiildir. Rabbimizi tüm mükemmel isimleri ve sıfatları anmak ve zikrullaha halel getirebilecek tasavvurlar geliştirmekten sakınmak ise, O’nu tesbih ederek yüceltmek, tenzih ederek tüm noksan sıfatlardan uzak tutmaktır. Allah’a noksan sıfatlar isnad eden maddecilere ve mistiklere bir cevap niteliğindeki tenzih yakarışının derli toplu mükemmel örneklerini yine en güzel Rabbimizin kelamından öğrenebiliriz; Ayet el-Kürsi’de olduğu gibi:
“Allah O’ndan başka ilah yoktur. Her zaman diridir, bütün varlıkların kendi kendine yeterli yegane kaynağıdır. Ne uyuklama tutar O’nu, ne uyku. Yeryüzünde ve göklerde ne varsa O’nundur. O’nun izni olmaksızın nezdinde şefaat edebilecek olan da kimdir? O, insanların gözlerinin önünde olanı da, onlardan gizli tutulanı da bilir. Oysa O dilemedikçe insanlar O’nun ilminden hiçbir şey edinemez, hiçbir şey kavrayamazlar. O’nun sonsuz kudret ve egemenliği gökleri ve yeri kaplar ve onların korunup desteklenmesi O’na ağır gelmez. Gerçekten Yüce ve büyük olan yalnızca O’dur.” (Bakara,2/255.)

Teslimiyet Duası
Peygamberimizin değerli arkadaşları olan sahabe Allah’a teslimiyetlerini dua formunda şöyle arz etmişlerdir:
“Ey Rabbimiz! İşittik ve itaat ettik, bizi mağfiret eyle. Zira bütün yolculukların varış yeri Sen’in huzurundur.”(Bakara,2/285.)

c-İstiğfar Duası
“Ey Rabbim! Beni bağışla, bana acı, çünkü gerçekten acıyıp bağışlayabilecek tek güç sensin.”(Mü’minun,23/118.)

d) İlim Duası
Peygamberimize ilminin arttırılması için, Rabbimizin tavsiye ettiği bu dua, aynı zamanda tüm bilgi hazinelerinin esas itibariyle kaynağının Allah Teala olduğu hakikatinin bir beyanıdır:
“Ey Rabbim! İlmimi arttır!” (Taha, 20/114.)


e) Ebeveyn İçin Yakarış
Peygamberimize ve ümmetine anne-babası için Allah’a şöyle yakarması tavsiye edilmiştir:
“Ey Rabbim! Onların beni küçükken sevgi ve şefkatle besleyip büyüttükleri gibi,
Sen de onlara merhamet eyle.”(İsra,17/24.)

f) İ’sar/Empati Duası
“Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce iman eden kardeşlerimizi bağışla ve müminlerden hiç birine karşı kalplerimizde, kin –nefret, yersiz düşünce ve duygulara- yer bırakma, Ey Rabbimiz! Sen sonsuz şefkat sahibisin ve sınırsız rahmet kaynağısın.” (59/10.)
Bilindiği gibi, Peygamberin mücadelesine sımsıcak kollarını ve kucağını açan Medine’li müslümanlar olan Ensar, Rabbani övgüye mazhar olmuş şahitlikleriyle tarihimizde yer almışlarıdır. Muhacirler için katlandıkları fedakarlıklar Kur’an’da “i’sar/empati” olarak vasıflandırılmıştır; yani “kendini başkasının yerine koyarak düşünüp onun lehine karar verme ahlakı”. Onların bu ahlakla yapıp ettikleri Allah katında değer bulmuştur. Çünkü onlar din kardeşlerini nefslerine tercih etmişlerdir. Evrensel İslami Dayanışma” muhtevası içeren Ensar’ın bu duası ise, gelmiş-geçmiş ve de gelecek tüm müslüman kuşaklar için kıpır kıpır bir imani duyarlılığın ideal ifadeleridir.

g) Rabbe Şikayet Duası
Peygamberimiz Muhammed SAV’in , Kur’an’ı terk edenleri, onun hayatla ilgisini kesip koparanları, Kıyamet Günü bu dua ile Allah’a bir şikayet olarak takdim edeceği beyan edilmiştir:
“Ey Rabbim!Halkımdan bazıları bu Kur’an’ı gözden çıkarılacak bir şey olarak gördüler.”(Furkan,25/30.)

h) Peygamberimiz Muhammed SAV’in Kahhariye Duaları
Veyl Duası
Veyl; yazıklar olsun, kahrolsun gibi anlamlara gelen bir kınama ifadesidir. Hümeze Suresi bir yakarış olarak Allah’a takdim edildiği vakit, kahhariye duaları kapsamında değerlendirilebilir. Çünkü içinde kötü niyetle müminleri dillerine dolayarak çekiştirenlere veyl edilmesi/kınanması istenmektedir. Surede Yüce Allah Hümeze-Lümeze güruhuna veyl etmekte, bizden de veyl etmemiz istenmektedir.

“Veyl olsun bütün hümeze-lümeze gruplarına. O (gruplar) ki, serveti biriktirir ve onu bir kalkan sayar. Zanneder ki serveti onu sonsuza dek yaşatacak! Hayır aksine o öteki dünyada Hutame’ye/çökerten bir azaba terk edilecektir. Bilir misin nedir o Hutame? Allah tarafından tutuşturulmuş bir ateştir: (günaha batmış olanların tüm hücrelerine işleyen) gönüllerin üstüne kurulmuş, üzerlerine salınacak olan bir ateş; uzayıp giden sütunlar arasında.” (Hümeze,104/1-9.)

Tebbet Duası
Leheb Suresi’nde geçen Ebu Leheb ve karısının hakimiyetlerinin sona ermesi için yapılan çağrı bir beddua değil, kahr duasıdır. Biz de bu duada örnekten hareketle, çağdaş Ebu Lehebler’in ellerini kurutmak için sözbirliği ve eylem birliği yapmalı, onların sömürü saltanatlarının payandası değil korkulu rüyası olmalıyız.
“Kahrolsun Ebu Leheb’in iki eli ve kahrolsun kendisi, zaten kahroldu da. Ne faydası olacak servetinin ve kazancının? Öteki dünyada şiddetle parlayan bir ateşe atılacak. İğrenç söylentilerin taşıyıcısı olan karısı ile birlikte. O ki, boynunda bükülmüş iplerden bir halat taşır.” (Leheb Suresi, 111/1-5.)
 

Üstünlük Ölçümüz Takva mı?

 

 

 

 

İnsanın yaşama dair bakış açısının oluşmasında ve toplumsal ilişkilerin konumlandırılmasında üstünlük kavramının önemli bir yeri vardır. Her toplumun üstünlük konusunda kendine göre değer yargıları bulunur. Kimi toplumlarda ırksal üstünlük anlayışı ön planda olabildiği gibi, kimi toplumlarda üstünlüğün kaynağı maddi varlık, kimisinde de makam mevki, ün şan gibi ölçüler olabilmektedir. İslam, tüm bu batıl üstünlük ölçülerini yerle bir ederek üstünlük ölçülerini takva ve ilimle sınırlandırmıştır. Kur’an, erkek ya da kadın olmanın, veya şu ya da bu ırktan gelmenin kimseye bir üstünlük sağlamadığını vurguladıktan sonra “Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır” ölçüsüyle ve “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” yaklaşımıyla üstünlük konusunda toplumlarda yer etmiş batıl ölçüleri yerle bir etmiştir.

“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” (Hucurat 49/13)

Şimdi bir düşünelim: Bu ölçünün insana sunduğu fırsatı, hangi beşeri değer yargısı sunabilir? Üstünlük kavramını soy-sop, mal-mülk, şan-şöhret tekelinden kurtarıp sadece takvaya ve ilme hasreden bir ölçüyü insanoğlu İlahi öğreti dışında başka nerede bulabilir?

Hz. Peygamber, bu Kur’ani ölçüyü Veda Hutbesi’nde ümmetine ve tüm insanlığa şu şekilde ilan etmişti:

“Ey insanlar! Hepiniz Adem’den, Adem de topraktandır. Hepiniz toprağın zerreleri gibi eşitsiniz. Arab’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap olana takva dışında herhangi bir üstünlüğü yoktur”

Şimdi bu ölçüler karşısında kendi muhasebemizi yapalım: Üstünlük değerlendirmelerimizde bu Rabbani ölçüyü mü esas alıyoruz, yoksa beşeri değer yargılarının etkisiyle mi hareket ediyoruz?

Bu arada şunu da belirtelim ki, İslam’ın ortaya koyduğu üstünlük anlayışında ayrıcalık mefhumu asla söz konusu değildir. İslam, yukarıdaki hadis-i şerifte de görüldüğü gibi insanları toprağın zerreleri gibi eşit görür. Takva ve ilim, kendilerine sahip olan insanları Allah katında diğer insanlardan üstün kılar ama bu üstünlük, beşeri değer yargılarında olduğu gibi o insanlara diğer insanlar karşısında bir ayrıcalık tanımaz. Zaten, İslam’ın en temel değerlerinden biri olan adalet söz konusu olduğunda, ayrıcalığın zerresinden bile bahsetmek imkânsızdır. Bu konuda Hz. Peygamber’in şu tavrı son derece öğreticidir:

“Hz. Aişe (r.a) der ki: Kureyşliler, hırsızlık etmiş olan Mahzumili kadının durumu ile cidden ilgilenmişler ve bunu önemsemişlerdi. Acaba, bu hususta Hz. Peygamber ile kim konuşabilir diye soruşturuyorlardı. Peygamber’in en çok sevdiği Zeyd oğlu Usame’den başka kimse konuşmaya cesaret edemez dediler. Bunun üzerine Usame, kadının bağışlanması için Hz. Muhammed (s.a.v) ile konuştu. Peygamberimiz (s.a.v) de: ‘Allah’ın hükümlerinden bir hüküm, sınırlarından bir sınır için mi şefaat diliyorsun?’ diye kendisine seslendikten sonra kalktı, yine insanlara şöyle hitap etti: ‘Sizden önceki kavimler helak oldular. Çünkü onlar içlerinden ileri gelen biri hırsızlık yaptığı zaman cezalandırmadan bırakırlardı. Fakat zayıf, himayesiz biri hırsızlık yaptı mı, cezalandırırlardı. Allah’a yemin ederim ki, hırsızlık yapan, Muhammed’in kızı Fatıma olsa bile elini keserim’.”

Evet, İslam soy sop, para, mülk, şan şöhret gibi mefhumların insanlar arasında üstünlük ve ayrıcalık kaynağı olmasını kesinlikle reddetmiştir. Reddetmekle de kalmamış, bu batıl anlayışları kökünden kazıyıp yok etmeyi amaç edinmiştir. İslam, üstünlüğün ancak takva ve ilimle söz konusu olabileceğini ilan etmiş, fakat bunun da bir ayrıcalık vasıtasına dönüşmesine müsaade etmemiştir.

İslam’ın insanlar arasında ayrıcalık tanımadığını ve tüm insanların Allah katında aynı derecede değerlendirildiğini, ibadetler çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Namazda, oruçta, hacda ve İslam’ın diğer ibadetlerinde yönetici-yönetilen, patron-işçi, devlet başkanı-halk gibi ayrımlar olmaksızın insanların eşit sorumluluğa tabi tutulduğu bilinmektedir. Mesela namazda yönetenler-yönetilenler, zengin-fakir aynı safta bulunmakta ve aynı anda rüku ve secdeye varmaktadır. Yani namaz kılarken devlet başkanı da vatandaş da secdeye birlikte vararak eşit olduklarını deklare etmektedirler. Bu, yeryüzünde başka hiçbir dünya görüşünde rastlanılamayacak olan, İslam’a has bir yüceliktir.

Bugün insanların değer verdiği üstünlük ölçüleri ise, keyfiyetten ziyade kemmiyete dayalıdır. Genellikle çoğunluğun yönelimleri, gerçeğin ölçüsü olarak görülmektedir. Kitle psikolojinin insanlar üzerindeki etkisi bilinmektedir. Gerek fert bazında, gerekse toplumsal bazda insanların tercihlerinde ve davranışlarında bu psikolojinin yönlendirici gücü önemli bir yer tutuyor. İnsanların yaşam tarzlarının oluşması ve siyasi tercihlerinin belirlenmesi başta olmak üzere tüm yapıp ettiklerinde çoğunluğun tercihlerinin etkisi gözlenmektedir.

Çoğunluğun bir şeyi tercih ediyor olması diğer insanların da o şeye teveccüh etmeleri sonucunu doğuruyor. Normalde yanlış görülen/görülmesi gereken bir fiil, çoğunluk tarafından işlendiğinde adeta meşruiyet kazanmakta ve normalleşmektedir. Mesela yaşadığımız coğrafyada rüşvet olayı o kadar yaygınlık kazanmış durumdadır ki, bu yaygınlık rüşvete toplumun gözünde bir “normallik” ve “meşruiyet” kazandırmış bulunmaktadır.

Çoğunluk psikolojisinin tarihi süreçte geleneksel İslam anlayışları üzerinde yaptığı tahribatlar da bu konuda örnek verilebilir. Bir çoğunluk davranışı haline geldiğinden vakit namazlarını kılınmaması toplumda son derece olağan karşılanırken, çoğunluk tarafından eda edildiği için cuma namazına gitmemek ve oruç tutmamak normal bir tavır olarak kabul edilmemektedir. Oysa ölçüler açısından bu iki ibadetin terki arasında hiçbir fark yoktur. Üstelik toplumdaki psikolojinin aksine namaz ibadetine Kur'an'ın verdiği önem daha fazladır. Bu örnek, kitle psikolojisinin insanlar üzerindeki olumsuz etkileri bertaraf edilmeyince, nasıl insanları din konusunda bile yanıltabilecek kadar toplumlar üzerinde etkili olduğunu ortaya koyuyor.

Kur’an çoğunluk psikolojisinin aldatıcılığını bir çok ayetiyle ortaya koymaktadır. Kur’an, çoğunluğun gerçeğin ve meşruiyetin ölçüsü olamayacağını belirtmektedir. Yeryüzündeki insan çoğunluğuna, ülkemiz insanına ve çevremize göz atalım, gördüğümüz manzara bize şu ayet-i kerimeyi hatırlatmıyor mu:

“Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye uymazlar ve onlar sadece yalan uydururlar.” (En’am 6/116)

Görüldüğü gibi Yüce Rabbimiz çoğunluğa uymanın insanı doğru yola götürmek bir yana aksine doğru yoldan saptırabileceğini belirtmektedir. Tarih boyu Allah’ın yoluna sadakat gösterenlerin azınlıkta kaldığı, çoğunluğun ise çeşitli yanlış yollara sapmış olduğu da zaten Kur’an’ın haber verdiği acı bir gerçektir. Kur’an’ın, çoğunluğun bir yol üzerinde bulunmasının o yolun doğru olduğu anlamına gelemeyeceği tespitini yaparken vurguladığı önemli bir husus da, tarih içerisinde insanların çoğunun bilgi ve bilinçten ziyade zanna tabi oldukları tespitidir. Daha önce de vurguladığımız gibi, Kur’an, insanlardan hakkında bilgi sahibi olmadıkları bir şeye uymamalarını istemekte, bunu yaptıkları taktirde bundan sorumlu olacaklarını bildirmektedir:

“Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.” (İsra 17/36)

Kur’an-ı Kerim’de, Allah’tan gelen kesin bilgi dururken zanna uyan insanlar yermekte, insanlar tefekküre, araştırmaya ve sorgulamaya davet edilmektedir.

Yeri gelmişken şunu da belirtelim ki, demokrasiyle İslam’ın temel farklılık noktalarından biri de, demokrasinin temel ölçü olarak çoğunluk iradesini, İslam’ın ise vahyi kabul etmesidir. Yani, İslam mutlak egemenliği Allah’a dayandırırken, demokrasi insanlara dayandırmaktadır. İslam’a göre, yeryüzünde bulunanların tamamı karşı çıksa bile hakikatin ölçüsü değişmez. O da vahiydir. İnsanların hepsi karşı gelse bile bu, vahyin temel kaynak olması gerektiği gerçeğini değiştirmez. Oysa demokrasi, insanların çoğunluğu tarafından verilen kararı temel ölçü olarak kabul etmektedir. İslam’la demokrasiyi bağdaştırmaya çalışanların temel yanılgısı ise, onların demokrasiyi sadece yöneticilerin belirlenmesinde başvurulan bir yöntem olarak görmeleridir. Bu yanılgı, bazı kimseleri demokrasinin İslam’la bağdaştığını düşünme yanlışına düşürmektedir. Doğrusu ise, demokrasinin de tıpkı İslam gibi kendine has ölçü ve değer yargılarına sahip olduğu ve gerçeğin ölçüsünü vahye değil insana bağladığıdır.


Büyük Aldanış: Dünya Hayatını Ahirete Tercih Etmek

 

 

 

 

İnsan hep aldanışlarının kurbanı olmuştur. Cennette meskunken, kulağına fısıldanan ebedi olma düşüncesi uğruna Rabbinin kendisi için belirlediği sınırı ihlal eden insan, bu aldanışının bedelini cennet yurdunu yitirerek ödemiştir. Ne var ki ödediği bu büyük bedel bile insanoğlunun yeryüzündeki hayat serüveni müddetince daha büyük aldanışlara yönelmesini, anlık gaflet ve aldanışların da ötesinde zaman zaman Rabbine karşı cephe almasını engelleyememiştir.

Şu ayetler, bir yaratılmışın yaratıcısına, kendisini yoktan var edip büyüten ve sayılamayacak nimetlerle donatan Rabbine karşı giriştiği bu yüzkarası isyana işaret etmektedir:

“Ey insan! Şüphe yok ki sen Rabbine karşı çaba üstüne çaba göstermektesin; sonunda O'na varacaksın.” (İnşikak 84/6)“, “İnsan görmez mi ki, biz onu meniden yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş.” (Yasin 36/77), “O, insanı bir damla sudan yarattı. Fakat bakarsın ki (insan) Rabbine apaçık bir hasım oluvermiştir.” (Nahl 16/4)

Evet, insan, bir damla meniden yaratılan insan, Rabbi kendisini büyütüp belli bir kuvvetle teçhiz edince kalktı Rabbine cephe alma nankörlüğünü gösterdi. Yoktan varedilğini unuttu da kalktı Rabbine hasım oluverdi.

Günümüzde de yeryüzü bu isyanın örnekleriyle dolu değil mi? Bir bakalım semtimize, ilimize, ülkemize; iyilikler mi ağır basıyor, kötülükler mi? Allah’a kulluk ve adalet mi ağır basıyor, zulüm ve tuğyan mı? Bir bakalım yeryüzü coğrafyasına, Allah’ın dinine karşı resmi politikalarla savaş yürütülmeyen kaç ülke var şu yeryüzünde? İslam’ın ya da onun doğrudan düşman kategorisinde gösterilmesinden çekinildiği yerlerde “irtica”nın hedef tahtasında olmadığı bölge yok denecek kadar az şu koca yeryüzünde. Her yerde İslam hedef tahtasında, her yerde Müslümanlar namlunun ucunda. Filistin, Irak, Çeçenistan, Keşmir, Afganistan... Kanayan yaralar hep İslam coğrafyası. İnsanlar, tıpkı Firavunlar ve Nemrudlar çağında olduğu gibi bugün de sırf “Rabbimiz Allah’tır” dedikleri için zulümlere maruz kalıyor, Müslümanların yurtları talan ediliyor, evlerine tarlalarına el konuluyor.

İçerisine düştüğü aldanışların boyutunu Rabbine karşı açık isyana kadar götürmüş olan insanoğlu, tarihi boyunca akla hayale sığmayacak kötülüklere, zulümlere, soykırımlara imza atmıştır. Hiroşima ve Nagazaki’de üç gün arayla 340 bin insanı katleden ABD bu tuğyanın çağımızdaki zirvesini temsil etmektedir.

Şüphesiz insanın kendisini yoktan vareden Rabbine karşı isyan bayrağı açmasında etkili olan temel nedenlerden biri, ahiret inancını yitirmesi olmuştur. “Dünyada ne yaparsam yanıma kâr kalır” düşüncesi, ahiret inancının yitirilmesiyle ortaya çıkmış ve insanın canavarlaşmasında etkili olmuştur. Birçok insan da ahiret inancına sahip olduğunu zannetmekle ve iddia etmekle birlikte yaşamlarını bu inanç ekseninde kurmamış, dünya hayatını ahirete tercih etme yanılgısına düşmüşlerdir. Yüce Rabbimiz bu yanılgıyı şöyle haber veriyor:

“Şu insanlar, çarçabuk geçen dünyayı seviyorlar da önlerindeki çetin bir günü (ahireti) ihmal ediyorlar.” (İnsan 76/27)

Çarçabuk geçen dünya hayatını tercih edip o çetin hesap gününü ve ahiret yaşamını ihmal etmek tarih boyu insanların en temel aldanışı olmuştur. Kur’an’ın bizlerden istediği dünya ve ahiret dengesini gözetmek ve hem dünya hayatında hem de ahirette mutluluğu yakalamamıza vesile olacak bir yaşam sürdürmemizdir. Kur’an, yalnızca dünya nimetlerini arzulayanların ebedi mutluluğu yakalayamayacağını belirtmekte, bunun yolunun hem dünyada hem de ahirette iyilik istenmesi ve bu yolda çaba gösterilmesi olduğunu öğretmektedir. Şu ayetler, bizleri dünya ve ahiret dengesini inşa etmeye çağırmaktadır:

“Allah'ın sana verdiğinden (O'nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma. Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez.” (Kasas - 28/77)

“...İnsanlardan öyleleri var ki: Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver, derler. Böyle kimselerin ahiretten hiç nasibi yoktur.

Onlardan bir kısmı da: Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru! derler.

İşte onlar için, kazandıklarından büyük bir nasip vardır. (Şüphesiz) Allah'ın hesabı çok süratlidir.” (Bakara 2/200-202)

“Ahiret de dünya da Allah'ındır.” (Necm 53/25)

Kur’an, bu şekilde bizleri hem dünya hem de ahiret hayatını mamur etmeye ve dünya-ahiret dengesini gözetmeye çağırırken, bu dengeyi gözetmeyip dünyaya meyledenleri ise şu ifadelerle uyarmaktadır:

“Doğrusu dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlencedir. Eğer iman eder ve sakınırsanız Allah size mükâfatınızı verir. Ve sizden mallarınızı (tamamen sarfetmenizi) istemez.” (Muhammed 47/36)

“Her kim bu çarçabuk geçen dünyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını dünyada hemen verir, sonra da onu, kınanmış ve kovulmuş olarak gireceği cehenneme sokarız.” (İsra 17/18)

“Kim ahiret kazancını istiyorsa, onun kazancını arttırırız. Kim de dünya kârını istiyorsa ona da dünyadan bir şeyler veririz. Fakat onun ahirette bir nasibi olmaz.” (Şura 42/20)

“Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlat sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı yağmurun bitirdiği ve ziraatçilerin de hoşuna giden bir bitki gibi önce yeşerir, sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çer çöp olur. Ahirette ise çetin bir azap vardır. Yine orada Allah’ın mağfireti ve rızası vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçinmeden başka bir şey değildir.” (Hadid 57/20)

“Artık kim azmışsa ,

Ve dünya hayatını ahirete tercih etmişse,

Şüphesiz cehennem (onun için) tek barınaktır.

Rabbinin makamından korkan ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştırmış kimse için,

Şüphesiz cennet (onun) yegâne barınağıdır.” (Nazi’at 79/37-41)

İslam’ın en temel özelliklerinden biri, onun dünya-ahiret ve madde-mânâ dengesini esas alan bir din olmasıdır. İslam, her türlü aşırılığa, ifrat ve tefrite kapılarını kapatmıştır. O, vasat yoldur. Ne Batı uygarlığı gibi madde eksenli ve dünyevîdir, ne de Doğu uygarlıkları gibi tamamıyla dünya hayatını dışlayan bir anlayışa sahiptir. İslam’ın dünya görüşü dünya-ahiret dengesine dayalı, gerçekçi, berrak ve iki cihan saadetine dayalı bir yapıya sahiptir.

Çarçabuk geçen dünyayı kalıcı olan ahirete tercih eden insanların bu tercihi çok büyük bir aldanıştır, zira ebedî olanı bırakıp fani olana talip olmuşlardır. İnsanları bu aldanışın kendilerini uğratacağı acı akibet konusunda uyaran Kur’an, insanların dünyaya olan ölçüsüz teveccühlerinin aksine ahiret yurdunun daha hayırlı olduğunu bildirmekte ve insanları akletmeye, durumlarını gözden geçirmeye davet etmektedir:

“Fakat siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa ahiret hayatı daha hayırlı, daha devamlıdır.” (A’la 87/16-17)

“Gerçek şu ki bunlar, çarçabuk geçmekte olan (dünyay)ı seviyorlar. Önlerinde bulunan ağır bir günü bırakıyorlar.” (İnsan 76/27)

“Bu dünya hayatı sadece bir eğlenceden, bir oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte asıl yaşama odur. Keşke bilmiş olsalardı!” (Ankebut 29/64)

“...Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Halbuki varılacak güzel yer, Allah'ın katındadır. De ki: Size bunlardan daha iyisini bildireyim mi? Takvâ sahipleri için Rableri yanında, içinden ırmaklar akan, ebediyyen kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve (hepsinin üstünde) Allah'ın hoşnutluğu vardır. Allah kullarını çok iyi görür.” (Al-i İmran 3/14-15)

Kur’an birçok ayetinde dünya hayatıyla ahiret hayatını kıyaslamakta ve dünya hayatının geçiciliğini, bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğunu, oysa ahiret hayatının kalıcı ve asıl hayat olduğunu vurgulamaktadır. Kur’an’da dünya hayatının geçiciliği bazı misaller verilerek de anlatılmaktadır. Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’de, dünya hayatını yeryüzünde yaşanan ilkbahar ve sonbahar aylarını misal göstererek anlatmakta, baharda açan çiçeklerin, her yeri kaplayan yeşilliklerin daha sonra nasıl yok olup gittiğini misal vererek dünya hayatının geçiciliğini hatırlatmaktadır. Şu ayetler dünya hayatını ne kadar etkili bir şekilde tasvir etmektedir:

“Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği ziraatçilerin hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çer çöp olur. Ahirette ise çetin bir azap vardır. Yine orada Allah'ın mağfireti ve rızası vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değildir.” (Hadid 57/20)

“Dünya hayatının durumu, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, insanların ve hayvanların yiyeceklerinden olan yeryüzü bitkileri o su sayesinde gürleşip birbirine girer. Nihayet yeryüzü zinetini takınıp, (rengârenk) süslendiği ve sahipleri de onun üzerinde kudret sahibi olduklarını sandıkları bir sırada, bir gece veya gündüz ona emrimiz (âfetimiz) gelir de onu sanki dün yerinde yokmuş gibi kökünden koparılarak biçilmiş bir hale getiririz. İşte iyi düşünecek kavimler için âyetlerimizi böyle açıklıyoruz.” (Yunus 10/24)

“Onlara şunu da misal göster: Dünya hayatı, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, bu su sayesinde yeryüzünün bitkisi (önce gelişip) birbirine karışmış; arkasından rüzgârın savurduğu çerçöp haline gelmiştir. Allah, her şey üzerinde iktidar sahibidir.” (Kehf 18/45)

Kur’an’da, dünya hayatı ile ahiret hayatı arasındaki geçicilik-kalıcılık farkının misallerle anlatılması, mesajın insanlar tarafından daha iyi anlaşılmasını sağlamaktadır. İnsanlara somut örnekler verilerek dünya hayatının geçiciliği zihinlerde canlandırılmaktadır.

Dünya hayatının aldatamadığı insanları ise yüce Rabbimiz asıl varılacak yer olan ahiret hayatında ebedi kurtuluşla müjdelemektedir:

“Allah şöyle buyuracaktır: Bu, doğrulara, doğruluklarının fayda vereceği gündür. Onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler vardır. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte büyük kurtuluş ve kazanç budur.” (Maide 5/119)
Nesh Kavramı

 

 

 


Bu araştırmamızda İbnu’l Bârizi (738 H.)’nin Kur’ân’ın Nâsih ve Mensûhu adlı eseri esas alınarak · bu paralelde Kur’ân-ı Kerim’de zikri geçen “nesh” teriminin mahiyeti hakkında durulacaktır. Gayemiz konu hakkında uzun süredir yapıla gelen tartışmaları yinelemek değil, kavram karmaşası yaşandığı günümüzde neshin ispat ve nefyi arasındaki ortak noktaya ulaşmak olacaktır. Bu meyanda:

Müellif ve eserleri hakkında genel bir bilgi,
Kitabının belli başlı özellikleri,
Nesh hakkındaki genel görüşleri,
Neshin lügat ve istilah manaları,
Kur’ân’da nesh kelimesinin kullanıldığı yerler ve Kur’ân’ın bu lafza taşımış olduğu mâna,
Mensuh iddia edilen bazı ayetler hakkında örnek sadedinde değerlendirme,
Yukarıdaki maddeler ışığı altında nesh hakkında genel bir değerlendirmeyi başlıklar altında ele almayı düşünüyoruz.

GİRİŞ

Araştırmamıza konu edilen eser Hibetullah b. Abdirrahim b. İbrahim Şerefuddin İbnu’l Bârizi (H. 738 )’nin “Nâsihu’l Kur’âni’l Aziz ve Mensûhihi” adlı eserinin Bağdat Üniversitesi-Edebiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Dr. Hatim Salih ed-Damin tarafından yapılmış tahkikli nüshasıdır. Eser Müessesetu’r-Risale tarafından 1983 yılında Beyrut’da ikinci baskısını yapmıştır.

MÜELLİF

Müellifin adı Hibetullah b. Abdirrahim b. İbrahim olup Şerefuddin İbnu’l Bârizi olarak tanınmaktadır. “El-Bârizî” kelimesi Bağdat’ın mahallelerinden biri olan (Bâbu Ebrez) den gelmektedir.[1]

Hama şehrinde H. 645 senesinde doğmuştur. Babasından, dedesinden ve Şeyh Necmuddin el-Farusi’den ders almıştır. Nahv ilmini de İbn Malik et-Tai’den okumuştur. Şeyh İzzeddin b. Abdisselam, Şeyh Necmuddin el-Bâdirâi, el-Hafız Reşiduddin el-Attâr ve Ebu Şâme gibi ulema ona icazet vermişlerdir.

Şam diyarında Şafii mezhebinin meşihatlığı ona kadar ulaşmıştır. Kendisine ilim tahsili için civar beldelerden yolculuklar yapılmış, (Tabakâtu’ş-Şafiiyye) sahibi el-Esnevi ve (Mir’âtu’l Cinân) adlı kitabın sahibi el-Yâfii gibi ulema onunla yazışmıştır. El-Esnevi’nin el-Bârizi’ye yüz mesele sorduğu, onun da verdiği cevapları daha sonra (el-Mesâilu’l Hamaviyye) diye adlandırdığı kitaba aldığı bilinmektedir.

el-Berezâli ve ez-Zehebî gibi alimler kendisinden işitmişlerdir. İbn Tagrbek ve el-Berezâli’de ondan bir çok meşihat tahriç etmiştir. Ez-Zehebî onun hakkında: “Şeyhu’l ulema ve islam alimlerinin son kalıntılarından olup; ibadeti,dini, tevazusu, inceliği ve ahlakı ile birlikte bir çok eser vermiştir. Tabiatında zerre mikdarı kibir bulunmaz, salihler hakkında saygı ve hüsnü zan sahibidir. ” der.

El-Esnevî: “İlimde rasih bir imam, hayır sahibi, salih, ilmi sevip neşreden, ehline karşı iyilik yapan, çok sayıda eseri olup ilim tahsili için kendisine yolculuklar yapılmış birisidir.” der.

Hama şehrine kadı olmuştur. Mısır diyarına da kadı tayin edildiği halde kabul etmemiştir. Ömrünün sonlarına doğru gözleri görmemiş, Hicri 738 senesinde de vefat etmiştir.[2]

NASIHU’L KUR’AN’İL AZİZ VE MENSUHİHİ” ADLI KİTABININ ÜSLUBU

“Müellif kitabının önsözünde eseri niçin kaleme aldığını açıklar. Sonra “nesh, nâsih ve mensûh” tabirlerinin tariflerini yapar. Ardından nâsih ve mensûhun çeşitlerini zikreder. Sonra “Seyf ve kital” ayetlerini, bir çok ayeti nesh etmesindeki önemlerine binaen özellikle inceler. Kendine has bir üslupla her sure başında nâsih ve mensûh olan ayetleri zikreder. Mensûh olanları (Mim), nâsih olanları (Nun) harfleri ile rumuzlar. Ardından sırayla önce Tevbe 5(Seyf ayeti) ile nesholmuş ayetleri, daha sonra “kital ayetleri” ile nesholmuş olanları, ardından aynı surede geçen ayetle nesholmuş ve nihayet başka bir surede geçen bir ayetle nesholmuş ayetleri zikreder. Müellif bu uygulamayı kitabının başından sonuna kadar aynen sürdürür.

Nâsih veya mensûh olmayan ayetleri de muhkem kabul ederek işaretle yetinmiştir. Müellif kitabını Mekki-Medeni sureler hakkındaki bir bahisle bitirmiştir.”[4]

NESH HAKKINDAKİ GENEL GÖRÜŞLERİ

İbnu’l Bârizî nesh ilmini “helal ve haramı öğreten, Allah kelamının tefsirinin yapılabilmesinin ona bağlı olduğu bir ilim” olarak tasvir eder. Neshi tarif ederken önce Kur’ân’daki kullanımdan delil getirerek lügatta manasını “raf etme, kaldırma” olarak verir. Kur’ân’daki anlamlarını da;

1-Yazının kaydedilmesi ve naklolması “İşte kitabınız, yüzünüze karşı hakkı söylüyor, çünkü biz sizin yaptıklarınızı hep kaydediyorduk." (denir).”[5]

2-Sabit olan bir hükmün başka bir hitapla kaldırılması. (Yani bu hitap olmasaydı bir önceki hüküm kalıcı olacaktı.) şeklinde özetler.

Daha sonra bu ilmin usûl yönüyle ilgili klasik bilgiler verir:

“Nasih, hükmü kaldırandır. Hükmün ve o hükümle yapılan amelin kaldırılması işlemi de Mensûh şeklinde adlandırılır ve üç kısımda incelenir:

1-Hükmün ve tilavetin neshi,

2-Hükmün bâki kalarak tilavetin nesh edilmesi,

3-Hükmün neshedilip tilavetin bâki kalması.”[6]

Nâsihi dört kısımda ele alır:

1-Kitabın kitabla nesholmasıdır. Vukû bulması caizdir.” Biz bir âyetten her neyi nesheder veya ertelersek, ondan daha hayırlısını yahut mislini getiririz. Bilmez misin ki, Allah her şeye kâdirdir.” [7] ve “Biz bir âyeti değiştirip yerine başka bir âyet getirdiğimiz zaman Allah ne indirdiğini pek iyi bilmiş iken kâfirler Peygambere: "Sen, ancak bir iftiracısın" dediler. Hayır öyle değil; onların çoğu bilmezler.”[8] ayetlerinde beyan edildiği gibi.

2-Sünnetin kitabla nesholmasıdır. Vukû bulması caizdir. Çünkü Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) önce Âşûre günü orucunu emretmiş daha sonra bu oruç “O Ramazan ayı ki, insanları irşad için, hak ile batılı ayıracak olan, hidayet rehberi ve deliller halinde bulunan Kur'ân onda indirildi. Onun için sizden her kim bu aya şahit olursa onda oruç tutsun. Kim de hasta, yahut yolculukta ise tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde kaza etsin. Allah size kolaylık diler zorluk dilemez. Sayıyı tamamlamanızı, size doğru yolu gösterdiğinden dolayı Allah'ı tekbir etmenizi ister. Umulur ki şükredersiniz.”[9] ayetiyle nesholmuştur. Diğer bir rivayette “Onlarla nasıl sözleşme olabilir ki, sizin aleyhinize ellerine bir fırsat geçse, hakkınızda ne bir antlaşma gözetirler, ne de bir yemin. Dil ucuyla sizi hoşnud etmeye çalışırlar, fakat kalbleri o kadarına da razı olmaz. Zaten onların çoğu fasıktırlar.[10] ayeti nâzil olduğunda Rasulullah (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Ben de 70 in üzerinde istiğfar ederim” demiş hemen ardından “Onlara mağfiret dilesen de, dilemesen de onlar için birdir. Allah onları bağışlamayacaktır. Çünkü Allah, yoldan çıkmış bir toplumu yola iletmez.” [11] ayeti nâzil olarak bu sözü nesholmuştur.

3- Sünnetin sünnetle nesholmasıdır. Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) in “Daha önce kabirleri ziyaret etmenizi yasaklamıştım. Bundan böyle ziyaret edebilirsiniz” hadîsi ile vukûu câizdir.

4- Kitabın sünnetle nesholmasıdır. Ebû Hanîfe’ye göre câizdir. Şâfilere göre vukûu mümkün değildir.”[12]

Yukarıda özetle sunmaya çalıştığımız müellifin nesh çeşitleri hakkındaki görüşlerinden sonra sonra neshle ilgili usûl bilgileri vermiştir. Bunlarda aşağıda görüleceği üzere bilinen klasik bilgilerdir:

“Bil ki nâsih mensûhtan nüzulu daha geç olandır. Ancak mushafa kaydedilmesi mensûhtan önce olabilir. Bu sebeble sure içlerinde Mekkî ayetler Medenî olanlardan daha sonra gelebilir.

Nâsih ancak Medenî olabilir. Ancak Mekkî veya Medenî’nin nâsihi ise nüzulu diğerinden daha önce olandır.[13]

İçinde “Kellâ” tabiri olan her sure Mekkî’dir. Bakara ve Âl-I İmrân dışında huruf-u mukatta’a ile başlayan bütün sureler de Mekkîdir. Ra’d suresinde ise ihtilaf vardır.

Bakara suresi dışında içinde Âdem (a.s) ın kıssası olan bütün sureler Mekkîdir.

İçinde kıssaların veya “ Yâ eyyühellezîne âmenû “ yerine “ Yâ eyyühe’n-nâs” tabirinin bulunduğu bütün surelerin de Mekkî olduğu söylenmiştir.

Bakara, Âl-I İmrân, Nisa, Mâide, Enfâl, Tevbe, Nûr, Ahzab, Kitâl, Fetih, Hucurât, Hadîd, Tahrîm suresinin sonuna kadar, Lem yekun[14], Nasr, Felak ve Nâs surelerinin Medenî oldukları görüşü şöhret kazanmıştır.

Buna mukabil Fatiha, Ra’d, Hacc, Saff, İnsan, İhlas sureleri hakkında hilaf vardır. Diğerleri ise Mekkîdir.” [15]

Yukarıda özet halinde vermeğe çalıştığım bilgilerin ışığı altında genel bir değerlendirme yapacak olursak;

İbnu’l Bârizî özellikle “Şu haram aylar bir çıktı mı artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün, yakalayın, hapsedin ve bütün geçit başlarını tutun. Eğer tevbe ederler ve namaz kılıp zekatı verirlerse onları serbest bırakın. Muhakkak ki, Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”[16] ve “Doğrusu, Allah katında ayların sayısı oniki aydır. Gökleri ve yeri yarattığı günkü Allah yazısında (böyle yazılmıştır). Bunlardan dördü haram aylardır. Bu da doğru olan dinin hükmüdür. Bu sebeple bunlar hakkında nefislerinize haksızlık yapmayınız. Müşrikler size karşı topyekün savaştıkları gibi siz de onlara karşı topyekün savaş açın. Ve iyi bilin ki, Allah müttakilerle beraberdir.”[17] ayetlerini nâsih olduğuna hükmederek, genelde müşriklerle barışı öngörüp sabrı tavsiye eden ayetleri mensûh saymış ve bunun tabiî neticesinde Kur’ân-i Kerîm’in kendi bünyesinde mensûh ayet sayısını toplam -249- olarak belirtmiştir.[18] Ona göre Mensûh ayetler bazı istisnalar ile11 sûre içinde 23 yerde vukû bulmuştur. Toplam Mensûh olan yerlerin sayısı 249 dur. Nâsih ayetler 37 sûre içinde 108 yerde vukû bulmuştur. Bazen bir ayet bir kaç ayetle nesholmuş bazen de bir kaç ayet bir ayetle nesholmuştur. Bu rakam kendisinden önce gelmiş ve geçmiş araştırmacıların zikrettikleri sayılara nisbetle oldukça kabarık sayılır.[19] Bunun sebebi müellifimizin nesh anlayışından gelmektedir. Ona göre “nesh” Kur’an bünyesinde mutlak manada şer’i bir hükmün başka bir şeri hükümle değiştirilmesi olduğundan bu anlayışının tabii sonucu olarak farklılık arzeden lahik hüküm sabıkına göre nâsih olmuştur.[20] Oysa bu hükümlerin “mutlakın takyidi, ammın tahsisi, mübhem ve mücmelin tebyini” gibi hususiyetleri olabileceği gibi, her ayetin kendi şartları içerisinde değerlendirilmesi gereği de hesap edilmelidir. Bu şartların tekrar vuku bulması durumunda mensûh olduğu iddia edilen ayetlerin tekrardan geçerli olması söz konusu olacaktır. Ayrıca bu iki ayetle nesholduğu iddia edilen ayetlere dikkatle bakıldığında her birisinin ortak yanının şart ve ortamla ilgili siyasi konjuktüre karşı davetin bir şekli ve üslubu olduğu, veya müşrikleri tehdit içerdiği görülecektir. Her birisi için genelleme yapılarak nesholdukları iddiası kanaatimizce isabetli olmasa gerekir. Kanaatimize göre “Biz bir âyetten her neyi nesheder veya ertelersek, ondan daha hayırlısını yahut mislini getiririz. Bilmez misin ki, Allah her şeye kâdirdir.” [21] ayetinde sözü edilen “nesh” den murad ta genel anlamda Kur’ân içindeki hükümlerin kaldırılması değil, Kur’ân’ın gelmiş-geçmiş şeriatların hükmünü kaldırması olmalıdır. Veya Kur’ân’da sözü edilen nesh lafzının lügat manası ile Kur’ân’ın kastetdiği anlam tekrardan irdelenmesi gerekmektedir.

NESHİN LÜGAT VE TERİM ANLAMLARI

Nesh lafzı lügatlerde birbirinden farklı olarak özetle; değiştirmek, izale etmek ve nakletmek[22], tebdil etmek, yani bir şeye gayrisini halef yapmak, ilga ve ibtal etmek manasında kullanılmıştır. “Güneş gölgeyi neshetti” (giderdi)cümlesi de yukarıdaki mânalara örnek sadedinde zikredilir. [23]“Ruhların bedenden bedene göçü hurafesi için kullanılan “tenasüh” (geçişmek) ile, bir kitabı çoğaltmak, kopyesini çıkarmak manasında “istinsah” ve bir kitaptan istinsah edilmiş suretler için kullanılan “nüsha” kelimeleri de “nesh”den türemedir.”[24] Konumuzla ilgili bir diğer ayette, “Muhakkak sizin işlediklerinizi yazıp çoğaltıyorduk (istinsah ediyorduk)” [25] denilmektedir. Buradan da nesh lafzının “istinsah” (kopye) bağlamı hissedilmektedir.

İstilahta ise genel olarak Kur’an bünyesinde mutlak manada şer’i bir hükmün başka bir şeri hükümle değiştirilmesi, veya Kur’ân-ı Kerîm’in önceden vaz ettiği bir hükmü kaldırarak, yerine başka bir hüküm getirmesi olayına nesh denile gelmiştir. “Geçici tedbir niteliğinde düşünülmüş ve teklif edilmiş hususların yine aynı tabiîlik içerisinde kaldırılması da” denilmiştir.[26]

GENEL DEĞERLENDİRME

Arapça’da bir lafzın kelime ve istilah manâları en doğru şekilde müştakları ile birlikte değerlendirilerek anlaşılır. Ne-se-ha sülâsi kökünden gelen nesh lafzının diğer müştaklarıyla irtibatlandırılması da bu açıdan gerekmektedir. Yukarıda zikrettiğimiz Nesh lafzının semantik yönü ele alınacak olursa yukarıda naklettiğimiz farklı anlamların (izale, iptal, ilga, değiştirme, nakletme, bir şeye gayrisini halef yapmak) kesiştiği ortak nokta “değişim” olmalıdır. Bu zahiri değişim terim anlamında özetle “şer’î bir hükmün kaldırılıp yerine başka bir şer’î hüküm getirme” olarak kullanılmıştır. Olay da genel hatlarıyla bu şekilde özetlenebilir. Ancak “hükmü kaldırmak anlamında doğru olan” neshin bir önceki hükmü tamamen iptal şeklinde algılanması ve ona şartlanılması kanaatimizce önyargılı bir yaklaşımdır.

Câsiye 29 ayetinde zikredilen “istinsah” lafzı da yukarıda zikrettiğimiz manada anlamını bulan nesh lafzıyla ilişkisi olmalıdır. Ali Ünal bey konuyla ilgili yapmış olduğu latif değerlendirmede şöyle der: “Varlık alemine inen her şey, arkasında değişik derecelerde kopyesini bırakır. Meselâ bir çiçek, çok sayıda tohumunda yaşamaya devam ettiği gibi, kendisini görenlerin zihinlerinde de yaşamaya devam eder. Yani onun hayatı tohumunda hülâsa edilmiş olup, o tohumlardan çıkacak çiçeklerde ya-şamayı sürdürür.”[27] Bir diğer tabirle nesh yüklenmiş olduğu mesajı indi hâcette tekrardan kullanılmak üzere kendinde muhafaza etmektedir.

Mütevatir olan İbn Kesir ve Ebu Amır kıraatlerinde ayette geçen “erteleme” manasındaki “nense’ha” ifadesi de bu görüşümüzü desteklemektedir.[28] Sadece yukarıya nakledilen lügat anlamlarına sadık kalınarak “nesh” kelimesinin altındaki değişim irdelenecek olursa bu değişimin klasik nesh anlayışından farklı yorumlanması mümkündür. Değişim olarak özetlediğimiz anlamı ilelebet mensûh kabul etmeye bizi zorlayan ne olabilir? Oysa bu değişim dinin yaşanması ve yaşanılabilmesi için gerekli olan anlatılabilmesi adına çok önemli bir dinamiktir. Bu yoldan hareketle Kur’ân’î bir terim olan nesh tabirinden murad kanaatimizce; şer’î bir hükmün ilelebet iptali söz konusu olmaksızın belli bir zaman için tecil edilerek yerine başka bir şer’î hüküm getirmedir Bu yönüyle de nesh değişik şart ve ortamlarda, farklı konjüktürde farklı şartlar doğrultusunda müslümanlara hareket esnekliği kazandıran Kur’ân’ın teşriî i’cazına örnek, harikulâde ve bir o kadar da evrensel olan disiplini konumundadır. İslam tarihi Hz. Ömer (r.a)’ın şartların gereği müellefe-i kulûba zekat ödenmesini yasaklaması gibi bu esnekliğin getirdiği realiter örneklerle doludur. Kur’ân’da klasik anlamda nesh olduğunu iddia edenler Hz. Ömer (r.a)’ın bu uygulaması hakkında nasıl bir yorum yapacaklardır? Şayet Kur’ân’da klasik anlamda bir nesh mevcud ise; yani gelen yeni hüküm bir öncekini ilelebet iptâl ediyor ise, bu neshi (genel anlayışa göre) Kur’ân’ın kendisi veya Sahih sünnet kararlaştırabilir. Oysa Hz. Ömer (r.a) örneğini verdiğimiz konu hakkında içinde bulunduğu şartlar gereği son noktayı koymuştur. Dinin realiter ruhu gereği öyle de olmalıdır. Ancak müellefe-i kulûba zekat verilmesini gerekli kılacak şartlar tekrar baş gösterecek olursa Hz. Ömer (r.a)’ın bu hükmü ile amel etmenin bir anlamı olamaz. Bu durumda tekrardan Kur’ân nassına rücû edilecektir. Nitekim Ömer b. Abdülaziz gerekli gördüğünden bu hükmü tekrar uygulamaya koymuştur.“Ezmânın tagayyürü ile ahkamın tagayyuru inkar olunamaz” [29] kaidesi de bu bu yönde olması gereken esnekliği dile getirmektedir. Durum Kur’ân’ın getirmiş olduğu bütün hükümler için aynıdır.[30] Örneğin Medine’de cihad hakkında inen ve önceki dönemlerde gayri müslimlerle barışı ve hoşgörüyü öngörüp sabrı tavsiye eden ayetleri neshettiği iddia edilen: “Şu haram aylar bir çıktı mı artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün, yakalayın, hapsedin ve bütün geçit başlarını tutun. Eğer tevbe ederler ve namaz kılıp zekatı verirlerse onları serbest bırakın. Muhakkak ki, Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”[31] ve “Doğrusu, Allah katında ayların sayısı oniki aydır. Gökleri ve yeri yarattığı günkü Allah yazısında (böyle yazılmıştır). Bunlardan dördü haram aylardır. Bu da doğru olan dinin hükmüdür. Bu sebeple bunlar hakkında nefislerinize haksızlık yapmayınız. Müşrikler size karşı topyekün savaştıkları gibi siz de onlara karşı topyekün savaş açın. Ve iyi bilin ki, Allah müttakilerle beraberdir.”[32] ayetleri (bu konu hakkında inmiş olan son ayetler olması hasebiyle) hükmü ilelebet geçerli olması gerekecek ve müslümanların gayrı müslimleri gördükleri yerde öldürmeleri îcab edecekti. Oysa Kur’ân’ın ruhunu, (fıkhu’l âyâtı) iyi kavramak gerekir. Aynı konu hakkında zahiren farklı görülen bu hükümler Kur’ân’ın genel ruhu itibarıyla bir bütün olarak ele alınmalı, şartlara göre değişiklik arzedebilmelidir.

“Ayrıca neshin (nesh tabir edilen olgunun, A.C.E) kulli kaideler ve müebbed ( ebedi olduğu bildirilmiş) hükümlerde cereyan etmemesi, ebedilik kaydı taşımayan ve cüzî hükümlerde olması da, onun gelişen şartlara uyum ve hakimiyet sağlamasının tabiî bir yolu olduğunu isbat eden bir başka nokta olmaktadır.” [33]

“Demek oluyor ki nesh, İslamın dinanizmini, her zaman, her şartta her kişiye uygulanabilir ve her meseleye cevap verebilirliğini ortaya koyan çok mühim bir vakıadır…

Mutlak manada mensuh ayetlerin varlığını kabul etmek, herhalde İslâm’ı en önemli bir yanından mahrum bırakmak demek olur…

Kur’ân’a yaklaşmada seleften azamî ölçüde istifade edilmekle beraber, onlara takılıp kalınmamalı ve Kur’ân’ın en karanlık noktalara da ışık tutan aydınlığını sonuna kadar keşfedebilmek için zamanı, mekanı, çevreyi, şartları, hususi durumları, İslam’ın cihanşumüllüğünü her zaman göz önüne almalıdır.”[34]

Öte yandan neshin bu klasik anlayışının ihtiva ettiği hükümlerinin iptalinin yanısıra taşımış olduğu zengin manaları gözardı edilmesine sebeb verme gibi mahzurları da göz ardı edilmemelidir. Ali Ünal bey konuyla ilgili yapmış olduğu izahatta aynen şöyle der:

“Ayetlerin de bu şekilde şarta kişiye, döneme, aynaya bakan yönleri vardır. Bu sebeple, mensuh kabul edilen bazı ayetler öyle manaları bünyesinde taşımaktadır ki, o ayet, o manâ katmanlarıyla Kur’ân’ın bütünlüğü içinde çok mühim bir yer işgal eder. Meselâ, “Her nereye yönelirseniz, Allah’ın vechi orasıdır” ayetinin hükmünin, “Yüzünü Mescid-i Haram’a çevir” ayetiyle nesholduğu kabul edilmektedir. Fakat, bahis mevzuu ayetin ahkam ifade etmesi sadece bir yönüyledir.-Kaldı ki, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mescid-i Haram’dan önce herhangi bir tarafa değil, yine tek bir yöne, Kudüs tarafına yönelerek namaz kılıyorlardı. Bu yüzden, bu ayetin kıble hükmü ihtiva edip etmediği tartışılabilir.- Ayet ayrıca, yönlerin izafiliği, Allah’ın her türlü yönden ve bir yönde bulunmaktan münezzeh olduğu ve asla mekana tabi bulunmadığı, yeryüzünde kıble için tek bir yöne değil, namaz kılınan yerin Kabe ile olan pozisyonu gereği her yöne yönelindiği, doğu-batı, güney-kuzey bütün yönlerin ve mekanın Allah’a ait olduğu, Nur ayetinde de (Nur 35) ifade olunduğu üzere Allah’ın Nur’unun, Kur’ân’ın ve İslam’ın şark, garb gibi tek bir yöne irca edilemiyeceği ve zaman-mekan üstü olduğu, her yerde her hâl ü kârda, arada hiçbir aracı olmaksızın yüzünü Allah’a çevirip O’nunla temasa geçebileceği, dünyanın her yanında Allah’tan gelmiş hakikatlerin bulunabileceği gibi ilk etapta akla gelen daha pek çok manâya da muhtemeldir ki, mensuh ayetlerin sayısını bir hayli kısan alimlerimiz, bu hususları da haklı olarak göz önüne almış olabilirler.” [35]

Sonuç olarak diyebiliriz ki:

Nesh lafız itibariyle Kur’ân-ı Kerim’de yer almış bir kavramdır. Bu yönüyle onu inkar etmek, başka bir ifadeyle Kur’ân’da bulunmadığını iddia etmek mümkün değildir. Ancak bu kavramın ne anlama geldiği tartışıla gelmiş, hakkında farklı mütaâlalarda bulunulmuştur. Yukarıda detaylı olarak izah ettiğimiz gibi bu kavramdan “ bir şeriatın yeni gelen bir şeriatla değiştirilmesi işlemini ” veya “şer’î bir hükmün ilelebet iptali söz konusu olmaksızın belli bir zaman için tecil edilerek yerine başka bir şer’î hüküm getirme” olarak anlamaktayız. Bu yönüyle de nesh değişik şart ve ortamlarda, farklı konjüktürde farklı şartlar doğrultusunda müslümanlara hareket esnekliği kazandıran Kur’ân’ın teşriî i’cazına örnek harikulâde ve bir o kadar da evrensel olan disiplini konumunda, İslamın dinanizmini, her zaman, her şartta her kişiye uygulanabilir ve her meseleye cevap verebilirliğini ortaya koyan çok mühim bir vakıadır.

Kur’ân-ı Kerim’in nazil olduğu dönemden günümüze kadar ve hatta kıyamete değin geçecek süreç içerisinde beşeriyet değişik şart ve ortamlarda bulunması tabiidir. Evrensel yönüyle de mu’ciz olan Kur’ân- ı Kerim ihtiva ettiği ahkamla bu süreç içerisinde her probleme cevap verme durumundadır. Hükümleriyle birlikte ilelebet nesholduğu iddia edilen ayetler işte bu zaman, mekan, çevre, şartlar ve hususi durumlar karşısında tekrardan işlerliğe geçmesi her şeyden önce dinin realiterliği açısından zorunludur. Bu itibarla mutlak manada mensuh ayetlerin varlığını kabul etmek, herhalde İslâm’ı en önemli bir yanından mahrum bırakmak demek olur.

--------------------------------------------------------------------------------

· Bu çalışmaya Hibetullah b. Abdirrahim b. İbrahim Şerefuddin İbnu’l Bârizi (H. 738 )’nin “Nâsihu’l Kur’âni’l Aziz ve Mensûhihi” adlı eserini Türkçe’ye tercümesi ile başlamıştım. İtiraf etmem gerekir ki bu çalışmaya başladığım günlerde Nesh hakkında henüz netlik kazanmamış bilgilerim vardı. Neshin Kur’ân’da mevcûdiyeti hakkında klasik yorumlara temayülümle birlikte Kur’ân’ın eşşiz belagat sırrıyla bağdaştıramayacağım sınırsız nesh iddialarına kendi iç dünyamda cevaplar arama arasında gel-gitler yaşıyordum. Neshin Kur’an’da varlığını temayülümü isbat sadedinde biraz daha netleştirmek düşüncesiyle bu çalışmaya girişmiş, ancak yer yer nesholduğu iddia edilen ayetlerin adedi arttıkça bu iddiaları sorgulamaya başlamıştım. Bu hissiyatım çalışmanın gecikmesine sebeb verdi. Aradan yıllar geçti ve konuyla ilgili incelemelerim neticesinde düşüncelerim daha olgunlaştı. Ve önceleri salt tercüme niyetiyle başladığım bu çalışma tenkitli bir değerlendirmeye dönüştü.

· Kitabın adı (Nâsihu’l Kur’ani’l Aziz ve Mensûhihi) dir. Ancak Safadi’nin “Nüketu’l Hemeyan”ı, İbnu’l Cevzi’nin “Tabakatu’l Kurra” sı, ez-Zerakli’nin “A’lam”I ve Kehhale’nin “Mucemu’l Müellifin” nin de ismi (en-Nâsihu ve’l Mensûh) olarak zikrolmuştur. El-Bağdadi’de “Hidyetu’l Arifin’ de (en-Nâsihu ve’l Mensûh Mine’l Kur’an) demiştir. Bkn. El- Bârizî, age, s.6. “Ayrıca Tahkiki yapılan kitaba esas alınan yazma Dâru’l Kutubi’z-Zâhiriye’nin 5881 sayılı ünitede saklı olup, toplam 88-95 varakadır. Her sayfadaki satır sayısı 21 adettir. Rutubetlenmiş olmasına rağmen temiz bir nüshadır. Hicri 10. yüzyılın bilinen güzel bir hattıyla yazılmıştır. Sure adları ve rumuzlar kırmızı renkle yazılmıştır. Haşiyede Zerkeşi’nin el-Burhan’ından bir çok alıntı vardır. Birinci varakada “Nâsihu’l Kur’ani’l Aziz ve Mensûhihi, te’lifu’ş-Şeyhi’l-İmami’l-Allame Kadi’l-Kuda Şerefuddin Hibetullah b. Kadi’l-Kuda Abdirrahim el- Bârizi el-Hamevi eş-Şafii, Allah onun üzerine rahmetini gark etsin, Amin.” yazmaktadır.” Bkn. İbnu’l- Bârizî, age, s.7.

 


DİPNOTLAR

 

[1] ez-Zebidi “Tacu’l Arus” ta (Berez) diye zikretmiştir. Kuveyt baskısında
ise yanlışlıkla (Bâbu İbriz) olarak geçer. (Bkn.: Delilu Haritati’l Bagdat
Kadimen ve Hadisen, 176.)

[2] İbnu’l Bârizî hakkında aşağıda tarihi silsileye göre tasnif edilmiş
kaynaklara bakılabilir:

-ez-Zehebî (H.748) “Duveli’l İslam” 2/186 (Haydarabad), “Zeylu’l İber” 202,
(Kuveyt).

-İbnu’l Verdi (H.749)’nin Tarihi’nde 2/319 (Mısır).

-es-Safadi (H.764) “Nüktetu’l Hemeyan” 302 (Mısır).

-el-Yafii (H.768) “Mir’atu’l Cinan” 4/297 (Haydarabad).

-es-Subki (H.771) “Tabakatu’ş-Şafiiyye” 10/387 (el-Halebi, Mısır).

-el-Esnevi (H.772) “Tabakatu’ş-Şafiiyye” 1/282 (Bağdat).

-İbnu Kesir (H.774) “el-Bidaye” 14/182 (Kahire).

-İbnu’l Cevzi (H.833) “Tabakatu’l-Kurra” 2/351 (Kahire).

-İbnu Kadı Şehbe (H.851) “Tabakatu’ş-Şafiiyye” 77 (Yazma).

-İbnu Hacer (H.852) “ed-Dureru’l Kamine” 5/174 (Mısır).

-İbnu Tagri Berdi (H.874) “en-Nucumu’z-Zahire” 5/315 (Mısır).

-Endavudi (H.945) “Tabakatu’l Müfessirin” 2/350 (Mısır).

-Taşköprüzade (H.968) “Miftahu’s-Seade” 2/367 (Mısır).

-Hacı Halife (H.1067) “Keşfu’z-Zünun” 74-75.

-İbnu’l İmad el-Hanbeli (H.1079) “Şezeratu’z-Zeheb” (Mısır).

[3] Üzerinde araştırma yaptığımız bu eserdir.

[4] Bkn. Ibnu’l Bârizî, age, s.7.

[5] Casiye 29.

[6] Ibnu’l-Bârızî, age, s.70.

[7] Bakara 106

[8] Nahl 101

[9] Bakara 185.

[10] Tevbe 8.

[11] Münafikûn 6

[12] Ibnu’l-Bârızî, age, s.70.

[13] Bkn.. el-Burhân 1/187, el-İtkân, 1/47.

[14] Bir diğer adı da “Beyyine” dir. (çn).

[15] İbnu’l Bârizî, age, s.89; Mekkî ve Medenî hakkında Bkn.Katâde: 68,
el-Burhân 1/193-194, Mebâhis Fî Ulûmi’l Kur’ân 164-233.

[16] Tevbe 5. Müellif sadece bu ayetin Kur’ân’da -114- ayeti nesh ettiğini
iddia eder. Bkn. İbnu’l Bârizî, age.s.22.

[17] Tevbe 36. Sıddık Hasan Han sadece bu ayetin 70 ayeti neshettiğini
belirtir. Bkn. Han Sıddık Hasan, Neylü’l Merâm Min Tefsîri Âyâti’l Ahkâm,
Cidde, 1979, s. 50.

[18] Bugüne kadar araştırmacıların mensûh kabul ettikleri ayetlerin toplamı
293 tür. Bkn. Zeyd Mustafa, en-Nesh fi’l-Kur’âni’l-Kerim, 1/402-408. Mısır,
1987; bk: Han Sıddık Hasan, Neylü’l Merâm Min Tefsîri Âyâti’l Ahkâm, Cidde,
1979, s. 395.

[19] Kesinlik kazanmamakla birlikte bazı ulemanın Kur’ân’da mensuh ayet
sayısını 293, hatta 500’e kadar çıkardıkları iddiası vardır. Bkn. ed-Dihlevî
Veliyullah Ahmed, el-Fevzu’l Kebir fî usûli’t-Tefsir, Beyrut, 1987, s.53.


[20] Müellif hakkındaki bu genel hükmü eseri tetkikimiz esnasında verdik.
Oysa kendisi kitabın sonunda yaptığı izahatta “Nâsih ancak Medenî olabilir.
Ancak Mekkî veya Medenî’nin nâsihi ise nüzulu diğerinden daha önce olandır.”
diyerek nesh için zaman faktörünü de zikretmiştir. Ulemâ nezdinde doğru olan
da budur. Ancak biz müellifin bu tanımı ile eserinde iddia ettiği nesh
örnekleri arasında tezatlık gördüğümüzden müellifin genel olarak zaman
faktörüne itibar etmediğine hükmettik.

[21] Bakara 106.Meâlini verdiğimiz ayet içinde yer alan “nunsîha” lafzına
özellikle “ertelersek” anlamını verdik. Aynı yorum hakkında bkn. Yıldırım
Suat, “Kur’ân-I Hakîm ve Açıklamalı Meâli, İstanbul, 1998, s.16.

[22] İbn Manzûr, Ebu’l Fadl Cemâluddîn Muhammed, Lisânu’l Arab, Beyrut, trs.
4/28; İbnu’l Bârizî (738) Nâsihu’l Kur’âni’l Azîz ve Mensûhu (Tahkik) Hatim
Salih ed-Dâmın, Beyrut, 1983, s. 17; el-Feyruzabâdî Mecdu’ddîn (817), el-Kâmusu’l
Muhît, Beyrut, trs. 1/271.

[23] İbnu Fâris Ebu’l Hasen Ahmed, Mu’cemu Mekayisi’l –Luga, Mısır, 1972,
s.424.

[24] Ünal Ali, age, s.73.

[25] Casiye 29.

[26] Çakan İsmail Lütfi, Hadislerde Görülen İhtilaflar ve Çözüm Yolları,
İstanbul, 1982. s.196.

[27] Ünal Ali, age, s. 73.

[28] el-Pâluvî Hâmid b. Abdulfettah, Zubdetu’l İrfân, İstanbul, tr, s.29.

[29] Berki Ali Himmet, Açıklamalı Mecelle-i Ahkamı Adliye, İstanbul, 1982,
39. Madde, s.22.

[30] Her ne kadar bir kısım ulema; “zamanın değişmesi ile değişen hükümler
örf ve adet üzerine kurulu olan hükümlerdir” şeklinde değişmeye medar olan
hususun örf ve adet olduğunu iddia ediyorsa da isabetli olan külli kaideler
dışındaki hükümlerin zaman, zemin şartları doğrultusunda değişebileceğidir.
Zira İslam hukukunun amacı hayatı dondurmak değildir. Nesh olayı da bu
minvalde ele alınmalıdır. Konuyla ilgili olarak Mehmet Erdoğan yapmış olduğu
doktora çalışmasında İbn S’ad, Şelebi ve Karaman’ı referans göstererek aynen
şöyle demektedir: “Kısaca özetlemek gerekirse, Kur’ân’da zaman-mekan unsuru
olabilir. Ancak bunlar genel prensiplerin örneklemesi (ya da tatbiki),
geçici maslahatların temini için söz konusudur. Bu gibi durumlarda her zaman
hükmün nihâi olarak kalktığı da söylenemez. Eğer benzeri ortam tekrar
oluşursa, söz konusu hükmün de tekrar işletilmesi gerekebilir. (Nesh
olayında olduğu gibi A:C:E) Nitekim Hz. Ömer tarafında artık devrini
tamamladığı gerekçesi ile durdurulan müellefe-i kulûba hisse ayrılması
hükmü, daha sonra Ömer b. Abdulaziz tarafından tekrar işletilmiştir. Bkn.
Erdoğan Mehmet, İslam Hukukunda Ahkâmın Değişmesi, İstanbul, 1990, s. 55-56.

[31] Tevbe 5.

[32] Tevbe 36.

[33] Çakan, İsmail Lütfi, age, s. 196.

[34] Ünal Ali, age, s.81.

[35] Ünal Ali, age, s.81.

 

Müslümanların Ayrılık Nedenleri

 

 

 


Yeryüzünde yaratılmış olan insan türü önce kendisine bahşedilen vahiy nimetinin yönlendirdiği istikamette tek bir millet olarak yaşamını sürdürüyordu. Sonra hak ile batıl arasında iradeli tercihler sonucu oluşan kutuplaşma ve ayrılıklar başladı (10/19). Yanlış tercihlerde bulunanlar; kurtuluş, adalet ve mutluluk yolu olarak kendilerine lütfedilen dinlerini parçaladılar. Bu insanlar bölük bölük oldular. Ve her bölük kendini farklı kılan değerleriyle övünmeye başladı (30/32).

insanların ayrılığa düşmelerinin nedeni; heva ve heveslerini aşamamaları (25/43), kendilerine Rabbleri katından doğru yolu gösterecek ve şifa olacak kitaplar verilmesine rağmen aralarında yaşattıkları kıskançlıkları kıramamaları (2/213) ve dolayısıyle Allah'ın kitabını gereğince akledememeleriydi (2/44). Bir çok konuda ihtilaflar sökün etti. Ve sonra işlerini aralarında parçaladılar, çeşitli kitaplara ayırdılar (23/53). Yani dinlerini parça parça edip, grup grup oldular (6/159).

Kendisine kelimeler verilen (2/37) Adem(a)'dan bu yana tüm insanlık için kurtuluş yolu hep aynı olmuştur. Bu yolun özü ve adı birdir: Allah katında din islam'dır (3/19). Daha sonra oluşan tahrifatlara rağmen İbrahim(a)'in dininin adı da budur. Hz. isa'nın ki de. Tahrif olmuş din anlayışının ve cahili geleneğin çürümüşlüğü karşısında hayatı yeniden ıslah etmek ve insanları aydınlığa ulaştırmak üzere Hz. Muhammed'e tamamlanmış olarak vahy edilen (5/3) dinin adı da İslam'dır. Ama toplumsal yaşamda dile getirilen önceki ihtilaflar ve ayrışmalar Rasulullah(s)m vefatından sonra İslam dünyasında da varlığını göstermiş ve devasa sorunlara neden olmuştur.

Oysa yüce Rabbimiz Kur'an'ı Kerim'de müminlerin bilerek hakka şahitlik etmelerini istemişti (42/86). Onların kardeş olduğunu (49/10) ve Allah yolunda birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi sat bağlayacaklarını (61/4) ifade etmişti. Ayrılığa düşülmesini olumsuzlamıştı (42/14). Ve Kitapta, ihtilaflardan arınma yolunun Allah'a ve Rasul'üne yönelmek olduğu gösteriliyordu (4/59). Ayrıca kendilerine apaçık ayetler sunulduğu halde ihtilaflardan vazgeçmeyenleri kötü bir akibetin beklediği hatırlatılıyordu (3/105).

Rasulullah hayatta iken müslümanlar arasında bölünmelere neden olacak herhangi bir ihtilaf olmadı. Rasulullah müslümanların öğretmeni ve önderi idi. Ona itaat etmek müslüman olabilmenin zorunlu gereği idi (4/64). O müslümanlar arasında Allah'ın Kitabı ile hükmediyordu (4/105), onlara vahyin anlaşılması ve yaşanması hususunda şahitlik yapıyordu (2/143). Ve onun döneminde müslümanlar vasat bir ümmet olarak vahdeti oluşturmuşlar ve insanlara tevhidi hakikatlerin şahitliğini sosyal yaşam içinde gösterebilmişlerdi. Bununla birlikte Kur'an'ın mesajı evrenseldi. O her dönemde ve her iklimde yaşanabilecek vahyi ilkeler ve emirler diziniydi. Müslümanların daha sonraki dönemlerde de Kur'an'ın bildirdiği ve Rasulullah'ın uygulamasını gösterdiği doğrultuda; Allah'a topluca kulluk yapmak, aralarındaki işleri istişare ile halletmek, birlikte rüku etmek, zulüm ve saldırı karşısında topluca tavır almak, birbirlerine karşı merhametli ve bağışlayıcı olmak, kendilerinden olan ulu'l-emirlere uymak, ihtilaflarını Kur'an'ın hakemliğinde çözmek gibi toplumsal sorumlulukları devam etmekteydi. Güçlerin zayıflamaması içîn birbirleriyle çekişmeme!) ve kardeşlik hukuklarına dikkat etmeliydiler (8/46). Dağılıp ayrılmamanın yolu Allah'ın ipine sımsıkı sarılmaktı (3/103).

Ama Hz. Muhammed'in vefatından kısa bir süre sonra müslümanlar da önceki milletlerin başına gelen acı akıbeti yaşamaya başladılar. Ümmetin birlikteliğini zedeleyen bazı olumsuzluklar hissedilmeye başlandı ve peşi sıra vahyin ortaya koyduğu toplumsal yasalar varlığını gösterdi. Zira Rabbimiz kendinde bulunan güzel meziyetleri değiştirmedikçe bir millete verdiği nimeti değiştirmeyeceğini bildirmekteydi (8/53). Günümüzde olduğu gibi islam tarihi içinde de sürekli olarak gündeme getirilen "vahdet" konusu, aynı zamanda yitirilen bir birlikteliğin de ifadesi oluyordu.

ilk dönemlerde müslümanların coğrafi olarak çok hızlı bir biçimde yaygınlaşmaları, Kur'ani eğitimin ve kültürün o bölgelerdeki yaygınlaşmasını aynı hız ölçüsünde gerçekleştiremedi. Müslümanların kuvvet bulduğu ilk dönemlerde İslam'a girmek isteyen bedeviler konusundaki vahyi uyarı öğreticiydi: «Bedeviler dedi ki: "İman ettik." De ki: "Siz iman etmediniz, ancak 'İslam olduk' deyin. iman henüz kalplerinize girmiş değildir. Eğer Allah'a ve Rasulü'ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiç bir şeyi eksiltmez. Hiç şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir." Mümin olanlar, ancak o kimselerdir ki, onlar, Allah'a ve Rasulü'ne iman ettiler, sonra hiç bir kuşkuya kapılmadan Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler, işte onlar, sadık olanların ta kendileridir." (49/Hucurat, 14-15). Sonraları ise İslam'a yeni giren kişilerin atalarından öğrendikleri pagan anlayışları yeni kimliklerine taşımalarını giderici yaygın eğitim politikaları üretilemedi.

Bu vakıa yanında Kur'an nassları ile karşılaşılan olaylar arasında bağ kurma yetisine sahip yetenekli ve muttaki kişiler yönetimde etkin olamadılar. Kısa bir süre sonra emanet, ehline verilip işler istişare ile idare edileceğine, yönetim, saltanat gibi cahili bir kurumun tasallutu altına girdi. Cahili kültür ve kişisel ihtiraslar insanları Kur'an'ın aydınlığı karşısında köreltti. Müslümanların bazıları Kitab'ı okudukları halde Yahudi ve Hıristiyanlar gibi birbirlerini doğru bir temel üzerinde olmamakla suçlamaya başladılar (3/113). Bazıları da ellerinde vahiy bilgisini tutmalarına rağmen çekememezlik yüzünden birbirlerine düştüler (42/14). Kur'an'ın sunduğu kolaylık ve anlaşılırlık imkanları içinde vahye teslim olunacağına, farklılaşan değerler, cahili arzular, beşeri anlayışlar kendilerini Kur'an'la ifade etmeye çalıştılar. Bu noktadan sonra Kur'an'ın parça parça edilmesi (15/91) söz konusu idi.

Hicri birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü asırlarda "Makalat", "Firak", "Mile! ve Nihal" başlıklarıyla fırkalaşmaların ifadesi olan kitaplar yazıldı. Bu kitaplarda ümmetin bölünen parçaları kendi fırkalarının tezlerini oluşturmaya ve nassları kendi tezleri doğrultusunda tefsir etmeye gayret ettiler. Sosyal konumları vahyi ölçüler belirleyeceğine, vahyi ölçüler ve Hz. Muhammed'in sünneti, Kur'an ve Sünnet müdafaası iddiası altında önceden kazanılmış veya gasbedilmiş sosyal konumlara göre yorumlanmaya başlandı. Artık çoğu kişi için nassların yönlendiriciliği değil, nassların yönlendirilmesi söz konusu idi. Heva ve hevesler ön plana çıktı. Dillerini Allah'ın ayetleriyle eğip bükenler (3/78) çoğaldı. Kelimelerin yerleri değiştirildi (5/41). Allah'ın ayetlerini gizlemeye cüret edenler tövbe edip Rabbimizden af dileyeceklerine, lanetleneceklerini bile bile (2/159) bu tavırlarına gerekçe olacak bazı lafızlara yeni istilahi anlamlar yüklediler.

Rasulullah'm irtihalinden bir süre sonra, öncelikle toplumsal yönetimi ellerinde tutan kişileri doğrudan ilgilendiren "fısk". "zulüm", "iman", "adalet", "kader" gibi akaidi boyutu olan kavramların yorumlanmasında kötü niyetlerin ve cahili kültürlerin saptırıcılığı devreye girdi. Bu tartışmalar, kesin bilgiden ve vakıadan uzak olarak soyut ve Kur'ani ölçülerle çelişen bir tarzda kelami, felsefi, tasavvufi tartışma boyutlarına uzadı. Gaybın bilgi ve anahtarları Allah'ın yanında iken, gaybi konularda farazi tartışmalar ve içtihadlar yapıldı. Allah Kitab'ında itikadi konularla ilgili yeterli bilgi ve ölçü vermiş iken, bununla yetinmeyenler, farazi içtihatlarından doğan itikadi mezhepleriyle müslümanların bölünmüşlüğünü daha da artırdılar.

Sözkonusu olumsuzluklar yanında her fırka «fırka-i naciye» olduğu iddiasıyla diğer grupları dışlama ve tekfir etme hastalığına yakalandı, işbaşına geldikten sonra bozgunculuk yapan (2/205) iktidar sahipleriyle mücadele etmek ve zulmedenlere eğilim göstermemek (11/113) gibi yükümlülüklerini müslümanların çoğu unuttu. Yüce Rabbimiz tabii ki bozgunculuk yapanı ıslah edenden ayırt edecekti (2/220). işlerini kendi aralarında farklı kitaplar halinde parçalayıp-bölenler (23/53) gibi Kur'an'ı terkedilmiş (25/30) bir durumda bırakanlar, yaptıkları haksızlıklardan sonra tevbe edip hallerini ıslah edeceklerine (5/39), diğer grupları bid'atçılık ve bozgunculukla suçlamaya devam ettiler. Ayrılıklar katmerleşti. islam tarihi ile ilgili rivayetlere bakılacak olursa, öyle anlar yaşandı ki, küffar karşısında dökülecek kanlar, adeta iç savaşa dönüşen mezhep kavgalarında heder edilir oldu. Ümmetin dirlik ve düzenliği bozuldu. Ümmet bilincini yaşatan tevhidi inanç, İslam dünyasında görünebilir bir şekilde toplumsal gücünü yitirdi. Rabbimizin «Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin.» (42/12) hitabıyla yaptığı tavsiyeye uyulmadı. Birbirleriyle çekişen müslümanlar çözülüp yılgınlaştılar. Rüzgarları kesildi (8/46).

Ama her dönemde bozukluklar, çetin ve olumsuz şartlar karşısında topukları üzerinde geriye dönmeyen, Allah'ın ipine sımsıkı sarılan, salih amellerine devam eden ve tevhidi mücadelenin yılmaz taşıyıcılığını yapan muvahhid ve inkılapçı insanlar var olageldi. Onlar ümmetin en hayırlıları idiler (98/7). Lakin onlar uzun bir dönem toplumsal değişimi (13/11) sağlayabilecek yeterli bir oluşumu gerçekleştiremediler. Fakat bununla birlikte Allah'ın kitabı önündeki engelleri kaldırmak ve tevhidi duyarlılığı taşıyıp-yaygınlaştırmak konusunda çok önemli adımlar attılar. Bu adımlar sayesindedir ki Kur'an'ın, hayatımızın bütün alanlarını yönlendiren, okunur-anlaşılır bir kitap olduğu; islam'a olan şekli bağlılıklarla müslüman kimliği taşıyan insanların yeniden ıslahı, bilinçlendirilmesi; ve vahdet sorunu, birliğini kaybetmiş ve batılı kafir güçlerin fikri, siyasi, ekonomik alanlarda fiili kuşatması altına girmiş islam coğrafyasının gündemini oluşturmaya başladı. Ve artık müslümanların gaflet ve cahilliklerinden yararlanan dünya egemen şirk güçleri ve yerli sultaları eskisi kadar rahat değillerdi. Egemenlikleri tehlikeye girebilirdi. Bunun için de, İslami uyanışı sindirmeli ve İslami hareketi bölmeli idiler.

Fakat bugün müslümanların var olan farklılıklarının ve ayrılıkların nedenleri iyi kavranmalıdır. Bugün insanlığın islam'a, müslümanların da birliğe şiddetle ihtiyacı var. Tabii ki "vahdet" soyut temennilerle kurulmaz. Vahdet, var olan ayrılıklardan uzaklaşma emelini içermekle birlikte, ayrılıkların üreme kaynaklarını kurutmayı da amaçlamalıdır. O halde ayrılıkların kaynakları yani hastalığın nedenleri iyi teşhis edilmelidir. Bugün muvahhid ve inkılapçı bir yöneliş içinde olan müslümanların ve İslami hareketlerin aralarında var olan farklılıkların temel nedeni emperyalist güçlerin desiseleri değildir. Temel neden: Yukarıda ayetler ışığında değindiğimiz ayrılıklar ve tarihi arka plândır.

Kültürümüzü, alışkanlıklarımızı, duygularımızı Kur'an'ın aydınlığıyla tarihi karanlıkların tasallutundan ve bencilliklerden arındırmalı, aynı tarih içinde güç bulan her türlü şirkin, zulmün ve haksızlığın karşısında yükselen tevhidi mücadele çizgisini iyi kavramalı ve bu çizgiyi kalınlaştırarak daha da yaygınlaştırmalıyız. Allah, ayrılığa düşülen konularda Kıyamet Günü hükmünü verecektir (22/69). Ayrılıklardan kurtulabilmek için topluca Allah'ın ipine sarılmalıyız ve bölünmemeliyiz (3/103).

«Bu, benim dosdoğru olan yolumdur, şu halde ona uyun. Sizi O'nun yolundan ayıracak yollara uymayın.» (6/En'am,153)

«Bu indirdiğimiz mübarek bir Kitap'tır. Şu halde ona uyun ve korkup-sakının. Umulur ki esirgenirsiniz.»
(6/En'am,155)


Yoldaki İşaretler (Özet)

 

 

 

 

(Seyyid Kutup'un "Yoldaki İşaretler" isimli Kitabının özetidir)

Günümüzde insanlık tam bir ateş çukurunun kenarında durmaktadır. Bu durum hastalığının kendisi değil sadece belirtisidir. İnsanlığın bu duruma gelmesinin asıl sebebi, sağlıklı bir hayat nizamı kuran ve geliştiren "değerler sisteminin iflas etmesidir.

Batı dünyası tüm insanlığı kuşatan cihanşümul bir hayat nizamı kurmak şöyle dursun kendi varoluş gayesini kendisine bile kanıtlayamamaktadır. Nitekim demokrasi efsanesinin iflasıyla yüz yüze gelmesi toplumculuk (sosyalizm) adı altında doğu dünyasına özgü olan rejim biçimini ödünç almak zorunda bıraktı onu.

Bu tün beşeri düzenlerin hemen hemen hepsi insan fıtratına aykırıdır. Bu yüzden kokuşmuş ya da uzun süre baskıcı rejimlerin uyguladığı otoriter ortamlarda gelişebilir ancak.

İnsanlık için yeni bir dünya düzeni artık zorunlu ... Çünkü batılı adamın tüm insanlığı yönetmesi son bulmak üzere. Bu batı uygarlığını iktisadi ve askeri açıdan güçsüz duruma düşmesinden dolayı ortaya çıkan bir sonuç değil, aksine batılı adamın insanlığı yönetmesine imkan veren "değerler düzeni" ne sahip olamamasından kaynaklanmaktadır.

İşte bütün bu sayılan değerlere sahip yeni dünya düzeni olamaya layık tek sistem İslam"dır.

Yine bu dönemde ortaya çıkan bölgecilik ulusalcılık gibi bölgesel temellere dayalı toplumsal çıkışlar da fonksiyonunu tamamlamıştır; onlarından insanlığa sunacağı bir şey yok. Son tahlil de bireyci ve toplumcu düzenler de iflas bayrağını çekti.

En zor anların yaşandığı bir dönemde insanlığa yeni bir dünya düzeni sunmak için sahneye çıkma sırası artık İslam"a gelmiştir. Bu dönem artık ümmet dönemidir. Allah"ın yeryüzündeki iradesini gerçekleştirmek için seçip çıkarılan "Müslüman ümmet" dönemi.

Dönem İslam dönemi ancak bir ümmet bir toplum içinde biçimlenmedikçe işlevini yerine getiremez İslam... İslam ümmeti hayatları düşünceleri tutum ve davranışları örgütleri değerleri ve değer yargıları... bunların tamamı İslam metoddan kaynaklanan insan topluluğudur. Bu niteliklere sahip ümmet Allah'ın şartlarına göre yönetim biçimi yeryüzünün tamamından kaldırıldığından beri varlığını yitirmiştir.

İslam'ın bir kez daha insanlığa "yeni bir dünya düzeni" sunma konusundaki yüce işlevini yerine getirebilmesi için bu ümmete yeniden varlığını kazandırmak gerekir. İslam la ve islami metotla yakından uzaktan alakası olmayan fosil haline gelmiş nesiller düşünceler tutum ve davranışlar düzenler .. tarafından yok edilen bu ümmet kavramının yeniden diriltilmesi mecburidir.

Yeniden yaratılış girişimi ile "yönetim"i ele geçirmek arasındaki mesafenin ne denli uzak olduğunun bilincindeyim. Çünkü İslam ümmeti uzun zamandır varlığını yitirmiştir. Onun alanı boş bırakması ile insanlığın yönetimini yıllarca başka düşünceler başka milletler başka dünya görüşleri almıştır.

Günümüz dünyası yaşamı düzenleyen dinamikler ve sistemlerin dayandığı kaynak açısından tam bir cahiliyleyi yaşıyor. Bu cahilliye Allah'ın yeryüzündeki otoritesine özellikle uluhiyet haklarına saldırı temeli üzerine kurulmuştur. özellikle Allah'ın hakmiyet ine saldırı temeline...Söz konusu cahili anlayış otoritesini insanlığa dayandırır. İnsanların bir kısmını bir kısmına rabb yapar.

Sosyalist düzenlerde insanların topluca ihanete uğraması kapitalist düzenlerde bireyin ve toplumun sömürge ve sermayenin baskısı altında kalarak zulüm görmesi Allah'ın otoritesine saldırının ve Allah'ın insana bağışladığı kutsallığı yadırgamanın ortaya çıkardığı sonuçtan başka bişey değildir.

İslami diriliş hareketi nasıl başlayacaktır? Öncelikle bu işe bütün benliği ile karar vermiş ve bu yola baş koymuş bir öncü topluluk .. Yeryüzünün tümünde zorbalığını bütün şiddeti ile uygulayan cahilliye hayatına son vermeye kararlı bir topluluk... yeryüzünü kuşatan bu cahiliyeden uzak durmaya çalışırken öte taraftan belirli bir biçimde onunla ilişkide olmayı savsaklamayan bir topluluk...

"O'nun ahlakı Kuran dı" (Nesei) Bu durumda söz konusu ilk neslin susuzluğunu giderdiği eğitildiği ve kişiliğini biçimlendirdiği yegane kaynak Kuran'dı. Bunun böyle olması o dönemde yaşayan insanlığın medeniyetsiz kültürsüz bilgisiz kitapsız ve eğitimsiz oluşundan değildi. Kesinlikle!

Allah Resulü , yüreği bütün pisliklerden arınmış yepyeni bir nesil yaratmak istiyordu. Beyni düşüncesi ve bilinci Kuran'ın içerdiği ilahi yöntemden başka şeylerden tamamen arınmış saf arı-duru bir nesil...İşte o nesil sadece ve sadece bu kaynaktan susuzluğunu gideren bir nesildi. Tarihteki eşsizlik bu yüzdendi.

Sonra ne oldu ? Kaynaklar karıştı safiyet bozuldu! Bu neslin ardından gelen kuşakların beslenme kaynaklarına gerek felsefesi ve mantığı , Pres efsaneleri ve düşünce biçimleri yahudi israiliyatı ve hristiyanlık mistizmi, bunların dışında kalan diğer kültür ve medeniyetlerin tortuları karıştı.

Bütün bu sayılan kültür ve medeniyet öğeleri Kuran tefsirlerine, kelam ilmine, fıkıh ve fıkıh metodolojisine bulaştırıldı. O nesilden sonra gelen bütün nesiller bu bulanık kaynaktan beslendiler. İşte bundan dolayı o ayarda ikinci bir nesil gelmedi. O nesil ile öteki nesiller arasında açık farklılıktaki birincil faktörün kaynakta meydana gelen bu bulanıklıkta olduğunda kuşku yoktur.

İlk dönemin eşsiz nesli Kuran"ı, bilgilerini görgülerini kültürlerini arttırmak müzikal bir zevk almak yada dünyasal bir çıkar sağlamak için okumuyorlardı. Kur'an'ı kendisiyle kültür edinen ilim ve fıkhı konularda dağarcık dolduran bir kaynak olarak algılamıyorlardı. Onlar Kuran'ı Allah'ın buyruğu olarak algılıyorlardı ve bu buyruğu savaş alanındaki asker gibi duyar duymaz uyguluyorlardı. Kuran Mushaf sayfalarında yazılı veya zihinde ezberlenmiş bir halde kalmayıp adeta yaşanan bir kültür haline gelmişti. Kısacası Kuran , yaşamın seyrini tamamen kendi çizdiği plana göre değiştirmişti. Kuşkusuz Kuran kendisine bu şekilde yaklaşan ruha açar zenginliklerini.

 

İlk neslin yaşadığı dönemde kişi İslam'a girdiği zaman cahiliye dönemindeki geçmişini islamın eşiği önünde tamamen bırakıyordu. Kişi islama girdiği andan itibaren hayatında yepyeni bir sayfa açıldığını biliyordu. Nefsine yenildiğinde geçmişteki kötü alışkanlıkların albenisine kapıldığında .. bir zayıflık hissettiğinde derhal bu tutumunun yanlış olduğunun farkına varır ve hemen Kuran'ın getirdiği hidayet üzere yaşamaya yönelirdi.

Ayrıca cahili bir çevreden gelenek ve görenekten dünya görüşünden ilişkiler sisteminden tamamen soyutlanma söz konusu idi burada. Şirk akidesinden sıyrılmak tevhid akidesini ; cahili dünya görüşünden ayrılmak ise islamın dünya görüşünü ve varlık anlayışını meydana getiriyordu. Bütün bu sıyrılmalar islami bir toplumu meydana getiriyordu.

İşte burası bir nevi yolların ayrıldığı bir kavşak noktasıdır. Yolda yürüyüşün başlangıç noktası... yeni yoldaki yürüyüşe , bu noktadan başlanacaktı. cahiliyye toplumunun koyduğu gelenekler orada hakim olan düşünceler ve değerler sisteminin dayattığı bütün baskıların etkisinden kurtulmanın hafifliği ile çıkılan yepyeni bir yürüyüş.

Bu yürüyüş sırasında müslüman kişi işkence ve aldatmacadan başka bir şeyle karşılaşmıyordu. Ne var ki o kendi benliğinde kesin kararını vermişti ; bu yolda yürüyecek ve menzile ulaşacaktı sonunda. Cahiliyye düşüncesinin dayatmaları cahili toplum geleneklerinin zorlaması artık onu yolundan çeviremezdi.

Öyle ise islami hareket yöntemi gereği ilk önce yapmamız gereken nedir? Öncelikle İslami hareketin oluşum sürecinde şu an yaşadığımız ve kendisine dayandığımız cahiliyyenin bütün etkilerinden sıyrılmalıyız. Ardından ilk neslin dayandığı ve beslendiği her türlü şaibeden arınmış saf kaynağa dönmekle işe başlamalıyız.

O kaynağa yöneldiğimizde salt araştırma, dünyasal bir yarar ve haz elde etme tutkusu ile değil uygulama ve eyleme dökme bilinci ile döneceğiz. Kuran'da ki kıyamet sahnelerine vicdanlara nüfuz eden olağanüstü mantığına ve araştırmacıların aradıkları bütün ilmi zevklere tanık olacağız. Fakat bütün bunlarla birincil hedefimiz olmadan karşılaşacağız. bizim birincil hedefimiz Kuran'ın bizden istediği hareketler olacaktır.

Birinci vazifemiz şu içinde yaşadığımız toplumun değerler sistemini değiştirmektir. Bunun için önce kendimizi değiştirmeliyiz. Yolun yarısında karşılaşacağımız az yada çok değerlerimizden ve düşüncelerimizden dönmememiz ödün vermememiz gerekir.

Bu yolda elbet zorluk ve sıkıntılarla karşılaşacağız. Bu yol bize ödenmesi zor bir fatura sunacaktır. Ancak ilahi bağışa mahzar oldukları bizzat Allah tarafından onaylanan cahili yöntem karşısında kendisine yardım edilen ilk neslin yolunda yürümek arzusu ile bu yola girdikten sonra başka seçeneğimiz yoktur. İlk nesil gibi biz de bu cahiliyle bataklığından çıkabilmemiz için metodumuz bilmemiz gerekecektir.

Kuran'ın Mekke de inen bölümü Allah Resulü ne 13 yıl boyunca tek meseleden söz etti. Sunuş biçimi tekrarlanmadan kesinlikle değişmeyen tek meseleden... "uluhiyet-Rububiyet! (ilahlık ve kulluk) ve bunların arasındaki ilişki anlatılıyordu. Akide (inanç) meselesiydi bu.

Kuran'ın Mekke de inen bölümü insana kendi varoluş sırrını yanı sıra onu çevreleyen varlık aleminin varoluş sırrını da açıklıyordu. Kuran bunu yapmakla kalmıyor insana kim olduğunu nereden geldiğini niçin geldiğini işin sonunda nereye gideceğini ; onu yokluk ve bilinmezlikler diyarından kimin çıkarıp getirdiğini ve kimin tekrar geri götüreceğini vardığı yerde sonunun ne olacağını da soruyordu.

Bunlardan başka sorularda yöneltiyordu insana ; görerek ve hissedilerek algılandığında şu varlık alemi nedir? Gizemlerle dolu bu alemi kim yarattı onu kim idare ediyor , kim onu evirip çeviriyor? Kuran bununda da kalmıyor, insana bu varoluş aleminin yegane yaratıcısı ve evrenle nasıl bir ilişki içinde olacağını öğrettiği gibi kulların birbirleri ile olacak ilişkilerini de enine boyuna açıklıyordu.

Allah bu meselenin gereği gibi açıklandığında, insanoğulları arasından seçip çıkardığı seçkin insanların yüreğinde sarsılmaz bir biçimde yerleştiğine kesin kanaat getirinceye dek Kuran Mekke de inen bölümünde bu temel meseleden çıkıp hayatın detayına ilişkin konuların üzerine bina edileceği ilkeler manzumesinin düzenlenmesine geçmedi. Çünkü Allah bu dini bu temel meselenin üzerine kurmayı planlamıştı.

Şöyle denilebilirdi: Risaletten 15 yıl önce Hacer-i Esved taşının yerine konulması meselesinde hakem tayin edildiğinde verdiği hükümden memnun olunan çevresinde sadık ve emin lakablarıyla tanınan Hz. Muhammed içsel tartışmaların yiyip bitirdiği arap kabilelerini bir araya getirerek kuzeyden Rumların güneyden Pers'lerin gasbettikleri toplarakları işgal altından kurtarmak için "Arap ulusçuluğu" hareketi başlatabilirdi.

Ve böylece orada hüküm süren egemen güçlerden 13 yıl boyunca gördüğü sert tepkiler sonucu çektiği sıkıntıları çekmezdi; araplar böyle bir çağrıyı hep birlikte kabul ederdi.

Şöyle de denilebilirdi : Hz. Muhammed arap ulusuna yaptığı çağrıyla liderlik makamına oturur ipleri eline aldıktan sonra her türlü güce sahip olurdu. Bu gücünü önce insani egemenliğine boyun eğdikten sonra insanların Rabblerine ibadet etmelerini sağlama tevhid in kökleştirilmesini sağlamaya yönelik kullanabilirdi.

Ne varki Alim ve Hakim olan Allah , elçisini böyle bir amaca yöneltmedi. Bilakis onu ve onunla birlikte olan bir avuç güçsüz inanmışı "Lailahe illallah'ı açıktan haykırmaya karşısında başlarına gelecek meşakkatlere katlanmaları yönüne yöneltmeyi yeğledi.

Yüce Allah milliyetçilik ülküsü ile ortaya çıkmanın ve insanları buna çağırmanın doğru bir yol olmadığını biliyordu. Ülkenin gaspedilen topraklarını Rum ve Pers tağutlarının elinden kurtarıp bir arap tağutuna teslim etmek çözüm değildir. Adı sanı ne olursa olsun tağutun hepsi tağuttur.Yeryüzü Allah'ın mülküdür, O nun adına kurtarılması gerekir. Üzerine "Lailaheillallah" bayrağı çekilmeyen hiç bir toprak parçası Allah adına kurtarılmış değildir...

Allah Resulu bu dinle gönderildiği sırada arap toplumu servet dağılımı ve eşitlik yönünden son derece kötü bir durumda idi. Küçük çaplı mutlu bir azınlık ticaret ve mal edinme imkanlarını elinde bulunduruyordu. faize dayalı ticari işlemlerle mal üzerine mal yığıyordu. Geriye kalan devasa çoğunluk ise açlık ve yoksulluktan başka hiçbir şeye sahip değildi.

Burada şu denilebilirdi : Hz. Muhammed toplumculuk adına bayrak açarak, soylu ve sömürücü sınıfa karşı ezilen sınıfları yanına çekerek onlara karşı savaş açabilirdi; ezilenleri , yaşadıkları olumsuz koşulları değiştirmeye, zenginlerden alıp fakirlere vermeye yönelik bir amaca hizmet etmeye çağırabilirdi.

Devasa çoğunluk işlerine gelen daveti kabul ettikten sonra Hz. Muhammed onların başına geçtikten sonra dizginleri eline alır ardından mutlu azınlık dediğimiz sınıfı da yenilgiye uğratarak liderlik gücünü iyice pekiştirebilirdi. Daha sonra elde ettiği bu otoriteyi kullanarak Rabbinin kendisine verdiği Tevhid akidesini yerleştirmede kullanabilirdi.

Ne var ki Alim ve Hakim olan Allah onun böyle bir yöntem kullanmasına izin vermedi.Toplumda sosyal adalet anlayışı her şeyi Allah'a dayandıran herşeyi O'na iade eden Allah'ın insanlara eşit olarak dağıttığı şeyleri gönül rızası ile kabullenen kapsayıcı bir itikadi anlayıştan kaynaklanmalıydı. Böylece toplumda sağlıklı bir sosyal dayanışma meydana gelebilir.

O dönem de yaşayan müşrikler ahlaken erozyona uğramışlardı. Ahlaki değerleri çökmüştü. Cahiliye dönemindeki evlilik türleri de buna bir örnektir. Buna binaen şöyle denilebilirdi : Ahlaki açıdan bu denli çöküntüye uğramış bir toplum içersinde Hz. Muhammed bu yeni daveti ahlaki değerleri güçlendirerek toplumun temizlenmesini ve insanların nefislerini temizlemeyi amaçlayan ahlaki bir reforma davet etme biçiminde de sunabilirdi.

Hz. Muhammed temiz vicdanlı kimselerin dikkatini çekebilirdi. Bir grup bu daveti kabul ederdi. Bu sayede onlar ahlaklarını ruhlarını iyice temizleyerek yeni sunulan akide modelini kabullenmeye ve sorumluluğunu taşımaya en yakın insanlar olurlardı. Daha sonra "Lailaheillallah" çağrısına öylesine sert tepki ile karşılık vermezlerdi.

Ancak bu da çıkar yol değildir. Sağlıklı bir ahlak modeli , değerler sistemi kuran bir akide temeline dayandırılabilirdi ancak. Bunun dışında kalan bir temele dayandırılması mümkün değildir.Bu akide anlayışı aynı zamanda bu ölçülerin ve değerler sisteminin üzerine kurulacağı siyasal bir otoriteyi de yerleştirir. Böyle bir otorite kendisine bağlı olanları ödüllendirme diğerlerini ise cezalandırma hakkına sahip olabilir. Söz konusu akide anlayışı yerleştirilmeden kurulan sınırlı siyasal otoritenin gölgesi altında kurulacak değerler sisteminin , ölçülerin ve ahlaksal yapıların tamamı kuralsız, otoritesiz ve yaptırımsız olurdu.

Zorlu mücadeleler ardından böylesi bir akide anlayışı hakim oldu. İnsanlar kula kulluktan nefsin egemenliğine boyun eğme zilletinden kurtulduğunda "Lailaheillallah" yüreklere iyice yerleştiğinde bu saydıklarımızı Cenabı Hak bu akideye gönül verenlere nasip etti.

Arap yarımadası Bizans ve Pers egemenliğinden temizlendi. Ancak temizlenme hareketi arap ulusunun kendi egemenliği adına değil sadece Allah'ın egemenliğinin yerleştirilmesi adına yapılmıştı. Sosyal adalet bayrağı sadece Allah adına dalgalandı. Belli bir ırkı temsil etmediği sadece bu akideye gönül verenlerin altında toplandığı için bayrağa şu ibare yazılıyordu : "Lailaheillallah"

Ahlaklar tertemiz oldu. Herhangi bir yaptırıma gerek duyulmadan gerçekleşti bunlar. Çünki insanlaır denetim altında tutan mekanizma onların vicdanlarına yerleştirildi.Böylece insanlık, ahlaki alan dahil hayatının bütün alanlarında daha önce eşine rastlanılmayan yücelikte bir yüceliğe sahip bir düzen kurmayı başardı. Zirveye ulaşt. İslamın gölgesinde yaşamanın dışında kimse bu zirveye ulaşamayacaktır.

 

Bu yüce gaye yi gerçekleştirmek için uygulanacak en kutsal metod davete o dönemde başlanıldığı gibi başlamaktan başka birşey değildir. Davet adına sadece "Lailheillallah" bayrağını yükseltmek onun yanısıra başka bayrakları yükseltmemek. Davet mücadelesinde görünürde son derece zor olan bu yolda yürümekten başka yapılacak birşey yoltur. Bu mücadele de ilk adım olarak ulusçuluğa , toplumculuğa , ahlakçılığa davetle başlansaydı "Lailheillallah" bayrağı yerine başka bayraklar yükseltilirdi.

Bu din tamamen aktif harekete dayalı eylemsel bir dindir. Yaşamın bütün evrelerine realitelerine kendi emri ile ya onaylar ya dönüştürür ya da kökünden değiştirir. Bundan dolayı Başlangıçta yalnız Allah'ın egemenliğini tanıyan toplumlarda fiili bir olayla karşılaşılmasının dışında yasa koymaz. O sadece varsayımlarla uğraşan bir kuramlar dizgesi değildir. Yalnızca vakıa ile ilgilenen reel bir yöntemdir o.

Kuran bu inanç beraberliği ile sıcak bir savasın içine giriyordu. Yaşayan insan unsurunun vicdanları üzerine abanarak onları görevlerini icra etmekten alıkoyan geçmişin birikintileri ile girilen bir savaş...

Müslüman toplumun vicdanlarına kendi akidesini yerleştiren Kuran bir yandan bu Müslüman toplumu çepeçevre kuşatan cahiliye tortularının inanan insan unsurunun vicdanlarının benliklerinin derinliklerindeki kalıntılarına karşı savaşıyordu. Fakat inanç sisteminin yeniden kurulması aşamasının uzun süreli olması, atılan adımların yavaş yavaş ve emin olması da mecburidir.

Kuran'ın akide sistemini kurmak için 13 sene geçirmesi onun ilk kez inmesinden ötürü değildi. Kesinlikle , eğer Allah dileseydi bu Kuran ı bir kerede tamamen indirir ardından seslendiği kitleyi 13 yıldan uzun veya kısa bir süre İslami kura'ı kavrayabilsinler diye onu incelemeleri hususunda serbest bırakırdı.

Allah c.c. istiyordu ki bu akideye uygun cemaat ve hareket kurulsun ; akide de bu cemaat ve hareketle birlikte sistemleşsin... O istiyordu ki akide , aktif hareket edebilen bir toplumun dinamik bir biçimi olsun ; fiili olarak hareket edebilen bu cemaat, akide için somut hale gelen bir yapı teşkil etsin.

Allah c.c. biliyordu ki bir gecede bu nitelikleri taşıyan bir cemaat meydana gelmez

Bizi çevreleyen cahiliyye, bazı ihlaslı İslam davetçilerinin sinirsel yapılarını bozmak için zaman zaman şu sorularla köşeye sıkıştırmak istemektedirler : Kendisine çağırdığınız orijinal düzeninizin detayları nelerdir? onu uygulayabilmek için çağdaş araştırma yöntemlerine uygun hangi bilimsel araştırmaları gerçekleştirdiniz? Hangi hukuki bulgular elde ettiniz? ... sanki günümüzde İslam şeriatını icra etmek için insanların tek eksiği İslam fıkhını araştırmak ve fıkhı hükümler çıkartmakmış gibi ! sanki insanlar Allah'ın egemenliğine tamamen teslim olmuş da sadece çağdaş araştırmalarla fıkhı hükümler çıkartabilecek müçtehitler bulamıyorlar!!

Cahili sistemin bu dayatmasındaki asıl amacı Allah'ın şeriatını bir köşeye atarak insanın insana kulluğunu yürürlükte tutmayı sürdürebilmek için kendisine bir gerekçe bulmak yada islami gelişimin boyutlarını yaşanan islami hayatın gerçek sorunlarına karşı çözümler ve yasal düzenlemeler üretmelerini sabote etmekten başka bir şey değildir.

Müslüman'a gereken bu tür oyunlara gelmemek bu tür oyunları aşmak Allah'ın sistemi dışında kalan bütün sistemleri reddetmektir. Bu tür oyunlar gülünesi oyunlardır.Kuşkusuz İslam da yöntem hakikatle özdeştir. Kesinlikle birbirinden ayırdedilemez. ""Şüphesiz bu Kuran en doğru ya götürür..."" isra 9

Allah Resulü Hz. Muhammed sayesinde gerçekleştirilen İslam'a davet hareketi yüce elçiler yönteminde yürütülen uzun süreli davet zincirinin son halkasını oluşturur. İnsanlık tarihi boyunca yürütülen bu davet hareketi tek bir amacı gerçekleştirmeyi hedefliyordu "insanlara tek olan ilahlarını ve Hak olan Rabb'lerini tanıtmak yaratılmışların Rabb'liğini kaldırmak

Söz konusu topluluk aktif, organize bir yapı kazanarak varlığını iyice kökleştirmeli alanını iyice genişletmeli varlığına kasteden şer güçlere karşı toplumca direnmeli bütün bu savaşın ve etkinliklerin cahiliyye toplumundan bağımsız kendi özgün İslam toplumunun yöntemi altında gerçekleştirmelidir.

İşte öz fakat kapsamlı teorik temellerde ifadesini bulan İslam, ilk andan itibaren ancak böyle bir organik aktif cahiliyye toplumundan tamamen bağımsız ve bu topluma sürekli direnen canlı bir toplulukta temsil edilebilir. Böyle fiili varlıktan soyutlanmış salt kuram biçiminde varolması kesinlikle mümkün değildir.

Tarih içinden bir kaç örnek verelim : Roma imparatorluğu ; eski çağda en ünlü insan topluluklarının bir araya gelerek oluşturduğu bir toplum yapısına sahipti. Bu imparatorluk çeşitli uyrukları ve renkleri bir araya getirmişti ne var ki bu toplum insanilik bağları ile bağlanmış bir toplum değildi. Akide gibi yüce bir değerle canlılık kazanmamıştı. İmparatorluğun her köşesinde toplumsan yapı senyor-serf (efendi - köle) sınıflaşması temeline dayalıydı.

İngliz imparatorluğu ; Roma imp. luğundan farklı bir yapıya sahip değil çünkü onun mirasçısı. İmparatorluğun yönetimi ingliz ulusu egemenliğindedir. Yönetim altında bulunan "deminyonları" bir müstemleke zihniyeti ile sömürüyorlar. Fransız Portekiz , İspanyol imparatorlukları hepsi de düşük iğrenç ve utanç verici toplumsal düzeylere sahip imparatorluklardı.

Kominizim de uyruk millet bölge dil ve renk gibi engelleri aşarak kendine özgü bir toplum kurmak istedi. Ancak kurduğu toplum yapısını tüm yönleri ile insanilik temeli üzerine değil sınıf temeli üzerine kurdu. Roma imp. nda aristokrasi temeline dayalı ise bunda da işçi temeli ne dayalı idi.Kominizim de yeme içme ve cinsellik gibi talepler ön planda idi. Halbuki bu tür ihtiyaçlar hayvanilik taşıyan ihtiyaçlardı. Bundan şu sonuç çıkar Kominizt toplum anlayışı insanlık tarihini sadece yeme içme yollarının araştırılıp incelendiği bir tarih olayı olarak kabul ediyordu.

İslam toplumu ise uyguladığı Rabbani yöntem ile toplumsal yapı içerisinde insanın en özel en özgün özelliklerini ortaya çıkarma geliştirme ve yüceltme etkinliği ile diğer toplumlara özgü toplumculuk bireycilik anlayışından ayrılıyordu. Böylesi asil bir sistem dururken ondan vazgeçip insani yöntemlere sapanlar gerçekte insanlığa düşmandırlar.

"Deki Alem bakımından en çok ziyana uğrayanları bildireyim mi? Dünya hayatında bütün çabaları boşa gitmiş olan ve kendilerine güzel şeyler yaptıklarını sanan kimselerdir..... " " İşte onlar Rabb'lerini ayetlerini ve O'na kavuşmayı inkar eden, bu nedenle yaptıkları boşa çıkmış kimselerdir. Kıyamet günü onlar için bir terazi kurmayacağız. İnkar ettikleri ayetlerimi ve elçilerimi alaya aldıkları için onların cezası cehennemdir."" (Kehf 103 - 106)

İslam düşünce yapılarını ve inanış biçimlerini düzelmek için öncelikle davet ederek ileri çıkar. Bunun ardından insanların vicdanlarına baskı uygulayarak Rabb'lerine kulluktan saptırıp başka şeylerin boyunduruğu altına girmeye zorlayan totaliter teşekkülleri ve onların dayandığı düzenleri ortadan kaldırmak için sözle tebliğ etmenin yanı sıra güç kullanarak ta cihad eder.

İslam öylesine ideal bir harekettir ki fertlerin vicdanlarını ve yüreklerini egemenliği altına almak için kesinlikle zor kullanma yöntemine başvurmaz. Ancak maddi güce dayalı kendi karşıtı otoriter ve totaliter teşekküllerin karşısına çıkarken de sadece açıklama yolu ile tebliğ etmekle yetinmez.

İslam'ın bir özelliği de aktif oluşudur. İslami hareket aşamalı bir harekettir. İslam'ın kendine özgü her aşamaya uygun mücadele araçları vardır. Her aşama yerini kendisini izleyen başka bir aşamaya devreder.

İslam'ın cihad konusunda koyduğu ve uyguladığı yönteme Kuran'i naslardan delil getirme girişiminde bulunan bazı kimseler bunu yaparken cihad konusunun kendine özgü ne yazık ki dikkate almıyorlar. Bu yüzden İslam'ın cihad konusunda uyguladığı yöntemin geçirdiği aşamaların yapısal özelliklerini , değişik Kuran'i nasların bu aşamalarından herhangi birisi ile olan ilişkilerini kavrayamıyorlar. Bundan dolayı söz konusu kimseler cihad konusunda çok büyük yanılgıya düşmekten kendilerini kurtaramıyorlar. Dinin cihad anlayışını tanınmaz bir kılığa sokuyorlar.

Onların böyle bir yanılgıya düşmelerinin başlıca nedeni Kuran'i naslardan her birisini İslam'da nihai kuralları temsil eden nihai nas olarak kabul etmemelerinden kaynaklanıyor.

Akılca ve ruhça yılgınlığa düşmüş bazı kimseler "İslam yalnız savunma amacı ile cihad eder" derler. Böylelikle asıl amacı yeryüzündeki tüm tağutları ve tağuti sistemleri kaldırıp insanların tek Allah a kulluk etmelerini sağlamak onları kula kulluk zilletinden kurtarıp Rabb'lerine kulluk etme izzetine eriştirmek olan İslam'ı asıl amacından yönteminden saptırmakla onu başkalarına (özellikle karşıtlarına) şirin göstereceklerini sanırlar. Halbuki bu din kendi inanç sistemini benimsesinler diye insanlara baskı uygulamaz. Sadece akide sistemi ile insanların arasına girmiş veya girmesi olası engelleri ortadan kaldırır.

Bu din ilk indirildiği gün nasıl ise bu günde öyledir hep öyle kalacaktır. Nitekim İslam'ın ilk indirildiği günlerde Allah Resulü en yakınlarına daha sonra sırası ile kendi kabilesi olan kureyş e çevre kabilelere yarımada da yaşayan tüm Araplara ve son tahlil de tüm insanlığa tek bir şeyi öneriyor ve bunu yapmalarını kendilerinden istiyordu. "kula kulluk etme zilletinden kurtulup tek olan Allah'a ihlas la kulluk etmek..." bu konuda herhangi bir pazarlık yumuşama veya ödün verme diye bir şey yoktur. Din daha sonra mücadele stratejisi için belirlenen başka amaçlara , o aşamalara uygun düşecek araç ve gereçlerle birlikte geçer ve savaşımını bu şekilde sürdürür.

Allah'ın yeryüzündeki hakimiyeti ne ise yönteminde olduğu gibi yeryüzü egemenliğinin (yönetim hakkının) bir takım itibar sahibi din adamları tarafından kullanılmasını ne de "teokrasi" denilen siyasal sistemlerde olduğu gibi tanrılar adına insanları yönetme hakkına sahip olduğunu iddia eden bir takım seçkin insanların yönetime egemen olması biçiminde kurulamaz. Sadece ve sadece Allah'ın şeriatını yürürlüğe koymak açık ve seçik ifadelerle bildirilen ilahi şeriata yerleştirilen ilkelere uygun biçimde bütün işlerin yönetimi top yekun Allah'a bırakılması ile mümkündür.

Tirmizi kaydediyor : adiy b. Hatem den : Adiy Allah elçisinin İslam'a davet mesajı kendisine ulaşınca kurtulurum ümidi ile Şam'a kaçmıştı. Zira o cahiliye döneminde Hıristiyan olmuş birisi idi. Adiy Şam da bulunduğu sıralarda kız kardeşi ve bazı yakınları Müslümanlarca esir alınmıştı. Rasulullah kız kardeşini bağışlayarak Adiy'e azad etmişti. Serbest kalan kadın kardeşinin yanına döner. Ve Adiy'in İslam'a ısınmasına çalışır. Bunun üzerine Adiy Rasulullah'ın yanına gelirken onu gören insanlar onun huzura gelişi hakkında konuşuyordu. Nihayet Adiy boynunda gümüş bir haç ile birlikte Allah huzurunun yanına geldi.

O sırada Raslullah şu ayeti okuyordu :
"" Onlar hahamlarını ve rahiplerini Allah tan başka Rab edindiler..."" tevbe 31

Adiy diyordu ki : Ben bu ayeti duyunca Yahudi ve Hıristiyanların onlara bilfiil tapmadığını söyledim. Bunun üzerine Rasululah :

"Hayır öyle değil. Onlar insanlara Allah'ın helal kıldığını haram, haram kıldığını helal kıldılar (değil mi?) bu onlara kulluk etmeleri anlamına gelir"

Alah elçisi'nin söz konusu ayetle ilgili bu ilginç yorumu yasama ve yürütmede Allah'ın şeriatından başka bir yasal sisteme uymanın insanı Hak din'den çıkaran bir nevi ibadet , böyle yapmanın , insanların birbirini rab edindikleri anlamına geldiğinin kesin kanıtıdır.

Mekke döneminde ve hicretin ilk günlerinde Müslümanların savaştan uzak tutulması şundan dolayı olabilir. Mekke döneminde belirli şartlar içersinde belirli bir kavim belirli bir çevrede eğitilerek gelecek yıllarda daha önemli görevler için hazırlanıyordu. Bu bir

İkinci olarak belirli bir çevrede böylesi bir eğitim verme ve insanları geleceğe hazırlama etkinliğinde bulunmanın başlıca amaçlarından bir tanesi kendisine veya kendisine sığınmış birisine yapılan işkence karşısında sabredebilir bir olgunluk seviyesine ulaştırmak böylelikle onu kendi kişiselliğinden kurtarıp benliğinden soyutlayarak bir daha eski hayatına dönmemeyi yaşamının yegane ilkesi ve ekseni haline getirmek , hayatının bundan sonraki döneminde tutum ve davranışlarını bu yeni olgun kişiliğinin gerekliğine göre düzenlenmesini sağlamaktır.

Bu eğitim sayesinde artık o tutkularına sinirlerine hakim olabilecek yaşamının ilk dönemlerinde doğal yapısından kaynaklanan güdülerle harekete geçmeyecek, heyecanlarına kapılmayacak, doğal yapısında ve tüm hareket ve davranışlarında ılımlı ve esnek olmayı başaracaktır. Ve o insan hayatının her alanında uyması gereken tüzüğe riayet edecektir. Bu teşkilatın kendisine emrettiği ilkelere ters davranışlarda bulunmayacaktır.

İslam'ın ilk yıllarında Mekke de inanan kimselere işkence ve zülmedecek siyasi bir organizasyon yoktu. Sadece hareketin velisi durumundaki insanlar himayesinde bulunan müminleri bıktırma ve usandırma yolu ile bu gayeden vazgeçmelerini sağlamak amacı ile bireysel olarak işkence ediyorlardı. Böyle bir ortamda savaşa izin verilmesi demek Mekke de bulunan her evin bir savaş alanı haline getirilmesi demek olacaktı. hatta bununla da kalınmayacak işte İslam bu dur denilecektir.

İslam'ın gerçekleştirmek istediği asıl amacı insanları benliklerini fesada uğratan seçme hürriyetlerini kayıt altına alan sistemlerin bozucu ve yıkıcı etkilerinden kurtarmaktır. Bu amacı gerçekleştirmek için insanları doğrudan onları bu hale getiren sistemlerle, genel kabul görmüş İslam'a ters dünya görüşleri ile mücadele eder.Onların üzerine saldırır ve onları ortadan kaldırmaya çalışır.

Eğer Allah c.c. Müslüman bir cemaate belirli bir dönem için cihaddan elini çekmesini istemiş ise bu ilke sorunu değil tamamen bir taktik sorunudur. Yani akide ile değildir. Yalnızca hareketin o evrede gerekli kıldığı mecburiyettir.

Bir toplumda insanın insanilik yönü en yüce değer olarak alındığında orada yalnızca insani özelikler onurun ve saygınlığın yegane öğesi sayıldığında işte böyle bir toplum medeni bir toplumdur.

İnsan, milliyet renk ulus ve bölge gibi öğelerin ötesinde de insan olarak kalabilir. Ancak ruh ve fikir öğeleri bir yana bırakıldığında insanın artık insan olarak kalması mümkün değildir. Zira insanın bizzat kendi iradesi , fikrini düşüncesini dünya görüsünü değiştirebilir. Fakat bir ulus içersinde veya dünyanın herhangi bir bölgesinde doğmasına karışamayacağı gibi derisini rengini değiştirme imkanına da sahip değildir.

Bir toplumda hangi biçimde olursa olsun madde en yüce değer olarak kabul edildiğinde bu kabul ediş ister Marksist düşüncenin tarihi yorumlama için koyduğu "diyalektik materyalizm kuramı biçiminde olsun isterde yolunda insani değerlerin ve insani özelliklerin yıkıma uğratıldığı en yüce değer olarak Amerika Avrupa ve diğer kapitalist toplumlarda olduğu gibi "maddi üretim" biçiminde olsun.. Bu tür toplumlar görünürdeki durumları nasıl olursa olsun aslında geri kalmış yada islami ifadeyle "cahili toplumlar" dır.

İslami toplum madde olgusunu hafife almaz. Çünkü bu hem içinde yaşadığımız kainatı meydana getiren temel öğe hem bizi de etkisi içine almış bir realitedir. Allah'ın halifesi olmanın dinamiklerinden birisidir maddi üretim. Fakat İslam toplumu yüksek verimlilik için cahilliye toplumların yerle bir ettiği en yüce değerlerin faziletlerin ve kişisel dokunulmazlıkların çöküntüye uğratıldığı madde yi en yüce değer olarak kabul etmez.

İslam hakimiyette olduğu yerde , sadece insani değerler ve özellikleri yükseltmeye çalışır. toplumu meydana getiren insanları tekrar hayvanileşme tehlikesinden korur.

Bu akide sistemine inananların sayısı üç kişiyi bulunca bu akide onlara şöyle seslenir, artık siz bir cemaatsiniz, bundan böyle . Bu akideyi benimseyen onun değerler sistemine göre toplumsal yapısını sevk ve idare etmeyen cahiliyye toplumundan tamamen ayrısınız. onunla ilişki bağlarınızı tamamen kesmiş kendine özgü toplum oluşturmuşsunuz. Üç kişi ... on kişi ... yüz kişi...İslam toplumunun varlığı ortaya çıkar.

Bu varoluş hareketi yola koyulur koyulmaz akide sistemiyle düşünce yapısıyla değerleriyle ölçüleriyle varoluşuyla kabulleriyle ve oluşumuyla fertlerini dahi kendisinden sağladığı cahiliyye toplumundan ayrılarak yeni doğan İslam toplumu ile cahiliyye toplumu arasındaki inanç savaşı başlamış olur.

Ne var ki islami akidenin ve bu yeni doğmuş İslam toplumunun yapısal özelliği olan "sürekli hareket halinde olma durumu hiç kimseye kendini gizleme fırsatı vermez!. Çünkü bu toplumun üyesi olan her ferdin hareket halinde olma gibi bir mecburiyeti vardır. Akide adına hareket, hayatı adına hareket, toplumu adına hareket... Çevresini kuşatan cahiliyeye karşı ve o çevresindekilerin kendisi üzerinde bıraktığı tortulara karşı hareket. Yani sürekli savaş söz konusu. Cihad kıyamet sabahına kadar sürecektir.

Doğuş ve oluşum , İslam toplumunu diğer toplumlardan ayıran iki özgün özelliktir. Bu iki özellik İslam toplumunu kesin çizgiyle ayırır. Bunun yanı sıra İslam'a yabancı toplumsal kavramlar ile kendi sorunlarına çözümlenemez, kendi doğasına aykırı araştırma yöntemleri ile araştırılamaz. Başka rejimlere dayalı düzenlemeler ile uygulamada bulunamaz bir nitelik kazandırır yeni kurulan İslam toplumuna.

İslam Afrika'nın içinde çıplak insanların arasında bile bir medeniyet kurmuştur. Aynı zamanda bu insanlar artık gelenek haline getirdikleri hımbıllıktan sıyrılıp doğanın kendilerine sunduğu maddi zenginliklerden yararlanmak için çalışmaya başlamışlardı. Totemlere tapmayı terkedip alemlerin Rabb'ine ibadet etmeye başlamışlardı. Eğer medeniyet bu değil de başka ne olabilir ?.. (bakara 138)

İslam uzayın sonsuz boşluklarına , özgürce katlanabilsinler diye insanlığı çamura bağımlı olmaktan kurtarmıştır. En yücelere yükselsinler diye kan ve hayvanilik bağlarından azad etmiştir onları.

İslam hiç bir konuda cahiliye ile ortaklaşa iş yapma girişimini kesinlikle kabul etmez. Ne düşünce yapısı açısından ne de bu düşünceden filizlenen uygulamalar açısından... Bir şey ya İslam'dır ya cahiliye... Bunun üçüncü bir alternatifi yoktur. İslam'ın bakış açısı gayet nettir. Hak tektir. Hak'tan geriye kalan tek bir kavram vardır. Dalalet...

Onlara hoş görünmek derdine düşerek İslam'ı olduğundan başka biçimde kesinlikle sunmayacağız insanlara... onların şehevi tutkularını tahrife uğramış düşüncelerini kesinlikle övmeyeceğiz. Son derece şeffaf davranacaz onlara. Açıkça diyecez ki şu içinde yaşamış olduğunuz hayat tamamen necis' tir. Allah İslam'a ve O'nun düzenine inanarak temizlemek istiyor sizi.

Siz bu dinin düşmanı olan sizler kötü kalpliliğinizden ötürü islami hayatın gerçek dinamiklerini bir türlü göremiyorsunuz. Çünkü sizler bu dine düşman olan sizler İslam'ın hayatı düzenlemesine sürekli karşı çıkmaktasınız. Fakat bizler gördüğünüz gibi Allah'a binlerce hamd olsun ki geleceğinden kesinlikle kuşku duymadığımız Kur'an'ımız şeriatımız tarihimiz ve dünya görüşümüz değerlerimiz, yüreklerimizde mevcut bulunmaktadır.

Günümüzde bazılarını görüyoruz : İslam insanlara sunarken onun hakkında İslam sanki büyük bir suçla itham edilmektedir de onlarda onu bu suçtan kurtarma derdindeymişler gibi konuşuyorlar. Onu savunurken efendim mevcut dünya düzenleri ,İslam da örneğini ayıpladıkları şu şu hatalarını işliyorlar, halbuki İslam gelişinin üzerinden 1400 küsür yıl geçmiş olmasına rağmen çağdaş medeniyetlerin yaptığından farklı bir şey yapmamıştır....!

Ne kadar cüce ne kadar kötü bir savunma biçimi....

İslam kendini temize çıkarmak için cahili dünya düzenlerini ve bunlardan kaynaklanan yararsız tasarruflardan kullanmaz. İslam'ın kendisini insanlara sunduğu açık ve kesin delil şudur. : İslam'ın düzeni diğer dünya düzenleri ile kıyas olmayacak kadar üstündür. Bu düzenleri restore etmek onaylamak rutuşlamak için değil onları kökten kaldırmak için gelmiştir. İslam insanları içlerinde yaşadığı çirkef çukurundan çıkarmak için gelmiştir. onları bataklıkta kutlamak için değil.

Bize ücret versinler diye insanları İslam'a davet etmiyoruz. Yeryüzünde ulvi mertebeler edinmek , fesat çıkarmak ta istemeyiz. Biz insanları İslam'a davet ediyoruz; çünkü onları gerçekten seviyoruz ve onlar için en hayırlı olanı istiyoruz.

 

İslam'ın İlk Dönemlerinde Düşünce Özgürlüğü - II

 

 

 


D- Emevîler Döneminde Fikir Hürriyeti

Emevîler döneminde yönetim, hilafet sisteminden monarşiye dönüştüğü için[84] yapısı ve karakteri itibariyle pek çok şey değişti. Bu süreçte ilk köklü değişiklik, devlet başkanlığı seçiminde oldu. Hilafet için genelde geçerli olan kural, kimsenin bu göreve kendisini teklif etmemesi ve onu elde etmek için herhangi bir uğraş içerisine girmemesidir. İnsanlar karşılıklı görüş alış verişi ile bu göreve uygun birisini seçer ve iş başına getirirdi. Aslında bey'at eylemi, iktidarın sonucu değil, sebebidir. Bunun anlamı, iktidarda olan şahsa bey'at edilmez, belki kendisine bey'at edilmek suretiyle bir kimse iktidara getirilir. Halktan bey'at almak maksadıyla herhangi bir şekilde çalışılmaz. İnsanlar bey'at edip etmeme husunda tamamen serbesttirler. Bir insan, kendisine isteyerek ve hür iradeyle bey'at edilmediği sürece bu görevi kabul etmemelidir. Hulefâ-i Râşid'in’in hepsi bu şekilde halife olmuşlardır[85]. Ancak saltanatın ortaya çıkması, bu kuraldaki değişiklik sonucu olmuştur. Muaviye’nin hilafeti, müslümanların toplanarak, müşavere ederek, karar vermek suretiyle halifeliği onun eline tevdi' etmesi şeklinde olmamıştır. Aksine, o halife olmak istemiş, bu makama gelmek için yapmadığı eylem, denemediği entrika kalmamıştır. Sonuçta da makyavelist tutumuyla iktidarı ele geçirmiştir.

İktidarı ele geçirdikten sonra, insanların bey'at etmekten başka seçenekleri yoktu. Eğer bey'at edilmeseydi, elde ettiği makamdan asla vazgeçmeyecekti. Karşı konulması halinde ise, kan dökülecek, düzensizlikler, karışıklıklar ve anarşi meydana gelecekti. Nitekim sonuçta da öyle oldu. Bu yüzden insanlar, kan dökülmemesi ve karışıklık çıkmaması için 41/661yılında Hasan’ın hilafetten çekilmesiyle ona bey'at etti. Aslında çoğunluğun bey'atı, kendi hür iradeleri ile değil, zorlama ile idi. Bunu, Muaviye bizzat kendisi hilafete geçtikten sonra açıkça söylemiştir. "Allah’a yemin ederim ki, yönetimi elime aldığım zaman, iktidara geçmiş olmamdan hiç hoşlanmadınız. Bunu bilmiyor değildim. Hatta bu hususta kalplerinizdeki kuruntuları da biliyorum. Fakat ben bu makamı kılıcımın kuvveti ile elde ettim. Devlet işlerini belki istediğiniz gibi yürütemem. Siz de yapabildiğim kadarıyla yetininiz”[86]. Muaviye’nin bu konuşmasında da görüldüğü gibi, Emevîlerde otoriteye ulaşma biçiminin en belirgin özelliği, sertlik ve kaba kuvvete dayanmak oldu. Ya da karşıt fikirde olanların düşüncelerine parayla veya başka yollarla engel olunmak istendi. Bu tür davranışlar daha Emevî Devleti'nin kuruluşu esnasında yaşandı ve yıkılışına kadar bu şekilde devam etti. Yezid'e, kendisinden sonra yerine veliaht ataması fikrini ilk defa ortaya attığı belirtilen Muğire b. Şu'be[87], bu maksatla parayla satın aldığı bir grubu Muaviye'ye gönderdi. Bunlar içinde Muğire'nin oğlu Musa da vardı. Muaviye, Musa b. Muğire'ye " Baban bunların dinlerini kaç paraya satın aldı?" diye sordu. Musa, " otuzbin dirhem" diye cevap verince, Muaviye, "Yazık! din ve imanlarını pek de ucuza satmışlar"[88] diye hem alay ediyor, hem de çıkarları için bunu tasvip ediyordu. Yine aynı şekilde Muaviye, oğlu Yezid'e bey'at etmesi karşılığında Abdullah b. Ömer'e yüklü bir meblağ para göndermiş, ancak İbn Ömer söz konusu parayı reddetmişti[89]. Aynı şekilde Muaviye, Medine valisi Mervan b. el-Hakem'den oğlu Yezid için bey'at almasını istedi. Mervan da bunun için halkı mescitte toplayarak onlara durumu arzetti. Mervan'ın, burada Muaviye'yi desteklememesi zaten düşünülemezdi. Mervan, Muaviye'nin bu veliahtlık eylemini, Ebu Bekir ve Ömer'in yaptığı kendisinden sonra halef bırakma ile bir tuttu. Bu arada orada bulunanlardan Ebu Bekir'in oğlu Abdurrahman ayağa kalkarak "Yalan söylüyorsun ey Mervan! Siz hiç bir zaman toplumun iyiliğini düşünmüyorsunuz. Siz krallık yapmak istiyorsunuz.." diyerek eleştirdi. Mervan, bunun üzerine onun yakalanmasını emretti. Fakat Abdurrahman, Hz. Aişe'nin yanına sığındı[90].

Muaviye iktidarı oğluna bırakma hususunda işi ciddi tutmak için bölge valilerine mektuplar yazarak, görevli bulundukları yerlerde oğluna beyati gerçekleştirmelerini, yine yanına bu konuyu görüşmek için temsilciler göndermelerini istemişti. Gelen heyetler içerisinde Basra'yı temsilen Ahnef b. Kays da vardı. Muaviye temsilciler gelmeden önce planlı bir şekilde yanında bulunanlar Yezid'in halifeliğe uygun olduğu konusunda konuşucaklardı. Nitekim de öyle oldu. Dahhak b. Kays, söz alarak bu yönde açıklamalarda bulundu. Çoğu bölge valileri görevden uzaklaşmamak için yani makam uğruna Dahhak'ın konuşmasını destekleyici sözler söylediler. Heyet içerisinde sessiz kalmayı tercih eden Ahnef b. Kays'a, Muaviye neden bir şeyler konuşmadığını sordu. Ahnef bunun üzerine "Doğru söyleyecek olursak senden, yalan söyleyecek olursak Allah'dan korkarız!" dedikten sonra sözünü şöyle sürdürdü: "Ey Mü'minlerin emiri! Sen, Yezid'i bizden daha iyi tanırsın. Sen onun açığını, gizlisini, gecesini gündüzünü bilirsin. Gerçekte Yezid, toplum için halife olacak güçte ise, bizimle istişare etmeye gerek yok, ancak bu şartlar kendisinde yoksa, ahirete göçüp gitmekte olduğun şu günlerde dünyayı ona teslim etme! Fakat biz herhalükarda, işittik ve itaat ettik deriz"[91]. Medine temsilcisi Muhammed b. Amr b. Hazm da Muaviye'ye " Ey Mü'minlerin emiri! Yezid malca zengin, nesep bakımından üstün. Ancak Allah, her idarecinin, idare ettiklerinden mesul olduğunu söyler. Allah'tan kork ve topluma tayin edeceğin kişiyi iyi düşün" diyerek, fikrini beyan etti. Fakat Muaviye kızarak onu huzurundan çıkarmıştır[92]. Böylesi bir yönetimin ve yöneticinin hakim olduğu ülkede, fikir hürrriyetinin varlığından söz edilemez. Bu şekilde başlayan değişiklik, Yezid’in veliaht olarak atanmasıyla birlikte tamamen yerleşti. Bir kaç kıpırdanmaları saymazsak, bu duruma karşı eleştiri bile yapılamadı. Çünkü Muaviye, oğluna bey'at almak için halkı tehditlerle korkuttu[93]. Bundan böyle iktidar, soya dayalı mülkiyet esası ile elde edilmesi gereken bir âdet halini aldı ve müslümanlar seçim hükümeti sistemine dönecek fırsatı hiçbir zaman elde edemediler.

Ali ile olan mücadelesinde, bir kadının Muaviye’ye söylediği şu söz de, fikir hürriyetinin hem Raşid halifeler hem de Emevîler dönemindeki durumunu yansıtması için iyi bir örnektir. Hacc esnasında Ali’yi destekleyen kadınlardan Dârimiyye el-Cehûniyye’nin yönelttiği muhalefet, düşünce hürrriyeti ve tenkit ile ilgilidir: Muaviye ona "Neden Ali’yi sevdin de benden hoşlanmadın? Neden ona yakınlık gösterdin de, bana düşmanlık gösterdin?" diye sordu. Kadın, Muaviye’ye "bağışlayın, bu soruya cevap vermesem!" dedi. Muaviye “hayır, cevap istiyorum" deyince, kadın daha fazla dayanamayarak gerçeği söyledi: “madem ki kabul etmiyorsun, cevap vereyim. Ali’yi halkına adaletli davranışı ve eşit dağıtımı dolayısıyla sevdim. Bu işe senden daha layık olanla savaştığın için senden hoşlanmadım. Kan dökmenden, zalimce yargılamandan, nefislerine uymandan dolayı da sana düşmanca davrandım"[94].

Emevîler döneminde fikir hürriyetinin ortadan kalkmasında diğer bir etken de hiç şüphesiz, Emevî sultanlarının yaşayış tarzında meydana gelen değişikliklerdir. Saltanatın daha ilk başlarında sultanlar, Kayser ve Kisraların yaşantısına has bir hayat sürdüler. Artık saraylarda yaşamaya ve her gittikleri yerde kendilerine refakat eden muhafızlar taşımaya başladılar. Bunun sonucunda halkın ve halifenin arası açılmış oldu. İnsanlar, bırakın halifeyi ikaz etmek, kendi isteklerini bile arz edemez duruma geldiler. Halbuki Raşid halifeler döneminde halk, sokakta, pazarda halkın arasında dolaşır, her isteyen halifeyi durdurup şikayetini, derdini bildirebilirdi. Her gün beş vakit halkın karşısına çıkıp namaz saflarının başında bulunurlardı. Haftada bir kez, Cuma günlerinde, hutbede Allah’ın birliği ve dinin esasları halka hatırladıldıktan sonra idarenin takip ettiği siyaseti izah eder ve yaptığı icraatları haber verirdi. Adeta bu icraatları halkın oluruna ya da eleştirisine sunardı. Halk tarafından, halifelerin şahıslarına ve yönetimlerine her türlü soru ve itirazlara, yine halkın karşısında cevap vermeyi prensip edinmişlerdi[95]. Fakat saltanat dönemi başlayınca bunların hepsi ortadan kalktı. İstişare yerine, şahsî istibdat hakim oldu. Gerçek ilim sahibi insanlara danışmak yerine, valilere, üst rütbeli subaylara, aile fertlerine, yakınlara ve saraya sığınmış olan yaltakçı şairlere danışıldı. Bunlar da elbetteki sultanların istekleri doğrultusunda fikir beyan ettiler. Bunun sonucunda da karşılaşılan en büyük zarar, yepyeni ve garip bir medeniyetin ortaya çıkmasına sebep oldu. Meseleleri kanun yoluyla halletmek yerine, keyfî çözüm yolları usulü benimsendi. Hükümetin temelinde bulunan "İcmâ" (cumhuriyet) kavramları tamamen ortadan kalktı.

Bu dönemde müslümanların iyiliği emretmek, kötülükten nehyetmek hakkı elinden alındı. Halbuki bu, müslümanlar için hak değil, İslâm’a göre bir görevdir[96]. İslâm'da, sosyal hayatın normal işlemesi ve devletin doğru yolda kalabilmesi, halkın vicdanının ve dilinin her yanlış harekette en yüksek otoriteyi bile kontrol edebilecek ve korkmadan doğruyu söyleyebilecek kadar serbest olmasına dayanmaktadır.

Hulefâi Râşidîn döneminde halk, İslâm’ın özünden kaynaklanan bu haktan istifade etmek hususunda tam manasıyla serbestti. O dönemde doğru sözlü insanlar takdir edilir ve övülür, tehdit edilmez veya azarlanmazdı. Yapılan tenkitler hoşa gitmese de, zor kullanılarak bastırılmaz, ma'kul cevaplarla ve delillerle halkın tatmin olmasına çalışılırdı. Fakat saltanat devrinde, vicdanlar bastırılmış ve diller bağlanmıştı. Artık yeni kurulan sistemde ağızlar, ancak idarecileri methetmek için açılabilir hale geldi. Eğer vicdanı, doğruyu söylemekten alıkoyamayacak kadar güçlü ise, dayağa, hapse hatta ölüme bile hazır olmalıydı. Kendilerini doğru söylemekten alıkoyamayan ve yanlış işlerde itirazlarını yükseltenler, bütün milletin kalbine korku salınması için çok şiddetli cezalara maruz bırakılıyordu.

Bu yeni siyaset, Emevî Devleti'nin kurucusu Muaviye döneminin ortalarına doğru görünmeye başladı. Sahabenin önde gelenlerinden muttakî bir zât olan Hucr b. Adiyy’in şehit edilmesi bu uygulamaya bir başlangıçtı. Muaviye'nin tavsiyelerine uyarak Cuma hutbelerinde Hz. Ali ve taraftarlarına ağır bir dille sövmesine ve Osman'ı överek onun katlini kınayan konuşmalar yapmasına Hucr b. Adiyy şiddetli tepki gösterdi. Muğire'nin yerdiklerinin kendisinden daha faziletli olduğunu camide yüzüne karşı söyledi. Hucr, Ali’yi açıkça methetmeye başladı ve Muaviye’nin kötülüklerini ortaya koydu. Hucr, Muğire’nin Kufe valiliği boyunca emniyetteydi. Fakat Kufe, Ziyad’ın valiliği altında Basra ile birleştirilince (51/671) Muaviye’nin emri gereğince, arkadaşları ile birlikte katledildi[97]. Totaliter rejimlerin vazgeçilmez karakteristik özelliklerinden birisi, hiç şüphesiz mahkum etmek istediği insan ya da insanları, toplum nezdinde affedilmemeleri için gerçekleştirmedikleri bir takım eylemler yükleyerek suçlama yoluna gitmesidir. Emevîler tarafından Hucr ve arkadaşları da, dönemin halifesi Muaviye'ye hürmetsizlik etmek, halkı idareye karşı kışkırtmak, halife tarafından atanan valinin uzaklaştırılmasını istemek ve Ali'yi himaye etmek gibi pek çok suçlarla itham edilmiş, bu yüzden öldürülmüşlerdir. Halbuki Hucr ve arkadaşlarının yaptığı, sadece Peygamber'den aldıkları eğitim gereği, doğruları hiç çekinmeden söylemekten ibaretti. Bu olay, toplumun bütün iyi insanlarını derinden sarstı. Muaviye, Hz. Aişe’yi görmeye geldiğinde, Aişe "Ey Muaviye, Hucr’u öldürürken hiç mi Allah’tan korkmadın?" diye sordu. Burada Aişe’nin rahatlıkla Muaviye’yi eleştirmesi, Aişe’nin, Peygamber’in eşi ve müminlerin annesi konumunda olmaktan kaynaklanmaktaydı. Yoksa Muaviye ona da gereken cezayı verdirirdi. Hatta Ziyad, fesat olarak nitelediği bu tür hareketleri ortadan kaldıracağını belirterek, özellikle Muaviye'nin muhaliflerinden el ve dillerini, idare üzerinden çekmelerini istemiş ve şehirde yatsı namazından sonra sokağa çıkma yasağı uygulamıştır[98]. Bundan böyle halk, zulüm ve zorbalıklarla susturuldu. Medine valisi iken, kendisine ileri geri sözler söylediği için Mervan b. el-Hakem, Misvâr b. Mahreme’yi dövdürdü[99]. Bu tür uygulamalar, sadece devletin kuruluşu döneminde yaşanmamış, Ömer b. Abdülaziz dönemi hariç, devletin kuruluşundan yıkılışına kadar devam etmiştir.

Abdullah b. Ömer, fitneye yol açmamak düşüncesiyle, Emevîlerin tutumları karşısında genelde suskun kalmasına rağmen, bazen onların dînî konulardaki ihmallerine göz yummaz, hatalarını yüzlerine karşı söylemekten çekinmezdi. Belirtildiğine göre Haccac, Cuma namazında hutbeyi uzatıp namazı tehlikeye sokunca, Abdullah b. Ömer ona karşı çıkarak “Ey Emir! Güneş seni beklemiyor” demiş. Haccac, onun bu uyarısına karşılık “Boynunu vurmak isterdim” cevabını vermiş[100]. Yine Haccac bir konuşmasında "İbn Zübeyr, Allah'ın Kelamını değiştirdi" demiş. Abdullah b. Ömer, bunu duyunca "Yalan söyledin. Ne sen, ne de İbn Zübeyr, Allah'ın Kelamını değiştirmeye güç yetiremez" diye karşılık vermiş. Haccac, bunun üzerine İbn Ömer'e "Sen yaşlısın, bunamışsın..” diyerek hakaret etmiştir[101].

Halbuki Abdullah b. Ömer'i, Muaviye'nin, Hz. Ali ile olan mücadelelerinde daha sert bir şekilde eleştirdiğini görmekteyiz. Osman'ın kanını talep amacıyla ortaya çıkan Muaviye, iktidarı ele geçirmek için bir takım siyâsî teşebbüslerde bulunmuştu. Bu bağlamda sahabîlerden Sa'd b. Ebî Vakkas, Abdullah b. Ömer... gibi şahıslara mektuplar gönderdi[102]. Abdullah b. Ömer'in cevabı "siz kim, hilafet kim" şeklinde olmuştur[103]. Buradan şu sonucu çıkarmaktayız: Henüz sahabîlerin çoğunun hayatta olduğu bir dönemde Abdullah b. Ömer, onlardan da cesaret alarak Muaviye'ye karşı bu şekilde sert muhalefet etmiştir. Benzer muhalefeti ömrünün sonlarında -Abdülmelik döneminde- gösterememiştir. Bir başka gerçek ise, sahâbîler veya sahâbî çocukları, Emevî Devleti kurulduktan sonra artık halifeler ile muhatap olmaktan çok, dînî endişeleri olmayan ve devlete sadakatten ayrılmayan valiler ile muhatap olmuşlardır. Valilerin onlara karşı tepkileri ise, oldukça sert olmuştur.

Abdülmelik b. Mervan'ın, Medine’ye geldiğinde halkı korkutmak amacıyla şu konuşmayı yaptığı nakledilir: "Ben, bu ümmete ârız olan hastalıkların tedavisi için kılıçtan başka çare göremiyorum. Şimdi içinizden birisi çıkar da bana “ Allah’tan kork!” derse hemen kellesini vururum"[104]. Devlet başkanı sıfatını taşıyan birisinin halkına böyle konuşması, o dönemde fikir hürriyetinin ortadan kaldırıldığını göstermesi açısından sanırım yeterlidir. Bundan böyle halkın, bırakın idarecileri eleştirmesi, ya da onların yanlışlarını ortaya koymasını, tavsiyede bulunması dahi mümkün olmamıştır. Emevîler döneminde bu ve buna benzer o kadar çok örnek var ki, hepsini burada zikretmemiz, çalışmamızın boyutunu aşacağı için bu kadarı ile yetiniyoruz.

Halkı susturma siyaseti, müslümanların maneviyatını zaafa uğrattı ve onları aşağılık kompleksine itti. Hayatları pahasına doğruyu konuşan insanların sayısı gün geçtikçe azaldı. Olayları oluruna bırakan, bir nevi vurdum duymaz kimselerin değeri yükselirken, doğru sözlü ve dürüst insanların kıymeti azaldı. Kabiliyetli, bilgili, dirayetli kimseler yönetimden uzaklaştılar. Halkın devlet işleriyle ilgisi kesildi. İslâm toplumunun gayesi, aktivitesi, üretkenliği ve ilim elde etme arzusu yok olduğu için halk sessizce ve gününü gün ederek yaşamaya devam etti.

Görüldüğü gibi Emevîler döneminde fikir hürriyeti ve tenkitin yerine, baskı tehdit ve korkutma hakim olmuştur. Fikir hürriyetinin baskı altına alınması, sadece yönetim ve siyaset işlerine özgü kalmamış, ibadet işleri yönünden de idarecinin davranışına yönelik yapılan eleştiriler dahi yasaklanır hale gelmiştir.

Asr-ı Saadet ve Râşid halifeler döneminde var olan fikir hürriyeti, Şia’nin temel prensibi olan imamet modelinde de tıpkı saltanatta olduğu gibi ortadan kalkmaktadır. Şia’nın anladığı imamet sisteminde, imamın şahsına bağlılık ile her şey özdeşleştirilmek istenmiştir. İmamın fikrine ters bir fikir beyan etmek, başta imama yapılan hıyanetlik olarak değerlendirilmektedir. O yüzden, imamlara karşı bırakın eleştiriyi, onun düşüncesinin üzerine fikir beyan edilemez. Halbuki yukarıda belirttiğimiz gibi Hz. Peygamber, insanların fikir hürriyetini ortadan kaldırıcı hiçbir kural koymamıştır. Sadece karşıt fikirlerin, şer'î ölçüler dahilinde olması gerektiğini belirtmiştir. Dolayısıyla İslam ve Peygamber'in hayatında fikir hürriyeti serbestisi vardır. Bu serbestlik, sadece fikir düzeyinde değil, eylem alanında da kendini göstermektedir. İmamet sisteminde, fikir hürriyetinden bahsedilmezken, saltanat sisteminde fikir hürriyeti, sadece sistemin istegi doğrultusunda olup karşıt fikir sahipleri, fikirlerinden dolayı işkence görmekte ya da öldürülmektedirler. Gerçek şu ki, asırlar boyunca karşıt fikir beyan edenlerin, ya da saltanat sistemlerini eleştirenlerin maruz kaldığı baskı ve şiddet olayları karşısında sabretmeninin gerektiği ve bu konuda susmanın günah olmadığı düşüncesinin yerleşmesinde büyük ölçüde etkili olmuştur. Hatta bu konuda, Peygamber’in uygulamalarına ve mesajına ters düşmesine rağmen[105], kanaatimizce bir takım hadisler uydurma ya da ayetleri farklı şekilde yorumlama yoluna giderek, kendilerine dinden delil bulma gayreti içerisine girmişlerdir. Bu yolun ilk yolcuları, hiç şüphesiz Emevîler döneminde ortaya çıkmış olan ve devlete itatin zorunlu olduğunu, isyanın ise gereksiz olduğunu, bunun sorumlularının Allah’a havale edilmesi gerektiğini savunan, Mürcîe’dir. İlk Mürcî düşünce, Hâricîler, ve Şia'nın bölücü eğilimlerine karşı muhtemelen, "İslâm ümmetinin birliğini" korumak endişesinden kaynaklanıyordu[106]. Dolayısıyla "Mürcienin düşünce şekli, Emevî iktidarlarından destek gördü. Çünkü bu yoldaki inanç, Emevî Devleti'ni teyid ve takviye etmek demekti"[107]. Bunlar, Râşid halifeler ile sonraki dönemlerde meydana gelen olayları, fitne olarak değerlendirdiler ve halktan mümkün olduğunca fitneden uzak durmalarını tenbih ettiler. Onların bu düşünceleri, iktidarının menfaati ile uyuştuğu için, Emevîler tarafından destek gördü[108]. Bu görüş, maalesef Hz. Peygamber’e isnad edilen bazı hadislere dayandırılmaktadır. Bu hadislerden bir kaç tanesini burada vermek istiyoruz: Hz. Peygamber "Benden sonra kayırmalar ve hoşlanmadığınız işler olacak” buyurunca sahâbîler "Buna erişene ne yapmasını emredersiniz?" diye sordular. Peygamber de "size düşen borcu yerine getirir, hakkınızı Allah’tan istersiniz" cevabını verdi[109]. Yine Peygamber, "Emirinden hoşlanmadığı bir şey gören sabretsin, çünkü sultana karşı çıkan, cahiliyye ölümüyle ölmüş olur”[110]. "İtaat ediniz, onların sorumluluğu kendine, sizin sorumluluğunuz sizedir”[111]. Yine, Özellikle Osman’ın fitne dolu döneminde sahabeden bir kısmı olaylara karışmayarak bu yolu tercih ettiler. Buna dayanak olarak ta, Peygamber’in şu rivayetini kendilerine delil getirdiler “İleride fitneler meydana gelecek. Bunlarda oturan yürüyenden, yürüyen koşandan daha iyidir. Ancak, böyle bir durum başa geldiğinde devesi olan devesine, koyunu olan koyununa, toğrağı olan toğrağına katılsın. Bir adam “Ey Allah’ın Rasulü! Bunları olmayan ne yapsın?” diye sordu. Peygamber de “kılıcını alır, taşla köreltir ve kurtulabilirse kurtulur” buyurdu[112]. Buna benzer hadisleri bulmamız mümkündür[113]. Adeta Peygamber'i kendi dilleriyle konuşturmuş ve yine kendi istedikleri cevabı Peygamber'e verdirmeye çalışmışlardır. Halbuki biz, Kur’an’dan Peygamber’in gaybı bilen birisi olmadığını görmekteyiz[114]. Çünkü Peygamber de bir beşerdir[115]. Ayrıca böyle hadisler vardı da neden Hulefâ-i Râşidin döneminde meydana gelen olaylarda sahâbîlerin ileri gelenleri fitnelere karıştılar. Halbuki Hucurât süresinde "Eğer iki topluluk birbirleriyle savaşırlarsa, onların aralarını düzeltin. Onlardan biri hâlâ diğerine saldırırsa, Allah’ın emrine dönünceye kadar saldıranla savaşın. Eğer dönerse, artık aralarını adaletle düzeltin. Çünkü Allah, âdil davrananları sever”[116] buyurarak özellikle ileri gelenleri aktif eyleme çağırmaktadır, pasif davranmaya değil. Şayet onlar bu konularda pasif kalırlarsa, bu sefer ortaya başkaları girecektir ki, bu da toplumun felakete sürüklenmesi demektir. Osman ve Ali dönemlerinde ileri gelen sahâbîlerin aktif siyasetten uzak durmaları sonucu, Hâricî güçler olaya müdahale etmiş ve toplumu Emevî Devleti gibi bir devletin kucağına sürüklemişlerdir.

Değerlendirme

1-İslam, öncelikle yaratılışları gereği insanların akıllarını kullanmalarını istemiş, onları düşünmeye, incelemeye ve araştırmaya teşvik etmiştir. Bununla birlikte çeşitli ayetlerle insanları, akıllarını kullanmamalarından dolayı yermiştir. İnanç meselesinde bunu görmekteyiz. İslam, insanın önce düşünmesini, ardından iman etmesini ve bu konuda kesinlikle zor kullanılmamasını emretmiştir. Aklı geriye itip, düşünmeyi bir kenara atıp başkalarını şuursuzca taklit etmeyi, hurafelere inanmayı, akıl ve mantık ölçülerine vurmadan eski adet ve ananelere sarılmayı hoş karşılamamıştır.

2-İslam, bu bağlamda düşünen insanların, düşüncelerini açıkça beyan etmelerini (düşünce özgürlüğü) istemiştir. Bununla birlikte düşünce hürriyetinin, diğer insanların şahsiyetlerine ve haklarına zarar vermemesini şart koşmuştur. Bu şarta uyulduğu takdirde hiç bir fikir, açıklanmasından dolayı suç sayılamaz.

3-İslam'a göre insanlar birbirlerine iyiliği tavsiye edecek, kötülükten de sakındıracaktır. Bunu da fikir hürriyetin bir gereği olarak kabul etmiştir. Eğer bu prensip uygulanmıyorsa, orada fikir hürriyetinden bahsedilemez. Çünkü insanın fikrini açıklaması için, öncelikle kendisinin güvenliği sağlanmalıdır. Hz. Peygamber ve Raşid halifeler dönemlerinde müslümanlar, fikir hürriyetini serbestçe kullanmaları sonucu, devlet idarecilerini rahatlıkla tenkit edebilmişlerdir. Halbuki Emevîler döneminde bırakın sıradan insanları, Abdullah b. Ömer gibi ileri gelen ulema insanların dahi devlet adamlarına karşı eleştiriye girişemediklerine tanık olmaktayız. İbn Abbas'ın hayatı boyunca müslümanların birlik ve beraberliklerini savunduğu ve bunun gerçekleşmesi için zaman zaman yetkilileri uyardığı, gerektiğinde eleştirilerde bulunduğu[117] belirtilmektedir. Ancak kaynaklara ve olaylara baktığımızda, İbn Abbas'ın yetkilileri siyâsî hatalarından ziyade dînî bir takım noktalarda eleştirilerde bulunmuş olabileceğini söyleyebiliriz.

4-Yine İslam, insanları istişare etmeye ve birbirlerinin fikirlerini dinlemelerine fırsat vermelerini istemiştir. Bu da fikir hürriyetinin bir gereğidir. Aynı prensibin gerek Asrı Saadet gerekse Râşid Halifeler dönemlerinde olsun, uygulandığını ifade edebiliriz. Elbette ki, Râşid halifeler döneminde -özellikle Osman döneminde- kısmen de olsa fikir hürriyeti ihlalleri yaşanmıştır. Ancak bunu genellendirmemiz mümkün değildir.

5-Asr-ı Saadet ve Hulefâ-i Râşidin dönemlerinde, hukuk ve edep sınırını aşmamak kaydıyla fertlerin, fikirlerini her platformda hiç bir kimseden korkmadan söylediklerini müşahade etmekteyiz. Hatta İslam dışı düşüncelerin açıklanması ve üretilmesine de imkan sağlanmıştır. İslam bunu da suç saymamıştır. Ancak şu kadar ki, hiçbir düşünce sahibi fikrini açıklarken başkalarının düşüncelerine zarar vermemeli, şahıslara hakaret etmemeli ve başka düşünceleri baskı altına alıcı tavırlar içerisine girmemelidir.

6-Hilafetin saltana dönüştüğü Emevîler döneminde ise, herşey değiştiği gibi kişilerin tabiî hakları olan fikir hürriyeti de ortadan kalkmıştır. Bunun yerini, zorba ve dayatmacı bir zihniyet almıştır. Emevî Devleti'nin, fikir hürriyetini ortadan kaldırması, önce Emevî olmayanların, daha sonra da Arap olmayanların haklarının ellerinden alınmasına neden olmuştur. Bu da, toplum içerisinde devlet aleyhine hoşnutsuzlukların oluşması ile ardı arkası kesilmek bilmeyen isyanların çıkmasını sonuçta da Emevî Devleti'nin yıkılmasını beraberinde getirmiştir. Siyasi değişim, otoriteyi her haliyle kabullenmeyi gerektirmiştir. Bizzat ashabıyla istişare eden Hz. Peygamber'e "bu şahsî görüşünüz mü, yoksa vahyin bildirgesi midir" diye veya Hz. Ömer'e "yanılırsan gerektiğinde seni kılıçlarımızla doğrulturuz" şeklinde karşılık verebilen yurttaş tipi kaybolmuş, her halükarda itaat edilmesi gereken, bir inanç problemi haline getirilmiştir. "Zalim de olsa idareciye itaat edilmesi gerektiği" anlamını taşıyan ve yerine göre hadis olarak takdim edilen sözler, mülümanların siyasi ufkunun ne derece daraldığının göstergeleridir[118]. Emevîler döneminde fikir hürriyeti, böylesi bir ortam içerisine girmiştir.

Bibliyografya

Abdülhalık, Nevin, İslam Siyâsî Düşüncesinde Muhalefet, çev. Vecdi Akyüz, İstanbul 1990.
Afzalur Rahman, Sîret Ansiklopedisi, çev. Komisyon, İstanbul 1996.
Akbulut, Ahmet, Sahabe Devri Siyâsî Hadiselerinin Kelâmî Problelere Etkileri, İstanbul 1992.
Akgül, Muhittin, "Hz. Peygamber'in İsmetiyle İlgili Bazı Ayetlerin Yorumu, Diyanet İlmî Dergi, Özel sayı, Ankara 2000, s. 253-255.
Aycan, İrfan, Muaviye bin. Ebi Süfyan, Ankara 1990.
Akyüz, Vecdi, Hilafetin Saltanata Dönüşmesi, İstanbul 1991.
Armağan, Servet, İslam Hukukunda Temel Hak ve Hürriyetler, Ankara 1987.
Asî, Mustafa, el-İslam ve Hurriyetü’r-Rey, Kahire 1980.
Aydın, Mustafa, İlk Dönem İslam Toplumunun Şekillenmesi, İstanbul 1991.
Aydınlı, Abdullah,"Ebu zer el-Ğıfârî", DİA., İstanbul 1994, X, 267.
Bozkurt, Nebi, "Hucr b. Adiyy", DİA., İstanbul 1998, XVIII, 277-278.
el-Cevzî, İbn Kayyım, Zâdü'l-Meâd, Kahire 1950.
Çakan, İsmail L-Muhammed Eroğlu, "Abdullah b. Abbas", DİA., İstanbul 1988, I, 77.
Derveze, İzzet, Kur'an'a Göre Hz. Muhammed'in Hayatı, çev. Mehmet Yolcu, İstanbul 1989.
Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, Komisyon, İstanbul 1989.
Döndüren, Hamdi, "Sebeb-İllet-Hikmet Açısından Kur'an Hükümlerine Bir Bakış",Kur'an-ı Anlamada Tarihsellik Sorunu Sempozyumu, İstanbul 2000.
ed-Dûrî, Kahtan Abdurrahman,eş-Şûrâ Beyne’n-Nazariyye ve’t-Tatbik, Bağdat 1974.
Erul, Bünyamin, Sahabenin Sünnet Anlayışı, Ankara 1999.
Fazlur Rahman, İslam, çev. Mehmet Dağ-Mehmet Aydın, Ankara 1981.
-------, "İslam'da Şûrâ İlkesi ve Toplumun Rolü", çev. Adil Çiftçi, İslâmiyât, Ankara 1999, cilt, 2, sayı:2, s. 159.
Fendoğlu, Hasan Tahsin , "Osmanlı Hukukunda Muhalefet Hakkı", İnsan Hakları, İstanbul 1994.
Fığlalı, Ethem Ruhi, "Ali", DİA, İstanbul 1989, II, 371-372.
Güler, İlhami, "Reel Politikada Dînî Değer, Kavram ve Sembollere Atıfta Bulunmanın Doğurduğu Sorunlar", İslâmiyât, Ankara 2000, cilt, 3, sayı:3, s. 60-61.
Hamidullah, Muhammed, İslam Peygamberi, çev. Salih Tuğ, İstanbul 1993.
Harun, Abdüsselam, Tehzîbü Sîreti İbn Hişam, Kahire ty.
H. İbrahim Hasan, Peygamber'in Vefatından Emevîlerin Sonuna KadarSiyâsî, Dînî, Kültürel, Sosyal İslam Tarihi, çev. İsmail Yiğit vd., İstanbul 1987.
Hatipoğlu, M. S., Siyasi İctimai Hadiselerle Hadis Münasebetleri (Basılmamış Doçentlik Tezi), Ankara 1968.
el-Haviyy, Said, el-Esâs fi's-Sünne ve Fıkhihâ, by 1989.
Hilmi, Mustafa, Nizâmü’l-Hılâfe fi’l-Fikri’l-İslâmî, Kahire 1977.
Hizmetli, Sabri, İslam Tarihi, Ankara 1995.
Hudarî, Muhammed, Nurü'l-Yakîn fi Sîreti Seyyidi'l-Mürselîn, thk. Nâyif el-Abbas, vd, Beyrut 1989.
İbn Abdirabbih, el-Ikdü’l-Ferid, Kahire 1953.
İbn A’râbî, el-Avâsım mine'l-Kavâsım; thk. Muhibüddin el-Hatîb, by ty.
İbn A'sem el-Kûfî, el-Fütûh, Beyrut 1986.
İbnü'l-Esir, el-Kâmil fi't-Tarih, Beyrut 1965.
İbn Hacer el-Askalâni, Fethü’l-Bâri bi Şerhi Sahihi’l-Buhari, by ty.
İbn Haldun, Mukaddimetü İbn Haldun, Kahire ty.
İbn Hazm, el-Fasl fi’l-Milel ve’l-Ehva ve’n-Nihal, Mısır 1321.
İbn Hıbbân, es-Sîretü'n-Nebeviyye ve Ahbâri'l-Hulefâ, Beyrut 1991.
İbn Hişam, es-Sîretü'n-Nebeviyye, thk. Muhammed Ali vd., Beyrut 1995, II, 86.
İbn Kesir, es-Sîretü'n-Nebeviyye, thk. Mustafa Abdülvahid, Kahire 1964.
---------, el-Bidâye ve'n-Nihâye, Beyrut 1966.
İbn Kuteybe, el-İmâme ve's-Siyâse, thk. Tâhâ Muhammed ez-Zeynî, by ty.
İbn Sa'd, Tabakatü'l-Kübrâ, Beyrut 1960.
İbn Teymiyye, Bir İslam Kurumu Olarak Hisbe, çev. Vecdi Akyüz, İstanbul 1989.
---------,es-Sârimu’l- Meslûl alâ Şâtimi’r-Rasûl, thk.Muhammed Muhyiddin Abdülhamid, Kahire 1960.
İmam Ebu Yusuf, Kitabü'l-Harac, Mısır ty.
İmam Gazâlî, İslam Hukukunda Deliller ve Yorumlar Metodolojisi, çev. Yunus Apaydın, Kayseri 1994.
İnan, Ahmet, "Fıkıh Usulü'nün Temel Parametreleri Açısından Bazı Güncel Meselelere Kısa Bakışlar", İslâmiyât, Ankara 1999, cilt, 2, sayı: 2, s. 104.
Kallek, Cengiz, "Hisbe", DİA., İstanbul 1998, XVIII, 133-142.
Kandemir, M.Yaşar, " Abdullah b. Ömer" DİA., İstanbul 1988, I, 127.
Kapar, M. Ali, Halifeliğin Emevîlere Geçişi ve Verasete Dönüşmesi, İstanbul 1998.
-------, İslam'ın İlk Döneminde Beyat ve Seçim Sistemi, İstanbul 1998.
Karaman, Hayreddin, “İslam’da İctimai Terbiye ve Kontrol: İhtisab Müessessi” İslam’ın Işığında Günün Meseleleri, İstanbul 1988.
---------, "Asr-ı Saadette Rasulullah'ın Davranışlarının Bağlayıcılığı", Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Komisyon, İstanbul 1994.
Kavakçı, Yusuf Ziya , Hisbe Teşkilatı, Ankara 1975.
Kılıç, Ünal, Tartışmaların Odağındaki Halife Yezid b. Muaviye, İstanbul 2001.
Kırbaşoğlu, M. Hayri, İslam Düşüncesinde Hadis Metodolojisi, Ankara 1999.
es-Suyûtî, Târîhu'l-Hulefâ, Beyrut 1974.
Köksal, M. Asım, İslam Tarihi, İstanbul 1981.
Macit, Nadim , Din-Siyaset İlişkisinin Teolojik Yorumu, Ankara 1999.
el-Mes’ûdî, Mürûcü'z-Zeheb, Kahire 1958.
el-Mevdûdî, Ebu'l-A'lâ, Hilafet ve Saltanat, çev. Ali Genceli, İstanbul 1966.
---------, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber'in Hayatı, çev. Ahmed Asrar, İstanbul 1983.
--------, "İslam'ın İlk Döneminde Siyâsî Düşünce", İslam Düşünce Tarihi, çev. Aydın Ünlü, İstanbul 1990, II, 285.
Muhammed Abid Câbirî, İslam'da Siyasal Akıl, çev. Vecdi Akyüz, İstanbul 1997.
Muhammed Yusuf Musa, Nizamü’l-Hükm fi’l-İslam, Kahire ty.
Müslim, Sahih, Kahire ty,
Nevevi, Riyazü’s-Sâlihın, Medine ty.
Nizamoğlu, Rıdvan, "Örnek Şahsiyeti ve Eseri İle Peygamberimiz", Diyanet İlmî Dergi, Özel sayı, Ankara 2000, s. 127.
Onat, Hasan , Emevîler Devri Şiî Hareketleri ve Günümüz Şiîliği, Ankara 1993.
Osman, Abdülkerim İslam'da Fikir ve İnanç Hürriyeti, İstanbul 1979.
el-Ömerî, Seyyid Celalddin, Emri bil Ma’ruf ve’n-Nehy ani’l-Münker, Kuveyt ty.
Önkal, Ahmet, "Akabe Biatları", DİA, İstanbul 1989, II, 211.
-------, "Ahnef b. Kays", DİA, İstanbul 1989, II, 174.
Özel, Ahmet, İslam Devletler Hukukunda Savaş Esirleri, Ankara 1996.
--------, "Esir", DİA., İstanbul 1995, XI, 383.
Öztürk, Mustafa "İslam Tefsir Geleneğinde Yorum Manipülasyonu", İslâmiyât, Ankara 2000, cilt, 3, sayı:3, s. 88-89.
Popper, Karl, Açık Toplum ve Düşmanları, çev. Mete Tunçay, İ stanbul 1989
es-Süheylî, Abdurrahman, er-Ravzü'l-Unûf fi Şerhi's-Sireti'n-Nebiviyye li İbn Hişam, thk. Abdurrahman el-Vekil, by ty.
et-Taberi, Tarihü'l-Ümem ve'l-Mülûk, thk. Muhammed Ebu'l-Fadl, Kahire 1992.
Taberi, Muhibüddin, er-Riyâdu’n-Nâzıra fi Menâkıbi’l-Aşere, Kahire 1327.
et-Temmâvî, Süleyman Muhammed, Hz. Ömer ve Modern Sistemler, çev. Muhammed Vesim Taylan, İstanbul 1993.
Taha Hüseyin, el-Fitnetü’l-Kübrâ, Mısır 1951.
Üçok, Bahriye; İslam'dan Dönenler ve Yalancı Peygamberler, Ankara 1967.
Vakıdî, Kitabü'l-Meğâzî, nşr. M. Jorden, Londra 1966,
Watt, M, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, çev. E. R. Fığlalı, Ankara 1981.
Yavuz, Yunus Vehbi, İslam'da Düşünce ve İnanç Özgürlüğü, İstanbul ty.
Yerinde, Adem "Hz. Peygamber'in İctihadı Meselesi", Diyanet İlmî Dergi, Özel sayı, Ankara 2000, s. 381.
Yiğit, Yaşar, "İnanç ve Düşünce Özgürlüğü Perspektifinden İrtidat Suç ve Cezasına Bakış", İslâmiyât, Ankara 1999, cilt, 2, sayı: 2, s. 121-135.
ez-Zebîdî, Sahih-i Buhari Muhtasarı ve Tecrid-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, çev. Kamil Miras, Ankara ty.
Zehebî, Siyerü A'lâmi'n-Nübelâ, thk. Muhammed Nuaym vd., Beyrut 1994.
--------------------------------------------------------------------------------
* Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, İslam Tarihi Öğretim Üyesi.
[1] Konu ile ilgili ayetler hakkında bkz. Bakara, 2/164-171, 259, Al-i İmran, 3/137, A'raf, 7/185, Yusuf, 12/109, Gafir, 40/21, Rum, 30/8,9,10, Abese, 80/24, Ğaşiye, 88/17 vb. Kur'an'da doğrudan doğruya mü'minleri düşünmeye çağıran yaklaşık 200 civarında ayet bulunmaktadır. Bu da göstermektedir ki İslam, insanın düşünmesine ve düşündüğünü açıkça ifade etmesine işaret etmektedir.
[2] Yunus Vehbi Yavuz, İslam'da Düşünce ve İnanç Özgürlüğü, İstanbul ty, s. 40.
[3] Muhammed Yusuf Musa, Nizamü’l-Hükm fi’l-İslam, Kahire ty, s. 177-178; Kahtan Abdurrahman ed-Dûrî, eş-Şûrâ Beyne’n-Nazariyye ve’t-Tatbik, Bağdat 1974, s. 27-29; Servet Armağan, İslam Hukukunda Temel Hak ve Hürriyetler, Ankara 1987, s. 135-138.
[4] Şûrâ, 38.
[5] Al-i İmran, 3/159.
[6] Fazlur Rahman, "İslam'da Şûrâ İlkesi ve Toplumun Rolü", çev. Adil Çiftçi, İslâmiyât, Ankara 1999, cilt, 2, sayı:2, s. 159.
[7] Hacc, 41.
[8] Al-i İmran, 104.
[9] Tevbe, 71.
[10] Al-i İmran, 104, 110, 114, Maide, 78-79, A’raf, 157, 199, Tevbe, 67-71, 112, Hacc, 41, Lokman, 31.
[11] Seyyid Celalddin el-Ömerî, Emri bil Ma’ruf ve’n-Nehy ani’l-Münker, Kuveyt ty.
[12] Maide, 78-79.
[13] Nevevi, Riyazü’s-Sâlihın, Medine ty, s. 92-93.
[14] Müslim, Sahih, Kahire ty, İman 78; Ebu'l-A'lâ el-Mevdûdî, Hilafet ve Saltanat, çev. Ali Genceli, İstanbul 1966, s. 82-85.
[15] Hisbe ile ilgili geniş bilgi için bkz. İbn Teymiyye, Bir İslam Kurumu Olarak Hisbe, çev. Vecdi Akyüz, İstanbul 1989; Hayreddin Karaman, “İslam’da İctimai Terbiye ve Kontrol: İhtisab Müessessi” İslam’ın Işığında Günün Meseleleri, İstanbul 1988, II, 688-714, Yusuf Ziya Kavakçı, Hisbe Teşkilatı, Ankara 1975; Cengiz kallek, "Hisbe", D. İ. A., İstanbul 1998, XVIII, 133-142.
[16] İbn Hazm’a göre, toplum, hiçbir muhalefet göstermeksizin, iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymanın gerekliliği görüşündedir. Geniş bilgi için bkz. İbn Hazm, el-Fisal fi’l-Milel ve’l-Ehva ve’n-Nihal, Mısır 1321, IV, 170-176; Nevin Abdülhalık, İslam Siyâsî Düşüncesinde Muhalefet, çev. Vecdi Akyüz, İstanbul 1990, s.120-124.
[17] Vehbi Yavuz, s. 64-65.
[18] "Allah, insanları savunur. O hiçbir hain ve nankörü sevmez.." 22/28
[19] İbn Hişam, es-Sîretü'n-Nebeviyye, thk. Muhammed Ali vd., Beyrut 1995, II, 86; ez-Zebîdî, Sahih-i Buhari Muhtasarı ve Tecrid-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, çev. Kamil Miras, Ankara ty., XII, 322; Ahmet Önkal, "Akabe Biatları", DİA. , İstanbul 1989, II, 211.
[20] İbn Hişam, II, 233; Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, çev. Salih Tuğ, İstanbul 1993, II, 892; M.Asım Köksal, İslam Tarihi, İstanbul 1981, I, 105-107.
[21] Hubâb b. Münzir şeklinde de okunmaktadır.
[22] İbn Hişam, II, 238; Köksal, I, 111; Hamdi Döndüren, "Sebeb-İllet-Hikmet Açısından Kur'an Hükümlerine Bir Bakış", Kur'an-ı Anlamada Tarihsellik Sorunu Sempozyumu, İstanbul 2000, s. 91.
[23] el-Vakıdî, Kitabü'l-Meğâzî, nşr. M. Jorden, Londra 1966, I, 106; İbn Kayyım el-Cevzî, Zâdü'l-Meâd, Kahire 1950; II, 67; Hamidullah, II, 893; Ahmet Özel, İslam Devletler Hukukunda Savaş Esirleri, Ankara 1996, s. 31-37; Köksal, I, 171-172; Vehbi Yavuz, s. 64; Döndüren, s. 93; Ahmet Özel, "Esir", DİA., İstanbul 1995, XI, 383; Rıdvan Nizamoğlu, "Örnek Şahsiyeti ve Eseri İle Peygamberimiz", Diyanet İlmî Dergi, Özel sayı, Ankara 2000, s. 127; Muhittin Akgül, "Hz. Peygamber'in İsmetiyle İlgili Bazı Ayetlerin Yorumu, Diyanet İlmî Dergi, Özel sayı, Ankara 2000, s. 253-255.
[24] Enfal, 67-68.
[25] İbn Hişam, III, 58; Hamidullah, II, 892-893; Ahmet Akbulut, Sahabe Devri Siyâsî Hadiselerinin Kelâmî Problelere Etkileri, İstanbul 1992, s. 39; Adem Yerinde, " Hz. Peygamber'in İctihadı Meselesi", Diyanet İlmî Dergi, Özel sayı, Ankara 2000, s. 381. Hz. Peygamber, bu toplantıda pek çok sahabinin görüşlerine müracaat etmiştir. Bkz. Köksal, III, 63-68.
[26] İbn Hişam, III, 202-203; Hamidullah, II, 893; Hayreddin Karaman, "Asr-ı Saadette Rasulullah'ın Davranışlarının Bağlayıcılığı", Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Komisyon, İstanbul 1994, I, 475; Döndüren, s. 91; Akbulut, s. 42.
[27] Köksal, V, 208.
[28] Nur, 11-23.
[29] İfk olayı hakkında geniş bil.için bkz. Abdurrahman es-Süheylî, er-Ravzü'l-Unûf fi Şerhi's-Sireti'n-Nebiviyye li İbn Hişam, thk. Abdurrahman el-Vekil, by ty, VI, 437-440; Said el-Haviyy, el-Esâs fi's-Sünne ve Fıkhihâ, by 1989, II, 727-738.; Muhammed Hudarî, Nurü'l-Yakîn fi Sîreti Seyyidi'l-Mürselîn, thk. Nâyif el-Abbas, vd, Beyrut 1989, s. 162-166; Abdüsselam Harun, Tehzîbü Sîreti İbn Hişam, Kahire ty, s. 202-207; Köksal, V, 68-72.
[30] İbn Sa'd, Tabakatü'l-Kübrâ, Beyrut 1960, II, 158.
[31] Mevdûdî, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber'in Hayatı, çev. Ahmed Asrar, İstanbul 1983, I, 202; Ahmet İnan, "Fıkıh Usulü'nün Temel Parametreleri Açısından Bazı Güncel Meselelere Kısa Bakışlar", İslâmiyât, Ankara 1999, cilt, 2, sayı: 2, s. 104.
[32] Anlaşma maddeleri için bkz. Hamidullah, I, 255-256; Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, Komisyon, İstanbul 1989, I, 491-498.
[33] İbn Hişam, III, 291; Hamidullah, II, 893.
[34] Bünyamin Erul, Sahabenin Sünnet Anlayışı, Ankara 1999, s. 130-131.
[35] Bu konuda geniş bilgi için bkz. Erul, s. 131-133; Yerinde, Agm., s. 374-375.
[36] Tevbe 84
[37] Enfal, 6.
[38] İbn Hişam, II, 233.
[39] İbn Hişam, III, 293; Erul, s. 140-141. Hz. Peygamber'e itaatte gecikmeleri hatta sözünü dinlememeleri hususunda bkz. Erul, s. 139-150.
[40] Erul, s. 141.
[41] İbn Teymiyye, es-Sârimu’l- Meslûl alâ Şâtimi’r-Rasûl, thk.Muhammed Muhyiddin Abdülhamid, Kahire 1960, s. 191-192; Döndüren, s. 93. Burada belirtilmek istenen vahiy konusu dışındaki olaylarda Peygamber'in, vereceği kararlarda yanılabileciği hususudur. Yoksa bunu tamamen, Peygamber'in dînî işleri bilebileceği, dünya işlerinden ise anlamayacağı sonucu çıkartılmamalıdır. Bilindiği gibi peygamberlerin sıfatlarından biri de "fetanet" yani zeki ve akıllı olmalarıdır. Ancak bu demek değildir ki, Peygamber, eğer köyde yetişmemişse, mutlaka tarımdan daha iyi anlayacağı anlamına gelmez. Nitekim yukarıda da belirttiğimiz gibi, Selmân, kendi ülkesinde uygulanan savaş tekniği olan hendek kazma olayını daha iyi bildiği için o teklifde bulunmuştur.
[42] Erul, s. 111-112.
[43] Şûrâ, 38.
[44] “Sadakalar hakkında sana dil uzatanlar vardır. Onlara verilirse hoşnut olurlar, verilmezse hemen öfkelenirler..” Tevbe 58.
[45] Bu konuda Karl Popper'ın güzel bir sözü bulunmaktadır:" Senin, yumruklarını sallama özgürlüğün, komşularının burunlarının durdukları yerle sınırlıdır" Karl Popper, Açık Toplum ve Düşmanları, çev. Mete Tunçay, İ stanbul 1989, I, 113. Bu anlamda her zaman mutlak özgürlük, beraberinde kendisinin sonunu getirmiştir.

İslam hukukundaki hürriyetlerin hiçbirisi sınırsız değildir. Bu diğer hukuklar için de geçerlidir. Bu bağlamda fikir hürriyeti de gerektiğinde sınırlandırılmalıdır. Fikir hürriyetinin sınırları konusunda Servet Armağan, İslam hukukçuları tarafından şu esasların tespit edildiğini belirtmektedir: 1- Fikirler serbestçe açıklanmalıdır. Ancak açıklanırken Allah'ın rızası ve toplumun menfaatleri düşünülmelidir. 2-Fikirler açıklanırken insan başıboş bırakılmamıştır. Peygamber, insanlara hitap ederken metot ve delil hususunda Allah'tan emir almıştır. Hikmetli ve güzel sözlerle hitap etmelidir; inanmayanlara hakaret etmemek, Allah'ın emridir. Fikir açıklanırken fert ve toplumun menfaati gözönünde tutulmalıdır. Fikir açıklama hürriyetinin, "iyiliği tavsiye ve kötülükten sakındırma" şeklinde muhtevası vardır. Faydasız ve boş işlerle uğraşmak nasıl ki tavsiye edilmemişse, aynı şekilde boş sözlerden de uzak durmak Kur'an tarafından istenilmektedir: "Onlar boş sözlerden ve faydasız şeylerden yüz çevirirler" Mü'minûn, 3. 4-Fikirler iyi bir niyetle ifade edilmelidir. Çünkü fikir hürriyetinin arkasında hakikate ulaşma gayreti mevcuttur. İntikam almak maksadıyla fikir beyan edilemez. 5-Fikirler toplumun ifadesi olmalıdır. Yani müslüman toplumun menfaatleri dile getirilmeli ve gözetilmelidir. 6-Gösteri veya başkalarını küçük görme ve ayıplarını teşhir maksadıyla, ya da mal veya makam elde etme için bu hürriyet kullanılamaz. 7-İslâmî prensiplere ve İslam akidesine uyulmalıdır. Fikir açıklama hürriyeti maskesi altında, sözgelişi Hz. Peygamber'e din ve diyanete dil uzatılamaz. 8-Ahlak kaidelerine uygun hareket etmelidir. Bu hürriyet insanları çekiştirmek, sövmek, hakaret etmek ve onlara çamur (iftira) atmak için kullanılamaz.9-Fikin açıklama hürriyeti toplumu ifsat etmek, muhaliflerini ezmek için kullanılamaz...Armağan, s. 144-146.

[46] Mustafa Asî, el-İslam ve Hurriyetü’r-Rey, Kahire 1980, s. 25.
[47] Bu şahsın kim olduğu konusunda farklı isimler zikredilmektedir. Ancak kaynaklar genellikle o şahsın Zu'l-Huvaysıra adlı bir Hâricî olduğunu belrtmektedirler. konu ile ilgili bakınız. Erul, s. 136-138; Muhammed Abid Câbirî, İslam'da Siyasal Akıl, çev. Vecdi Akyüz, İstanbul 1997, s. 237.
[48] Abdullah b. Mes'ud'un rivayetine göre ise bu olay, Huneyn günü ganimetlerin dağıtımında yaşanmıştır. Bkz. Erul, s. 137.
[49] İbn Hacer el-Askalâni, Fethü’l-Bâri bi Şerhi Sahihi’l-Buhari, by ty, s. 143; Erul, s. 136-137; Câbirî, s. 237.
[50] İbn Kesir, es-Sîretü'n-Nebeviyye, thk. Mustafa Abdülvahid, Kahire 1964, I, 259 vd; Hamidullah, I. 48-50.
[51] Mustafa Asî, s. 25-26.
[52] Fethü’l-Bâri, s. 143.
[52] Mustafa Asî, s. 25-26; M. Hayri Kırbaşoğlu, İslam Düşüncesinde Hadis Metodolojisi, Ankara 1999, s. 81. Bu bağlamda es-Suyûtî, "Ebu Bekir'in halifeliğine İşaret Eden Ayet ve Hadisler" başlıklı bir bölüm tahsis etmiş ve Şia'da olduğu gibi Ebu Bekir'in halifeliğinin nass yolu ile belirlendiğini iddia etmektedir. es-Suyûtî, Târîhu'l-Hulefâ, Beyrut 1974, s. 56.
[53] İbn Haldun, Mukaddimetü İbn Haldun, Kahire ty, II, 587; Akbulut, s. 103-104; Nadim Macit, Din-Siyaset İlişkisinin Teolojik Yorumu, Ankara 1999, s. 84-85.
[54] el-Mes’ûdî, Mürûcü'z-Zeheb, Kahire 1958, II, 42; İbn Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihâye, Beyrut 1966, VIII, 13-14.
[55] Mes’ûdî, II, 42; M. Ali Kapar, Halifeliğin Emevîlere Geçişi ve Verasete Dönüşmesi, İstanbul 1998, s. 24.
[56] Tirmîzî, Ahkam, III, 616; İmam Gazâlî, İslam Hukukunda Deliller ve Yorumlar Metodolojisi, çev. Yunus Apaydın, Kayseri 1994, I, 315.
[57] Bu hutbeler için bkz. Taberi, Tarihü'l-Ümem ve'l-Mülûk, thk. Muhammed Ebu'l-Fadl, Kahire 1992, V, 214-218; İbn Kuteybe, el-İmâme ve's-Siyâse, thk. Tâhâ Muhammed ez-Zeynî, by ty, I, 22, 50.
[58] İlhami Güler, "Reel Politikada Dînî Değer, Kavram ve Sembollere Atıfta Bulunmanın Doğurduğu Sorunlar", İslâmiyât, Ankara 2000, cilt, 3, sayı:3, s. 60-61.
[59] İbn Sa'd, III, 182-183; Taberi, III, 224; İbn Kesir, Bidâye, V, 248; İbn Hıbbân, es-Sîretü'n-Nebeviyye ve Ahbâri'l-Hulefâ, Beyrut 1991, s. 423-424; İbn Kuteybe, I, 22-23; Abdülkerim Osman, İslam'da Fikir ve İnanç Hürriyeti, İstanbul 1979, s. 41.
[60] İrtidat olayları hakkında bkz. İbn A'sem el-Kûfî, el-Fütûh, Beyrut 1986, I, 14-69; H. İbrahim Hasan, Siyâsî, Dînî, Kültürel, Sosyal İslam Tarihi, çev. İsmail Yiğit vd., İstanbul 1987, II, 13-21; Bahriye Üçok; İslam'dan Dönenler ve Yalancı Peygamberler, Ankara 1967; Sarıçam, s. 44-50; Câbirî, s. 309-316. İrtidat suçu ve cezası gerekçe gösterilerek, İslam'da inanç ve düşünce özgürlüğünün bulunmadığı iddia edilebilir. Ancak Kur'an'a bütünsel olarak baktığımızda söz konusu iddianın geçerli olmadığını görürüz. Çünkü Kur'an'da inanç özgürlüğü ile pek çok ayetler bulunmaktadır. Bunlardan bir kaçını burada zikredebiliriz: "De ki: Gerçek Rabbinizdendir. Dileyen inansın, dileyen inkar etsin.." (Kehf 18/29; "Dinde zorlama yoktur.." Bakara 2/256; "İnsanları uyar. Çünkü sen uyarıcıdan başkası değilsin. Sen onlara baskı ile hükmedecek biri de değilsin.." (Ğaşiye 82/21-22. Diğer ayetler için bkz. Vehbi Yavuz, s. 98-114. Herkes istediği gibi inanır ve inancını yaşar. İnsanların iradelerine müdahale söz konusu değildir. Din seçme konusunda böylesine serbesti getirmiş bir dinde, irtidatın suç olarak kabul edilmesinin, düşünce ve inanç özgürlüğünün sınırlanması şeklinde değerlendirilmesi isabetli değildir. Yaşar Yiğit, "İnanç ve Düşünce Özgürlüğü Perspektifinden İrtidat Suç ve Cezasına Bakış", İslâmiyât, Ankara 1999, cilt, 2, sayı: 2, s. 121. Geniş bilgi için bkz. Aynı yer, s. 121-135.
[61] İbrahim Sarıçam, Hz. Ebu Bekir, Ankara 1996, s. 43.
[62] Akbulut, konuyla ilgili şu değerlendirmede bulunmaktadır:"..Hz. Peygamber'in sağlığında, vahyin belirlemede bulunmadığı hususlarda Hz.Peygamber'in karar ve düşünceleri, ashab tarafından tartışılabilmesine rağmen, onun vefatından sonra bu imkanın ortadan kalktığı görülmektedir". Akbulut, s. 40, 140. Tamamen ortadan kalktığını söyleyemeyiz, ancak Rasulullah döneminde gibi olmadığı kesindir.
[63] Sarıçam, s. 51.
[64] Taberi, V, 215; İmam Ebu Yusuf, Kitabü'l-Harac, Mısır ty., s. 25; Süleyman Muhammed et-Temmâvî, Hz. Ömer ve Modern Sistemler, çev. Muhammed Vesim Taylan, İstanbul 1993, s. 109-110.
[65] Kitabü’l-Harac, s. 116; H. İbrahim, II, 155-156; Armağan, s. 27-28.
[66] Kitabü’l-Harac, s. 116; Mevdûdî, Hilafet s. 102-109; H. İbrahim, II, 155-156.
[67] Nisa, 4/20.
[68] Armağan, s. 134; Afzalur Rahman, Sîret Ansiklopedisi, çev. Komisyon, İstanbul 1996, III, 356.
[69] Armağan, s. 134-135.
[70] Muhibbüddin Taberi, er-Riyâdu’n-Nâzıra fi Menâkıbi’l-Aşere, Kahire 1327, II, 56; et-Temmâvî, s. 114-119, 124-134.
[71] Mevdûdî, Hilafet s. 120;
[72] et-Temmâvî, s. 111.
[73] Macit, s. 47.
[74] Hz.Osman’a yapılan tenkitler ve cevapları konusunda geniş bilgi için bkz. İbnü’l-A’râbî, el-Avâsım mine'l-Kavâsım; thk. Muhibüddin el-Hatîb, by ty, s. 81-120; Mustafa Hilmi, Nizâmü’l-Hılâfe fi’l-Fikri’l-İslâmî, Kahire 1977, s. 68-98, Taha Hüseyin, el-Fitnetü’l-Kübrâ, Mısır 1951, I, 89 vd; H. İbrahim, III, 388-392; Sabri Hizmetli, İslam Tarihi, Ankara 1995, s. 344-350; İrfan Aycan, Muaviye bin. Ebi Süfyan, Ankara 1990, s. 103-108; Ethem Ruhi Fığlalı, "Ali", DİA., İstanbul 1989, II, 371-372.
[75] Ebu Zer'in sürgüne gönderilmesi konusunda bkz. Abdullah Aydınlı "Ebu zer el-Ğıfârî", DİA., İstanbul 1994, X, 267.
[76] Aycan, s. 105-106.
[77] Tevbe, 34.
[78] Aycan, s. 105-106.
[79] Aycan, s. 107.
[80] Aycan, s. 100.
[81] Mevdûdî, Hilafet 121.
[82] Bunun örnekleri için bkz. İbn Kesir, Bidâye, VIII, 13 vd; Mevdûdî, Hilafet s. 75-77.
[83] Hasan Tahsin Fendoğlu, "Osmanlı Hukukunda Muhalefet Hakkı", İnsan Hakları, İstanbul 1994, s. 170.
[84] Hilafetin saltanata dönüşmesi hakkında geniş bilgi için bkz. Vecdi Akyüz, Hilafetin Saltanata Dönüşmesi, İstanbul 1991s. 151-187; Kapar, Halifeliğin Emevileri Geşişi, s.47-90.
[85] Hulefâ-i Râşid'in döneminde bey'at konusunda geniş bilgi için bkz. Kapar, İslam'ın İlk Döneminde Beyat ve Seçim Sistemi, İstanbul 1998, s. 40-61.
[86] İbn Kesir, Bidâye, VIII, 132
[87] Ya'kubi, Tarih, Beyrut 1960, II, 220; İbnü'l-Esir, el-Kâmil fi't-Tarih, Beyrut 1965, III, 503-504.
[88] İbnü'l-Esir, III, 504.
[89] İbnü'l-Esir, III, 506; İbn Kesir, Bidâye, VIII, 89. Burada konumuzla pek ilgisi yok ama, şunu da ifade etmeden geçemeyeceğim. Muaviye'nin, İbn Ömer'e böyle bir teklifte bulunması, babasının tam aksi bir kişiliğe sahip olan İbn Ömer'in durumunu yansıtması açısından önemlidir. Halbuki Ömer'in valisi olan Muaviye, ondan korkarken, şimdi oğluna tam bir zillet olan parayla düşüncesini satın alma teklifinde bulunabilecek cesareti kendisinde bulabiliyor.
[90] İbnü'l-Esir, III, 506; İbn Kesir, Bidâye, VIII, 89.
[91] Kapar, Halifeliğin Emevileri Geşişi, s.55-56; Önkal, "Ahnef b. Kays", DİA., İstanbul 1989, II, 174. Muaviye'nin heyetlerle yaptığı görüşme konusunda bkz. Ünal Kılıç, Tartışmaların Odağındaki Halife Yezid b. Muaviye, İstanbul 2001, s. 104-113.
[92] Kapar, Halifeliğin Emevileri Geşişi, s.56.
[93] Mevdûdî, Hilafet 241-250.
[94] Buna benzer olaylar için bkz. İbn Abdirabbih, el-Ikdü’l-Ferid, Kahire 1953, I. 293-297.
[95] Mevdûdî, Hilafet s. 118-119.
[96] Mustafa Aydın, İlk Dönem İslam Toplumunun Şekillenmesi, İstanbul 1991, s. 272.
[97] Hucr ve arkadaşlarının katledilmesi hakkında geniş bilgi için bkz. Taberi, V, 253-277; İbnü'l-Esir, III, 461-472; Aycan, s. 229-246; Hasan Onat, Emevîler Devri Şiî Hareketleri ve Günümüz Şiîliği, Ankara 1993, s. 43-59; Nebi Bozkurt, "Hucr b. Adiyy", DİA., İstanbul 1998, XVIII, 277-278.
[98] Aycan, s. 233.
[99] Mevdûdî, Hilafet s. 222.
[100] İbn Sa’d, IV, 184, Zehebî, Siyerü A'lâmi'n-Nübelâ, thk. Muhammed Nuaym vd., Beyrut 1994, III, 230; M.Yaşar Kandemir, " Abdullah b. Ömer" DİA., İstanbul 1988, I, 127.
[101] İbn Sa'd, IV, 184; Zehebî, III, 230; Kandemir, I, 127. Haccâc için söylenilen bu rivayetin bir benzeri, halife Velid b. Abdülmelik için de nakledilmektedir. Bir keresinde Velid b. Abdülmelik, Cuma hutbesini o kadar uzattı ki, neredeyse ikindi namazının vakti geçecekti. Cemaatten birisi ayağa kalkarak "Ey Emirü'l-Mü'minîn! Zaman sizi beklemiyor. Namazı geciktirmenizden dolayı Allah’ın huzuruna nasıl bir özürle çıkacaksınız?" dedi. Velid "Ey adam! doğru söylüyorsun. Fakat burası doğru söyleyenlerin yeri değildir" diye karşılık verdi. Nitekim o sırada bir muhafız tarafından tutup cezalandırıldı. İbn Sa’d, IV, 184; İbn Kesir, Bidâye, VIII, 50-55; İbn Abdirabbih, I, 62. Muhtemelen bu rivayet, Haccâc için söylenilen rivayetle karıştırılmış olabilir. Burada bizim için önemli olan, halife ya da valinin yapılan ikazlar karşısında takındıkları tutumdur.
[102] Mektuplar hakkında bkz. Aycan, s. 137-139.
[103] Aycan, s. 138, 183.
[104] İbnü'l Esir, IV, 41, 104.
[105] Daha başta da belirttiğimiz gibi, Rasulullah bir kötülüğün düzeltilmesi için, bütün çabanın sarfedilmesini istemiş, kalp ile buğz etmenin ise, imanın en zayıf derecesi olduğunu belirtmiştir. Buna benzer Rasulullah'ın pek çok hadisleri bulunmaktadır. Bu hadisler için bkz. Mevdûdî, "İslam'ın İlk Döneminde Siyâsî Düşünce", İslam Düşünce Tarihi, çev. Aydın Ünlü, İstanbul 1990, II, 285. Bununla olaylara bir anlamda seyirci kalmayı tavsiye ettiği belirtilmektedir. Halbuki Peygamber'in yaşantısına baktığımızda O'nun alaylara seyirci kalmadığını, kötülüklere karşı mücadele ettiğini görmekteyiz.
[106] M Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, çev. E.R. Fığlalı, Ankara 1981, s. 155-157.
[107] Akbulut, s. 293.
[108] Akbulut, s. 293, 297.
[109] Tirmizi, Fiten, 25; İbn Hanbel, I, 384.
[110] Buhari, Fiten, 2, Müslim, İmare, 53.
[111] Buhari, Enbiya, 50; Müslim, İmare, 44.
[112] Müslim, Fiten, 13.
[113] Benzer hadisler için bkz. Mustafa Öztürk, "İslam Tefsir Geleneğinde Yorum Manipülasyonu", İslâmiyât, Ankara 2000, cilt, 3, sayı:3, s. 88-89; Akbulut, s. 112-113.
[114] Ğaybı sadece Allah’ın bilebileceği ile ilgili ayetler için bkz. A'raf 188, En'am 50, 59, Ahkaf 9, Kehf 23, Yunus 20, Hud 31, Sebe 14, Lokman 34 vb. Ayrıca Ğaybî haberler için bkz. M. S. Hatipoğlu, Siyasi İctimai Hadiselerle Hadis Münasebetleri (Basılmamış Doçentlik Tezi), Ankara 1968, s. 1-9.
[115] Peygamber'in beşerî yönü hakkında geniş bilgi için bkz. Kur'an, Enbiya 7, Al-i İmran 144, Nisa 163, Yusuf 109, Ra'd 38 vb; İzzet Derveze, Kur'an'a Göre Hz. Muhammed'in Hayatı, çev. Mehmet Yolcu, İstanbul 1989, II, 29 vd; Hizmetli, s. 296-298; Erul, s. 80-94.
[116] Hucurat, 9.
[117] İsmail L. Çakan-Muhammed Eroğlu, "Abdullah b. Abbas", DİA., İstanbul 1988, I, 77.
[118] Fazlur Rahman, İslam, çev. Mehmet Dağ-Mehmet Aydın, Ankara 1981, s. 296.

 

Nuh (a.s) ve Tufan

 


Sayfa: 1/2

 

 

Nuh Suresi:

Kur'an-i Kerim'in yetmiş birinci suresi. Yirmi sekiz ayet, iki yüz yirmi bir kelime ve yedi yüz elli harften ibarettir. Mekkî surelerden olup Nahl Suresinden sonra nâzil olmuştur. Sure, bütünüyle Nûh (a.s)'in kıssasından bahsettiği için bu adi almıştır.

Nuh Tufanı (Yeryüzünde cezalandırılan ilk kavim):

Andolsun, Biz Nuh'u kendi kavmine gönderdik, o da içlerinde elli yılı eksik olmak üzere bin sene yasadı. Sonunda onlar zulmetmekte devam ederlerken tufan kendilerini yakalayıverdi.
(Ankebut Suresi, 14)

Hemen her kültürde yer aldığını gördüğümüz Nuh Tufanı, Kuran'da anlatılan kıssalar arasında, üzerinde en çok durulanlardan biridir. Hz. Nuh'un gönderildiği kavmin uyarılara ve öğütlere kulak asmaması, gösterdikleri tepkiler ve olayın meydana gelişi birçok ayette detaylarıyla anlatılır.

Hz. Nuh, Allah’ın ayetlerinden uzaklaşarak O'na ortaklar koşan kavmini, sadece Allah'a kulluk etmeleri ve sapkınlıklarından vazgeçmeleri konusunda uyarmak amacıyla gönderilmişti. Hz. Nuh, kavmine Allah’ın dinine uymaları konusunda defalarca öğüt verdiği ve onları Allah’ın azabına karsı birçok kez uyardığı halde, onlar Hz. Nuh'u yalanladılar ve sirk koşmaya devam ettiler. Müminun Suresi'nde, Nuh Kavmi'nde gelişen olaylar söyle anlatılıyor:

Andolsun, Biz Nuh'u kendi kavmine (elçi olarak) gönderdik. Böylece kavmine dedi ki: 'Ey Kavmim, Allah'a kulluk edin. O'nun dışında sizin başka ilahiniz yoktur, yine de sakınmayacak misiniz?'

Bunun üzerine, kavminden inkâra sapmış önde gelenler dediler ki: 'Bu, sizin benzeriniz olan bir beşerden başkası değildir. Size karsı üstünlük elde etmek istiyor. Eğer Allah (öne sürdüklerini) dilemiş olsaydı, muhakkak melekler indirirdi. Hem biz geçmiş atalarımızdan da bunu işitmiş değiliz.'

O, kendisinde delilik bulunan bir adamdan başkası değildir, onu belli bir süre gözetleyin.Rabbim' dedi (Nuh). 'Beni yalanlamalarına karşılık, bana yardim et. (Mü'minun Suresi, 23-26)

Ayetlerde anlatıldığı gibi, kavminin önde gelenleri Hz. Nuh'u, onlara karsı üstünlük elde etmeye çalışmak, yani kişisel çıkarlar aramak gibi basit bir suçlamayla karalamaya çalıştılar ve ona "deli" damgası vurmak istediler. Ve onu gözetlemeye, baskı altında tutmaya karar verdiler.Bunun üzerine Allah Hz. Nuh'a, inkar edip zulmedenlerin suda boğularak azaplandırılacağını ve iman edenlerin kurtarılacağını haber verdi.

Sözü edilen azap vakti geldiğinde, yerden sular ve coşkun kaynaklar fışkırdı ve bunlar şiddetli yağmurlarla birleşerek dev boyutlu bir taşkına neden oldu. Allah, Hz. Nuh'a "onun içine her ikişer çift ile, içlerinden aleyhlerine söz geçmiş onlunlar dışında olan aileni de alıp koy" (Mü'minun Suresi, 27) emrini verdi ve Hz. Nuh'un gemisine binmiş olanlar dışında -Hz. Nuh'un, yakındaki bir dağa sığınarak kurtulacağını sanan "oğlu" da dahil olmak üzere- tüm kavim suda boğuldu. Tufan sonucunda sular çekilip, ayetin ifadesiyle "is bitiverince" de gemi, Kuran'da bildirildiğine göre, Cudi'ye-yani yüksekçe bir yere-oturdu.

Yapılan arkeolojik, jeolojik ve tarihi çalışmalar olayın Kuran'da anlatıldığı şekilde meydana geldiğini göstermektedir. Eski çağlarda yasamış birçok uygarlığa ait tabletlerde ve elde edilen birçok tarihi belgede, tufan olayı, kişi ve yer isimleri farklılık gösterse de, çok büyük benzerliklerle anlatılmış ve "sapkın bir kavmin basına gelenler" bir ibret kaynağı olarak çağdaşlarına sunulmuştur.

Tufan olayı, Tevrat ve İncil’in dışında, Sümer, Asur-Babil kayıtlarında, Yunan efsanelerinde, Hindistan'da Satapatha, Brahmana ve Mahabharata destanlarında, İngiltere’nin Galler yöresinde anlatılan bazı efsanelerde, İskandinav Edna efsanelerinde, Litvanya efsanelerinde ve hatta Çin kaynaklı öykülerde birbirine çok benzer şekillerde anlatılır.

Birbirinden ve Tufan bölgesinden hem coğrafi hem kültürel olarak bu kadar uzak kültürlerde, Tufan'la ilgili bu denli detaylı ve birbiriyle uyumlu bilgi nasıl yerleşmiş olabilir?

Sorunun cevabi açıktır: Eski dönemlerde birbirleriyle ilişki kurmuş olmaları imkansız olan bu toplumların yazıtlarında ayni olaydan bahsedilmesi, aslında bu insanların bir ilahi kaynaktan bilgi aldıklarını gösteren açık bir kanıt durumundadır. Görünen odur ki, tarihin en büyük helak olaylarından biri olan Tufan, farklı uygarlıklara gönderilen birçok peygamberler tarafından ibret için anlatılmış ve bu şekilde Tufan'la ilgili bilgiler çeşitli kültürlere yerleşmiştir.

Bununla birlikte, Tufan olayı ve Nuh Kıssası birçok kültür ve dini kaynaklarda anlatılmasına rağmen, kaynakların tahrif edilmesi veya yanlış aktarma ve kasıtlar sebebiyle birçok değişikliğe uğramış, aslından uzaklaştırılmıştır. Yapılan araştırmalardan, temelde ayni olayı anlatan ancak aralarında birtakım farklılıklar da bulunan Tufan anlatımları içinde, eldeki bilimsel bulgulara uygun yegane anlatımın Kuran'daki olduğunu görüyoruz.

Kur'an'da Hz.Nuh ve Tufan:

Nuh Tufanı, Kuran’ın pek çok ayetinde anlatılır. Aşağıda, olayın gelişim sırasına göre ayetler derlenmiştir.

Hz.Nuh'un, kavmini dine davet edişi:

Andolsun, Biz Nuh'u kendi kavmine gönderdik. Dedi ki: 'Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahiniz yoktur. Doğrusu ben, sizin için büyük bir günün azabından korkmaktayım.' (Araf Suresi, 59)

(Nuh:) 'Gerçek su ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim. Artık Allah'tan korkup-sakinin ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; benim ücretim yalnızca alemlerin Rabbine aittir. Artık Allah'tan korkup sakinin ve bana itaat edin.' (Suara Suresi, 107-110)

Andolsun, biz Nuh'u kendi kavmine gönderdik. Böylece kavmine dedi ki: Ey Kavmim, Allah'a kulluk edin. Onun dışında sizin başka ilahiniz yoktur, yine de korkup-sakınmayacak misiniz? (Müminun Suresi, 23)

Hz. Nuh'un, Kavmini Allah’ın Azabına Karsı Uyarması:

Hiç şüphesiz Biz Nuh'u: Kavmini, onlara acı biz azap gelmeden evvel uyarıp korkut diye kendi kavmine gönderdik. (Nuh Suresi, 1)

(Nuh:) 'Artık siz, ileride bileceksiniz. Aşağılatıcı azap kime gelecek ve sürekli azap kimin üstüne çökecek.' (Hud Suresi, 39)

(Nuh:) 'Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Ben size (gelecek olan) acı bir günün azabından korkarım.' (Hud Suresi, 26)

Kavmin Hz. Nuh'u Yalanlaması:

Kavminin önde gelenleri? 'Gerçekte biz seni açıkça bir 'şaşırmışlık ve sapmışlık' içinde görmekteyiz' dediler. (Araf Suresi, 60)

Dediler ki: 'Ey Nuh, bizimle çekişip-durdun, bu çekişmede ileri de gittin. Eğer doğru söylüyorsan bize vaat ettiğini getir (görelim.)' (Hud Suresi, 32)

Gemiyi yapmaktaydı. Kavminin ileri gelenleri kendisine her uğradığında onunla alay ediyordu. O: 'Eğer bizimle alay ederseniz, alay ettiğiniz gibi biz de sizlerle alay edeceğiz' dedi. (Hud Suresi, 38)

Bunun üzerine, kavminden küfre sapmış önde gelenler dediler ki: 'Bu, sizin benzeriniz olan bir beşerden başkası değildir. Size karsı üstünlük elde etmek istiyor. Eğer Allah (öne sürdüklerini) dilemiş olsaydı, muhakkak melekler indirirdi. Hem biz geçmiş atalarımızdan da bunu işitmiş değiliz. O, kendisinde delilik bulunan bir adamdan başkası değildir, onu belli bir süre gözetleyin.' (Müminun Suresi, 24-25)

Kendilerinden önce Nuh kavmi de yalanlamıştı; böylece kulumuzu yalanladılar ve 'delidir' dediler. O, baskı altına alınıp engellenmişti. (Kamer Suresi, 9)

Hz. Nuh'a Uyanların Küçük Görülmeleri :

Kavminden, ileri gelen inkarcılar: 'Biz seni yalnızca bizim gibi bir beşerden başkası görmüyoruz; sana, sığ görüşlü olan en aşağılıklarımızdan başkasının uyduğunu görmüyoruz ve sizin bize bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Aksine, biz sizi yalancılar sanıyoruz' dedi.' (Hud Suresi, 27)

Dediler ki: 'Sana, sıradan aşağılık insanlar uymuşken inanır miyiz?' Dedi ki: 'Onların yapmakta oldukları hakkında benim bilgim yoktur. Onların hesabi yalnızca Rabbime aittir, eğer şuurundaysanız (anlarsınız). Ve ben mümin olanları kovacak değilim. Ben, yalnızca apaçık bir uyarıcı-korkutucuyum.' (Suara Suresi, 111-115)

Allah’ın Hz. Nuh'a Üzülmemesini Hatırlatması :

Nuh'a vahye dildi: 'Gerçekten iman edenlerin dışında, kesin olarak kimse inanmayacak. Su halde onların islemekte olduklarından dolayı üzülme.' (Hud Suresi, 36)

Hz. Nuh'un Duaları

(Nuh:) 'Bundan böyle, benimle onların arasını açık bir hükümle ayar ve beni ve benimle birlikte olan müminleri kurtar.' (Suara Suresi, 118)

Sonunda Rabbine dua etti: 'Gerçekten ben yenik düşmüş durumdayım. Artık sen intikam al.' (Kamer Suresi, 10)

(Nuh) Dedi ki: 'Rabbim, gerçekten ben kavmimi gece ve gündüz davet edip durdum. Fakat benim davet etmem, bir kaçıştan başkasını arttırmadı.' (Nuh Suresi, 5-6)

(Nuh) 'Rabbim' dedi. 'Beni yalanlamalarına karşılık, bana yardim et.' (Müminun Suresi, 26)
Andolsun, Nuh Bize (dua edip) seslenmişti de ne güzel icabet etmiştik. (Saffat Suresi, 75)

Geminin Yapılışı :

Bizim gözetimimiz altında ve vahyimizle gemiyi imal et. Zulme sapanlar konusunda da Bana hitapta bulunma. Çünkü onlar suda-boğulacaklardır. (Hud Suresi, 37)

Hz. Nuh'un Kavminin Suda Boğularak Helak Olması :

Onu yalanladılar. Biz de onu ve gemide onunla birlikte olanları kurtardık, ayetlerimizi yalan sayanları da suda-boğduk. Çünkü onlar kör bir kavimdi. (Araf Suresi, 64)

Sonra bunun ardından geride kalanları da suda-boğduk. (Suara Suresi, 120)

Andolsun, Biz Nuh'u kendi kavmine gönderdik, o da içlerinde elli yılı eksik olmak üzere bin sene yasadı. Sonunda onlar zulmetmekte devam ederlerken tufan kendilerini yakalayıverdi.' (Ankebut Suresi, 14)

Böylece onu ve onunla birlikte olanları katımızdan bir rahmet ile kurtardık. Ayetlerimizi yalan sayarak inanmamış olanların da kökünü kuruttuk. (Araf Suresi, 72)

Hz. Nuh'un 'Oğlunun' da Helak Olması :

Kuran'da, Tufan’ın başlangıcında Hz. Nuh ile onun oğlu arasında geçen bir diyalog söyle anlatılır:

(Gemi) Onlarla dağlar gibi dalga(lar) içinde yüzmekteyken Nuh, bir kenara çekilmiş olan oğluna seslendi: 'Ey oğlum, bizimle birlikte bin ve kafirlerle birlikte olma.' (Oğlu) Dedi ki: 'Ben bir dağa sığınacağım, o beni sudan korur.' Dedi ki: 'Bugün Allah’ın emrinden, esirgeyen olandan başka bir koruyucu yoktur.' Ve ikisinin arasına dalga girdi, böylece o da boğulanlardan oldu.'... (Hud Suresi, 42-43)

Tufan'dan Müminlerin Kurtulmaları :

Bunun üzerine, onu ve onunla birlikte olanları yüklü gemi içinde kurtardık. (Suara Suresi, 119)
Böylece Biz onu da gemi halkını da kurtardık ve bunu alemlere bir ayet kilmiş olduk. (Ankebut Suresi, 15)

Tufan’ın Fiziksel Özellikleri :

Biz, bardaktan boşanırcasına akan bir su ile göğün kapılarını açtık. Yeri de coşkun kaynaklar halinde fışkırttık. Derken su, takdir edilmiş bir ise karsı birleşti. Ve onu da tahtalar, çiviler üzerinde taşıdık. (Kamer Suresi, 11-13)

Sonunda emrimiz geldiğinde ve tandır feveran ettiği zaman, dedik ki: 'Her birinden ikişer çift (hayvan) ile aleyhlerinde söz geçmiş olanlar dışında, aileni ve iman edenleri ona yükle.' Zaten onunla birlikte çok azından başkası iman etmemişti. (Hud Suresi, 40)

(Gemi) Onlarla dağlar gibi dalga(lar) içinde yüzmekteyken Nuh, bir kenara çekilmiş olan oğluna seslendi: 'Ey oğlum, bizimle birlikte bin ve kafirlerle birlikte olma.' (Hud Suresi, 42)

Böylelikle Biz ona: 'Gözetimimiz altında ve vahyimizle gemi yap. Nitekim bizim emrimiz gelip de tandır kızışınca, onun içine her ikişer çift ile, içlerinden aleyhlerine söz geçmiş onlar dışında olan aileni de alıp koy; zulmedenler konusunda Bana muhatap olma, çünkü onlar boğulacaklardır' diye vahdettik. (Müminun Suresi, 27)

Geminin Yüksekçe Bir Yere Oturması :

Denildi ki: 'Ey yer, suyunu yut ve ey gök, sen de tut.' Su çekildi, is bitiriliverdi, (gemi de) Cudi üstünde durdu ve zalimler topluluğuna da: 'Uzak olsunlar' denildi. (Hud Suresi, 44)

Tufan Olayı’nın İbret Verici Olması :
Gerçek su ki, su taştığı zaman, o gemide Biz sizi taşıdık; Öyle ki, onu sizlere bir ibret kılalım. Gerçeği belleyip kavrayabilen kullar da onu belleyip kavrasın. (Hakka Suresi, 11-12)

Allah’ın Hz. Nuh'u Övmesi :
Alemler içinde selam olsun Nuh'a. Gerçekten Biz ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz. Şüphesiz o, Bizim mümin olan kullarımızdandı. (Saffat Suresi, 79-81)

Tufan Yerel Bir Afet miydi? :

Nuh Tufanı’nın varlığını inkar edenler, bu iddialarına delil olarak dünya çapında bir tufanın varlığının imkansız olduğunu söylemektedirler. Ayrıca böylesine bir tufanın gerçekleşmemiş olduğu iddiasını, Kuran'a saldırmak amacıyla da öne sürmektedirler..

Oysa bu iddia, Allah’ın indirdiği ve tahrif edilmemiş tek kutsal kitap olan Kuran’ı Kerim için geçerli değildir. Çünkü Kuran'da, Tufan olayına, Tevrat ve çeşitli kültürlerde bahsedilen Tufan efsanelerinden çok daha farklı bir bakış açısı getirilir. Eski Ahit'in ilk beş kitabini oluşturan Muharref Tevrat, bu tufanın evrensel olduğunu ve tüm dünyayı kapsadığını söylemektedir. Oysa Kuran'da böyle bir bilgi verilmez, aksine, ilgili ayetlerden Tufan’ın yöresel olduğu ve tüm dünyanın değil, Hz. Nuh tarafından uyarılıp-korkutulan Nuh Kavmi'nin cezalandırıldığı anlaşılmaktadır.

Tevrat’ın ve Kuran’ın Tufan anlatımlarına bakıldığında bu farklılık kolaylıkla kendi gösterir. Tarih içinde çeşitli tahrifatlara ve eklemelere maruz kalmış olan Tevrat, Tufan’ın başlangıcını söyle açıklamaktadır:

Ve Rab gördü ki, yeryüzünde adamın kötülüğü çoktu, ve her gün yüreğinin düşünceleri ve kuruntuları ancak kötü idi. Ve RAB yeryüzünde adamı yaptığına nadim oldu, ve yüreğinde acı duydu. Ve RAB dedi: Yarattığım adamı, ve hayvanları, sürünenleri ve göklerin kuşlarını toprağın yüzü üzerinden sileceğim; çünkü onları yaptığıma nadim oldum. Fakat Nuh, Rabbin gözünde inayet buldu. (Tekvin, 6:5-8)

Oysa Kuran'da tüm dünyanın değil, sadece Nuh kavminin helak edildiği bildirilmektedir. Tıpkı Ad kavmine gönderilen Hz. Hud (Hud Suresi, 50) veya Semud Kavmi'ne gönderilen Hz. Salih (Hud Suresi, 61) ve diğer peygamberler gibi Hz. Nuh da yalnızca kendi kavmine gönderilmiştir ve Tufan da Nuh'un kavmini ortadan kaldırmıştır:

Andolsun, Biz Nuh'u kavmine gönderdik. (Onlara) 'Ben sizin için ancak apaçık bir uyarıp- korkutucuyum. Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Ben size (gelecek olan) acıklı bir günün azabından korkmaktayım' dedi. (Hud Suresi, 25-26)

Helak olanlar Hz. Nuh'un tebliğini hiçe sayan ve isyanda direten kavimdir. Bu konudaki ayetler hiçbir tartışmaya meydan vermeyecek kadar açıktır:

Onu yalanladılar. Biz de onu ve gemide onunla birlikte olanları kurtardık, ayetlerimizi yalan sayanları da suda-boğduk. Çünkü onlar kör bir kavimdi. (Araf Suresi, 64)

Böylece onu ve onunla birlikte olanları katımızdan bir rahmet ile kurtardık. Ayetlerimizi yalan sayarak inanmamış olanların da kökünü kuruttuk. (Araf Suresi, 72)

Ayrıca Kuran'da Allah, herhangi bir kavme elçi gönderilmedikçe, o kavmin helak edilmeyeceğini söylemektedir. Helak için, kavmin kendisine uyarıcı korkutucu gelmiş olması ve bu uyarıcının yalanlanmış olması gerekmektedir. Kasas Suresi'nde söyle denilir:

Senin Rabbin, 'ana yerleşim merkezlerine' onlara ayetlerimizi okuyan bir elçi göndermedikçe şehirleri yıkıma uğratıcı değildir. Ve Biz, halkı zulmeden şehirlerden başkasını da yıkıma uğratıcı değiliz. (Kasas Suresi, 59)

Kendisine uyarıcı gönderilmeyen bir kavmin helak edilmesi, Allah’ın sünneti değildir. Bir uyarıcı olan Hz. Nuh ise sadece kendi kavmine gönderilmiştir. Bu sebeple Allah, uyarıcı gönderilmemiş olan kavimleri değil, sadece Hz. Nuh'un kavmini helak etmiştir.

Kuran'daki bu ifadelerden Nuh Tufanı’nın tüm dünyayı kaplayan değil, yöresel bir felaket olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca Tufan’ın gerçekleştiği düşünülen arkeolojik bölgede yapılan -ve birazdan inceleyeceğimiz- kazılar da, Tufan’ın tüm dünyayı kaplayan evrensel bir olay değil, Mezopotamya’nın bir bölümünü etkisi altına almış olan çok geniş bir afet olduğunu göstermektedir.

Gemiye Bütün Hayvanlar Alındı mı? :

Kitab-i Mukaddes yorumcuları, Hz. Nuh'un yeryüzündeki tüm hayvan türlerini gemiye aldığına ve hayvan neslinin Hz. Nuh sayesinde yok olmaktan kurtulduğuna inanırlar. Bu inanışa göre yeryüzündeki tüm hayvanlar toplanmış ve gemiye yerleştirilmiştir.

Bu iddiayı savunanlar elbette birçok açıdan çok zor duruma düşmektedirler. Gemiye alınan hayvan türlerinin nasıl beslendikleri, gemide nasıl istiflendikleri, birbirlerinden nasıl tecrit edildikleri gibi soruların cevaplanması elbette mümkün değildir. Dahası, farklı kıtalara has hayvanların nasıl toplandığı da merak konusudur; kutuplardaki memeliler, Avustralya'daki kangurular veya Amerika'ya has bizonlar gibi. Ayrıca insan için son derece tehlikeli olan yılan, akrep gibi zehirli olanların ve vahşi hayvanların nasıl yakalandığı, Tufan'a kadar bunların kendi doğal ortamlarının dışında nasıl yaşatılabildiği gibi sorular da birbirini izlemektedir.

Ancak bunlar Tevrat’ın karsı karsıya kaldığı zorluklardır. Kuran'da ise, yeryüzündeki tüm hayvan türlerinin gemiye alındığına dair bir açıklama bulunmamaktadır. Daha önce belirttiğimiz gibi Tufan belirli bir bölgede gerçekleşmiştir. Bu nedenle gemiye alınan hayvanlar, Nuh kavminin bulunduğu bölgede yasayanlar olmalıdır.

Ancak sadece o bölgede yasayan tüm hayvan türlerinin bile bir araya getirilmesinin mümkün olmadığı açıktır. Hz. Nuh'un ve çok az sayıda oldukları belirtilen müminlerin (Hud Suresi, 40) çevrelerindeki yüzlerce hayvan türünden çiftler topladıklarını düşünmek de zordur. Yasadıkları bölgedeki hayvanlardan sadece böcek türlerinin toplanması bile mümkün değildir; hem de erkek dişi ayrımı yaparak! Bu nedenle, toplanan hayvanların rahatlıkla yakalanıp himaye edilebilecek ve özellikle de insanlara yarar sağlayacak evcil hayvanlar olduğu düşünülebilir. Buna göre, Hz. Nuh muhtemelen, inek, koyun, at, tavuk, horoz, deve ve benzeri hayvanları gemiye almış olabilir. Çünkü Tufan nedeniyle canlılığını büyük ölçüde yitirmiş olan bölgede yeni kurulacak hayat için gerekli olan temel hayvanlardır bunlar.

Burada önemli olan nokta sudur: Allah’ın Hz. Nuh'a verdiği hayvanları toplama emrindeki hikmet, hayvanların neslini korumaktan çok, Tufan sonrasında kurulacak yeni yasama gerekli olan hayvanların toplanması olmalıdır. Çünkü Tufan yerel olduğu için hayvanların soylarının tükenmesi söz konusu olamaz. Nasıl olsa Tufan'dan sonra zamanla diğer bölgelerden hayvanlar bu bölgeye göç edip bölgeyi eski canlılığına getireceklerdir. Önemli olan Tufan'dan hemen sonra bölgede kurulacak yasamdır ve toplanan hayvanlar temelde bu amaçla toplanmış olmalıdırlar.

Sular Ne Kadar Yükseldi? :

Tufan hakkındaki bir başka tartışma ise, suların dağları kaplayacak kadar yükselip yükselmediği konusundadır. Bilindiği gibi Kuran'da, geminin Tufan sonrası "Cudi"ye oturduğu bildirilmektedir. "Cudi" kelimesi kimi zaman özel bir dağ ismi olarak alınır, oysa kelime Arapça'da "yüksekçe yer-tepe" anlamına gelmektedir. Dolayısıyla Kuran'da "Cudi"nin, özel bir dağ ismi olarak değil, sadece geminin yüksekçe bir mekana oturduğunu anlatmak için kullanılmış olabileceği gözerdi edilmemelidir. Ayrıca Cudi kelimesinin bu anlamından, suların belirli bir yüksekliğe eristiği, ama yine de büyük dağların seviyesine kadar yükselmemiş olduğu da çıkarılabilir. Yani Tufan Tevrat'ta anlatıldığı gibi tüm yeryüzünü ve yeryüzündeki tüm dağları yutmamış, sadece belirli bir bölgeyi kaplamış olmalıdır.

Hazret-i Nuh'un Ömrü:

Nuh aleyhisselamdan, Kur'ân-i Kerîm ve hadis-i şeriflerde çokça bahsedilmiştir. Çeşitli vesilelerle Kur'ân-i Kerîm'de 43 yerde ismi geçer. Ayrıca bir surenin adi da Nuh’tur. Zamanında meydana gelen Tufan sebebiyle "İkinci Âdem" diye de anılagelmistir. Asil isminin Yesker olduğu, fakat kavminin kurtuluşu için çok ağladığından, ağlamak manasına gelen "nevh" kökünden türemiş Nuh sıfatının asil ismine dönüştüğü kayıtlıdır. Bu isim Sami kökenlidir. Mezopotamya metinlerinden Gilgamis Destanında bu isim yerine Utnapistim kullanılmıştır. Gerek Nuh'un ve gerekse Utnapistim'in sözlük manaları bilinmemektedir. Sümerlerin Tufan kahramanına verdikleri isim ise Zî-ud-Sudra'dir. Zî; hayat/can/ruh, Ud; zaman, Sudda ise; uzun manasına gelmektedir. Bu üç kelimeden meydana gelen ismin anlamı; Uzun ömürlü demektir.

Nuh aleyhisselamın kavmi içerisinde 950 sene kaldığı bildirilmektedir. Bugünkü yas ortalamaları göz önüne getirildiğinde akil almaz bir durumla karsılaşıyoruz. Kur'ân-i Kerîm, Hazret-i Nuh'un dışındaki hiçbir peygamberin ömründen bahsetmez. Hemen ilave edelim ki; Mezopotamya'da bulunan tabletlerde anlatılan Tufan'dan kurtulan insanların önderi Ziussudra adini taşımaktadır ki; uzun ömür sahibi anlamına gelmektedir.

Arkeologların Mezopotamya da buldukları bütün kral listeleri birbirini doğrular mahiyettedir. Arkeoloji literatürüne göre tufandan önceki Sümer krallarına Er sülaleler 1 (ES-1) denilmektedir ki Tufan'a kadar 10 hükümdarın ismini içerir. 1932 yılında Irak’ın Horsabad şehri civarında, arkeologların WB-444 adini verdikleri 20.5 cm. kalınlığında bir tablet daha bulunmuştur. Bu tablete göre Tufan'dan önce tam 10 kral yönetici olmuştur. Bunlardan 7. nin adi Enok olarak verilmiştir ki, kayıtlardan Idris aleyhisselam olduğu tahmin edilmektedir. Eğer böyleyse Idris aleyhisselamdan 3 hükümdar sonra Nuh aleyhisselam göreve başlamış ve onuncu kral zamanında Tufan meydana gelmiştir.

Kur'ân-i Kerîm ve hadis-i şerifler basta olmak üzere diğer İslami kaynaklar tarandığında pek çok arkeolojik, antropolojik ve jeolojik bilmece kolaylıkla çözülecek gibi görülmektedir. Tabletlerdeki kayda göre Tufanın 10. Kral zamanında meydana geldiğini belirtmiştik. Bir hadîs-i şerîfte bunu teyit eden bir ifade vardır. Efendimiz, Eshab-i kiramdan gelen bir soru üzerine; "Âdem aleyhisselam ile Hazret-i Nuh arasında 10 karn (kuşak, asır, dönem...) geçmiştir" buyurmuşlardır. İslam alimlerinin nakillerine göre ilk peygamberler Âdem, Sit, Idris aleyhisselam, hem peygamber, hem de o zamanki insanların yöneticisiydiler. Tabletlerde de buna benzer bazı ifadelere rastlanmaktadır. Tabletlere göre Tufandan önce gelen hükümdarlar, ayni zamanda birer din adamıdırlar. Maalesef tabletler İslami birikimden yoksun insanlar tarafından deşifre edildiklerinden, pek çok muğlak ifadenin açıklanmasında zorluk çekilmektedir.

 

Kadınlarla Tokalaşmak Haram mı?

 


Sayfa: 1/2

 

 

Kadınlar İle Tokalaşmanın Haramlığını Bildiren Hadislere Semantik Bir Analiz

1.

Giriş:
Modern zamanlara mahsus bir problem olan mahrem/yabancı kadınlar ile tokalaşma, toplumumuzda zaman zaman tartışılan bir konudur. Bu çalışmamızda; yaşadığımız çağın sosyal şartlarının, kadın erkek ilişkilerini farklı boyutlara taşımasıyla daha belirgin hale gelen tokalaşma probleminin dini kaynağı/delili olarak gösterilen rivayetlere semantik bir tahlil yapmaya ve metin tenkidinde bulunmaya çalışacağız. Çalışmamızın amacı, kadınlar ile tokalaşmanın “haram” olup, olmadığını tespit değildir. Amacımız, söz konusu rivayetlerden hareketle verilen “mahrem/yabancı kadınlar ile tokalaşma haramdır” hükmünün ne derece isabetli olduğunu, bu hükme delil sayılan rivayetlerin (böyle bir hükmün çıkarılması için) yeterli olup olmadığını ve doğru anlaşılıp anlaşılmadığını semantik açıdan analiz yapmaktır. [1]

Tokalaşmanın Haramlığına Delil Sayılan Rivayetler Bu konuda varit olan rivayetlerin çoğu Âişe’den nakledilmiştir. Rivayetler ise kadınların Rasûlullah’a biatleri ile ilgilidir. Kadın sahâbîlerin Hz peygamber’e biat etmeleri; Medîne’ye hicretten, Hudeybiye antlaşması sırasında ve Mekke’nin fethinden sonra olmak üzere birkaç defa olmuştur. Rasûlullah’ın kadınlardan biat almasının nedeni, Mümtehine Sûresi’nde nazil olan ayetlerdir. Hudeybiye’de yapılan antlaşmaya göre, İslam’ı kabul ederek Mekke’den Medine’ye gelen kadınların geri gönderilmesi gerekiyordu. Ancak müslüman bir hanımın, kafir kocasının nikahı altında kalamayacağı için Mümtehine Sûresi bu konuya açıklık getirmiş ve bu durumdaki muhacir kadınlar, imtihan edilerek, yani gerçekten inanmış olup olmadıkları araştırılarak, kendilerinden biat alınmıştır. Çalışmamıza konu olan rivayetlerin çoğu, bu sosyal gelişmeler ile alakalıdır.

Mümtehine Sûresindeki ayetler şöyledir:
“ Ey iman edenler! Mü’min hanımlar size katılmak üzere hicret etmiş olarak geldiklerinde onları imtihan edin. Gerçi Allah onların imanlarını pek iyi bilir. Ama siz de onların mü’min olduklarını anlarsanız, artık onları kafirlere geri göndermeyin. Bundan böyle bu hanımlar kafir kocalarına, kafir kocaları da bu hanımlara helal değildir. Bununla beraber kocalarına vermiş oldukları mehirleri siz iade ediniz. Kendilerine mehirlerini vererek bu kadınlar ile evlenmenizde bir sakınca yoktur. Kafir kadınları nikahınızda tutmayın. Onlara harcadığınız mehri, evlenecekleri kocalarından isteyiniz. Kafirler de, İslam’a girip sizinle evlenen eşlerine sarf etmiş oldukları mehri sizden geri istesinler. Allah’ın hükmü budur. Aranızda o hükmeder. Zira Allah her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.”[2]

“ Ey peygamber! Mü’min hanımlar Allah’a hiçbir surette ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, iftirada bulunmamak, gayr-ı meşru bulduğu bir çocuğu kocasına isnat etmemek, senin kendilerine emredeceğin ma’rufta sana isyan etmemek hususlarında sana biat etmeye geldiklerinde, sen de onların biatlarını kabul et ve onlar için Allah’tan af dile. Çünkü Allah Gafur’dur, Rahîm’dir, affı ve ihsanı boldur.”[3]


Aşağıda zikredeceğimiz hadisler, kadınların Rasûlullah ile biatleşmesi durumunu anlatan rivayetlerdir:

Âişe naklediyor: “Bu ayet ile ilgili olarak Rasûlullah kadınlar ile, Allah’a hiçbir şeyi eş koşmamaları konusunda biat alıyordu. Rasûlullah biatı söz ile aldı. Onun eli, sahip olduğu kadınlardan başkasının eline değmemiştir.” [4]

Buhârî, yukarıda vermiş olduğumuz Âişe’nin rivayetini müteakip Ümmü Atiyye’den de şu hadisi nakletmiştir:
“ Rasûlullah ile biatleştik. Bana; “ Allah’a hiçbir şeyi eş koşmasınlar ayetini okudu. Bunun üzerine kadınlardan biri ( kendisini kastediyor[5] ) hemen elini çekti ve şöyle dedi: Falanca kadın bana cahiliyye matemi tutmuştu onun bende hakkı var, ondan izin almak isterim. Rasûlullah bir şey demedi. Kadın gidip geldi ve biat etti.”[6]

Buhârî aynı hadisi Kitâbu’ş-Şurût’ta şu lafızlar ile tahriç (rivayet) etmiştir:
Âişe naklediyor: “ Vallahi Rasûlullah’ın eli biatlaşma esnasında hiçbir kadının eline değmedi. O, ancak söz ile biat almıştır.”[7]
Yine Buhârî az bir lafız değişikliği ile Kitabu’t-Talâk’ta da tahriç etmiştir:

“Hayır, Allah’a yemin olsun ki, onun eli hiçbir kadının eline değmemiştir. Ancak o, kadınlardan söz ile biat almıştır.”[8]
Ebû Dâvûd aynı hadisi Cihad kitabında zikretmiştir. Ancak, hadisin geçtiği babın adı yine “kadınlar ile biat”tir. Hadisin ravisi ise yine Âişe’dir.

“ Rasûlullah’ın eli asla bir kadının eline değmemiştir. Ancak, bir kadın ( tokalaşmak istediğinde ) ona mani’ olmuş, kadın da bunu kabul etmiştir. Bunun üzerine Rasûlullah “git senin biatını kabul ettim”, demiştir.[9]

Tirmizî aynı hadisi, Âişe’yi zikretmeksizin mürsel[10] olarak Ma’mer, Tâvus ve babası tarikiyle (kanalıyla/yoluyla) nakletmiştir. [11]

İbn Mâce’nin rivayetinde lafız az da olsa değişmiştir. Ancak, rivayetin ilişkili olduğu konu yine aynı, yani kadınların biat etmeleri konusudur.

Muhammed b. el-Münkedir, Ümeyme bt. Rukayka’nın şöyle dediğini nakletmektedir:
“Kadınlar topluluğu içinde Rasûlullah’a biat etmeye geldim. Bize; “ Gücünüzün yettiğince, ben kadınlar ile tokalaşmam”, diyordu. [12]

Bu rivayetin farklı beş versiyonunu İbn Hanbel nakletmiştir. İbn Hanbel’in naklettiği Ümeyme bt. Rukayka rivayetinin daha kapsamlı olan versiyonunu burada zikretmek istiyoruz. Bu rivayetlerin tamamı M. İbn Münkedir tarikiyle gelmektedir. Yani rivayetler mürseldir.

Ümeyme bt. Rukayka durumu şu şekilde nakletmektedir: “İslam üzere biatleşmek için kadınlar topluluğu içinde Rasûlullah’a gittim. Biz kadınlar; Ey Allah’ın Rasûlü! Sana, Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarımızı öldürmemek, bilerek iftira ve suçlamada bulunmamak, ma’ruf olnda sana isyan etmemek üzere biat ediyoruz, dedik. O da bize; “ Gücünüzün yettiği kadar”, diyordu. Biz, Allah ve Rasûlü bize, bizden daha merhametlidir, hadi sana biat edelim yâ Rasûlallah, dedik. Rasûlullah da, “ Ben kadınlar ile musafaha etmem. Ancak benim yüz kadın için söylediğim bir söz, tek bir kadın için söylenmiş gibidir” buyurdu.[13]

Hadisin bir diğer varyantında, “ Hadi sana biat edelim” ifadesi yerine, “ Hadi tokalaşalım” denildiğini, Süfyan b. Uyeyne ifade etmektedir. İbn Hanbel’deki diğer bir rivayette ise kadınlar Rasûlullah’a şöyle demişlerdir: “ Ey Allah’ın Rasûlü! Bizimle musafaha etmeyecek/tokalaşmayacak mısınız?”[14]

Taberî aynı konuyla ilgili olarak Rukayka’nın Rasûlullah’a; “Uzat elini seninle tokalaşalım yâ Rasûlallah!” dediğini, nakletmiştir. [15]

İbn Hanbel, Esmâ bt. Yezîd’den, Hz. Peygamber’in; “ Ben kadınlar ile tokalaşmam” dediğini nakletmiştir.[16]
Hâkim en-Nîsâbûrî Mümtehine Süresi’nin tefsirinde, Ebû Süfyan’ın karısı Hind’in Rasûlullah ile biatleşmesini şu şekilde nakletmektedir:

Hind biatleşme esnasında Rasûlullah’ın koşmuş olduğu şartlardan hırsızlık şartına gelince, “ Ben bu konuda söz veremem. Çünkü kocamın malını çalıyorum” diyerek elini çekti. Rasûlullah da çekti. Bunun üzerine Ebû Süfyan’a haber gönderildi. O da; yaş (taze) olursa helal olsun ama kuru olursa olmaz dedi. Böylece Hind Rasûlullah ile biatleşti.[17]

· Yrd. Doç. Dr. Dicle Üniversitesi İlâhiyât Fakültesi Hadis Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.
[1] Hadislerin doğru anlaşılmasında,, “Semantik” analizin önemi için ayrıca bkz. Mehmet Görmez, Hz. Peygamber’in Bir Hadis-i Şerifinde Bir Din tanımı, Peygamberimiz Hz. Muhammed –Özel Sayı-, T.D. İ. B., Ankara, 2000, s. 331-338.
[2] Mümtehine, 60 / 10. Ayetin yukarıda zikrettiğimiz sebebi nüzûlü için bkz: Süyûtî, Celâleddin, Lübâbu’n-Nükûl Fî Esbâbi’n-Nüzûl, Beyrut, 1980, s. 211.
[3] Mümtehine, 60 / 12.
[4] Buhârî, Ebû Abdillah M. b. İsmâîl, Sahîhu’l-Buhârî, İstanbul, 1979, Ahkâm, 49 ( VIII, 125 ). Ayrıca bkz: İbn Hanbel, Ahmed, Müsned, Beyrut, tsz., VI, 153.
[5] Parantez içinde vermiş olduğumuz açıklamayı, Kâmil Mîras’ın bir tercihi olarak onun tercümesinden aldık. Bkz: Kâmil Mîras, Tcerîdi Sarih Tercümesi ve Şerhi, Ankara, 1984, XI, 198-200. Ayrıca bkz: Mehmet Sofuoğlu, Sahih-i Buhârî Tercümesi ve Şerhi, İstanbul, 1989, XV, 7068-69.
[6] Buhârî, Ahkâm, 49 ( VIII, 125 ).
[7] Buhârî, Şurût, 1, ( III, 173 ) . Aynı lafız ile Buhârî Mümtehine Sûresi’nin tefsirinde bu hadisi tahriç etmiştir. Bkz: Tefsîru Mümtehine, 2, ( VI, 61 ).
[8] Buhârî, Talak, 20, ( VI, 173). Ayrıca bkz: İbn Hanbel, Müsned, VI, 270.
[9] Ebû Dâvûd, Süleyman b. El-Eşas es-Sicistânî, Sünen, Humus, 1971, Cihad, 9, ( III, 352 ). İbn Mâce aynı yerde Âişe’den gelen rivayetlere de yer vermiştir. Aynı hadis için bkz: İbn Hanbel, Müsned, VI, 114.
[10] Mürsel: Hadis ıstılahında (teriminde) mürsel; sahabeden sonra gelen nesil olan tabiînin, sahebeyi atlayarak doğrudan Hz. Peygamberden hadis nakletmesine denir. Mürsel, bir zayıf hadis türüdür.
[11] Tirmizî, Ebû Îsâ M. b. Sevre, Sünen, Beyrut, tsz., Tefsîru Sûreti Mümtehine, 2, (V, 411, 3306 numaralı hadis)
[12] İbn Mâce, Ebû Abdillah M. b. Yezîd el-Kazvînî, Sünen, tsz., yy., Cihad, 43, ( II, 959-60 ).
[13] İbn Hanbel, Müsned, VI, 357. Tirmizî, Sünen, Siyer, 37, ( IV, 21-2 ). Mâlik, el-Muvattâ, Beyrut, 1989, Bey’ât, 2, s. 651, 1842 numaralı hadis.
[14] İbn Hanbel, Müsned, VI, 357. Bu konuda daha geniş bilgi için bkz: M. Nâsıruddin Elbânî, Silsiletü’l-Ehâdîsi’s-Sahîha, Beyrut, 1985, II, 52-58.
[15] Taberî, İbn Cerir, Câmiu’l-Beyân An Te’vil-i Âyi’l-Kuran, Beyrut, 1995, XIV, 101.
[16] İbn Hanbel, Müsned, VI, 459.
[17] Hâkim, Ebû Abdillah M. b. Abdillah en-Nîsâbûrî, el-Müstedrek Ala’s-Sahîhayn, Beyrut, 1990, II, 528.

2.BÖLÜM

Elbânî, İshâk b. El-Mervezî’nin “ Mesâilü Ahmed ve İshâk” adlı eserinden şu karşılıklı konuşmayı nakletmektedir:
İbn İshâk; Kadınlar ile tokalaşmayı mekruh görüyor musun?
İbn Ahmed; evet görüyorum.

İbn İshâk; Yaşlı olsun olmasın, Rasûlullah elinin üzerinde elbise/bez parçası olduğu halde kadınlar ile biatleşmiştir.”[1]
Ümmü Atiyye biat ettiğini şöyle anlatmaktadır:
“ Biat etmek için Rasûlullah’a geldiğimde ona şöyle dedim: Bana câhiliye döneminde yas tutmuş (teselli etmiş/ağıt yakmış) bir dostum var, ona borcumu ödeyebilir miyim? Sonra gelip biat edeyim. Bana; “ git ” dedi.[2] Gidip geldim ve biat ettim.”[3]

Taberî, söz konusu biat ile ilgili şu önemli rivayeti yine Ümmü Atiyye’den nakletmektedir:
“ Hz. Peygamber Medîne’ye gelince Ensar’ın hanımlarını bir evde topladı ve Ömer’i gönderdi. Ömer kapının önünde durup bize selam verdi. Biz de selamını aldık. Bize, “ Ben Allah’ın Rasûlü’nün elçisiyim”, dedi. Biz de, “hoş geldin ey Allah’ın Rasûlü’nün elçisi”, dedik. Daha sonra Ömer, “ Allah’a şirk koşmamak, çalmamak, zina etmemek üzere biat ediniz”, dedi. Biz de, “evet” dedik. O elini kapının/evin dışından uzattı, biz de içerden uzattık. Bunun üzerine Ömer: “ Allah’ım şahit ol dedi.”[4]

Bu konuda oldukça önemli bir ayrıntıyı Kurtubî tefsirinde şu şekilde nakletmektedir: “Hz. Peygamber Mekke’yi fethettikten sonra kadınların biatını alması gerektiğinde, kendisi Safâ tepesine oturmuş ve Ömer’i de bir az aşağısına oturtarak, kadınların biatını almasını söylemiştir. Ömer biat esnasında kadınlar ile tokalaşıyordu.”[5]

Amr b. Şuayb ise dedesinden şöyle nakletmiştir: “ Rasûlullah hanımlardan biat aldığı zaman bir kaptaki suya elini değdirir, kadınların da ona değmelerini isterdi.[6]

İbn Sa’d Tabakât’ında kadınların Rasûlullah ile biatleşmelerine ilişkin bir bölüm ayırmış ve yukarıda nakletmiş olduğumuz rivayetlerin dışında bazı ayrıntıları, özellikle tabiîn imamlarından nakletmiştir. Konumuz bakımından önemli gördüklerimizi burada zikredeceğiz:

Şa’bî’den şunu nakletmektedir: “ Rasûlullah, kadınlar ile elinin üzerinde elbise olduğu halde biatleşmiştir.”[7]

Zührî ve Urve tarikiyle yaptığı bir rivayette, Rasûlullah’ın biat esnasında kadınlar ile tokalaşmadığını nakletmiştir.[8]

Atâ’dan yapmış olduğu şu rivayet çok dikkat çekicidir: “ Rasûlullah, kadınlardan, cahiliyye matemi tutmamak, tenha yerlerde erkekler ile oturmamak üzere biat aldı.”[9]

Hasan’dan ise şu ayrıntıyı nakletmektedir: “ Mahrem olanların dışındaki erkekler ile konuşmamak üzere biat aldı.”[10]
Amr b. Şuayb’ın dedesinden yaptığı bir rivayet de şöyledir: “ Hz. Peygamber Medîne’ye geldiğinde müslüman olmuş kadınlar gelerek; ‘ Yâ Rasûlallah! Erkeklerimiz sana biat ettiler, biz de biat etmek istiyoruz’, dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber, bir kap içerisinde su istedi. Elini içerisine batırdı. Birer birer kadınlara ellerini değdirdi. İşte Rasulullah’ın kadınlar ile ilgili biatı budur.”[11]

Buraya kadar nakletmiş olduğumuz rivayetlerden şu sonucu çıkarabiliriz: Hz. Peygamber’in kadınlar ile biatı dört şekilde olmuştur. Sözle biat, içi su dolu bir kap vasıtasıyla, ele sarılan bir bez vasıtasıyla, tayin edilen bir vekil aracılığıyla ( Ömer’in tayin edilmesi gibi).[12]

Hz Peygamber’in ve Ashâbının Eşleri Dışındaki Kadınlar İle Temas Ettiklerini Gösteren Deliller

Burada zikredeceğimiz rivayetler, yukarıda nakletmiş olduğumuz rivayetlerin ifade ettiği gibi, Hz peygamber’in nikahlı hanımlarının dışında hiçbir kadına elinin değmemiş olduğunu bildiren ifadelerin genel olmayıp, anlatılan olaya mahsus bir durum tespitinden ibaret olduğunu göstermektedir.
Enes b. Mâlik Ümmü Süleym’in şöyle dediğini naklediyor:
“ Rasûlullah uyuyacağı zaman ona döşek sererdim. Uyuyunca da, terlerini toplar bir kabın içine koyardım. Onu daha sonra güzel bir koku içine katardım.”[13]

Aynı olayı nakleden Ebû Ya’lâ şu ayrıntıyı naklediyor: “ Uykusu ağırlaşır ve çok terlerdi. Ben de bir pamuk parçasıyla terini alırdım.”[14]

Enes b. Mâlik anlatıyor:

Rasûlullah Ubâde b. Sâmit’in karısı olan Ümmü Haram’ın evine giderdi. Ümmü Haram da ona yemek yedirip, sonra da saçlarına bakım yapardı. ( Sirke, bit vs. var mı diye )[15]
Ebû Mûsâ anlatıyor: “ Rasûlullah beni Yemen’de bir kabileye gönderdi. Döndüğümde O (a.s.), Batha ( Mekke de bir mevki adı )’ da idi. Telbiye[16] gtiriyordu. Bende onun getirdiği gibi telbiye getirdim. Bana, “ yanında kurban olabilecek her hangi bir şey var mı?” diye sordu. Ben de,” hayır” dedim. Bana Safâ ile Merve arasını tavaf etmemi emretti. Ben de tavaf ettim. Sonra ihramdan çıktım. Kavmimden bir kadına gittim. Saçlarımı taradı ve yıkadı.”[17]

Enes b. Mâlik anlatıyor: “ Medineli bir câriye vardı. Rasûlullah’ın elinden tutar, istediği yere onunla giderdi.” [18] Diğer bir rivayette; “Elini asla bırakmazdı.”[19]
Ebû Râfi’in hanımı Selma anlatıyor: “ Rasûlullah’a hizmet ederdim. Onda, sivilce çıban vs. gibi bir şey çıktığında bana emrederdi, ben de onların üzerine kına koyardım/yakardım.”[20]

İbn Abbas şöyle bir rivayette bulunmuştur: “ Bir adam Rasûlullah’a gelerek şöyle dedi: “Benim dünyada her şeyden daha çok sevdiğim bir karım var, ancak elini uzatanın elini geri çevirmez. ( Lâ teruddu yede lâmis )” Rasûlullah da adama; “ Boşa” buyurdu. Adam, “sabredemem” deyince; “ o halde ondan yararlan, onu sıkı tut”, dedi.[21]

Nesâî şarihi Süyûtî, hadiste geçen “Lâmis” sözcüğünün zina anlamına geldiğini, ancak buradaki anlamının bu olamayacağını söylemiştir. Çünkü, buradaki anlamı öyle olsa idi, Hz. Peygamber’in onu tutmasını ve ondan yararlanmasını söylemezdi, demiştir. Bazıları da bu tabirin eli açık cömert anlamında teşbih ifade ettiğini söylemişlerse de, bağlamına uymadığı için kabul edilmemiştir.[22] Şarihler, kadının erkekler ile mübaşeretinde dikkatli olmayıp, önüne gelenle tokalaştığı ve zinaya meyyal olduğu vs. şeklinde yorumlamışlardır. M. Hamdi Yazır, bu hadisten çıkarılan hükümler sadedinde, böyle bir durumda boşanmanın da olabileceğini, ancak böyle iffeti zayıf kadınlar, boşandıkları zaman daha kötü bir duruma düşebilecekler ise, onları boşamayıp sıkı tutmak, yani gözetim altında bulundurmak tavsiye edilir, demiştir.[23]

Bu rivayetten, Hz. Peygamber zamanındaki kimi kadınların erkekler ile temas etmede aşırıya gidebildikleri, fakat buna rağmen Hz. Peygamber’in onları kesin olarak boşamak veya haram işlemiş olmakla itham etmediklerini anlayabilmekteyiz.

[1] Elbânî, a.g.e., II, 55.
[2] Bu rivayette söz konusu olan şey, Câhiliye döneminde birine bir musîbet, ölüm vs. geldiğinde teselli ve yas tutma da yardımcı olunur, karşılıklı olarak (ödünç) yapılırdı. Burada ödenmek istenen borç budur.
[3] Nesâî, Sünen, ( Süyûtî’nin şerhi ile birlikte ), Beyrut, tsz., VII, 149.
[4] Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIV, 103. Ayrıca bkz: İbn Kesîr, Hâfız, Tefsîru’l-Kurani’l-Azîm, İstanbul, 1985, VIII, 128.
[5] Kurtubî, Ebû Abdillah M. Ahmed el-Ensârî, el-Câmiu Liahkâmi’l-Kuran, tsz., yy., XVIII, 71.
[6] Kurtubî, a.g.e., XVIII, 72.
[7] İbn Sa’d, et-Tabakât, Beyrut, tsz., VIII, 5.
[8] İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 5.
[9] İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 10.
[10] İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 10.
[11] İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 11.
[12] Bu biatlerin tarihi seyirleri ve rivayetleri için bkz: Rıza Savaş, Hz. Muhammed Devrinde Kadın, İstanbul, 1991, s. 70 – 76. Ayrıca bkz: Rıza Savaş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, İstanbul, 1994, IV, 250-256.
[13] Buhârî, İstîzân, 41 ( VII, 140 ).
[14] Ebû Ya’lâ, Ahmed b. Ali el-Mevsîlî, Müsned, Dimeşk, 1984, VI, 409. Ayrıca bkz: Tabarânî, Süleyman b. Ahmed b. Eyyûb, Mu’cemu’l-Evsât,Musul, 1983, I, 249.
[15] Buhârî, Cihâd, 3 ( III, 201 ); Hac, 125 ( II, 187 ), Umre, 11 ( II, 203 ), Megâzî, 77 ( V, 123 ); ayrıca bkz: Müslim, Hac, 154; Nesâî, Menâsik, 52; İbn Hanbel, IV, 396, VI, 256, 363; İbn Abdi’l-Berr, Ebû Ömer Yusuf b. Abdillah, et-Temhîd, Magrib, 1387, I, 255.
[16] Telbiye: Hac vazifesi yapılırken söylenilen bir duadır. Yüksek sesle söylenir.
[17] Buhârî, Hac, 32 ( II, 149 ), Müslim Hac, 155, Nesâî, Menâsik, 50; İbn Hanbel, I, 39, IV, 410.
[18] Buhârî, Edeb, 61 ( VII, 89 ); Nesâî, Eşribe, 44; İbn Hanbel, III, 174, 216.
[19] İbn Mâce, Zühd, 16.
[20] İbn Hanbel, V, 95. Ayrıca bkz: Halef b. Abdulmelik, Gavâmidu’l-Esmâi’l-Müpheme, Beyrut, 1407, II, 557.
[21] Nesâî, Nikâh, 12 ( VI, 67 ).
[22] Süyûtî, Şerhu Süneni Nesâî, VI, 67.
[23] M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili, VIII, 111 – 112.


3.Bölüm

Rivayetler İle İlgili Görüş ve Değerlendirmeler:

Burada, yukarıda nakletmiş olduğumuz rivayetlerden hareketle çağdaş alimlerin ne gibi görüşler ileri sürdüklerini özetle vermeye çalışacağız. Rivayetlerin sonucunda, kadın erkek tokalaşmasını haram sayanları bir başlık altında, mübah/helal sayanları da ayrı bir başlık altında zikredeceğiz.

Tokalaşmayı Haram Kabul Edenler:

İbn Arabî Ahkâmu’l-Kuran adlı eserinde kadınların Rasûlullah ile biatlarına ilişkin rivayetleri nakletmiş ve tokalaştığını söyleyen rivayetleri zayıf gördüğünü belirtmiştir. Ayrıca müellif, rivayetlerin sonunda şu hükme varmıştır:

“ Dinde kadınların biatı da erkeklerin biatı gibidir. El ile dokunma hariç.”[1]

İ. Cânan, Hadis Ansiklopedisi çalışmasında Ümeyme bt. Rukayka hadisini zikredip, diğer rivayetlere de atıfta bulunduktan sonra şu genel değerlendirmeyi yapmıştır:
“ Yukarıdaki metinden de anlaşılacağı üzere, kadınlar da erkekler gibi el sıkışarak biat etmek istemişler, ancak, Hz. Peygamber belki de ilk defa, bu vesileyle, İslâm’ın yeni bir âdabını teşrî buyurmuştur: Birbirlerine nikah düşen kadın erkek el ele tutuşamaz.... Hulâsa, bütün rivayetler bilittifak, Rasûlullah’ın bey’ât sırasında kadınların eline çıplak olarak değmediğini ifade eder.”[2]

“Kırk Hadiste Kadın” adlı çalışmasında Zekeriya Güler, konuyla ilgili rivayetleri naklettikten sonra şu kanaatini belirtmiştir:
“ Rasûl-i Ekrem’in bey’ât esnasında buyurduğu “ Ben kadınlar ile musafaha etmiyorum” ifadesi bağlayıcılık açısından umûmî bir mahiyet arz eder. Bu ifadenin bey’at zamanına has bir uygulama olduğu söylenemez. Çünkü fıkıh usûlüne göre, lafız umûmî olup hususi bir karine yoksa, sebebin özel oluşuna itibar edilmez ve ilgili delilden genel hüküm çıkarılır. Ayrıca tabiatı icabı bey’atın el sıkışma yoluyla olması gerektiği halde Rasûlullah kadınlardan bey’at alırken bunu yapmamıştır. Böyle olunca bey’at dışında normal zamanlarda yabancı ( nâmahrem ) bir kadınla tokalaşmanın hayli hayli haram olduğu anlaşılır. Kendine son derece hakim, günah işlemekten uzak ve masum olan Yüce peygamber bey’at sırasında bile kadınlarla tokalaşmaktan kaçınıyorsa, onun izinden giden ümmetinin daha da dikkatli olması gerekiyor demektir.
Günümüzde bazı kimseler, erkeklerin kadınlarla veya kadınların erkeklerle tokalaşmasını kaçınılmaz bir durum, önemsiz bir mesele ve küçük bir günah olarak görmektedir. Bu yanlış bir fikirdir. Tamamen heva ve hevesten kaynaklanan bu fikir, söz konusu günahı basit görerek umursamayan ve onu terk etmek için hiçbir gayret göstermeyen insanların kendilerini temize çıkarma çabalarından başka bir şey değildir.”[3]

Rivayetlere konu olan bey’atın alınmasına vesile olan Mümtehine Sûresi’nin ilgili ayetinin tefsirinde H. Yazır, aynı rivayetlere değindikten sonra şu kanaatini belirtmektedir:
“ Meşhur ve güvenilir olan husus, Hz. Peygamber’in kadınlar ile musafaha yapmadığıdır.”[4]

Ahkâmu’l-Kuran adlı eserinde M. es-Sâbûnî, kadınlar ile biatleşmeyi değerlendirmiş ve şöyle demiştir:

“ Rasûlullah’ın kadınlar ile biat esnasında tokalaşmadığı sahih olarak varit olmuştur. Bu konuda nakledilen rivayetlerin bütünü, kadınlar ile biatın sözlü olduğunu, hiçbir kadın ile ne biatte, ne de biatın dışında bir başka münasebetle tokalaşmadığını göstermektedir. Hz. Peygamber; ma’sûm, tâhir, fâzıl, şerîf ve nezihliğinde şüphe olmayan biri olduğu halde, kadınlar ile tokalaşmaktan kaçınır ise, hatta biat gibi çok önemli bir durumda bile, kendisinde şehvet egemen olan, fitneden emin olmayan ve damarlarında şeytan dolaşan biri için kadınlar ile tokalaşmak nasıl mübah olabilir. Nasıl oluyor da bazı kimseler, şeriatte kadınlar ile tokalaşmak haram değildir diyebiliyorlar?! Bu çok büyük bir bühtandır.”[5]

Kadınlara has durumlar için yazmış olduğu ilmihal kitabında Faruk Beşer konuyla ilgili şu açıklamayı yapmıştır:
“ Genç ve şehvet duyulabilecek yabancı kadınla tokalaşmak haramdır. Peygamber efendimiz yabancı bir kadının elini tutan ele, kıyamet günü ateş doldurulacağını haber vermiştir. Kendisi de biat esnasında kadınlar ile el sıkışmamış ve sizden sözlü biat alıyorum, buyurmuştur. Âişe annemiz de yemin ederek: “ Allah Rasûlü’nün eli kadın eline değdi diyen yalan söylemiştir.”[6]

“ Tahrîru’l-Mer’eti Fî Asri’r-Risâleti” adlı kitabında Abdulhalim Ebû Şekka Hz. Peygamber’in kadınlar ile olan münasebetlerini; hem bey’at, hem de bey’at dışındaki durumlar itibariyle inceledikten sonra, şu kanaate varmıştır:
“ Rasûlullah’ın kadınlar ile tokalaşmadığı sabittir ve bu durum ümmeti için bir ta’limdir. Bazı zamanlarda kadınlar ile temas etmesi durumu ise, tamamen fitneden emin olma durumundadır. Bu nedenle, fitneden emin olunmadığı zaman, “sedd-i zerâi/zararın önlenmesi kabilinden” tokalaşmaktan uzak durulması icap eder.”[7]

Mevdûdî “ Hicab” adlı eserinde aynı rivayetlere dayanarak şu kanaatini belirtmiştir:

“ Bu hükümler genç kadınlar içindir. Yaşları ilerlemiş, cinsi faaliyetleri kesilmiş bulunan kadınlar sözü geçen hükmün dışındadır. Genç ve yaşlı kadınlar konusundaki bu ayrımın sebebi nedir? Açıkça anlaşılıyor ki, önemli olan cinsi hislerin tahrik edilmesi meselesidir. Yani seksüel duyguların başı boş gidişini önlemektir.”[8]

Tokalaşmayı Mübah/Helal Kabul Edenler:

Aynı ayetin tefsirinde S. Ateş, rivayetlerin akabinde şu yorumu yapmaktadır:

“ Herhalde bazı kimseler bu rivayetlere dayanarak kadınların erkeklerle musafaha etmesini haram veya mekruh saymışlardır. Gerçeği söylemek gerekirse bu rivayetler, kadınların erkeklerle musafahasının haram olduğunu göstermez. Çünkü bunların birincisinde Peygamber adına kadınlardan biat alan Ömer’in, kadınları görmeden kapı aralığından elini uzatarak onlarla musafaha ettiği, başka birinde Peygamber’in eline bir kumaş parçası dolayarak kadınlarla musafaha ettiği; başka birinde Peygamber’in elini batırdığı suya kadınların da daldırmak suretiyle biat aldığı ve son rivayetlerde ise Peygamber’in kadınlar ile musafaha etmediği anlatılmaktadır ki, bunlar arasında çelişki vardır. Şayet Peygamber’in; “ Ben kadınlar ile musafaha etmem” dediği doğru ise, bu, en fazla kerahiyet bildirir. Çünkü bunun aksini söyleyen hadis iki yolla rivayet edilmiştir. Kaldı ki, Hind’in biat esnasında gelip Peygamber’in elini tutup ona dehalet etmesi ve Peygamber’in ona engel olmaması, bu musafahanın haram olmadığını gösterir. Haram olmak için kesin delil gerekir. Eşyada asıl olan ibahadır. Kadınlarla musafahanın haram olduğuna dair kesin bir delil yoktur.”[9]

İ. Derveze ise ilgili ayetlerin tefsirini ve bu münasebetle yapılan biatleri ve ilgili rivayetleri naklettikten sonra şu değerlendirmeyi yapmıştır:

“ Herhalde erkeklerin kadınlar ile tokalaşmasının mekruh veya haram olduğunu söyleyenlerin dayanakları bu hadislerdir. Bu hadisleri delil almaları yerinde bir davranış olabilir. Ancak bu hadislerin, mekruh veya haram gibi bir kesinlik ifade etmediğini söylememiz doğru olur. En iyisini Allah bilir.”[10]

Yukarıda vermiş olduğumuz değerlendirmeleri ve rivayetlerin ifade ettiği anlamları karşılaştırdığımızda, her ikisinden de, bu rivayetlerin kadın erkek ilişkisindeki “ tokalaşma” olayı bağlamında ağırlık kazanarak ele alındığını, asıl bağlamından ve içerdiği mesajdan, toplumsal ahlaki kurallara verilen önemden ve toplumsal sözleşme olan biatten koparıldığı görünmektedir. İşte bu kopuş söz konusu rivayetlerin yanlış anlaşılmasına ve buna bağlı olarak da yanlış hükümler çıkarılmasına neden olmuştur.

Kadınlar ile erkeklerin tokalaşması konusuna münhasır söylenmiş gibi algılanan söz konusu rivayetler, yalnız başına değerlendirilmiş ve bu konuda varit olan diğer rivayetler yokmuş gibi hüküm verilmiştir. Bir konuda hadislerden hüküm çıkarmak istediğimizde, o konuyla ilgili bütün rivayetleri toplayıp, bu toplanılan rivayetlerin bütününden hareketle bir sonuca gitmek veya hüküm vermek gerektiği ilkesi[11] tamamen göz ardı edilmiştir. Yukarıda nakledildiği gibi, bu hadislerin yer aldığı aynı kaynaklarda Hz. Peygamber’in ve diğer bazı sahabenin kadınlar ile temas edip, değişik vesilelerle bir birlerine dokundukları, nakledilmiştir.

[1] İbn Arabî, Ebû Bekir M. b. Abdillah, Ahkâmu’l-Kuran, beyrut, tsz., IV, 1791.
[2] İbrahim Cânan, Hadis Ansiklopedisi Kütüb-i Sitte, İstanbul, tsz., I, 115-16.
[3] Zekeriya Güler, Kırk Hadiste Kadın, Konya, 1997, s. 255-56.
[4] M. Hamdi Yazır, Hak Dîni Kuran Dili, İstanbul, tsz., VII, 557.
[5] Es-Sâbûnî, M. Ali, Ahkâmu’l-Kuran, Mekke, tsz., II, 565-66.
[6] Faruk Beşer, Hanımlara Özel İlmihal, İstanbul, 1997, 246. Ayrıca bkz: Rauf Pehlivan, Büyük Kadın İlmihali, İstanbul, 1997, s. 469-71.
[7] Abdulhalim Ebû Şakka, Tahrîru’l-Mer’eti Fî Asri’r-Risâleti, Kuveyt, 1990, II, 92-93.
[8] Ebu’lalâ Mevdûdî, Hicap, ( Trc: Ali genceli ) , İstanbul, tsz., s. 406-7.
[9] Süleyman Ateş, Yüce Kuran’ın Çağdaş Tefsiri, İstanbul, tsz., IX, 397-98.
[10] İzzet Derveze, et-Tefsîru’l-Hadîs, ( Terc: Ramazan Yıldırım ), İstanbul, 1998, VII, 231.
[11] Yusuf el-Kardâvî, Sünneti Anlamada Yöntem, ( Çev: Bünyamin Erul ), İstanbul, 1991, s. 117-128.


Kabir Hayatı Var mıdır?

 

 

 

 

Kabir azabı var mı?

Sorusu ilk duyulduğunda akla gelebilecek başka sorular vardır. Bu soruların başında “tabi vardır bize bugüne kadar hep böyle öğretildi ne yapılmak isteniyor bu soruyla?” gibi bir soru sorulabilir. Ya da “bu tür meseleler bize ne fayda sağlayacak? Olsa ne olur olmasa ne olur? “gibi samimi ama ihmalkar bir soruda sorulabilir. Ancak birinci soruya verilecek cevap, hiç şüphesiz inanç ilkelerimizin kesin olmayan zanni rivayetlerle belirlenemeyeceği, gaybi konularda kulaktan dolma bilgilerle görüş sahibi olamayacağımızı belirtmek olacaktır. İkinci yaklaşıma ise bu tür Kur’an dışı inançlara gösterilecek müsamahanın insanların din anlayışlarındaki erozyonu ve bulanıklığı görmezlikten gelmek anlamına geldiğini söylemek yeterli olacaktır.
Hayatımızın ve diğer dünya hayatımızın seyrini belirleyen yegane rehber Kur’an-ı Kerim olmalıdır.

Ahiret inancımızı da şekillendiren temel kaynağımız Allah tarafından korunan Furkan olan Kur’an’dır... Öncelikle Dini algılama metodumuzu Rabbimizin istediği ve Son Rasul Sevgili peygamberimizin uyguladığı tarzda netleştirmeli ve bu usul birlikteliğinden sonra Sorulara cevap aramalıyız.

Apaçık olarak anlaşılsın diye bizlere gönderilen ( 2/75, 14/4, 43/3, 41/44) Kitabımız Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber (as)’ın Gaybı bilemeyeceğini (6/50), Ancak Rabbimizin bildirdiği ve Kur’an’ında kayıtlı tuttuğu Gayb haberleri (Kıssalar, kıyamet anı, Cennet cehennem vs.) nin Rasul’e bildirildiği Kur’ani bir gerçektir. (bknz. Kur’an 72/25-27, 28/45-6, 12/3, 12/102-103, 21/45, 33/2) Rasul’ün ancak Kur’an’a tabi olduğunu da (Bknz. Kur’an 4/105, 46/9, 10/15, 43/43) görmekteyiz.

GAYBİ KONULARDA ÖLÇÜ

İtikad, Allah’ın inanmamızı istediği esaslar bütünüdür. Müslümanlar için, hak dinin temelini bildiren tek kaynak ise, “hakk’ul yakin” (kat’i, kesin bilgi) olan Kur’an’dır. İnsanlar için Allah katından indirilen Kur’an hem gaybi, hem dünyevi alanda bizlere itikadi ölçüler bildirir. Allah’ı birlemek, Resullerine, kitaplarına, meleklerine ve ahiret gününe inanmak, İslam itikadının esaslarını oluşturur. (2/177) İtikadi esaslar veya Tevhid inancı, mutlak gayb alanını da, müşahade alanını da kuşatır.

İtikadın gaybi alanı, Rabbimizin bildirdiği dışında, mutlak bilgisizliği içerir. Zaten gayb, insan idraki ile algılanamayan ve bilgisine ulaşılamayan alandır. Müminler Rabbimizin Kur’an’la bildirdiği mutlak gayb haberlerine iman ederler. (2/3) Kur’an’ın insan sözü olmadığına, Allah katından bildirildiğine dair kesin itikadımız, Kur’an’da geçen gayb haberlerine olan imanımızı da oluşturur. O halde, mutlak Gayb konularında haktan hiç bir şey ifade etmeyen zanni bilgi ve yorumlardan (10/36) kaçınmalı, gaybla ilgili bilgilerimiz sadece Kur’an’la temellenmelidir.

Gaybi haberlere dayanan itikadımızın Kur’an’la sınırlandırılması, “subut-i kat’i” (sabitliği kesin) bir kaynak muhkemliği sağlar. Kur’an’ın tümü subut-i kat’i iken Kur’an dışı hiçbir gayb haberi kesin sabitlik taşımaz. Gaybla ilgili hadis rivayetlerine gelince; bunların içerikleri bir yana; haber kesinliği itibariyle subut-i kat’ilik ölçüsüne ulaşamazlar. Ahad veya meşhur hadislerin hemen hemen hepsi sabit lafızlarla değil, mana üzere rivayet edilmişlerdir. Kesinliği sabit olmayan bir söz rivayetinin ise aktarılması, ifade kesinliği taşımaz.

Kur’an’da gaybi haberlerin değerlendirilmesinde dikkat edilecek en önemli husus, gaybi bilgi içeren ayetlerin kesinliği oluşudur. Gayb alanında zan barındıran ve asla kesin olamayacak rivayetlerle itikad oluşturulamaz. Gayb haberlerde mahiyetini bilemeyeceğimiz konularda tartışmamamız gerekmektedir. Bu konuda Kur’an’la sabit olan Rasulullah’ın tavrını örnek almalıyız. (7/187)

Sahih hadis rivayetlerine dayanan gaybi bilgiler ise, ancak Kur’an’daki gayb haberlerinin bir tekrarı veya daha basitleştirilmiş bir anlatımı veya açıklaması olabilir. Zira Gayb’ın bilgisine muttali olan Rasulullah (as)’ın Kur’an dışı bir gayb haberini dinin temeli olarak bildirmesi düşünülemez. Bu bağlamda “kıyametin zamanı ve alametleri” “mehdinin zuhuru” “Kabir hayatı” gibi gaybi haberleri bildiren rivayetler Kur’a’ın kesin ayetleri göz önüne alındığında sahih olamazlar. Müminler inançlarını yakin, kesinlik temeli üzerine dayandırmalı, vehim ve zandan kaçınmalı, gaybın mutlak alanıyla ilgili felsefi ve kelami tartışmalara fırsat vermemelidirler.

ZERDÜŞTLÜK’TE KABİR HAYATI İNANCI VAR MI?

Aryan mitolojisini incelerken, hemen nihai büyük hesaplaşmaya geçemeyiz. Bu mitolojide büyük hesaplaşmadan Yani kıyametten önce ferdi hesaplaşma durağı vardır. Birey olarak insanın, bilinen hayat sürecinin sona ermesi. Diğer bir deyimle insanın ölümü ile başlayan ferdi hesaplaşma süreci, Aryan-Zerdüşt mitolojisinde değişik zaman dilimlerinde değişik şekillerde yorumlanmıştır.

Zerdüştlerde ölüm son değildir. Buna göre insanlar öldüklerinde, ruhlarının yeraltı ülkesine doğru "seyahati" başlar. Gitmek durumundaki bu ülke, "ölümlü ilk insan" olan Yima'nın yönettiği yeraltı krallığıdır. Fakat ruhların bu krallığa seyahati hemen başlamadığı gibi kolay da değildir. İnsanın ruhu (Urvan-Avdenak. Urvan teni şekillendiren, onun belli bir şekle girmesini sağlayan ruhsal öğedir) ayrıştığı cesedin başından, üç gün boyunca ayrılmaz. Bu üç günlük süre ölünün aşağıya doğru seyahatinde hayati öneme sahiptir. Çünkü bu süre boyunca şeytani güçler tetikte beklemektedir.

Bu savunmasız ruha saldırmak için fırsat kollamaktadır. Bunu önlemek için bütün iş, ölünün geride kalan yakınlarına düşmektedir. Onlar bu süre boyunca mezarı başında ağlaşır, dua ederler Görüldüğü üzere Kabir Hayatı inancı İran Coğrafyasında etkin olan Zerdüştlük inanışında mevcuttur.

EHL-İ KİTAB’DA KABİR HAYATI İNANCI VAR MI?

“Senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz adamlar gönderdik. Bilmiyorsanız Ehl-i Kitab’a Sorun”. 21:7 ayeti gereğince Yüce Rabbimiz, Kur’an Ehli Müminlere Daha önceki Vahiy metinlerine de Korunmuş olan Son Vahyi Ölçüt edinerek Bilgi Sahibi olmak için başvurulabileceğini belirtmiştir. İlginç olan nokta ise Ne Eski Ahidde ne de Yeni Ahidde Kabir azabıyla ilgili hiçbir inanış ve bilgi yer almamaktadır.

Allah’a karşı sorumlu olanların eylemlerinin O’nun tarafından hatırlatılacak olmasına karşın (Malaki. 3:16 ; Esin. 20:12 ; İbranilere Mek. 6:10); İncil’de, ölüm durumu süresince herhangi bir bilince sahip olduğumuzu gösteren hiçbir şey yoktur. Buna ilişkin aşağıdaki açık ifadelerin aksini söylemek zordur:
"(İnsanınki) nefes (ruh) çıkıp gider, kendisi toprağa geri döner; ayni günde (anda) düşünceleri yok olur" (Mezmurlar 146:4).
"Ölüler hiçbir şey bilmezler…onların sevgisi, onların nefreti ve onların kıskançlığı, şimdi yok olmaktadır" (Vaiz 9: 5,6). "Ölüler diyarında hikmet yoktur (Vaiz 9:10) - düşünce yok ve bundan ötürü bilinç yoktur.
Eyüp ölüm esnasında, "sanki hiç olmamış gibi" olduğunu söyler (Eyub, 10:18). O, bizim doğmadan önce sahip olduğumuz ölümü; boşluk, bilinçsizlik ve varlığın tümüyle yok olması olarak gördü.
İnsan, hayvanlar gibi ölür (Vaiz 3:19). Eğer insan bir yerlerde bilinçli olarak ölümde yaşamayı sürdürürse, hayvanlarda da öyle olmalıdır. Yine de hem Kitab-ı Mukaddes ve hem de bilim, bu konuda sessiz kalmaktadır.
Tanrı, "bizim toprak olduğumuzu anımsar. İnsana gelince, onun günleri ot gibidir: bir kır çiçeği gibi, öyle gelişir…sonra yok olur; ve onun yeri artık onu tanımaz" (Mezmurlar 103: 14-16).

Ölüm’ün, doğru olanlar için bile, tamamıyla bilinçsizlik olduğu; Allah’ın kullarının ömürlerinin uzun olmasına izin vermesi için defalarca yinelenen yalvarışları tarafından da kanıtlanır. Çünkü onlar; ölüm bir bilinçsizlik durumu olduğu için, ölümden sonra dua etmeye ve Tanrıyı yüceltmeye muktedir olamayacaklarını bilmektedirler. Hezekiel (İşaya 38: 17-19) ve Davut (Mezmurlar 6: 4,5; 30:9 ; 39:13 ; 115:17 ) bunun iyi örnekleridir. Ölüm; hem iyiler ve hem de kötüler için bir uyku, bir istirahat olarak defalarca ifade edilir (Eyub 3:11,13,17 ; Daniel 12:13).

Açıkça söylenen yaygın kavram olan, doğru olanların çok büyük bir mutluluğa gidecekleri ve ölümlerinden sonra doğruca cennette ödüllendirilecekleri hususunun İncil’de gerçekten bulunmadığı hakkında, şu anda bizim için yeterli kanıt üretilmiştir. Ölümün ve insanın özünün gerçek öğretisi, büyük bir huzur duygusu sağlar. Bir kişinin yaşamının tüm acıları ve yaralanmalarından sonra, mezar tam bir boşluk yeridir. Allah’ın isteklerini bilmeyenler için, bu boşluk sonsuza dek sürecektir. Bu üzücü ve tatminsiz doğal yaşamın eski hesapları asla tekrar ortaya çıkmayacaktır. Doğal insan aklının boş umutları ve korkuları, gerçekleşmeyecek ya da tehdit olmayacaktır.

KELAMCILARIN GAYB OLAN KABİR HAYATI KONUSUNDAKİ POLEMİKLERİ:

Rabbimizin Dünya hayatı ile Diriliş saati arasındaki süreyi belirten Berzah konusunda bir gayb haberi bildirmemesine Ne Geçmiş vahiylerde ne de Elimizdeki Korunmuş Vahiyde Kabir Azabına dair bilgiler bildirilmemesine rağmen Kelamcılar tarih boyunca bu konuda polemikler yapmaktan geri durmamışlardır. İslam öncesi Arap mitolojisi ve cahiliyye etkisiyle rivayetler şeklinde canlandırılan Kabirlerde yaşamın olduğu görüşü (Enkarnasyon) ve bazı Son dönem yorumcularının (Süleyman Ateş ve Y. Nuri Öztürk gibi) Ölümden sonra tekrar bedenlenme (Reenkarnasyon) iddialarını ortaya koyduklarını görmekteyiz. Tarihte Ruhların öldükten yaşadıkları inancı öylesine ileriye vardırılmıştır ki Ruhların toplandığı yerleri konusunda ortaya atılan görüşler olmuştur. Ruhlar İbn-i Kayyım’a göre iyi olanları Adem (as)’in sağında kötü olanları solunda oturmaktadırlar(!)

Cahiliyye döneminde bulunan ruhların öldükten sonra kuşlara dönüştüğü inancı da rivayet formunda yaşatılmıştır. Kelamcılar Kabir azabının mahiyeti konusunda da ilginç yaklaşımlara sahiptirler. Bir görüşe göre Kabirde bütün beden değil kalbin bir parçası diriltilecektir. Sadece Kafirler Kabir azabı görecek diyenler olduğu gibi mümin günahkarlara da azab edileceğini söyleyenler de vardır. İsmail Hakkı Bursevi’nin anlattığına göre Vefat eden Kelam İmamı Ömer Nesefi’yi bir adam rüyasında görmüş, Ona kendisinin kabir sualinin nasıl geçtiğini sormuştur. Nesefi de, kabirde kendisine gelen meleklere bir şiir(!) ile cevap verdiğini söylemiştir. Adam da bu şiiri uyandığında ezberlemiştir(!).

Müslüman münker nekir kurbanlarının azab sürelerinin sınırlı, kafirlerin ise kıyamete kadar azab görecekleri de nasıl oluyorsa kelamcılar tarafından bilinebilmektedir. Bir kısım kelamcı azabın hemen defin anında olduğunu söylemekte bir kısmı ise kıyamete yakın bir zamanda olacağını söylemektedir. Karın ağrısından ölenlerin ya da Cuma gecesi veya Cuma günü ölenlerin kabir azabı görmeyecekleri bile rivayetler getirilerek söylenmiştir.

Evet. Sorumuza geri dönelim. Kabir azabı var mıdır? Varsa dayanakları nedir? Rabbimiz Yaratılış öncesi ve yaratılış anını, bu dünyayı ve kıyamet gününü ardından da Ahiret hayatını anlatırken neden Kabir hayatını anlatmaz?

Kabir Hayatı ve Azabı inanışlarının kökenlerini Üç ana başlık altında sıralayabiliriz:
Halk arasında Kabir Hayatı anlayışının mantığı:Ruh-Beden ayrılığı....
Cahiliyye etkisi
Kitleleri korkutmak için uydurulan hadis rivayetleri

Ruh-Beden Ayrılığı Düşüncesini Kur’an Onaylıyor mu?

Ruh-Beden ayrılığına inanışını Platon temellendirmiştir. Bu inanışa göre Ruh bedenden farklı bir biçimde Bedenden önce yaratılmıştır. Ve Beden öldükten sonra da yaşamaya devam eder. Ancak Kur’an her zaman Ruh ve Bedeni ayrılmaz bir bütün olarak zikreder. Kur’an’da Halk arasındaki tanımlanan Ruh kavramına da rastlamamaktayız. Ruh Kur’an’da Cebrail (as), Vahiy ve Allahin verdiği canlılığı tanımlayan bir kavramdır. (bknz. 17/82-89, 42/52, 97/4)

Kur’an’da Ruh:

Ruh kelimesi özel anlamda 3 farklı şekilde kullanılmıştır ki Rabbimiz her türlü kullanımda da müteşabih olarak Ruhu kullanmıştır. Dolayısıyla kavramın gerçek mahiyeti insan idrakinin dışındadır.

1-İlahi Mesajın Kendisi, Sözlü ya da Yazılı Vahiy ( 42/52, 40/15, 16/2, 17/82-89, 2/87, 2/252, 5/110,58/22)

2-İlahi Mesajı ileten Melek Cebrail (26/192-3 16/105, 19/17)

3-Allah’ın Emirleri, Allahın emri ile oluşan canlılık birbaşka deyişle Yaşamsal Vahiy, İlahi Hayat Enerjisi (15/29, 38/72, 32/7-9)

Kur’an’da Nefs:

1-Kur’an’da Nefis yani bir bütün olarak insan:
Nefs kavramıyla Rabbimiz bilinçli, arzuları kuvvetli ve zayıf yönleri olan bir bütün olarak İnsanı tanımlar.
Lütfen Bakınız Kur’an 6/151: 2/72, 4/29, 5/32, 17/33, 18/74, 20/40, 28/18,23
2/286: 2/233, 4/83, 6/152, 7/43, 65/7
Ruh ve Beden “Ben”i yani Nefsi oluşturur. Ve Bütün nefisler ölümü tadacaktır...
2-Cins (İnsan Türü) olarak Nefs:
4/1. “Ey İnsanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan..” Ayrıca bakınız. 9/128, 3/163 30/21
3- Zihin ve Düşünce (Bilinç) Olarak Nefs:2/235, 12/18, 8/72, 4/63, 27/74

Sorular, Sorular, Sorular...

Ayrıca burada karşılaşılan ikinci çelişki ise Kabirde Ruha mı Bedene mi azab edilecektir? Kıyamet günü sorgulanacak insan neden daha önce sorguya alınacaktır? Hangi sorular sorulacaktır? Sünnilere göre kendi mezhepleri, Şiilere göre Ehl-i Beyt’e inanıp inanmadığı bile sorulacaktır? İmamlar niye cenazeye eğilip kopya verirler?

1-Ölüye Kopya var mı!?

Bilinmektedir ki ölüye verilen telkin bid’attır. Dinde yeri olmayan bir uydurmadır. Bu konuda delil olarak getirilen rivayet, İbn-i Kayyım “Zad’ul Mead” isimli eserinde belirttiği gibi uydurmadır. İmam Nevevi de aynı görüştedir. Rasulün bu konudaki uygulaması cenazenin defni sırasında canlılara yapılan bir uyarıdan ibarettir. Yani Ölümün dirilere nasihat olarak hatırlatılmasıdır.

2-Kabir Azabı İlk insanlarla Kıyamete yakın ölen insanlar arsında adaletsizlik değil mi?

Hz. Adem (as) ile başlayan insanlık tarihi, kıyametin kopması ile son bulacağına göre binlerce yıl önce ölen günahkar biri kıyametin kopacağı güne kadar azap görecekken, kıyametin kopmasına yakın ya da çok az bir zaman kala- örneğin bir gün önce- ölen birisi, hiçbir kabir azabı görmeyecektir. Yani birisi binlerce belki de on binlerce yıl kabir azabı görecekken; kimileri de bir gün ya da daha az azap görecektir. Bu adaletsizlik olmaz mı? Allah hiç böyle haksızlık yapar mı?

3-Kabir’de Azap olacaksa cesedi kabirde olmayanlar ne olacak?

Kabir azabı ile ilgili hadis olduğu söylenen sözlere bakılırsa kabrin, insanın bir metre yer altında gömüldüğü yere dendiğini görmekteyiz. Şayet kabir, insanların bir metre yer altında gömülmesi ise, kabre konmayanlar kabir azabından kurtulmuş mu oluyorlar? Cesetleri yangında yanarak kül olanlar, suda boğulup kaybolanlar, vahşi hayvanlara yem olanlar veya bunlara benzer nedenlerle kabre konmamış olanlar kabir azabı görmeyecekler mi? Veya başka inanç sahiplerinin (Budistler’de olduğu gibi) ölülerini yaktıklarını ve ölünün küllerini de suya serptiklerini/attıklarını biliyoruz. Şayet, kabir (mezar) azabı varsa bunlar kabre konmadıklarından, azaptan kurtulmuş mu oluyorlar? Eğer kurtuluyorlarsa o zaman biz de kurtarmak için ölülerimizi yakmalı değil miyiz?

KUR’AN BÜTÜNLÜĞÜNDE KABİR HAYATI

Evet biraz Kur’an okuyalım;
Rahman Rahim Allah Adına;
16/21 Onlar cansız, ölüdürler. Ne zaman dirileceklerine dair şuurları da yoktur.
Yukarıdaki ayet-i kerime açıkça bizlere ölülerin diriliş saatine yani kıyamete kadar şuursuz bir halde bir yokluk içinde olacaklarını bildirmektedir. Şuursuz bilinçsiz nefsimizin yani kişiliğimizin kabirde sorgu suale çekilmesi düşünülebilir mi?

44/56- Orada, ilk ölümden başka bir ölüm tatmazlar.
Bu ayete göre eğer insanlar kabirde diriltilirlerse iki defa ölümü tatmış olurlar ki bu, ayete terstir.
Ayrıca İnsanlar kabirde hesaba çekilirlerse ahiretteki hesaba çekilme, ahirette hesaba çekilirlerse kabirdeki hesaba çekilme gereksizdir. Eğer kabirde de ahirette de hesaba çekilirlerse bir fiilden dolayı iki defa hesaba çekilmiş olurlar ki bu da anlamsız olur. Ancak Kur’an der ki sorgulanma ancak ahirettedir...

40/11- Onlar: "Rabbimiz! Bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin. Biz de suçlarımızı itiraf ettik, bir daha çıkmaya yol var mıdır?" derler.
Yukaridaki ayet cehennemliklerin içlerinde bulunacakları durumu tasvir etmektedir. Bu ayette iki defa ölümden ve iki defa diriltilmekten bahsedilmektedir. Bu ayet genel kabule göre şu anlama gelir: anne rahmine düşmeden önceki yokluk durumu yani ölüm hali(1. Ölüm), Doğduktan sonraki diri halimiz(1.Diriliş) Ecelimizle ölmemiz (2. Ölüm) ve Kıyamet günü yeniden Diriltilmemiz. (2.Diriliş) Eğer Kabir azabı olsaydı üç defa ölüm üç defa diriliş yaşamamız gerekirdi...

17/52. Sizi çağırdığı gün, O'na hamd ederek davetine uyarsınız ve kabirlerinizde pek az bir müddet kaldığınızı sanırsınız.
Yüce Rabbimiz bu olayı da uykuya benzetir. Nasıl saatlerce uyduğumuz halde zaman kavramını yitirip bir göz kırpması kadar uyuduğumuzu sanırız. Benzer şekilde öldükten sonra diriltilinceye kadar bir yokluk yaşarız.

6/60 O'dur, geceleyin sizi öldüren, gündüzün ne işlediğinizi bilen, belli yaşam süresi dolsun diye gündüzleyin sizi dirilten... Sonra dönüşünüz O'nadır ve yaptıklarınızı size haber verecektir.
Yukarıdaki ayette dikkati çeken diğer bir nokta da Rabbimizin ancak Ahirette diriltildiğimizde bizlere iyi ve kötü amellerimizi bildireceğidir. Bu bilgi aşağıdaki ayetlerle bütünlüklü olarak okunduğunda daha bariz biçimde anlaşılmaktadır. Ama Kabir hayatı inanışında bunun tam tersi bir durum söz konusudur. Kur’an okumaya devam edelim;

36/51. Sura üflenince, kabirlerinden Rablerine koşarak çıkarlar.
36/52 "Vay halimize" derler, "Yattığımız yerden bizi kim kaldırdı? Bu, Rahman'ın söz verdiği şeydi. Demek elçiler doğru söylemişti."
Yukarıdaki ayetlerde de büyük bir şaşkınlık ve pişmanlık görülüyor. Ancak insanlar kabir azabı gibi bir ön hazırlık azabı çekseler hiç te şaşırmazlardı inkar ettikleri şeylerin gerçek olduğuna!! Kur’an’a geri dönelim:

79/42 Senden kıyametin ne zaman gelip çatacağını sorarlar.
79/43 Onu bildirmek, (ey Muhammed) senin görevin değildir.
79/44 Onun bilgisi Rabbine aittir.
79/45 Sen sadece kıyametten korkanı uyaransın.
79/46 Kıyameti gördükleri gün dünyada ancak bir akşam yahut bir kuşluk vakti kadar kalmış olduklarını sanırlar.
Akla şu soru geliyor. Akıl almaz işkenceler geçiren biri için bir dakika bile yıllar kadar geçmek bilmez bir süreyi ifade ettiği halde Rabbimiz bu dünyada insanların geçirdiği süreyi (Canlı ve Cansız olarak geçirdiğimiz Dünya süresini) çok kısa bir süre olarak tasvir eder.

Bir de şu ayete bakalım:
2/259 Yahut altı üstüne gelmiş bir kasabaya uğrayan kimseyi görmedin mı? "Allah burayı ölümünden sonra acaba nasıl diriltecek?" dedi. Bunun üzerine Allah onu yüz yıl ölü bıraktı, sonra diriltti, "Ne kadar kaldın?" dedi, "Bir gün veya bir günden az kaldım" dedi, "Hayır yüz yıl kaldın, yiyeceğine içeceğine bak, bozulmamış; eşeğine bak ve hem seni insanlar için bir ibret kılacağız kemiklerine bak, onları nasıl birleştirip, sonra onlara et giydiriyoruz" dedi; bu ona apaçık belli olunca, "Artık Allah'ın her şeye Kadir olduğuna inanmış bulunuyorum" dedi.

Ayette görüldüğü gibi ölümü ve dirilişi merak eden şahıs Allah tarafından öldürülüyor ve tekrar diriltiliyor. Ne kadar kaldın sorusuna verdiği cevap ise gayet açık: Ne kadar kaldın?" dedi, "Bir gün veya bir günden az kaldım" dedi.

Vahye kulak vermeye devam edelim:
82/4. Kabirlerin içi dışa çıktığı zaman,
82/5. İnsanoğlu, ne yaptığını ve ne yapmadığını görür.

Ama kabir azabı inancına göre kişi zaten daha kabirde ne yaptığını ne yapmadığını görmüş bundan dolayı azaba ya da mükafata tabi tutulmamış mıydı?!

100/9-10. İnsan, kabirlerde bulunanların çıkarılacağı ve kalplerde olanların ortaya konulacağı bir zamanın geleceğini bilmez mi?

Ama kabir hayatı inancına göre kalplerde olanlar bir sorgulama ile ortaya çıkarılmıyor mu?
3/185. Her insan ölümü tadacaktır. Kıyamet günü, ecirleriniz size mutlaka ödenecektir. Ateşten uzaklaştırılıp cennete sokulan kimse artık kurtulmuştur. Dünya hayatı, zaten, sadece aldatıcı bir geçinmeden ibarettir.
Kur’an ecirlerimizin kıyamet günü ödeneceğini söylerken Kabir hayatı inanışına göre ecirlerimizden dolayı kabrimizin cennet bahçelerinden bir bahçe olması ecirlerimizin kıyamet gününden önce ödeneceği anlamına gelmez mi? Bu Kur’an’ın söylediğinin zıttı bir sonuç değil mi?
Kur’an’ın bu ölüm kıyamet ve ahiretle ilgili tüm ayetlerinde hesabın ahirette verileceği vurgulanırken yargısız bir infazı andırırcasına “ölmüş” bedene nasıl sorguda bulunulur? Allah (cc)’ın aşağıdaki ayetlerinde belirttiği gibi yok iken bizi bu dünyada ruh ve bedenimizle bir bütün olarak var edip bizi canlı kılan Rabbimiz aynı şekilde bizi yaratmadan önceki halimize döndürüp öldürmektedir. Yani yokken var ettiği gibi Varken yok etmektedir. Ve yokluktan tekrar kıyamet günü var edecektir.

30/25. Göğün ve yerin O'nun buyruğu ile ayakta durması O'nun varlığının belgelerindendir. Sonra sizi kabirlerinizden bir çağırmaya görsün, hemen çıkıverirsiniz.
30/26. Göklerde ve yerde olanlar O'nundur; hepsi O'na boyun eğmiştir.
30/27. Önce yaratan, ölümünden sonra tekrar dirilten O'dur. Bu, O'nun icin daha kolaydır. Göklerde ve yerde olan en üstün sıfatlar O'nundur. O, güçlüdür, Hakimdir.
22/6-7. Bunlar, yalnız Allah'ın gerçek olduğunu, ölüleri dirilttiğini, gücünün her şeye yettiğini, şüphe götürmeyen kıyamet saatinin geleceğini, Allah'ın kabirlerde olanı dirilteceğini gösterir.

Yukarıdaki apaçık ayetler kabirde bir hayat olmadığını kabirlerde olanın kıyamet günü diriltileceğini söylüyorlar...

Bir de Kabir azabına delil olarak bulunabilen ve Kur’an Bütünlüğünden Cımbızlanarak kelami polemklerde argüman olarak sunulmaya çalışılan Kur’an’daki tek ayete bakalım:
Mümin 40/45-46;
“Allah onu (kavminin) şeytani tuzaklarından korudu. Firavunun ailesi ise şiddetli bir azabın pençesine düştü (öteki dünyadaki) ateş (in ki o ateşe) sabah akşam rastgele sokulacaklar: Nitekim Son Saatin gelip çattığı Gün (Allah) “Firavun ailesini en şiddetli azabın içine atın! (buyuracaktır). (Muhammed Esed Meali)

40/45. Allah o (muttaki) adamı, kurmak istedikleri tuzaktan korudu. Kötü azap Firavun'un adamlarını sardı.
40/46. Onlar, sabah akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet çattığı gün, "Firavun'un adamlarını azabın en ağırına sokun"denir. (Diyanet Meali)

Yukarıdaki ayetteki azabın kıyamette olacağı anlamı çıkmaktadır. Ancak azap kıyamette verilmese de kabir azabına delil olamaz. Çünkü Kur’an ayetleri bir birini açıklar. Sabah-akşam tabiri Arapça’da süreklilik anlamında kullanılır. 6/52. Sabah akşam, Rablerinin rızasını isteyerek O'na yalvaranları kovma.” Ya da 18/28. “Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek O'na yalvaranlarla beraber sen de sabret.” Ayetlerinde kullanıldıkları gibi.

Ayrıca Kafirler bu dünyada da azaba çarptırılırlar:
3/56-Ayrılığa düştüğünüz hususlarda aranızda hükmedeceğim. _inkar edenleri de dünya ve ahirette şiddetli azaba uğratacağım. Onların hiç yardımcıları olmayacaktır."

9/55. Artık onların malları ve çocukları seni imrendirmesin. Allah bunlarla onlara dünya hayatında azap etmek ve canlarının inkarcı olarak çıkmasını ister.

9/74.Allah ve peygamberi bol nimetinden onları zenginleştirdi ve öç almaya kalktılar. Eğer tevbe ederlerse iyiliklerine olur; şayet yüz çevirirlerse, Allah onları dünya ve ahirette can yakıcı azaba uğratır.

9/85. Malları ve çocukları seni hayrete düşürmesin; Allah bunlarla onlara dünyada azap etmek ve canlarının inkarcı olarak çıkmasını ister. 

13/34. Onlara, dünya hayatında azap vardır, ahiret azabı ise daha çetindir. Allah'a karşı onları bir koruyan da yoktur.

Dolayısıyla Kabir azabına delil olabilecek Kur’an’daki tek ayet te Kur’an bütünlüğünde diğer ayetlerin açıklayıcılığı ile anlaşılmalıdır.

Kur’an dışı bir inanç olan Kabir hayatında azap ya da mükafat inancına Kur’an öncesi Vahiy metinlerinde de rastlanmamaktadır. Muhtemelen Bu inanış, İslam inancının Hz. Muhammed sonrası geniş coğrafyalara yayılma süreciyle beraber Tanışılan İran inanışlarından etkilenme sonucu Müslümanların gündemine girmiştir. Ayrıca insanları günahlardan sakındırmak için etkili bir korku aracı olarak kullanılmıştır. Çünkü avami yığınları görmediği ve gerçekleşmesi sonra olacak olan Kıyamet ve Ahiretle korkutmak ve uyarmaktansa her an hayatın içinde olan somut mezarlarda azap görüleceği inancı daha etkili olmaktadır. Ancak Gaybla ilgili zan barındıran bu tür inanışlar dinin masallaşmasına, bir korku sistemi olmasına yol açmaktadır. Dokuz tahta altında yılanlarla boğuşmak ve meleklerin demir topuzları altında parçalanmak tehdidi insanlara din diye sunulmaktadır. Yapılması gereken tek şey İnançların Rabbimizin Koruduğu Kur’an’la belirlenmesidir.


DİPNOTLAR
1- 10:36 Onların çoğu zanna uyarlar; gerçekte ise zan, hakikat karşısında bir şey ifade etmez. Allah, yaptıklarını şüphesiz bilir.
2- 7/187 Sana, kıyamet saatının ne zaman gelip çatacağını soruyorlar, de ki: "Onu ancak Rabbim bilir, onun vaktini, O'ndan başka belirtecek yoktur. Göklerin ve yerin, ağırlığını kaldıramayacağı o saat, sizlere ansızın gelecektir." Sen sanki öğrenmişsin gibi sana soruyorlar, de ki: "Onu bilmek ancak Allah'a mahsustur, ama insanların çoğu bu gerçeği bilmezler. "
4- “İslami Kimlik: İlkeler ve Hareket” Toplu Çalışma , Ekin Yayınları 1996 İst. Sf. 54-57
5-“Kitab-ı Mukaddes” Türkçe Çevirisi, Kitab-ı Mukaddes Şirketi 2000 İst.
6- “ Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri” Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat 6/118
“Kur’an’daki İslam” Y. Nuri Öztürk, Yeni Boyut Yay. Sf.313
7- “Ruh Beden İlişkisi Açısından İnsanın Bütünlüğü Sorunu” Dr. Erkan Yar Ankara Okulu Yay. Sf 108
8- A.g.e, Alusi, Buluğul Ereb, 2/199, “İslam Öncesi Araplar ve Dinleri” Şemsettin Günaltay Ankara Okulu Yay. Sf.66
9- A.g.e sf.127 “ el-İktisad fi’l- İtikad” İmam Gazzali1110
10- A.g.e sf. 127“Şerh’ul Akaid’in Nesefiyye”, Taftazani sf. 66
11- “Tefsiru Ruhu’l Beyan”, İsmail Hakkı Bursevi, 4/392
12- “Ruh Beden İlişkisi Açısından İnsanın Bütünlüğü Sorunu” Dr. Erkan Yar Ankara Okulu Yay sf.128 “Tenkıhu’l Kelam fi Akaid-i Ehl-i İslam” İmam Harputi sf.319
13-A.g.e sf. 127
14-A.g.e sf.127 “ Kitab’ur Ruh” İbn-i Kayyım, sf. 50
15- “Cem’ul Fevaid, Büyük Hadis Külliyatı” İmam Rudani, 2K Yay. Cilt-1 sf. 397 (Karın Agrısı Hadisi: Hadis No:2651 Nesai ve Tirmizi. Cuma Günü Hadisi: Hadis No: 2652 Tirmizi)
“Bihar’ul Envar: c.6 sf.223’ten naklen “Ehl-i Beyt Mektebinde Temel İnançlar” Abdullah Turan Al-i Taha Yay. Sf. 489-490
16- “Kur’an Niçin İndirildi ?” Muhammed Ahmed Abdusselam, Fecr Yay. 1996 Ank. Sf. 71
17- “Hangi İslam?” Erhan Aktaş, Anlam Yay.1996 Ank. Sf.170
18-A.g.e. sf.170

 

Ahirete İmanın Bedelleri

 

 

 

 

“ Elif-Lam-Mim.

İnsanlar “inandık” demeleri ile bırakılacaklarını ve sınava çekilmeyeceklerini mi sanıyorlar? Evet andolsun ki, Biz kendilerinden öncekileri de sınadık, o halde ( bu gün yaşayanlar da sınanacaklardır), elbette Allah doğru davrananları ortaya çıkaracak ve ( iman iddiasında bulunduğu halde) yalancıların da kimle olduğunu gösterecektir. Yoksa onlar ( inandıklarını iddia ettikleri halde) kötülük işlemeye devam edenler, Bizden kurtulabileceklerini mi sanırlar? Ne tuhaf bir düşüncedir bu!” ( Ankebut Suresi,29/1-4.)
Bilindiği gibi, Allah’a ve Ahiret Günü’ne iman etmek bir dizi sınava talip olmaktır. Zaten Yüce Allah kullarına imtihansız, rahat ve huzur içinde, konforlu bir dünya yaşamı da va’d etmemiştir. Aksi beşeri kuruntusu ile hareket edenler tarafından iddia edilse bile, bir dünya düzeni kurmak üzere gönderilmiş olan İslam Dini’nde eylemsiz bir iman anlayışına yer yoktur. Çünkü dünya , kimin doğru söyleyip kimin de yalan söylediğinin Rabbimiz tarafından denetlendiği zorlu ve sıkıntılı bir sınav alanıdır. Bu alanda yaşarken, büyük maddi olanaklara sahip olmak bir erdemlilik değildir. Asıl iyilik ve erdemlilik, ne kadara olanağa sahip olursak olalım onları ilahi rızaya uygun bir şekilde kullanıp nihai güzelliğe ulaşmaktır.
Yukarıda alıntıladığımız ayet mealinde de görüldüğü gibi “iman ettik” iddiasının, sabredip Allah yolunda başa gelenlere göğüs germedikten, sıkıntılara katlanıp durmadan salih amelleri çoğaltmadıktan sonra, bir doğruluk değeri yoktur. Bu kısa tespiti yaptıktan sonra ahiretteki sonsuz mutluluğun bu dünyadaki teminatı olan salih amellerin neler olduğunu Kur’an’da yapacağımız kısa bir gezinti ile gözler önüne sermek istiyoruz.
Fakat bundan daha öncelikli bir sorun var. Bu sorun; insanların ilahi vahiy nimetine muhatap oldukları, Rabbani rehberlikten haberleri olduğu halde neden salih amel işlemekten kaçındıklarıdır. Önce bu sorunun beşeri düşüncedeki kaynağını belirleyip daha sonra da, ahirette bizi bekleyen büyük ödüle ulaşmanın gerektirdiği salih amellerin neler olduğunu tespit etmeye çalışacağız.

A-Salih Amel İşlemekten Alıkoyan Beşeri Kuruntular

Bir büyük imtihan için bulunduğumuz bu alemde, sınamanın tabiatı gereği çeşitli ayartıların engelleri ile karşılaşmaktayız. Bu anlamda iki tür şeytani kuşatma altında olduğumuzu söyleyebiliriz: Tasavvur düzeyinde ve ameli düzeyde. Bizi dürüst ve erdemli insanlar olmaktan alıkoyan, binlerce tasavvur biçimi ve kötü örneklik yapan yüzlerce amel ile her gün şeytani bir kuşatma altında bulunmaktayız.
Biz bu satırlarda tasavvur düzeyindeki şeytani kuşatmadan söz etmek ve bu çabamızı ise, “Ğurur” kavramı çerçevesinde dile getirmek istiyoruz. Böylece “Ğurur” kavramı çerçevesinde şeytani düşüncelerle nasıl mücadele edeceğimizi, Rabbimizden öğrenmeyi amaçlamaktayız.
Ğurur; ğ-r-r kök harflerinden türetilmiş bir masdar olup aldatmak, kandırmak anlamına gelmektedir. Türkçe’de kullanılan gurur ile doğrudan bir ilgisi olmayan bu kelime, Kur’an’da yirmi iki ayette fiil, masdar ve fail/özne kalıbında geçmiştir.
Ğurur kavramı Kur’an’da fiil halinde on ayette geçmektedir. Bkz. 3/24;6/70,130;7/51;8/49;31/33;35/5;45/35;57/14;82/16. Masdar ( Ğurur ) halinde kullanılan dokuz ayet ise şunlardır: 3/185; 4/120; 6/112; 7/22; 17/64; 33/12; 35/40; 57/20; 67/20. Üç ayette ise özne olarak, ayartının faili şeytan anlamında ( Ğarur şeklinde ) kullanılmaktadır: 31/33; 35/5; 57/14.
Kelime anlamlarını birleştirdiğimizde ortaya çıkan çerçeve bize kavramın geniş muhtevasını vermektedir. Buna göre Ğurur; büyük dünya sınavını verirken, insanları doğru yoldan çıkaran her tür ayartıcının fısıldadığı kötü düşünce anlamını kazanmaktadır.
Ahiret hayatında Rabbimiz tarafından va’d edilen nimetleri kaybetmeye yol açan çeşitli insani tasavvurlar vardır. Bunların hepsine birden ğurur demekse mümkün değildir. İncelebildiğimiz ve kavrayabildiğimiz kadarı ile bu fiil, şeytanın karşı cepheden saldırması değil, bizim cephemizden saldırması bağlamında bir muhtevaya sahiptir. Bu yönü ile, şeytanların işini kolaylaştırıcı olan insanın iç kuruntuları ile alakalı bir anlam çerçevesinin olduğunu söyleyebiliriz.

Örnek konu: “ Allah’ın nasıl olsa affedeceği kuruntusu ile günah işleyip, salih amelden kaçmak” Bu mevzu ile ilgili olarak, Allah’a iman ettiğinden hiçbir kuşku bulunmayan ilahi vahyin eski muhataplarından Yahudiler, Kur’an’da olumsuz bir örnek olarak anılmaktadır. Onlar Allah’a inandıklarını iddia ettikleri halde yarım gönüllü münafıklar gibi davranmışlardır. Dünyevi kazançlar peşinde bir ömrü heba etmekten çekinmemiş, ahirete ikinci dereceden bir önem atfetmiş, çoğu zaman da ölüm kendilerine ulaşıncaya kadar öte dünya gerçeğini unutmuşlardır.
Bazı Yahudilerin tamamıyla kişisel çıkarlarının peşine düşüp, öteki dünya hakikatini unutmalarına yol açan aldatıcı, kandırıcı tasavvur yukarıda bahsetmeye çalıştığımız gibi “nasıl olsa affedileceğiz” şeklindeki kuruntulardır. Günümüzde yaşayan müslümanlarda da görülen bu Yahudileşme Eğilimi, netice itibariyle ‘kötülüğe karşı mücadele ve iyiliği hakim kılma’ cihadının önünde mühim bir engeldir.
Müslümanlarda görülen yahudileşme eğilimlerini tahlil eden önemli bir eser için bkz. Mustafa İslamoğlu, İsrailoğulları’ndan Ümmet-i Muhammed’e Yahudileşme Temayülü, Denge yayınları,İstanbul 1995; Yahudiler’in ahiret gerçeğini unutarak Din’i nasıl dünyevileştirdiklerini anlatan pasajlar için bkz. Age. S.297-301.

Söz konusu engelin aşılması; tasavvurlarımızın, düşüncelerimizin, özellikle inanç şekillerimizin durmadan usanmadan tahrifsiz tertemiz bir kaynak olan Kur’an ile tashih edilmesi ile mümkündür. Yüce Rabbimiz, önceki insanların kendi kendilerini kandırarak ahiretin büyük ödülünü nasıl kaybettiklerini çok sayıda ayette dile getirerek, bizleri uyarmaktadır. İlahi uyarıya kulak verelim:
“Ey insanlar! Rabbinize karşı sorumluluğunuzu unutmayın; ve ne hiçbir anne babanın çocuğuna her hangi bir faydasının erişeceği, ne de hiçbir çocuğunun anne babasına en ufak bir fayda sağlayamayacağı Gün’den korkun!
Unutmayın, Allah’ın yeniden dirilme va’di gerçektir. Öyleyse bu dünyanın ğururuna/sizi ayartmasına izin vermeyin, ve Allah hakkındaki ğarurunuzun/müfsidçe düşüncelerinizin sahte cazibesine kapılmayın!”( Lokman,31/33.)

Nasıl olsa Allah’ın kendilerini affedeceği düşüncesinin ğururuna/ayartıcı kandırmasına kapılan Yahudileri ve o eğlimdeki kimseleri Ahiret Günü bekleyen felaket hakkındaki diğer ayetler için bkz. Ali imran Suresi ayetleri bu düşüncelerin dini bir kalıpla ifade edildiğini özellikle vurgulamaktadır: Ali imran,3/23-25; aynı şekilde Fatır Suresi’nde de şeytanın Allah adına kandırdığı ifade edilmektedir: Fatır,35/5; Hadid Suresi’nde ise iman ile küfür arasında bir türlü karar veremeden ölümün kendilerini yakaladığı yarım gönüllü, kişiliksiz insanları anlatmaktadır: Hadid,57/14.Her üç ayette de bu sonuca yol açan amilin, insanoğlunun Ğurur temelli, kendilerini ayartan, kendi kendilerini kandıran düşünceleri olduğu vurgulanmıştır. Ğurur tasavvurunun, insanı Allah’tan uzaklaştıran ümniyyelerin/şeytani vesveselerin zaman zaman ilahi vahyi tahrife de yeltenen beşeri düşüncelerle ilgili olduğu İnfitar Suresi’nde vurgulanmıştır; bkz. İnfitar,82/6.
İnsanoğlunu Allah için dürüst ve erdemli işler yapmaktan alıkoyan bir çok düşünüş şekli vardır. Biz burada salih amelden uzaklaştıran, yanlış bir tasavvur üzerinde durarak, ahiretten bitimsiz, sonsuz bir pay almanın ancak kişilerin kendi işledikleri işlerle mümkün olacağını belirten ayetlere dikkatleri çekmeye çalıştık. Bu kadarı ile yetinerek hangi salih amellerin “ahirete öncelik vermek” anlamına geldiğini ve büyük ölümsüz ödüle bizi layık kıldığını Kur’an’dan takibederek istifadeye sunmak istiyoruz.

B- Sonsuz Ahiret Mutluluğunun Dünyevi Bir Bedeli Vardır

“Birr/gerçek erdemlilik ve dürüstlük, yüzünü doğuya veya batıya çevirmenizle ilgili değildir. Ama gerçek erdem sahibi, Allah’a Ahiret Günü’ne, meleklere, vahye ve peygamberlere inanan, servetini- kendisi için ne kadar kıymetli olsa da – akrabasına, yetimlere, ihtiyaç sahiplerine, yolculara, yardım isteyenlere ve insanları kölelikten kurtarmaya harcayan, namazında devamlı ve dikkatli olan, arındırıcı mali yükümlülüğünü ifa eden kişidir; ve söz verdiklerinde sözlerini tutan, ( Allah yolunda karşılaşılan) felaket, sıkıntı ve zorluk anlarında direniş gösterenlerdir. İşte onlardır sadakatlerini gösterenler ve onlardır gerçekten takva sahipleri” ( Bakara,2/177.)

Yukarıdaki ayette de görüldüğü gibi, ahirete iman Allah’a imanın hemen ardından gelen bir önemliliktedir. Yine ayet bütünlüğünde bu ayrılmaz bütünlüğün belli başlı hangi salih amellerle örülmesi gerektiği açıkça beyan edilmiştir. Verilmek istenen ilahi mesajın esası, “ahirete imanın somut
dünyevi amellerle tanınması gerektiği, vicdanlardaki soyut bir kabul biçimi olmadığı” dır.

Bu imanı kalbinde taşıyan müminlerin duyarlılıklarını dünyada iken tezahür eden erdemli davranışlarından tanıyabilmeliyiz. Ahiret sevabı’ na nail olmanın bedeli olan salih amellerden daha bir çok ayette bahsedilmekte, gönülden boyun eğerek dünyadan elde ettiklerini ahiretin lehine satan müminlere Yüce Allah yol göstermektedir. Buna göre, ahirete kuşkusuz iman edenlerin şiarı olup İlahi övgüye mazhar olan bu temel davranışlardan bazıları şunlardır:
1-Namazı sürekli kılıp diğer gereklerini yerine getirmek: Namazda devamlı ve duyarlı olmak demek; unun şehadeti olan diğer dürüstlük simgesi davranışları yılmak nedir bilmeksizin hayatın her yanına Tevhid’ in damgasını vurmak demektir. Yeniden dirilişin gerçekleşeceğine kesin inanç besleyenler; namazı devamlı, kararlı, gayelerine uygun ameller geliştirmek suretiyle gözünün nuru gibi korurlar.
Ahirete iman ile namaz ve infak arasındaki kopmaz bağa dikkatlerimizi çeken çok sayıda ayet vardır. Misal olarak Lokman Suresi’nin dördüncü ayeti için bkz.: “ Onlar ki, namazlarında kararlılık gösterirler ve karşılıksız yardımda bulunurlar; çünkü onlar içlerinde öte dünyaya kesin inanç besleyenlerdir.” ( Lokman, 31/4.)

Öteki dünyayı gözeterek yaşayanlar, ilahi hikmetin muhkem değerleri olan vahyin bilgisine vakıf olup, gecelerini secde ve ibadete adayıp, kıyam halinde Yüce Rabbimizin övgüsünü kazanmaya çalışırlar. Bu örnek davranışları ile ilahi vahyin bilgisine uygun tanıklıklar ortaya koyan Alim Müminler, ibadetlerini uykularını bölerek günün her saatine yaymaları bakımından Kur’an’da övgü ile söz edilmektedir.
Rabbimiz öte dünyayı gözeten Alim Müminler’in gecelerini kıyamla geçirerek ibadet ettiklerini ve böylece ilahi rahmete nail olduklarını ilan etmektedir: Bkz. Zümer,39/9.

2-Sevdiklerinden infak etmek: Arınmak için, sevdiği mallardan kendisi için ne kadar kıymetli olsa da; akrabalara, yetimlere, ihtiyaç sahiplerine , yolculara, yardım isteyenlere, özgürleştirmek için kölelere harcamak.
Ahiret; Allah’a karşı sorumluluklarını yerine getirenler için mükafatların fazlası ile alındığı bir yurttur. Bu sürekli ikamet yerinde selamlanmak; ancak Namaz ve infak gibi salih ameller ile ahiret mutluluğuna talip olmakla mümkündür. ilahi vahyin hikmetli bilgisine muhatap olup bu nimetin kıymetini bilerek gönülden iman edenler, Allah’ a ve Ahiret Günü ‘ne inandıkları için namazlarında dikkatli ve devamlı bir kararlılık sergilerler. Onlar karşılığını insanlardan beklemeden harcama yapıp, dünyada sahip olduklarını ahiret mutluluğu ile takas ederek, büyük bir Ecr’i/bitimsiz mükafatı hak etmişlerdir.
Ahiret Günü’nde ilahi mükafata/ecire layık olmak, ancak ve ancak namaz ve infak gibi salih amelleri işlemekle mümkündür: Örnek olarak bkz. Nisa,4/162.

İnfak, Allah yolunda yapılan bütün harcamaların Kur’ani bir ifadesi olarak, sadece öte dünyada bizi bekleyen hakikatlere layıkı ile iman edenlerin katlanabileceği bir fedakarlıktır. Çünkü insanlara mallarından vermek, ağır gelen güzel amellerdendir. Belki ondan daha zoru, can veren Rabb’e can vermektir.
Fakat mal ve mülkün asıl sahibi olan Allah’ ın emrettiği alanlarda sevdiklerimizden yüklü miktarda harcama yapmak da hayli zordur. İşte bu zorluğa rağmen infaktan vazgeçmeyen müminlerin Allah’ a yakınlık kesbedeceği müjdelenmiştir.
Nefsine zor gelmesine rağmen Allah uğrunda yaptıkları yüklü miktardaki harcamalarından dolayı, Bedeviler’ den bazıları övülerek Mukarrebun/ Rabbin rızasına yakınlaşan gruplar içinde anılmıştır: Bkz. Tevbe, 9/99.
Yine ahirete kesin olarak inanan müminler olarak sahip olduğumuz kadarı ile mal-mülk ve servetlerimizi bencilce hareket ederek, dünyevi olan süfli emellerimizle damgalanmış hedeflerimizi gerçekleştirmeye vakfetmemeliyiz. Dünyadan kazandıklarımızı, insanlardan her hangi bir teşekkür veya karşılık beklemeden Allah için/adaletin, dürüstlüğün, erdemliliğin yücelmesi, kula kulluğun son bulması için harcamalıyız.

3-Ahde vefa: Söz verdiğinde sözünü tutmak; iman ahdinden caymayarak Allah’a verdiği sözü tutmak, insanları aldatmamak.
Bakara,2/177.

4-Sabır: Felaket, zorluk ve sıkıntıların Allah’tan gelen sınama aracı işler olduğu bilinci ile hareket edip sabretmek. İman hakikatlerine bağlılığını her ne sebeple olursa olsun sürdürmek, ahirete imanın vazgeçilmez bir gereğidir. Sabır; kolaylıkta da zorlukta da aynı kararlı tutumu takınmak, iman ahdine bağlılığı her halükarda sürdürmektir, Allah yolunda başa gelenden dolayı korkup ümitsizliğe düşmemektir.
Bakara,2/177.

5-Muhtaçları gözetmek: Ahiret inancına sahip olup öteki dünyanın varlığından bütün kalpleri ile emin olan ıslah ehli müminler, yetimin hakkını gözetirler. Garibana sahip çıkarlar. Öksüzü kollarlar. Sahipsiz olduğu için ezilen, sömürülen halkların haklarını savunurlar.
Allah için çevremizdeki haksızlıklara, sömürüye ve zulme karşı bir duruş almak, Ahiret Günü vereceğimiz hesabın ana konularından biridir. Bunu için biz müminler salt kendi çıkarlarımızı gözetecek bir hayat tarzından uzak durmak zorundayız. İşte böyle bir inanç da bencilliği yok eden manevi tedavi şeklini belirlemektedir.

Oysa Müfsid olmayı hayat tarzı haline getiren bozguncular ise, yeniden dirilişe inanmadıkları için adaleti ayakta tutma konusunda sorumluluk duymazlar. Çünkü öte dünyayı gerçeğine karşı duyarsız kalmak, insanlarda onulmaz manevi yaralar açar. Bu yüzden bozguncular, bencildirler. Sırf kendi çıkarlarını düşünürler. Halbuki öte dünya hakikatini bir inanç olarak yüreklerinde taşıyan müminlerin merhamet duyguları geliştiği için diyergamdırlar.
 İçinde bulundukları durumun sömürüye ve fırsatçıların kullanımına açık olması dolayısı ile, ihtiyaç sahiplerini asıl kollayıp gözetmesi gerekenler öte dünyaya inandıkları için istismar etmeyi düşünmeyen, sırf Allah rızası ile hareket müminlerin görevidir: Bakara,2/220. Zaten ahireti inkar edenlerin, yoksulların haklarını gözettikleri iddiası koca bir yalandan ibaret olup, onların amacı fukaranın halini dünyevi bir kazanca dönüştürmekten başka bir şey değildir: Bkz.Fussilet,41/17.

Öteki dünyanın varlığına kesin olarak inanmayanlar, yoksulu doyurmak, garibana sahip çıkmak konusunda samimi bir sorumluluk hissetmezler. Onların ahiret inancı olmadığından dolayı, dünyadan en yüksek faydayı elde etmeye çalışırlar. Bu da kendilerini bencil bir karaktere büründürür. Salt kendisini düşünen bu egoistler, merhamet ve şefkat gibi insani erdemlerden de yoksundurlar. Onlar fakirlerin kullanıma ve sömürüye elverişli hallerinden idelolojik, siyasi ve ekonomik çıkar sağlamaya gayret eden sahtekarlardır.
Peki fukaralar için çeşitli teşekküller oluşturan kafirlerin, münafıkların varlığı nasıl izah edilecektir? Onlar bu teşekküllerde ortaya koydukları tavırları ile iki yönlü bir amaç taşımaktadırlar. Birincisi, yaratılıştan taşınan adalet duygularını tatmin emektir. İkincisi ise, kendileri için yoksullar üzerinden siyasi üstünlük kurma fırsatı oluşturmanın meşru temellerini oluşturmaktır.

6-Allah için sevip Allah için buğz etmek: Yeniden diriliş günündeki nihai hükmün verileceği hesaba inananlar; “Allah için sever, Allah için buğz ederler.” Sevmede ve buğz etmede müminlerin ahirete iman etmelerinin belirleyici bir etkisi vardır. Bu yüzden Yüce Rabbimiz, babaları, oğulları, kardeşleri ve diğer akrabaları da olsa, öteki dünyaya kesin olarak iman edenlerin ,Allah’a ve resülüne, indirdiği vahyi hakikatlere karşı isyan edenleri sevmemeleri gerektiğini beyan etmektedir. Ahirete kesin olarak iman edenler arasında, ilahi hukuka karşı saygısız oldukları halde, münker olan bir konuda akrabalarına itaat edip sevenler yoktur
Öteki dünyaya kesin olarak iman edenler,en yakın akrabaları da olsa, eğer Allah’a ve resülüne isyan ediyorlarsa, onları sevmezler. Çünkü öteki aleme iman, sahibine iyi ile kötü arasında kesin bir sınır çizmeyi gerektiren net bir bakış açısı kazandırır. Sevmenin ve buğz etmenin ahirete imanla ilişkisini beyan eden ayet için bkz. Mücadele,58/22

7-İtaati Allah’a mahsus kılmak: Nihai anlamda emirlerine ve nehiylerine uyulması gereken tek güç Allah’tır. Allah’tan başkasına itaat, ancak meşruiyetini ilahi vahyin değer yargılarından aldığı zaman mümkündür. Aksi takdirde, öteki dünyanın mutlak varlığına gönülden iman eden müminlerin, dünyadaki zulüm ehlinin verdiği emirleri yerine getirmek gibi bir yükümlülükleri yoktur. Kaldı ki, böyle bir durumda şerre isyan etmek, büyük bir ibadet olup, ebedi mükafata da ulaşmanın dosdoğru bir yoludur.
Ahirete iman etmek; İtaati Allah’a ve O’nu rızası için çalışıp çabalayanlara has kılmayı gerektirir. Ahiret’ e kuşkusuz iman eden müminler, anlaşmazlığa düşülen her hangi bir konuda bencil arzuları veya beşeri doktrinleri değil Allah’ ı ve Resul’üne indirdiği ahkâmı hakem kılmadırlar.
Ahirete kuşkusuz iman edenlerin şiarı salt Allah’a itaat etmeleri ve meşruiyetini ilahi vahyin muhkem doğrularından almayan her emre isyan etmeleridir: Nisa,4/59.

8-İbadet mahallerini koruyup gözetmek: Allah’ ın mescidlerini onarıp gözetmek, Allah’ a ve Ahiret Günü’ ne iman edenlerin görevidir. Ayrıca onlar, namazında dosdoğru ve süreklidirler, arınmakla vermekle yükümlü olduğu zekatı, sadakayı ve infakı esirgemezler, bunları yaparken başkalarının kınamasına aldırmazlar. Çünkü sadece Allah’ tan korkup çekinirler. Bunlar, ilahi rehberliğe tabi olmanın ölçüsü ve göstergesi olan amellerdir.
İbadet mahallerini koruyup gözetmek, ahirete imanın dünyevi bedeli olan amellerindendir: Tevbe,9/17.

Ahiret Bilinci: Salih Amellerimizin Yüreklerimizdeki Azığı
Ahirete iman, Rabbimizin denetleyen bir ilah olduğuna iman etmekle de irtibatlıdır. Hakimiyetinde ortağı bulunmayan Yüce Allah, yarattıktan sonra kenara çekilmeyen, yaratmaya devam eden ve var ettiklerini de başı boş bırakmayıp onlarla alakasını çeşitli biçimlerde sürdüren bir ilahtır. İşte ahirette çekileceğimiz hesap da Rabbimizin denetleme araçlarından biridir.
Bu yönü ile ahirete iman, Allah’a imanın ayrılmaz bir parçası, mütemmim cüzüdür.
Öteki dünya inancı insanların dünya hayatına karşı aşırı bağlılıklarını önleyerek kin, nefret, hasetlik, hırs, bencillik gibi duygularını eğiterek ıslah eder. Zamanla bu duyguların baskısından kurtulmayı sağlayan bir inançtır, ahirete iman. Her anımızı uhrevi hesaba hazır olma diriliği ile geçirmeyi hedeflediğimizde, kendi öz benliğimizin kötülük çağrılarına ve şeytanın askeri olan zalimlere karşı hiçbir korkumuz kalmayacaktır. Ahireti önceleyen biz müminler adımlarımızı ölçülü ve hesaplı atmak zorundayız.

Ahirete iman; insanları kötülüklere karşı eğitip, şer odaklarının çağrılarına karşı daima hazır bir ruh hali ile, manevi donanımlar kazandırır. Bu iman ile kalbi dolu olan kişi, faiz, hırsızlık, rüşvet gibi toplumda daima garibanın/ mustadafın ezilmesine yol açan illetlerden uzak durur. Böylece tertemiz bir ruh ve kişilik sahibi olan müminlerin kendileri ile ve toplumla aralarında ilişki zulüm değil adalet temelinde yükselir.
Manevi doyum ve huzurun bir teminatı da kul hakkına girmemektir. Ahirete kuşkusuz bir inaçla iman edenler, başkalarının haklarına girmezler. Çünkü ölümün ağızları acıtan tadı, nefislerimizdeki dünya metaına karşı aşırı olan tutkumuzu firenleyen önemli bir işlev görmektedir. Değil mi ki, ölüm sonsuz mutluluğun ve huzurun bir başlangıcıdır; öyleyse söz dinlemeyen nefsimize ve çevremize durmadan ahireti hatırlatarak arınalım arındıralım...

Yeniden diriliş inancının unutulduğu, nihai hesaba hazırlıklı olma bilincinin yitirildiği bir dünyada, bütün maddi donanımları elde etse de, insanlar manevi destekten yoksun kalmaktadırlar. Alabildiğine bencilleştikleri için, huzursuzluklarına çare olacak devalar ararken yaptıkları imdat çağrılarını da kimseye duyuramadan, bir ömrü yok yere heba etmektedirler.

Ahiret inancı kalplerimizde ne kadar güçlü bir yer işgal ederse, bizi kötülüğe çağıran iç ve dış etkenlere karşı o kadar donanımlı, hazırlıklı olma imkanını elde edebiliriz. Ne mutlu bize ki, , nice günah davetlerini güçlü bir ahiret bilinci sayesinde bertaraf ederek etkisiz kılacak bir manevi dayanağımız vardır.
Rabbimiz, öteki dünyayı önceleyen müminlere şeytanların kötülük temennilerinin bir zararının dokunamayacağını Kur’an’da müjdelemektedir. Sebe Suresi’ndeki bu muştuya göre; ahirete kesin bir inanç taşıyan müminlere İblis’in askerleri olan insan ve cin şeytanlarının körüklediği şer odaklarının belirleyici bir etkisi olamaz. İşte Sebe Suresi’ndeki muştu:
“Halbuki İblis’in onlar üzerinde hiçbir zorlayıcı bir gücü yoktu ( zatenİblis’e insanları baştan çıkarma iznini vermişsek), ahiretin varlığına gerçekten inananları ona şüphe ile bakanlardan kesin bir şekilde ayırt emek için vermişizdir. Çünkü Rabbin her şeyi görüp gözetendir.”( Sebe,34/21.)

Sadece öteki dünyanın varlığından bütünüyle emin olanlar, şeytana karşı kutlu bir direniş örneği gösterirler. Bu direnişi gerçekleştirmeye çalışmayanların ise, beşeri kuruntularla ahirette büyük bir mükafatı ödül olarak alma hesabı yapmaları boşunadır. Çünkü biz müminleri diğer insanlardan ayıran en önemli vasıf; gayba iman etmemiz ve bu imanın gereklerini Ğarrra’ya/beşeri kuruntulara kapılmadan yerine getirme cihadı içinde olmamızdır.

Şeytani dürtülerle kendilerini kandırıp, ahiretin bedeli olan dünyevi ameller işlemeyenlerin kuruntuları öte dünyada gerçekleşmeyecek ve onlar onulmaz bir üzüntüye gark olacaklardır. Bu hüznün ise, içinde ebediyyen boğulmaktan başka bir faydası yoktur.

Öyleyse, ahiret gibi gaybi konularda kuruntuları bırakalım. Sadece ilahi vahyin kesin doğrularına teslim olalım. Doğrudan veya Allah adına kandıran şeytan ve askerlerine karşı uyanık olalım. Sonsuz ve bitimsiz ahiret mutluluğunu elde etmenin dünyevi bedellerini öderken yarım gönüllü olmayalım. Allah’a tam bir teslimiyet göstererek dünyada ve ahirette iyilik isteyelim. Bu dünyanın lehine ahiretten vazgeçenleri değil, ahiret lehine bu alemin sınırlı nimetlerinden vazgeçen peygamberleri örnek alalım.

 

Hızır (a.s) Kimdir?

 

 

 

 

Hz. HIZIR (a.s)

Hz. Mûsâ döneminde yaşamış ve peygamber olması kuvvetle muhtemel, hikmet ve ilim sahibi bir şahsiyet.

Kur'ân-ı Kerîm'de, Hızır (a.s.)'ın isminden açıkça bahsedilmez. Ancak Kehf Sûresi'nin 60-82. âyetlerinde yer alan Hz. Mûsâ ile ilgili kıssadan "Katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve kendisine ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kul..." (18/65) diye sözü edilen şahsın Hızır (a.s.) olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü bizzat Peygamber Efendimizden gelen sahîh hadislerde bu şahsın Hızır olduğu açıkça belirtilmiştir (bk. Buhârî, İlm 16, 44, Tefsîru'l-Kur'ân, Tefsîru Sûrati'l-Kehf 2-4; Müslim, Fedâil 170-174).

Bu rivayetlere göre bir gün Hz. Mûsâ İsrâil oğulları arasında vaaz ederken ona kendisinden daha hikmet ve ilim sahibi kimsenin olup olmadığı sorulmuştu. Hz. Musâ: "Hayır, yoktur!" diye cevap verince Cenâb-ı Hak bir vahiyle Hz. Mûsâ'yâ Mecme'u'l-Bahreyn'de (iki denizin kavuşum yerinde) kullarından salih bir kul olan el-Hadır (Hızır)'ın kendisinden daha âlim olduğunu bildirdi. Bunun üzerine Hz. Mûsâ hizmetinde bulunan genç bir delikanlı ile Hızır'ı bulmak üzere uzun bir yolculuğa çıktı. İkisi, iki denizin birleştiği yere ulaşınca, yolculukta yemek üzere azık olarak yanlarına aldıkları balıklarını unutmuşlardı ve balık bir delikten kayıp denizi boylamıştı. Hz. Mûsâ oradan bir süre uzaklaştıktan sonra yemek için delikanlıdan balığı çıkarmasını istediği zaman balığın denize dalıp kaybolduğunu fârkettiler. Hz. Mûsâ'nın Hızır'ı bulmasının alâmeti, bu balığın kaybolması olduğundan derhal oraya geri döndüler ve orada Hızır (a.s.)'ı buldular. Bundan sonra Hz. Mûsâ'nın Hızır ile, Kehf Sûresi 66-82. âyetlerinde anlatılan yolculuğu başladı.

Hz. Mûsâ'nın yolculuğunda azık olarak taşıdığı balığın Mecme'u'l-Bahreyn'de denize dalıp kaybolması, bazı rivayetlerde ve çeşitli İslâm milletlerinin folklorunda, bu arada Türk folklorunda da bu suyun âb-ı hayat olduğu, ölüleri bile canlandıran, içenleri ölümsüzleştiren bir hayat iksiri olduğu şeklinde izah olunmuş, burada balığın canlanıp denize dalması meselesinde bir peygamberin hayatının ve Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin söz konusu olduğu unutulmuştur. Buna bağlı olarak, Mecme'u'l-Bahreyn bölgesinde yaşayan birisi olarak Hızır (a.s.)'a da ölümsüzlük isnâd edilmiş ve kendisine beşer üstü güçler ve yetkiler verilmiştir.

Hızır aleyhisselâma verilen ilmin mahiyetini anlayabilmek için Musa (a.s.) ile olan yolculuğunu Kur'ân-ı Kerîm kısaca şöyle anlatır: Hızır (a.s.), yolculukta karşılaşacakları olaylara Musa peygamberin sabredemeyeceğini kendisine hatırlatmış ve O'ndan sabır için söz almıştır (el-Kehf,18/66-70). Önce deniz sahilinde, yolculuk için bir gemiye binmişlerdi. Hızır (a.s.) bir balta ile gemiyi delince kaptan tamir için geri dönmek zorunda kalmıştır. Musa (a.s.) sabredemeyip şöyle demiştir: "Gemiyi, yolcularını boğmak için mi deldin? Doğrusu çok kötü bir iş yaptın" (el-Kehf; 18/71). Yolculuğun sonunda, ilk bakışta görünmeyen ve perde arkası bilgi niteliğindeki sebebi Hızır (a.s.) şöyle belirtir: "O, deldiğim gemi, denizde çalışan birkaç yoksulundu. Onu kusurlu yapmak istedim. Çünkü gemi yolculuğa devam ederse, ileride her sağlam gemiye el koyan bir kral (deniz korsanları) vardır" (el-Kehf, 18/79). Yolculuk sırasında, diğer çocuklarla oynamakta olan bir çocuğu öldürdü. Musa (a.s.): "Kısas olmadan, masum bir cana nasıl kıyarsın? Doğrusu çok kötü bir iş yaptın, dedi" (el-Kehf,18/74). Küçük çocuğun bu erken yaşta vefat ettirilme sebebi Hızır (a.s.) tarafından şöyle açıklandı: "Öldürdüğüm erkek çocuğa gelince; onun anne ve babası mü'min kimselerdi. İleride onları isyan ve inkâra sürüklemesinden korktuk istedik ki, Rableri bu ölen çocuk yerine kendilerine ondan daha temiz ve daha merhametli birini versin" (el-Kehf, 18/80,81). Burada Cenâbı Hak'kın, anne-babanın hayırlı kimseler olması sebebiyle, ileride kendilerini üzecek, büyük sıkıntılara sokacak bir çocuğu erken yaşta vefat ettirip, onun yerine daha hayırlı bir evladın verilmesinin, gerçekte o aile için " hayır" olduğuna işaret ediliyor.

Yolculuğun üçüncü merhalesi Kur'an'da şöyle anlatılır: "Musa ve salih kul yollarına devam ettiler. Sonunda bir köye varıp, halkından yiyecek istediler. Halk ise onları misafir etmek istemedi. Musa ve salih kul, orada yıkılmak üzere olan bir duvar gördüler, Salih kul hemen onu doğrultuverdi. Bunun üzerine Musa: "İsteseydin buna karşılık bir ücret alırdın, dedi. Salih kul şöyle dedi: İşte bu seninle benim aramızın ayrılması demektir. Sabredemediğin şeylerin içyüzünü sana anlatacağım" (el-Kehf, 18/77,78). Evi, ücretsiz tamir etmesini salih kul (hızır) şöyle açıklar: "Bu ev, Şehirde iki yetim çocuğun idi. Duvarın altında kendilerine ait bir hazine vardı. Bunların babaları salih bir kimseydi. Rabbin, onların rüştlerine erip, hazinelerini bizzat kendilerinin çıkarmalarını istedi. Bu Rabbinden bir rahmettir. Ben bunları kendiliğimden değil, Allâh'ın emriyle yaptım. İşte, sabredemediğin şeylerin içyüzü budur" (Kehf 18/82).

Bu hikmetlerle dolu yolculuktan, insanların günlük hayatta karşılaştıkları bir takım olayların, bazan büyük felaketlerin bir görünen yüzünün bir de asıl perde arkasının bulunduğu anlaşılmaktadır. Bazan şer olarak görülen olayların arkasından büyük hayırların ortaya çıktığı görülmektedir. Âyet-i Kerîmelerde şöyle buyurulur: "Hoşumuza gitmediği halde, savaşmak size farz kılındı. Belki de hoşumuza gitmeyen bir şey sizin için daha hayırlıdır. belki hoşunuza giden bir şey de sizin için daha kötüdür. Allah bilir siz ise bilmezsiniz (el Bakara, 2/216). "... Eğer karılarınızdan hoşlanmıyorsanız. olabilir ki, hoşunuza gitmeyen bir şeyde Allah, sizin için çok hayır takdir etmiştir. " (en-Nîsâ, 4/19). Rasûlullah (s.a.s.), Hızır (a.s.)'ın ilmiyle ilgili olarak, gemi yolculuğu sırasındaki bir konuşmayı şöyle nakleder: "Bir serçe, denizden gagasıyla su alıp, gemiye konmuştu. Hızır (a.s.) bunu Hz. Musa'ya göstererek şöyle dedi: Allâh'ın ilmi yanında, benim ve senin ilmin, şu serçenin denizden eksilttiği su kadar bir şeydir" (Buhârî, İlm, 44, (el-Enbiyâ, 27, Tefsîru Sûre 18/2; Müslim, Fezâil, 180; Ahmet b. Hanbel, Müsned, II, 311, V, 118; bilgi için bk. İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'ânı'l-Azîm, İstanbul 1985, V,172-185).

(Hamdi DÖNDÜREN Ahmet ÖNKAL)

Genel Bilgileri Şamil İslam Ansiklopedisi'nden Paylaştım yukarıda sizlerle. Şimdi 18:65 ayetini yani "İlim Verilmiş Kulu"n kimliğini Kur'an bütünlüğünde araştıralım:

18:65 Katımızdan kendisine rahmet verdiğimiz ve bilgimizden öğrettiğimiz kullarımızdan bir kulu buldular.


1-Rahmet ve İlim Verilmiştir.

2-Kullardan Bir Kuldur.

 

1- İLİM VE RAHMET

Rahmet--- 6:157 Yahut, "Bize de kitap indirilseydi onlardan daha doğru yolda olurduk," da diyemezsiniz. Size Rabbinizden bir delil (beyyine), bir hidayet ve bir rahmet gelmiş bulunuyor.


Ayrıca bakınız: 7:52, 7:203, 10:57-58, 12:111, 16:64, 16:89, 17:82, 27:77

İlim---

10:93 İsrail oğullarına onurlu bir yer bağışladık ve onlara güzel rızıklar verdik. Fakat, kendilerine ilim geldikten sonra ayrılığa düştüler. Rabbin, diriliş günü, ayrılığa düştükleri konuda aralarında hüküm verecektir.

6:104 Rabbinizden size aydınlatıcı bilgiler gelmiş bulunuyor. Kim görürse kendi yararına, kim körlük ederse kendi zararınadır. Ben üzerinize bekçi değilim.

Ayrıca Bakınız: 2:145, 3:61, 13:37

Görüldüğü üzere Rahmet ve İlim Kur'an'da Vahyi Bilgi olarak kullanılmıştır.

2- KULLARDAN BİR KUL

21:26-27 "Rahman bir çocuk edindi," dediler. O yücedir. Oysa onlar onurlu kullardır.
Onlar O'ndan önce söz söylemezler; O'nun emirlerini ise titizlikle uygularlar.

22:75 ALLAH meleklerden ve insanlardan elçiler seçer. Elbette ALLAH İşitendir, Görendir.


Sonuç:

Kur'an Melekler ve İnsanlardan Resuller Seçer. Onlar Onurlu Kullardır. Rabbimiz Kullardan bir Kul olarak tanımladığı kişinin bundan sonraki özellikleri bizim için gaybdır. Kimse bunu bilemez. Ama elimizdeki Kur'an bilgileri bu zat'ın Musa (as)'ı eğitmek için Rabbinden Vahiy Almış İnsan ya da Melek bir Resul olduğunu göstermektedir.

 

Kur'an Okumaya Başlarken

 

 

 

 

Bir müslüman için temel amaç, yaşamını Allah'ın rızası doğrultusunda sürdürmektir bunun nasıl gerçekleştirilebileceği ise ancak son ilahi vahiyden öğrenmekle mümkün olabilir.
Tabii bu noktada ilahi vahyin nasıl anlaşılabileceği, anlamak için ne gibi yöntemler takip edilmesi gerektiği soruları gündeme gelmektedir.

Bu yazıda Kur'an'ı anlama ve yaşama çabası içinde olanlanrın, ilk anda karşılarına çıkan hususların altlarını çizmeye çalışacağız. Rabbimiz Kur'an'ın açık, net ve detaylandırılmış (5:32; 22:16; 24:1; 39:28) bir kitap olduğunu belirttiği halde zamanla bazıları din adına insanlarla onun arasına çok büyük engeller koymuşlar, adeta Kur'an'ın üzerini bir sis perdesiyle örtmüşlerdir. Kur'an sadece şekli bir saygıyla kutsanmış ve Rasulullah (s)'ın Kur'an'da yer alan kaygısı gerçek olmuştur (25:30).

Yine birtakım kişiler Kitab anlaşılmak için (17:45; 18:57; 56:79) gönderildiği halde onun insanları etkileyen yönünü anlama değil, sadece ses yapısı olduğunu söyleyebilmişlerdir.

Doğaldır ki her kitap için olduğu gibi Kur'an'ı anlamak için de belli yöntemler ve usuller izlemek gereklidir. Bu konuda tarihte iki metod ortaya çıkmıştır: Bunlardan birisi teczii (atomist-parçacı) metod, bir diğeri de yakın dönemlerde gündeme gelen mevzui metodtur ( konularma göre araştırma ya da bütüncül yaklaşım).

Şehid M. Bakır es-Sadr'ın da belirttiği gibi teczii metodta ayetlerin Sure veya Kur'an bütünlüğünden kopuk olarak teker eker incelemesi söz konusudur. Burada öncelikli amaç üzerine çalışılan ayetin her türlü vasıta ile (sebebi nüzul rivayetleri, hadisler, siyer vs.) anlaşılmaya çalışılmasıdır .Genellikle müfessirlerin kullandığı yöntem budur. Kur'an bu yöntemle baştan sona tefsir edilmiş de olsa, bu çalışma sonucunda ortada düzensiz bir yığın malumattan başka bir şey kalmaz. Bu tarz tefsir çalışmalarında bir bütünlükten bahsetmek olanaksızdır.

Oysa çözüm, yaşadığımız realiteleri ve problemleri görüp onlara Kur'an bütünlüğünde cevap aramaya girişmektir. Örneğin Kur'an'da ekonomi, Kur'an'da insan, Kur'an'da Allah, Kur'an'da Hz. Muhammed gibi konular Kur'an ayetleri baştan sona o konuyla ilgili olarak taranarak, o konuya tekabül eden ayetlerin analizi ve kendi aralarında irtibatları kullanılarak işlenebilir.

Kur'an'ı değerlendirirken yapılan yanlışlardan birisi de sanki bilimler ve keşifler hazinesi bir kitap olarak tanıtmaktır.
Şu bilinmelidir ki Kur'an bilimsel buluşları bildirmek için indirilen bir kitap değildir. Yani o bilimler ve keşifler ansiklopedisi olarak nitelendirilemez. Bir hidayet kaynağıdır (2:2). Kur’an insanları karanlıklardan (zulümat) aydınlığa (nur) çıkarmak üzere nazil olan bir kitaptır.

Her şeyden önce Kur'an'ın ilk olarak gönderildiği topluma da anlaşılması için Arapça olarak indirildiğini (12:2) bilmeliyiz. Ve bu noktada vahyin daha iyi anlaşılabilmesi için de -Arapça bilmenin önemi ne abartılmalı ne de perdelenmeli- dir. Ancak herkes için Arapça, bilme zorunluluğunu öne sürmek de Kur'an'ın önüne başka bir engel koymak anlamına gelmektedir.

Kur'an mealleriyle ilgili de şu söylenebilir: Bir mealle yetinmemek, farklı meallerle karşılaştırmalar yaparak okumak gerekir. Çözümlenmesinde ihtisas gereken bazı terkip ve kavramların daha iyi anlaşılabilmesi için de iyi Arapça bilenlerden yardım istenmelidir.

Bir diğer nokta da Kur'an ayetlerinin nazil olduğu ortamla ilişkisinin gözönünde bulundurulmasıdır. Elbette Kur'an evrensel bir kitaptır. Zamanlar üstü bir yönü vardır. Ancak indiği dönemle de ilişkisi dikkate alınmalıdır. Bunun için ayetlerin sebebi nüzullerinden faydalanılabilir.

Esbab-ı nüzulle ilgili problemlerden birisi de bir ayetle ilgili olarak birden fazla aktarılan rivayetlerdir. Tabii olarak ayetin ruhuna en uygun rivayet alınmalıdır. Bir de hakkında hiç bir sebebi nüzul olmayan ayetler söz konusu olu- yor. Bun1ar bize ayetlerle ilgili aktarılan rivayetlerin mutlaklaştınlmaması ve ayetler arasındaki iç bütünlüğe dikkat edilmesi gerektiğini vurguluyor.

Demek ki rivayetlerin Kur'an'ın anlaşılmasında tayin edici değil açıklayıcı bir rolü olması gerekir. Kur'an'ın anlaşılmasında karşılaşılan meselelerde hakim rolü oynayacak olan yine Kur'an'ın bizzat kendisi olmalıdır. Kur'an'ın anlaşılmasma katkısı olacak yan unsurlar (sebeb-i nüzul, hadis, siyer, cahiliye şiiri) asıl belirleyici değil, yardımcı bir 'İşlev görmesi gerekir. Eğer bu şekilde yaklaşılacak olursa yani Kur'an dışı rivayetler Kur'an ışığında değerlendirilerek dikkate alınırsa gerçekten o zaman ayetlere çok daha geniş ufuklu bakabiliriz.

Örneğin Kur'an'da anlatılan kıssaların özellikle Yahudi ve Hıristiyanların başlarından geçen tecrübelerin bugün bizim için aynıyla vaki olduğunu görebiliriz. Yaşanan olaylar aynı fakat olayda adı geçen kişi ve toplumlar farklı, o kadar.

Kur'an'ın, indiği toplumun özelliklerini yansıtması onun evrenselliğine ve son kitap oluşuna gölge düşürmez. Kur'an bir tarih kitabı değildir. Kur'an'da anlatılan kıssalar insanlann tarih bilgisi arttırmak amacıyla anlatılmamıştır. İnsanların geçmiş toplumların yasalarını (sünnet) incelemelerini onların karşılaştıklan kötü sondan kendilerini uzak tutmalarını temel amaç edinmiştir .

Bu bağlamda Kur'an'ın müslümanlara yönelik şu uyarısına bakalım: "Yalnız ona yönelin ve ondan korkun, Namazı kılın ve Allah 'ortak koşanlardan olmayın. Onlar ki dinlerini parça parça edip fırkalara böldüler, hizipler haline geldiler. Her hizip kendi kabulleriyle avunup sevinmektedir. " (30:31-32) (Yine bkz.: 25:52-56)

Allah burada geçmiş milletlerin hatalarını belirterek müslümanları bundan sakındırıyor. Ancak ne var ki müslümanlar bu uyarıyı unuttular ve kendilerine bir de hadis uydurarak ümmeti 73 fırkaya ayırdılar.

Fırka, mezhep, tarikat ayrımlarıyla yüzlerce parçaya bölünen İslam toplumu Tevhid inancının gereği olarak Tevhid toplumu olmaları gerekirken dinlerini de şirket dini haline getirdiler. Her mezhep kendine göre kurallar koydu ve kendisi dışındakini din dışına çıkardı. Ve böylece bugünkü karanlık tablonun oluşmasına en büyük katkılardan birisi de bu şekilde gerçekleşmiş oldu.

Bundan kurtulmanın yolu Allah'ın dinini yineAllah'a bırakmak ve Kur'an'ın belirleyiciliğinden başka hiç bir belirleyici kabul etmemektir. Bir sureyi okurken surenin iç bütüıılüğünü kurmaya çalışmalıyız.

Çünkü sureler gelişi güzel ayetlerden oluşmuş değildir. Her surenin kendi iç bütünlüğü vardır. Örneğin bir konu öncelikle ilgili ayetin bağlamında ele alınması gerekirken değişik rivayetlerle hiç ilgisi olmayan yerlere çekilebiliyor ve böylece surenin bütünlüğü de bozuluyor.
Göz önünde bulundurulması gereken önemli bir diğer noktada Kur'an'ın bir anda toptan değil peyderpey indiği gerçeğidir (76:23).

Yine Kur'an'da herhangi bir meseleyle ilgili ayetler aynı zamanda toplu olarak, gelmemiştir. Aynı konudaki ayetler değişik zamanlarda gelmiş ve farklı surelerde yer alabilmiştir. Bu da Kur'an'ın tedricilik ilkesini temel aldığnıı göstermektedir. Bunun en somut örneğini içkinin yasaklanması hadisesinde görebiliyoruz. İçki aniden haram kılınmamış aşamalı bir çerçevede ele alınmıştır.

Önce içkinin zararının yararından daha çok olduğu sonra onun fesada kaynaklık ettiği ve son tahlilde de şeytan işi pislik olduğu belirtilerek azı da çoğu da yasak olan bir şey olduğu belirtilmiştir. Burada sorulması ve üzerine durulması gereken bir husus, müslümanların bugün, Kur’an'ın indiği dönemde uygulanmış olan tedrici metodtan hangi ölçüde faydalanabilecekleridir.

Kur'an öncelikle değerleri ortaya koymuştur. Bunu daha çok Mekke'de yapmıştır. Mevcut sistem sorgulanmış mal ve evlat sahibi olanların yaratıcılarına karşı geldikleri ve sadaka vermedikleri bildirilmiş (75:31-32). Eğer bu gidişte devam ederlerse çok acı bir akıbetin kendilerini beklediği sürekli olarak vurgulanmıştır (77:47; 75:10-13). Haddler (yasakların cezalan) İslam toplumu oluştuktan sonra gündeme gelmiştir.

Yani öncelikle Kur'an'i ilkeleri kabuleden bir ümmet oluşmuş daha sonra haddler uygulamaya konulmuştur. Buradan da Kur'an'ı okurken nüzul sırasında dikkate almamız gerektiği sonucu ortaya çıkıyor. Ancak bugün Kur'an tam olarak elimizde; o halde yapılacak iş, bir konuyu enine boyuma Kur'an çerçevesinde incelemek-araştırmak için, araş- tıracağımız konuyu zihnimizde tutarak Kur'an'ı ona göre okumak gerekir. Kur'an'ın bütünlüğü gözönüne alınarak yapılacak her insani çaba bir anlam ifade eder. Herkes çabası oranında ondan faydalanabilir. Al- lah'ın hoşnutluğunu kazanmayı hedefleyen her çaba sonuçta ortak bir payda da buluşacaktır. Ama bu anlamaların mutlaklaştırılmaması gerekir. Zaten Kur'an'ın emirleri ile ilgili ilk dönemlerde yapılan iç- tihadlar daha sonraki nesillerce mutlaklaştırılmış ve onu tek anlama biçimi olarak kabul etmişlerdir. Bundan sonra Kur'an'dan yapılan çıkarımlar Kur'an'ın önüne geçmiş ve Allah'ın vahyi arka plana itilmiştir: Hicri II. asırda mezhep imamlarınca ortaya konulan esaslar tek anlama biçimiymiş gibi hareket eden sonraki mezhep takipçileri kendi görüşlerini Kur'an'ın önüne geçirmişler ve ayııı kitaba inanan insanlar arasında kapatılması imkansız uçurumlar meydana gelmiştir. Kur'an nassları mezhep görüşleri ışığı altında tevil edilebilmiştir.

Bu konuda meşhur Hanefi bilginlerinden Ebu'l Hasan el-Kerhi şunları söyleyebilmiştir: ''Mezhep imamımız ve arkadaşlarımızın görüşlerine ters düşen her ayet veya hadis ya te- vil edilir yahut mensuh kabul edilir.'' Böyle bir bakış açısı doğal olarak Kur'an'a kendi mezhebinin gözlüğüyle bakacak ve her mezhep mensubu Kur'an'dan kendisini haklı çıkartacaktır. Birleştirici rolü olması gereken (3:103) Kitab müslümanların bu tavrı yüzünden gerçek işlevini göremeyecektir. Kur'an bir çok yerde İsrailoğullarına şu uyarıyı yapmaktadır. "Siz kitabın bir bölümüne inanıp bir bölümünü inkar mı diyorsunuz?" (2:85) Bu da bize Yahudiler'in bir takım menfaatler için Allah'ın gönderdiği emirleri ters yüz ettiklerini göstermektedir.

Acaba kendi mezhebini kurtarmak adına sergilenen bu bakışla, Kur'an'ın birtakım ayetlerini nesh teorisiyle ortadan kaldırmak anlayışı arasında ne fark vardır? Bir yandan Kur'an'ın evrensel olduğunu bütün zamanlar için geçerli bir klavuz olduğunu kabul edeceksiniz öte yandan bir nevi bir kısmının geçerliliğini kabul etmeyen bir tutum içinde olacaksınız.

Bu apaçık tutarsızlıktan başka bir şey değidir. Kur'an'ı anlamak salt zihni bir olaydeğildir. Onun 23 yıllık iniş sürecini de gözönünde bu- undurursak ilahi vahy ile indiği ortam arasında doğrudan bir ilgi olduğunu görebiliriz. Nitekim müminlerin aıınesi Aişe'de Kur'an onun ahlakıydı" derken kasdettiği Kur'an'ın ilkelerinin Hz. Peygamber'in davranışlarına yansıdığı gerçeğidir.
Kur'an'a baktığımızda bir çok surede geçmiş milletlerden ve onlara gönderilen peygamberlerden bahseden kıssalar olduğunu görürüz.

Bu da bize kıssaların Kur'an açısından önemli bir yeri olduğunu gösteriyor. Ancak geçmişte Kur'an kıssalarını inceleyenler daha çok onların belaği ve edebi yönlerini öne çıkarmışlardır. "Öğüt alınması" için anlatılan kıssalar belli bir dönem sonra özellikle Yahudi ve Hıristiyan kültürünün de etkisiyle üzerinde spekülasyonlar yapılan müslümanlar arasında ihtilaflar oluşturan konular haline getirilmiştir. Kıssalarda asıl verilmek istenen ve dikkat çekilen noktalar gözardı edilmiş ve kıssanın muhtevasındaki birtakım ayrıntılar üzerinde daha önce özellikle Yahudiler'in yapmış olduğu ve Kur'an'ın sürekli olarak uyardığı anlamsız tartışmalar yürütülmüştür.

Bunlardan uzaklaşıp Kur'an'ın Hz. Muhammed döneminde gördüğü işlevin benzerinin kendi hayatımızda da gerçekleşmesine çabalamamız gerekir. Kur'an'ı daha iyi anlamak için onun zaman ve mekan boyutunu da iyi kavramamız gereklidir. Eğer içinde yaşadığımız dönemi iyi algılamaz isek Kur'an'ı okumak bize pek fazla bir şey kazandırmayacaktır. Burada genel olarak bir takım konulara değindik.

Başvuru Eserleri
1- İzzed Derveze, Kur’an’a Göre Hz. Muhammed’in Hayatı- Ekin Yay
2: M. Bakır es-Sadır, Kur'an Okulu, Fecr Yay.
3. Muhammed Gazali, Kur'an'ı Anlama- da Yöntem, Şule Yayıncılık
4. Ali Şeriati, Kur'an'a Bakış, Fecr Yay.,
5. Ali Şeriati, İki Sure İki Yorum, Ekin Yay.
6. Halis Albayrak, Kur'an'ın Bütünlüğü Üzerine, Şule Yay.
7 .Malik b. Nebi, Kur'an.ı Kerim Mucizesi, Diyanet Vakfı Yay.

 

 


Ahiret Ekinini Kimler Toplar?

 

 

 


Ahiret Harsı’nı Toplayacak Bahtiyarlar Kimlerdir?

“Hayır. Ben bu beldeyi tanıklığa çağırırım, senin serbestçe yaşadığın bu beldeyi ve tanıklığa çağırırım anne-babayı ve çocukları. Gerçek şu ki, Biz insanı acı, sıkıntı ve imtihan (ile yüklü bir hayat)a gönderdik. İnsan kimsenin kendi üzerinde güç sahibi olmadığını mı sanıyor? Övünüp duruyor: ‘Ben yığınla servet tükettim!’ (diye). Peki kimsenin kendisini görmediğini mi zannediyor?

Biz ona iki göz vermedik mi? Bir dil ve bir çift dudak. Ve ona (kötülüğün ve iyiliğin) iki yolunu da göstermedik mi? Ama o, sarp yokuş’a tırmanmayı denemedi. Bilir misin nedir o sarp yokuş? (O) esir bir boyun kurtarmak veya salgın bir açlık gününde yemek yedirmek yakınlığı olan bir yetime veya toprağa uzanıp kalmış olan (yabancı) bir yoksula. Ve imana ermişlerden ve birbirlerine sabrı ve merhameti tavsiye edenlerden olmaktır. İşte böyle kimseler Ashab-ı Yemîn/dürüstlüğe ve erdemliliğe erişmiş olanlar’dır. Bizim mesajlarımızın doğruluğunu inkara şartlanmış olanlar ise Ashab-ı Meş’eme/kötülüğe batmış kimseler’dir. Onların üzerlerine bir ateş bastırılıp kapıları kapanacaktır!” (Beled Sûresi,90/1-20.)

Beled Sûresi’nin genel muhtevasından hareketle dünyaya ahiret ekimi yapmayı “sarp yokuşu tırmanma”ya benzetebiliriz. Sûre’de beyan edildiği gibi Yüce Rabbimiz, biz mü’minlere dünyevî konforlar va’d etmemektedir. Ashab-ı Yemîn olmayı hak edebilmek ve sonsuz mutluluklar diyarı cennete vasıl olmak, türlü sıkıntılara uğramayı, bin bir meşakkatle denenmeyi gerektirmektedir. Kur’an’ın genel mesajından hareketle de şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; “zamanların insanları hasadını toplamak üzere dünyaya ektiklerini , eksiksiz bir şekilde –hatta kat kat- sonsuzluk yurdu’nda toplayacaktır.

Hâsılı cennete giden yol “sarp bir yokuş”tan geçmektedir. Bu zorlu yokuşun tırmanılabilmesi ve yarışın kazanılabilmesi için Rabbimiz’in koyduğu kimi kurallar vardır. Yukarıda mealini verdiğimiz Sûre’nin genel mesajından öğrendiğimize göre, dünyaya saçılması gereken “ekin türleri”; bir başka ifadeyle hayırda yarışın Beled Sûresi’nde geçen temel kuralları; dayanılması gereken köşe taşları:
Birincisi; Nîmete karşı şükran görevi Sonsuz kudret sahibi Rabbimiz’in yaratıp bizlerin istifadesine sunduğu göz, kulak, dil, yaşanılabilir güzel bir dünya ve yolumuzu bulmak için ihtiyacımız olan Nebevî vahy’in rehberliği, ilk akla gelen nimetlerdir. Bu nimetlere şükredenler ahiret harsı’nın hasadını toplayacaklardır. Ahiret harsı, kendi öz benliğinin ve çevresinin tanıklık ettiği hakikati doğru okuyarak onları varlık sahnesine çıkarıp cömertçe takdim eden Yaratıcı’ya karşı erdemliliğin ve kadirşinaslığın gereği olan bir tutum içinde hayatına çeki düzen verebilenler içindir. Doğru ve yanlışın tek ölçüsünün dünyevi menfaatler olmadığı, bu alemin geçici olduğu bilinciyle hareket edenler ahiret harsı’nın hasadını toplayacaklardır.

İkincisi; Fekkü Rakabe/İnsanoğlunu varolan boyunduruklarından kurtarmak Ahiret harsı’nın sahipliğine hak kazanmak; aşkın bir Ulûhiyet ve Ubûdiyet Bilinci ile kendisini ve tüm insanlığı siyasi, iktisadi, toplumsal sömürü zincirlerinden kurtararak özgürleştirmek için çalışıp çabalamayı gerektirir. Bir başka ifadeyle kendimizi ve çevremizdeki insanları zincirlerinden kurtarmayı hayatımızın gayeleri arasına almadan sarp yokuşu geçemeyiz. Nedir bu zincirler? İnsanlığın boynunu büken günah yükleridir; açlıktır; sahipsizlik/yetimliktir; miskinliktir/evsiz-barksız kalacak kadar insani onurlardan mahrum bırakılmaktır.

Üçüncüsü, iman, sabır ve merhamet temelinde bir ümmet birliği. Bizim gibi iman edenlerle dayanışma yolları bulup güç birliği yapmaktır; birbirimize hakkı, sabrı ve merhameti tavsiye edebilecek yakınlıkta ilişkiler kurmaktır. Hak, sabır ve merhamet... işte İslâmî bir mücadelenin üzerinde durması gereken sac ayakları.

Bu genel girişten sonra, çalışmamızın asıl ekseni olan ahiret harsı’nın hasadını öte dünyada toplayacak Ashab-ı Yemîn kimlerdir? Sorusunun cevabını arayalım. Ya da soruyu şöyle de sorabiliriz: “hak, sabır ve merhamet” üzere hareket ederek insanlığa vasat, âdil bir ümmet olmanın en güzel örnekliğini sunması gereken biz müminlerin Kur’an’daki diğer isimleri ve bu isimlerin çağrıştırdığı diğer özellikleri nelerdir? Bu konu üzerinde yoğunlaşarak Rabbimiz’in Hidayet Rehberi Kur’an’da bir şuurlanma ve arınma yolculuğu yapalım.

Merhameti sonsuz olan Rabbimiz, Kur’an’ı Mubin’de ahiretin en güzel ürünlerinden nasiplenecek olan insan gruplarını açık seçik beyan etmiştir. Bu insan gruplarının sıfatları her mü’minin taşıması gereken vasıflardan oluşmaktadır. Her nimetin bir külfeti olduğu gibi, Rabbimizin öte dünyada müminler için hazırladığı ahiret harsı’nın da bir bedeli olacağı, tartışılmaz bir hakikattir. Bu bedellerin göze alınmaya değer zorlukları vardır. Fakat nihai mutluluk için -sabretmeye değer bir âkibet için- nefsimizi ve çevremizi ilahi vahyin doğruları ile arındırıp aydınlatmaktan başka çaremiz yoktur. Ancak bu şekilde kurtuluşa/sonsuz felaha erebiliriz.

Rabbimizin gönüllerimizi aydınlatan mesajına elçilik eden Kur’an’ın muhkem beyanlarına göre, şu insan öbekleri dünyada ektikleri iyilik ve güzellik tohumlarının sonucu olan Ahiret Harsı’nı toplayacaklardır:

1-Muvahhidler

İbrahim Milleti’ne tabi olanlara/onun şirke karşı köktenci tavrını sürdüren muvahhidlere Rabbimiz ahiretten sonsuza dek nasipleneceklerini va’detmiştir. Değil mi ki muvahhidler tağutlara ve onların güçlü ordularına rağmen put kırmaktan vaz geçmemişlerdir, bu dünyada; öyleyse herkesin pişmanlık içinde kıvranacağı Hasret Günü’nde sadece onların alınları parlayacaktır mutluluktan ve zor zamanda mücadele etmenin karşılığını kat kat görecekelerdir. Değil mi ki Tevhid Ehli güzellik ekmiştir bu dünyaya, öyleyse güzellik biçmesi tabiidir öte dünyada. Değil mi ki, Allah’a imanlarına zulüm karıştırmamışlardır, bu dünyada; öyleyse kendilerine en küçük bir haksızlık yapılmadan söz verildiği gibi nimetlendirilmeleri –dünyaya ektikleri ahiret ekinleri’nin hasadını toplamaları- gerekir sonsuzluk yurdu’nda.

2-Muttakiler

Dünya ve Ahiret’te mutluluk muştuları takva sahipleri içindir. Takva sahipleri en büyük başarı ve en büyük zafer olan Ahiret sevabına nail olacaklardır. Ayrıca Allah’ a karşı sorumluluk bilincine sahip olup, İman etmenin gereği olarak Akabeler’ e / sarp yokuşlarına tırmanmayı kararlılıkla sürdüren Muttakiler için dünyada da ilahi bir va’d olarak müjdeler vardır. “ Ama ahiret yurduna gelince, Biz orayı yeryüzünde büyüklük taslamayan ve bozgunculuk çıkarmak istemeyen kimselere ayırmış bulunuyoruz. Çünkü akibet/ gelecek muttakiler içindir.” ( Kasas, 28/83)

3- Güzel İşlerini Allah’a ve Ahiret’e İman’dan mahrum bırakmayanlar

Yüce Allah, insanlık için kutlu bir kurtuluş çağrısı ile, ebediyyen sağaltacak bir yarış başlatmaktadır. Bu yarışın konusu; “Allah’a ve Ahiret Günü’ne kuşkusuz iman, ve hiç durmadan, fedakarca ilahi rızayı hak etmeye çalışmak”tır. İster önceki ümmetlerden ilahi vahiy nimetine sahip olanlar olsun, isterse Kıyamet’ e kadar bozulmadan geçerliliğini koruyacak olan Kur’an’ ın günümüzdeki izleyicisi olan müslümanlar olsun, salih amelleri anlamlandıran Tevhid ve onun tamamlayıcı ögesi olan Ahiret Günü’ne kuşkusuzca, gönülden iman etmeye davet edilmektedirler.

Ahiret Günü’ ne imanı Allah’a imanın ayrılmaz bir cüzü olarak görüp, bu inancın sağladığı bilinçle salih ameller peşinde koşmak için hayatını ortaya koyan, dürüst ve erdemlilik sahibi insanların tümü Rablerinden hak ettikleri mükafatı alacaklardır. Allah’a iman ile Ahirete imanın arasını ayırıp parçalayanlara ise böyle bir kurtuluş va’di yoktur. Allah’ a ve Ahiret Günü’ ne İmanını salih amellerle güzelleştirip taçlandırarak dürüst ve erdemli işler yapan salihlerin yaptıkları boşa çıkmayacak, zayi edilmeyecektir. Fakat Allah’a ve ahirete iman etmeden yapılan iyiliklerin son tahlilde, nihai mutluluk için bir anlamı yoktur.

4- Hayatın Anlamı’nı İbadette Arayanlar

Namazlarında dikkatli ve devamlı olanlar öte dünyanın en güzel nimetlerine kavuşacaklardır. Ahiret’e kuşkusuz iman edenler, Kur’an’ın yol gösterici uyarılarına da inanırlar. Onların Ahiret inancı, zaten namazlarında dikkatli ve devamlı olmalarına da yol açmaktadır. Ahirete iman ile ubudiyet bilinci arasında doğru orantı vardır, bu inanç ve bilinçle haraket eden erdemli insanlar, namaz gibi ibadetlerini, yeryüzündeki vakarlı duruşlarında bir hayat tarzı haline getirirler; tüm yaşamlarına namaz ve onu tamamlayan salih amellerin damgasını vururlar. Kısaca ahiret ekinine sahip olmak, dünyada ibadetle arınmış bir gönlü kemale eriştirmek suretiyle Rabbimizin huzuruna çıkmaya bağlıdır.

5-Kul Hakkına Riayet Edenler

İnsanların ilahi hukukla tayin edilmiş haklarına riayet edenlerin ahiret harsından/ürününden kendilerine Allah tarafından ayrılmış değeri hiçbir dünya metaı ile ölçülemeyecek, bitimsiz mutluluk diyarları vardır. Çünkü müminler dünyaya ahiret ekini ekerek yaşamlarını anlamlı kılmışlardır. İşte dünya tarlasına ekilmesi gereken ahiret ekinlerinden biri de, kul hakkına azami dikkat göstermektir. O yüzden kul hakkı konusunda hassas davranmak, Ahiret Günü’ne iman edenlerin vazgeçilmez şiarları arasında olmalıdır. Allah’ a ve ahirete kesin olarak iman eden müminler, ilahi hukukla teminat altına alınmış olan insan haklarını çiğnemezler. Mesela, boşanmış kadınlarla ilgili keyfi kararlar vermezler. Adaletin şahidi olmayı şiar edinerek hareket ederek, kendilerini savunacak maddi ve manevi güçleri olmayan kadınların, çocukların, yetimlerin, garibanların haklarını yememeye azami gayret gösterirler. Bu hassasiyet Ahiret’ e imanın olmazsa olmaz bir şartıdır.

6-Yaptığı İyiliği Başa Kakmayanlar

Ahirete iman edenler yaptıkları iyiliği başa kakmazlar. Çünkü böyle bir davranış, muhtaç kişinin duygularını incitir; fiilin sahibinin ise, amellerini boşa çıkarır, değerini sıfırlar. Rabbimiz böylelerinin düştükleri durumu, “sağnak bir yağmur vurunca cascavlak kalıveren verimsiz kaya parçalarının haline” benzetmektedir.

7-Allah Yolunda Canla Başla Cihad Edenler

Allah yolunda, malları ile ve canları ile savaşarak şehid olanlar veya zalimler karşısında direnerek müminlere zafer hediye edenler, ahirette büyük bir ecir/ ödül alacaklardır. Allah’a ve Ahiret Günü’ ne gerçekten iman etmeyenler zaten bu salih amellere talip olup, zorluklarına göğüs germeyi göze bile almazlar. İslam Tarihi’nden ve Kur’an’ın o tarihe işaret eden ayetlerinden öğrendiğimize göre, müslümanlarla birlikte cihad için yola çıkan münafıklar, Uhud mevkiine varmadan Medine’ye geri dönmüşlerdir. Çünkü onlar Ahiret Günü’ne kuşkusuz bir imanı kalplerinde taşımadıkları için, zor zamanda görevden daima kaçmışlar, hep kısa günün kârına talip olmuşlar, yakın sefer bol ganimet sevdasının peşinde koşup durmuşlarıdır. Münafıklar acele’ye müminler sürekli olana, münafılar geçici olana müminler kalıcı olana, münafıklar dünyanın kısa süren mutluluğuna müminler ise ahiretin ebediyyen süregidecek olan bitimsiz güzelliklerine gönül vermişlerdir.

8- Müşriklere İtaat Etmeyenler

Ancak ve ancak yaratmada ve yönetmede hiçbir varlıkla denk tutulamayacak Rabbimize ait olması gereken vasıfları, insanlarca türetilmiş güçlere vererek onları Allah’ a denk tutanlar, ahiret’e yakinen inanmazlar. Allah’a ortak koşarak ilahi mesajı yalanlayan, düzmece delillerle kendi kurdukları idelojileri savunan müşriklere tabi olmamak, itaat etmemek öteki dünyanın gerçekliğine kuşkusuz iman edenler için zorunludur.

9-Musibetten İbret Alanlar

Olaylar üzerindeki Yüce Allah’ın tartışmasız rolünü, sadece öteki dünyada verilecek hesaba kuşkusuz iman edenler, gerektiği gibi takdir ederler. Halkı zalim olan kasabaların musibet ve helak edilmek suretiyle cezalandırılmasından, sadece hirette başa gelebilecek azaptan korkanlar bir ders çıkarırlar. Oysa öte dünyanın cehennem azabından izler taşıyan, bu dünyadaki başa gelen helak çeşitleri, ahireti inkar etmelerinden ötürü taşkınlık yapanlar yüzünden karyeleri/zalimlerin yerleşim birimlerini vurmuştur. Fakat karyelerin zalim halkları musibet ve helaklardan kurtulsalar da, bunu her gün alışageldikleri doğa olayları şeklinde/ neden sonuç ilişkisine göre açıklayıp, Allah’ın olaylar üzerindeki belirleyici rolünü görmemezlikten gelmişler ve gelmeye de devam etmektedirler.

10-Kötülükten Allah’a Hicret Edenler

Allah’a gereğince inanmayan ve ahiret gerçeğini tanımaktan ısrarla kaçınan toplumun milletini/ dinini, izlediği hayat tarzını terk ettiğini zindandaki arkadaşlarına anlatan Yusuf Peygamber verili olana teslim olmayıp Tevhid Dini İslam’ın itikadının gerektirdiği gibi yaşamakta bir güzel bir örnek olarak anılmaktadır. Toplumun kirliliklerine bulaşmaktansa zindanı tercih etmeyi gerektiren bu tavır, ilahi bir övgü ile Kıyamet’e kadar yaşayacak insanlık alemine numune-i imtisal olarak Kur’an’ın tertemiz sahifeleri arasında zikredilmiştir. İbrahim peygamber ve ona uyan müminlerde de dünya- ahiret dengesine dair güzel numuneler vardır. Kur’an’ı Kerim’de, Rabbimiz tarafından övgü ile dile getirilen bu şahane tercih, onların ahiret bilincini kuşanmış olmalarından güç almaktadır. Onlar “putperest toplumdan beri olma” ilkesini kendileri için tavır olarak seçmişlerdir. Müşriklerin değer verdiği şirk unsurlarını inkar etmişler, kötülüğe olan ilgilerini düşmanlık ve nefretle karşılamışlardır. Toplumun kirliliklerinden kesin bir beraat ile Allah’a hicret eden İbrahim peygamber ve arkadaşlarında, Ahiret Günü’ nü korku ve ümit ile bekleyen bütün zamanların müminleri için “ müşrik toplumun kirliliklerinden beri olup, onlardan tam bir kopuş ile ayrılmak “ hususunda güzel bir örnek bulunmaktadır.

Öteki dünyaya kesin iman eden müminler, maddi kazançlar umarak Allah’ın gazabına uğramış zalim yahudiler gibi toplumlarla dostluk kurmamalıdırlar.Allah’ ın varlığına dair kararsız bir inanç besleyen bazı kimseler, kendilerini dünyevi kazançlardan mahrum bırakır korkusu ile ilahi hakikate tam olarak teslim olmayabilirler. Müminler ise ne ilahi gazap ile cezalandırılan bir toplumu ne de onlara maddi menfaatler umarak tabi olan hakikate karşı isteksiz, yarım gönüllüleri dost edinmemelidirler. Dünya ile ahiret arasında tam tercih yapamayan, böyle kimselerlere muhabbet beslemek, dostluk gösterisinde bulunmak, onlarla yârenlik etmek doğru değildir. Kafirlerle yardakçılık manasında ilişkiler kuran, münafıklarla yarenlik eden kimseler müslümanlık iddiasında bulunsalar bile, gerçekten Allah’a hicret etmiş sayılmazlar. Kalbine imanın ışıltılarından başka bir şey koymaması gereken müminler, yarım gönüllü, kararsız ve kişiliksiz tüm insanlardan, şeytanın kol gezdiği tüm yaşam alanlarından Allah’a hicret ederek, sevgilerini ve dostluklarını nihai anlamda tevhid ve adaletin tek güvencesi olan İslam Ümmeti’ne izhar etmelidirler.

11-Adaleti Ayağa Kaldıranlar

Allah’a ve Ahiret Günü’ ne iman edenler, zina, hırsızlık, kısas gibi hadleri uygulamada gevşek davranmazlar. Çünkü ilahi hukukun ilkelerini yerine getirmede yaşanacak gevşeklik, zamanla toplumun ve tüm yeryüzünün fitnelerle ifsad olmasına yol açabilecektir. Dünyanın iyice suçlularının cenneti durumuna gelmemesi için, dünya hayatı için emredilmiş ilahi hukukun yasalarının mutlaka uygulanması gerekir. Bu nedenle dünya hayatında ilahi hukuku şahlandıran müminler, bu zor görevi tüm şeytani ayartmalara rağmen yerine getirdikleri için, Rabbimiz tarafından sonsuz mutluluklar diyarında ahiret ekini ile ödüllendirileceklerdir.

12-Tercihlerinde Ahirete Daima Öncelik Verenler Dünya arazını isteyerek bir savaşta esir almak dahi yasaklanmıştır. Rabbimiz Enfal Suresi(8), 67.ayette fidye almak maksadı ile esir almanın “ahiretin önceliği ilkesi”ni unutmak, anlamına geldiği beyan edilmektedir. Bu ayet ile, yeryüzünde iyice güçlenip ayakları yere basacak duruma gelmeden, fidye almak maksadı ile esir edinmek, peygamberimize ve tüm zamanlarda yaşayan kalbinde ahiret bilincinin beslediği güçlü bir Allah korkusu taşıyan müminlere yasaklanmıştır. Çünkü düşmana korku salacak kadar güçlü bir duruma gelmeden ve haklı bir sebebe dayanarak giriştikleri bir savaş sonucu olmadan -dünya menfaatlerini gözeterek- müminler hiç kimseyi esir edemez, hiç kimseyi tutuklayıp özgürlük haklarından mahrum bırakamaz.

Sözün özü

Dünyanın geçici hevesleri nedeni ile, insanların tamamen şeytanlara teslim olmuş, tağutlara boyun eğmiş tek bir toplum haline gelme ihtimalleri vardır. Nefsin kötülük çağrılarından güç alan bu ihtimale karşı koymada, Allah’a ve Ahiret Günü’ne gönülden iman etmek “onsuz olmaz bir manevi direniş cephesi” oluşturmaktadır. Çünkü dünya hayatında Allah’ı ve mutlak hakimiyetini unutturma konusunda bir çok “sınama vesilesi” yaratılmıştır.

Dünyaya elimizden geldiği kadar ahiret ekini ekelim. Unutmayalım ki, Rabbimizin dürüstlüğü ve erdemliliği kendisine şiar edinmiş insanlar için cennette hazırladığı nimetlere kavuşmanın yeri yurdu bu dünyadır. Bir kere verilen bu fırsatı iyi değerlendirelim...Ecel gelmeden, iş işten geçmeden, can boğaza dayanmadan azığımızı tamamlayıp, daima Rabbimizle karşılaşmaya hazır olalım...

 

Nuh (a.s) ve Tufan

 


Sayfa: 1/2

 

 

Nuh Suresi:

Kur'an-i Kerim'in yetmiş birinci suresi. Yirmi sekiz ayet, iki yüz yirmi bir kelime ve yedi yüz elli harften ibarettir. Mekkî surelerden olup Nahl Suresinden sonra nâzil olmuştur. Sure, bütünüyle Nûh (a.s)'in kıssasından bahsettiği için bu adi almıştır.

Nuh Tufanı (Yeryüzünde cezalandırılan ilk kavim):

Andolsun, Biz Nuh'u kendi kavmine gönderdik, o da içlerinde elli yılı eksik olmak üzere bin sene yasadı. Sonunda onlar zulmetmekte devam ederlerken tufan kendilerini yakalayıverdi.
(Ankebut Suresi, 14)

Hemen her kültürde yer aldığını gördüğümüz Nuh Tufanı, Kuran'da anlatılan kıssalar arasında, üzerinde en çok durulanlardan biridir. Hz. Nuh'un gönderildiği kavmin uyarılara ve öğütlere kulak asmaması, gösterdikleri tepkiler ve olayın meydana gelişi birçok ayette detaylarıyla anlatılır.

Hz. Nuh, Allah’ın ayetlerinden uzaklaşarak O'na ortaklar koşan kavmini, sadece Allah'a kulluk etmeleri ve sapkınlıklarından vazgeçmeleri konusunda uyarmak amacıyla gönderilmişti. Hz. Nuh, kavmine Allah’ın dinine uymaları konusunda defalarca öğüt verdiği ve onları Allah’ın azabına karsı birçok kez uyardığı halde, onlar Hz. Nuh'u yalanladılar ve sirk koşmaya devam ettiler. Müminun Suresi'nde, Nuh Kavmi'nde gelişen olaylar söyle anlatılıyor:

Andolsun, Biz Nuh'u kendi kavmine (elçi olarak) gönderdik. Böylece kavmine dedi ki: 'Ey Kavmim, Allah'a kulluk edin. O'nun dışında sizin başka ilahiniz yoktur, yine de sakınmayacak misiniz?'

Bunun üzerine, kavminden inkâra sapmış önde gelenler dediler ki: 'Bu, sizin benzeriniz olan bir beşerden başkası değildir. Size karsı üstünlük elde etmek istiyor. Eğer Allah (öne sürdüklerini) dilemiş olsaydı, muhakkak melekler indirirdi. Hem biz geçmiş atalarımızdan da bunu işitmiş değiliz.'

O, kendisinde delilik bulunan bir adamdan başkası değildir, onu belli bir süre gözetleyin.Rabbim' dedi (Nuh). 'Beni yalanlamalarına karşılık, bana yardim et. (Mü'minun Suresi, 23-26)

Ayetlerde anlatıldığı gibi, kavminin önde gelenleri Hz. Nuh'u, onlara karsı üstünlük elde etmeye çalışmak, yani kişisel çıkarlar aramak gibi basit bir suçlamayla karalamaya çalıştılar ve ona "deli" damgası vurmak istediler. Ve onu gözetlemeye, baskı altında tutmaya karar verdiler.Bunun üzerine Allah Hz. Nuh'a, inkar edip zulmedenlerin suda boğularak azaplandırılacağını ve iman edenlerin kurtarılacağını haber verdi.

Sözü edilen azap vakti geldiğinde, yerden sular ve coşkun kaynaklar fışkırdı ve bunlar şiddetli yağmurlarla birleşerek dev boyutlu bir taşkına neden oldu. Allah, Hz. Nuh'a "onun içine her ikişer çift ile, içlerinden aleyhlerine söz geçmiş onlunlar dışında olan aileni de alıp koy" (Mü'minun Suresi, 27) emrini verdi ve Hz. Nuh'un gemisine binmiş olanlar dışında -Hz. Nuh'un, yakındaki bir dağa sığınarak kurtulacağını sanan "oğlu" da dahil olmak üzere- tüm kavim suda boğuldu. Tufan sonucunda sular çekilip, ayetin ifadesiyle "is bitiverince" de gemi, Kuran'da bildirildiğine göre, Cudi'ye-yani yüksekçe bir yere-oturdu.

Yapılan arkeolojik, jeolojik ve tarihi çalışmalar olayın Kuran'da anlatıldığı şekilde meydana geldiğini göstermektedir. Eski çağlarda yasamış birçok uygarlığa ait tabletlerde ve elde edilen birçok tarihi belgede, tufan olayı, kişi ve yer isimleri farklılık gösterse de, çok büyük benzerliklerle anlatılmış ve "sapkın bir kavmin basına gelenler" bir ibret kaynağı olarak çağdaşlarına sunulmuştur.

Tufan olayı, Tevrat ve İncil’in dışında, Sümer, Asur-Babil kayıtlarında, Yunan efsanelerinde, Hindistan'da Satapatha, Brahmana ve Mahabharata destanlarında, İngiltere’nin Galler yöresinde anlatılan bazı efsanelerde, İskandinav Edna efsanelerinde, Litvanya efsanelerinde ve hatta Çin kaynaklı öykülerde birbirine çok benzer şekillerde anlatılır.

Birbirinden ve Tufan bölgesinden hem coğrafi hem kültürel olarak bu kadar uzak kültürlerde, Tufan'la ilgili bu denli detaylı ve birbiriyle uyumlu bilgi nasıl yerleşmiş olabilir?

Sorunun cevabi açıktır: Eski dönemlerde birbirleriyle ilişki kurmuş olmaları imkansız olan bu toplumların yazıtlarında ayni olaydan bahsedilmesi, aslında bu insanların bir ilahi kaynaktan bilgi aldıklarını gösteren açık bir kanıt durumundadır. Görünen odur ki, tarihin en büyük helak olaylarından biri olan Tufan, farklı uygarlıklara gönderilen birçok peygamberler tarafından ibret için anlatılmış ve bu şekilde Tufan'la ilgili bilgiler çeşitli kültürlere yerleşmiştir.

Bununla birlikte, Tufan olayı ve Nuh Kıssası birçok kültür ve dini kaynaklarda anlatılmasına rağmen, kaynakların tahrif edilmesi veya yanlış aktarma ve kasıtlar sebebiyle birçok değişikliğe uğramış, aslından uzaklaştırılmıştır. Yapılan araştırmalardan, temelde ayni olayı anlatan ancak aralarında birtakım farklılıklar da bulunan Tufan anlatımları içinde, eldeki bilimsel bulgulara uygun yegane anlatımın Kuran'daki olduğunu görüyoruz.

Kur'an'da Hz.Nuh ve Tufan:

Nuh Tufanı, Kuran’ın pek çok ayetinde anlatılır. Aşağıda, olayın gelişim sırasına göre ayetler derlenmiştir.

Hz.Nuh'un, kavmini dine davet edişi:

Andolsun, Biz Nuh'u kendi kavmine gönderdik. Dedi ki: 'Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahiniz yoktur. Doğrusu ben, sizin için büyük bir günün azabından korkmaktayım.' (Araf Suresi, 59)

(Nuh:) 'Gerçek su ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim. Artık Allah'tan korkup-sakinin ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; benim ücretim yalnızca alemlerin Rabbine aittir. Artık Allah'tan korkup sakinin ve bana itaat edin.' (Suara Suresi, 107-110)

Andolsun, biz Nuh'u kendi kavmine gönderdik. Böylece kavmine dedi ki: Ey Kavmim, Allah'a kulluk edin. Onun dışında sizin başka ilahiniz yoktur, yine de korkup-sakınmayacak misiniz? (Müminun Suresi, 23)

Hz. Nuh'un, Kavmini Allah’ın Azabına Karsı Uyarması:

Hiç şüphesiz Biz Nuh'u: Kavmini, onlara acı biz azap gelmeden evvel uyarıp korkut diye kendi kavmine gönderdik. (Nuh Suresi, 1)

(Nuh:) 'Artık siz, ileride bileceksiniz. Aşağılatıcı azap kime gelecek ve sürekli azap kimin üstüne çökecek.' (Hud Suresi, 39)

(Nuh:) 'Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Ben size (gelecek olan) acı bir günün azabından korkarım.' (Hud Suresi, 26)

Kavmin Hz. Nuh'u Yalanlaması:

Kavminin önde gelenleri? 'Gerçekte biz seni açıkça bir 'şaşırmışlık ve sapmışlık' içinde görmekteyiz' dediler. (Araf Suresi, 60)

Dediler ki: 'Ey Nuh, bizimle çekişip-durdun, bu çekişmede ileri de gittin. Eğer doğru söylüyorsan bize vaat ettiğini getir (görelim.)' (Hud Suresi, 32)

Gemiyi yapmaktaydı. Kavminin ileri gelenleri kendisine her uğradığında onunla alay ediyordu. O: 'Eğer bizimle alay ederseniz, alay ettiğiniz gibi biz de sizlerle alay edeceğiz' dedi. (Hud Suresi, 38)

Bunun üzerine, kavminden küfre sapmış önde gelenler dediler ki: 'Bu, sizin benzeriniz olan bir beşerden başkası değildir. Size karsı üstünlük elde etmek istiyor. Eğer Allah (öne sürdüklerini) dilemiş olsaydı, muhakkak melekler indirirdi. Hem biz geçmiş atalarımızdan da bunu işitmiş değiliz. O, kendisinde delilik bulunan bir adamdan başkası değildir, onu belli bir süre gözetleyin.' (Müminun Suresi, 24-25)

Kendilerinden önce Nuh kavmi de yalanlamıştı; böylece kulumuzu yalanladılar ve 'delidir' dediler. O, baskı altına alınıp engellenmişti. (Kamer Suresi, 9)

Hz. Nuh'a Uyanların Küçük Görülmeleri :

Kavminden, ileri gelen inkarcılar: 'Biz seni yalnızca bizim gibi bir beşerden başkası görmüyoruz; sana, sığ görüşlü olan en aşağılıklarımızdan başkasının uyduğunu görmüyoruz ve sizin bize bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Aksine, biz sizi yalancılar sanıyoruz' dedi.' (Hud Suresi, 27)

Dediler ki: 'Sana, sıradan aşağılık insanlar uymuşken inanır miyiz?' Dedi ki: 'Onların yapmakta oldukları hakkında benim bilgim yoktur. Onların hesabi yalnızca Rabbime aittir, eğer şuurundaysanız (anlarsınız). Ve ben mümin olanları kovacak değilim. Ben, yalnızca apaçık bir uyarıcı-korkutucuyum.' (Suara Suresi, 111-115)

Allah’ın Hz. Nuh'a Üzülmemesini Hatırlatması :

Nuh'a vahye dildi: 'Gerçekten iman edenlerin dışında, kesin olarak kimse inanmayacak. Su halde onların islemekte olduklarından dolayı üzülme.' (Hud Suresi, 36)

Hz. Nuh'un Duaları

(Nuh:) 'Bundan böyle, benimle onların arasını açık bir hükümle ayar ve beni ve benimle birlikte olan müminleri kurtar.' (Suara Suresi, 118)

Sonunda Rabbine dua etti: 'Gerçekten ben yenik düşmüş durumdayım. Artık sen intikam al.' (Kamer Suresi, 10)

(Nuh) Dedi ki: 'Rabbim, gerçekten ben kavmimi gece ve gündüz davet edip durdum. Fakat benim davet etmem, bir kaçıştan başkasını arttırmadı.' (Nuh Suresi, 5-6)

(Nuh) 'Rabbim' dedi. 'Beni yalanlamalarına karşılık, bana yardim et.' (Müminun Suresi, 26)
Andolsun, Nuh Bize (dua edip) seslenmişti de ne güzel icabet etmiştik. (Saffat Suresi, 75)

Geminin Yapılışı :

Bizim gözetimimiz altında ve vahyimizle gemiyi imal et. Zulme sapanlar konusunda da Bana hitapta bulunma. Çünkü onlar suda-boğulacaklardır. (Hud Suresi, 37)

Hz. Nuh'un Kavminin Suda Boğularak Helak Olması :

Onu yalanladılar. Biz de onu ve gemide onunla birlikte olanları kurtardık, ayetlerimizi yalan sayanları da suda-boğduk. Çünkü onlar kör bir kavimdi. (Araf Suresi, 64)

Sonra bunun ardından geride kalanları da suda-boğduk. (Suara Suresi, 120)

Andolsun, Biz Nuh'u kendi kavmine gönderdik, o da içlerinde elli yılı eksik olmak üzere bin sene yasadı. Sonunda onlar zulmetmekte devam ederlerken tufan kendilerini yakalayıverdi.' (Ankebut Suresi, 14)

Böylece onu ve onunla birlikte olanları katımızdan bir rahmet ile kurtardık. Ayetlerimizi yalan sayarak inanmamış olanların da kökünü kuruttuk. (Araf Suresi, 72)

Hz. Nuh'un 'Oğlunun' da Helak Olması :

Kuran'da, Tufan’ın başlangıcında Hz. Nuh ile onun oğlu arasında geçen bir diyalog söyle anlatılır:

(Gemi) Onlarla dağlar gibi dalga(lar) içinde yüzmekteyken Nuh, bir kenara çekilmiş olan oğluna seslendi: 'Ey oğlum, bizimle birlikte bin ve kafirlerle birlikte olma.' (Oğlu) Dedi ki: 'Ben bir dağa sığınacağım, o beni sudan korur.' Dedi ki: 'Bugün Allah’ın emrinden, esirgeyen olandan başka bir koruyucu yoktur.' Ve ikisinin arasına dalga girdi, böylece o da boğulanlardan oldu.'... (Hud Suresi, 42-43)

Tufan'dan Müminlerin Kurtulmaları :

Bunun üzerine, onu ve onunla birlikte olanları yüklü gemi içinde kurtardık. (Suara Suresi, 119)
Böylece Biz onu da gemi halkını da kurtardık ve bunu alemlere bir ayet kilmiş olduk. (Ankebut Suresi, 15)

Tufan’ın Fiziksel Özellikleri :

Biz, bardaktan boşanırcasına akan bir su ile göğün kapılarını açtık. Yeri de coşkun kaynaklar halinde fışkırttık. Derken su, takdir edilmiş bir ise karsı birleşti. Ve onu da tahtalar, çiviler üzerinde taşıdık. (Kamer Suresi, 11-13)

Sonunda emrimiz geldiğinde ve tandır feveran ettiği zaman, dedik ki: 'Her birinden ikişer çift (hayvan) ile aleyhlerinde söz geçmiş olanlar dışında, aileni ve iman edenleri ona yükle.' Zaten onunla birlikte çok azından başkası iman etmemişti. (Hud Suresi, 40)

(Gemi) Onlarla dağlar gibi dalga(lar) içinde yüzmekteyken Nuh, bir kenara çekilmiş olan oğluna seslendi: 'Ey oğlum, bizimle birlikte bin ve kafirlerle birlikte olma.' (Hud Suresi, 42)

Böylelikle Biz ona: 'Gözetimimiz altında ve vahyimizle gemi yap. Nitekim bizim emrimiz gelip de tandır kızışınca, onun içine her ikişer çift ile, içlerinden aleyhlerine söz geçmiş onlar dışında olan aileni de alıp koy; zulmedenler konusunda Bana muhatap olma, çünkü onlar boğulacaklardır' diye vahdettik. (Müminun Suresi, 27)

Geminin Yüksekçe Bir Yere Oturması :

Denildi ki: 'Ey yer, suyunu yut ve ey gök, sen de tut.' Su çekildi, is bitiriliverdi, (gemi de) Cudi üstünde durdu ve zalimler topluluğuna da: 'Uzak olsunlar' denildi. (Hud Suresi, 44)

Tufan Olayı’nın İbret Verici Olması :
Gerçek su ki, su taştığı zaman, o gemide Biz sizi taşıdık; Öyle ki, onu sizlere bir ibret kılalım. Gerçeği belleyip kavrayabilen kullar da onu belleyip kavrasın. (Hakka Suresi, 11-12)

Allah’ın Hz. Nuh'u Övmesi :
Alemler içinde selam olsun Nuh'a. Gerçekten Biz ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz. Şüphesiz o, Bizim mümin olan kullarımızdandı. (Saffat Suresi, 79-81)

Tufan Yerel Bir Afet miydi? :

Nuh Tufanı’nın varlığını inkar edenler, bu iddialarına delil olarak dünya çapında bir tufanın varlığının imkansız olduğunu söylemektedirler. Ayrıca böylesine bir tufanın gerçekleşmemiş olduğu iddiasını, Kuran'a saldırmak amacıyla da öne sürmektedirler..

Oysa bu iddia, Allah’ın indirdiği ve tahrif edilmemiş tek kutsal kitap olan Kuran’ı Kerim için geçerli değildir. Çünkü Kuran'da, Tufan olayına, Tevrat ve çeşitli kültürlerde bahsedilen Tufan efsanelerinden çok daha farklı bir bakış açısı getirilir. Eski Ahit'in ilk beş kitabini oluşturan Muharref Tevrat, bu tufanın evrensel olduğunu ve tüm dünyayı kapsadığını söylemektedir. Oysa Kuran'da böyle bir bilgi verilmez, aksine, ilgili ayetlerden Tufan’ın yöresel olduğu ve tüm dünyanın değil, Hz. Nuh tarafından uyarılıp-korkutulan Nuh Kavmi'nin cezalandırıldığı anlaşılmaktadır.

Tevrat’ın ve Kuran’ın Tufan anlatımlarına bakıldığında bu farklılık kolaylıkla kendi gösterir. Tarih içinde çeşitli tahrifatlara ve eklemelere maruz kalmış olan Tevrat, Tufan’ın başlangıcını söyle açıklamaktadır:

Ve Rab gördü ki, yeryüzünde adamın kötülüğü çoktu, ve her gün yüreğinin düşünceleri ve kuruntuları ancak kötü idi. Ve RAB yeryüzünde adamı yaptığına nadim oldu, ve yüreğinde acı duydu. Ve RAB dedi: Yarattığım adamı, ve hayvanları, sürünenleri ve göklerin kuşlarını toprağın yüzü üzerinden sileceğim; çünkü onları yaptığıma nadim oldum. Fakat Nuh, Rabbin gözünde inayet buldu. (Tekvin, 6:5-8)

Oysa Kuran'da tüm dünyanın değil, sadece Nuh kavminin helak edildiği bildirilmektedir. Tıpkı Ad kavmine gönderilen Hz. Hud (Hud Suresi, 50) veya Semud Kavmi'ne gönderilen Hz. Salih (Hud Suresi, 61) ve diğer peygamberler gibi Hz. Nuh da yalnızca kendi kavmine gönderilmiştir ve Tufan da Nuh'un kavmini ortadan kaldırmıştır:

Andolsun, Biz Nuh'u kavmine gönderdik. (Onlara) 'Ben sizin için ancak apaçık bir uyarıp- korkutucuyum. Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Ben size (gelecek olan) acıklı bir günün azabından korkmaktayım' dedi. (Hud Suresi, 25-26)

Helak olanlar Hz. Nuh'un tebliğini hiçe sayan ve isyanda direten kavimdir. Bu konudaki ayetler hiçbir tartışmaya meydan vermeyecek kadar açıktır:

Onu yalanladılar. Biz de onu ve gemide onunla birlikte olanları kurtardık, ayetlerimizi yalan sayanları da suda-boğduk. Çünkü onlar kör bir kavimdi. (Araf Suresi, 64)

Böylece onu ve onunla birlikte olanları katımızdan bir rahmet ile kurtardık. Ayetlerimizi yalan sayarak inanmamış olanların da kökünü kuruttuk. (Araf Suresi, 72)

Ayrıca Kuran'da Allah, herhangi bir kavme elçi gönderilmedikçe, o kavmin helak edilmeyeceğini söylemektedir. Helak için, kavmin kendisine uyarıcı korkutucu gelmiş olması ve bu uyarıcının yalanlanmış olması gerekmektedir. Kasas Suresi'nde söyle denilir:

Senin Rabbin, 'ana yerleşim merkezlerine' onlara ayetlerimizi okuyan bir elçi göndermedikçe şehirleri yıkıma uğratıcı değildir. Ve Biz, halkı zulmeden şehirlerden başkasını da yıkıma uğratıcı değiliz. (Kasas Suresi, 59)

Kendisine uyarıcı gönderilmeyen bir kavmin helak edilmesi, Allah’ın sünneti değildir. Bir uyarıcı olan Hz. Nuh ise sadece kendi kavmine gönderilmiştir. Bu sebeple Allah, uyarıcı gönderilmemiş olan kavimleri değil, sadece Hz. Nuh'un kavmini helak etmiştir.

Kuran'daki bu ifadelerden Nuh Tufanı’nın tüm dünyayı kaplayan değil, yöresel bir felaket olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca Tufan’ın gerçekleştiği düşünülen arkeolojik bölgede yapılan -ve birazdan inceleyeceğimiz- kazılar da, Tufan’ın tüm dünyayı kaplayan evrensel bir olay değil, Mezopotamya’nın bir bölümünü etkisi altına almış olan çok geniş bir afet olduğunu göstermektedir.

Gemiye Bütün Hayvanlar Alındı mı? :

Kitab-i Mukaddes yorumcuları, Hz. Nuh'un yeryüzündeki tüm hayvan türlerini gemiye aldığına ve hayvan neslinin Hz. Nuh sayesinde yok olmaktan kurtulduğuna inanırlar. Bu inanışa göre yeryüzündeki tüm hayvanlar toplanmış ve gemiye yerleştirilmiştir.

Bu iddiayı savunanlar elbette birçok açıdan çok zor duruma düşmektedirler. Gemiye alınan hayvan türlerinin nasıl beslendikleri, gemide nasıl istiflendikleri, birbirlerinden nasıl tecrit edildikleri gibi soruların cevaplanması elbette mümkün değildir. Dahası, farklı kıtalara has hayvanların nasıl toplandığı da merak konusudur; kutuplardaki memeliler, Avustralya'daki kangurular veya Amerika'ya has bizonlar gibi. Ayrıca insan için son derece tehlikeli olan yılan, akrep gibi zehirli olanların ve vahşi hayvanların nasıl yakalandığı, Tufan'a kadar bunların kendi doğal ortamlarının dışında nasıl yaşatılabildiği gibi sorular da birbirini izlemektedir.

Ancak bunlar Tevrat’ın karsı karsıya kaldığı zorluklardır. Kuran'da ise, yeryüzündeki tüm hayvan türlerinin gemiye alındığına dair bir açıklama bulunmamaktadır. Daha önce belirttiğimiz gibi Tufan belirli bir bölgede gerçekleşmiştir. Bu nedenle gemiye alınan hayvanlar, Nuh kavminin bulunduğu bölgede yasayanlar olmalıdır.

Ancak sadece o bölgede yasayan tüm hayvan türlerinin bile bir araya getirilmesinin mümkün olmadığı açıktır. Hz. Nuh'un ve çok az sayıda oldukları belirtilen müminlerin (Hud Suresi, 40) çevrelerindeki yüzlerce hayvan türünden çiftler topladıklarını düşünmek de zordur. Yasadıkları bölgedeki hayvanlardan sadece böcek türlerinin toplanması bile mümkün değildir; hem de erkek dişi ayrımı yaparak! Bu nedenle, toplanan hayvanların rahatlıkla yakalanıp himaye edilebilecek ve özellikle de insanlara yarar sağlayacak evcil hayvanlar olduğu düşünülebilir. Buna göre, Hz. Nuh muhtemelen, inek, koyun, at, tavuk, horoz, deve ve benzeri hayvanları gemiye almış olabilir. Çünkü Tufan nedeniyle canlılığını büyük ölçüde yitirmiş olan bölgede yeni kurulacak hayat için gerekli olan temel hayvanlardır bunlar.

Burada önemli olan nokta sudur: Allah’ın Hz. Nuh'a verdiği hayvanları toplama emrindeki hikmet, hayvanların neslini korumaktan çok, Tufan sonrasında kurulacak yeni yasama gerekli olan hayvanların toplanması olmalıdır. Çünkü Tufan yerel olduğu için hayvanların soylarının tükenmesi söz konusu olamaz. Nasıl olsa Tufan'dan sonra zamanla diğer bölgelerden hayvanlar bu bölgeye göç edip bölgeyi eski canlılığına getireceklerdir. Önemli olan Tufan'dan hemen sonra bölgede kurulacak yasamdır ve toplanan hayvanlar temelde bu amaçla toplanmış olmalıdırlar.

Sular Ne Kadar Yükseldi? :

Tufan hakkındaki bir başka tartışma ise, suların dağları kaplayacak kadar yükselip yükselmediği konusundadır. Bilindiği gibi Kuran'da, geminin Tufan sonrası "Cudi"ye oturduğu bildirilmektedir. "Cudi" kelimesi kimi zaman özel bir dağ ismi olarak alınır, oysa kelime Arapça'da "yüksekçe yer-tepe" anlamına gelmektedir. Dolayısıyla Kuran'da "Cudi"nin, özel bir dağ ismi olarak değil, sadece geminin yüksekçe bir mekana oturduğunu anlatmak için kullanılmış olabileceği gözerdi edilmemelidir. Ayrıca Cudi kelimesinin bu anlamından, suların belirli bir yüksekliğe eristiği, ama yine de büyük dağların seviyesine kadar yükselmemiş olduğu da çıkarılabilir. Yani Tufan Tevrat'ta anlatıldığı gibi tüm yeryüzünü ve yeryüzündeki tüm dağları yutmamış, sadece belirli bir bölgeyi kaplamış olmalıdır.

Hazret-i Nuh'un Ömrü:

Nuh aleyhisselamdan, Kur'ân-i Kerîm ve hadis-i şeriflerde çokça bahsedilmiştir. Çeşitli vesilelerle Kur'ân-i Kerîm'de 43 yerde ismi geçer. Ayrıca bir surenin adi da Nuh’tur. Zamanında meydana gelen Tufan sebebiyle "İkinci Âdem" diye de anılagelmistir. Asil isminin Yesker olduğu, fakat kavminin kurtuluşu için çok ağladığından, ağlamak manasına gelen "nevh" kökünden türemiş Nuh sıfatının asil ismine dönüştüğü kayıtlıdır. Bu isim Sami kökenlidir. Mezopotamya metinlerinden Gilgamis Destanında bu isim yerine Utnapistim kullanılmıştır. Gerek Nuh'un ve gerekse Utnapistim'in sözlük manaları bilinmemektedir. Sümerlerin Tufan kahramanına verdikleri isim ise Zî-ud-Sudra'dir. Zî; hayat/can/ruh, Ud; zaman, Sudda ise; uzun manasına gelmektedir. Bu üç kelimeden meydana gelen ismin anlamı; Uzun ömürlü demektir.

Nuh aleyhisselamın kavmi içerisinde 950 sene kaldığı bildirilmektedir. Bugünkü yas ortalamaları göz önüne getirildiğinde akil almaz bir durumla karsılaşıyoruz. Kur'ân-i Kerîm, Hazret-i Nuh'un dışındaki hiçbir peygamberin ömründen bahsetmez. Hemen ilave edelim ki; Mezopotamya'da bulunan tabletlerde anlatılan Tufan'dan kurtulan insanların önderi Ziussudra adini taşımaktadır ki; uzun ömür sahibi anlamına gelmektedir.

Arkeologların Mezopotamya da buldukları bütün kral listeleri birbirini doğrular mahiyettedir. Arkeoloji literatürüne göre tufandan önceki Sümer krallarına Er sülaleler 1 (ES-1) denilmektedir ki Tufan'a kadar 10 hükümdarın ismini içerir. 1932 yılında Irak’ın Horsabad şehri civarında, arkeologların WB-444 adini verdikleri 20.5 cm. kalınlığında bir tablet daha bulunmuştur. Bu tablete göre Tufan'dan önce tam 10 kral yönetici olmuştur. Bunlardan 7. nin adi Enok olarak verilmiştir ki, kayıtlardan Idris aleyhisselam olduğu tahmin edilmektedir. Eğer böyleyse Idris aleyhisselamdan 3 hükümdar sonra Nuh aleyhisselam göreve başlamış ve onuncu kral zamanında Tufan meydana gelmiştir.

Kur'ân-i Kerîm ve hadis-i şerifler basta olmak üzere diğer İslami kaynaklar tarandığında pek çok arkeolojik, antropolojik ve jeolojik bilmece kolaylıkla çözülecek gibi görülmektedir. Tabletlerdeki kayda göre Tufanın 10. Kral zamanında meydana geldiğini belirtmiştik. Bir hadîs-i şerîfte bunu teyit eden bir ifade vardır. Efendimiz, Eshab-i kiramdan gelen bir soru üzerine; "Âdem aleyhisselam ile Hazret-i Nuh arasında 10 karn (kuşak, asır, dönem...) geçmiştir" buyurmuşlardır. İslam alimlerinin nakillerine göre ilk peygamberler Âdem, Sit, Idris aleyhisselam, hem peygamber, hem de o zamanki insanların yöneticisiydiler. Tabletlerde de buna benzer bazı ifadelere rastlanmaktadır. Tabletlere göre Tufandan önce gelen hükümdarlar, ayni zamanda birer din adamıdırlar. Maalesef tabletler İslami birikimden yoksun insanlar tarafından deşifre edildiklerinden, pek çok muğlak ifadenin açıklanmasında zorluk çekilmektedir.

 

Kur'an Hayatımızın Neresinde?

 

 

 

 

Kur'an müslümanların kalbidir. Kalpsiz yaşam olmaz. Kalpsiz yaşam, ölü bir hayattır. Müslüman olma emri, Kur'an okuma emri ile (27/91, 92) iç içedir. Rabbimizin vahyini okuma emri, vahyi öğrenime dönük olduğu kadar, onun aktarım ve tebliğ sorumluluğunu da ifade eden bir eylemi içermektedir (96/1).

Günümüz müslümanlarının en önemli sorunları, kendilerine hayat veren Kur'an ile iletişimlerinin bozulmuş Olmalarıdır. İslam dünyası yüzyıllardır, Kur'an'ın hayatın temel belirleyicisi olduğunu unutmuştur; iyimser bir yaklaşımla, Kur'an'ı hayatın temel belirleyicilerinden sadece önemli bir tanesi haline indirgemiştir.

Müslümanlar sağlıklı bir yaşam biçimine ancak Kur'an'ı yeniden keşfetmeleriyle ulaşabilirler . Kur'an'a saygı göstermek yetmez. Kur'an'ın anlaşılmasında engel oluşturan ön yargılardan arınmak ve Kur'an'ı hayatımızın temel belirleyicisi edinmek gerekir. Kur'an bir yaşam Kitab'ı ise, Kur'an'ı keşfetmek ve onunla bütünleşmek; geleneksel ve modern değerler karşısında onun mesajını hayatın içinde örneklemek demektir.

Bunun için de öncelikle benlik duygusundan; taklitçilikten; dünyevi nimetlerin çekiciliğinden; tefsir, hadis, fıkıh, kelam veya mezhep gibi öncüllere bağlılık şartından arınmış bir zihinle, talep eden bir içtenlikle Kur'an'a yaklaşmamız gerekir.

Genelde Rabbimizin afaktaki (evrendeki) ayetlerini idrak etmemiz; geceyi ve gündüzü, ayı ve güneşi, doğuyu ve batıyı gözlemlememiz Kur'an'la oluşturulacak irtibatın önemli bir başlangıcıdır.

Dikkatle baktığımızda yaratılmış olan her şeyin, bağımsız bir yaratıcı gücün gösterdiği istikamete ve ölçüye muhtaç olduğunu görürüz. Ve öncelikle hayatın ve evrenin kendiliğinden veya tesadüfi bir olgu olmadığını da idrak edebiliriz. İnsan, bir ölçü ile yaratılmış olan varlık aleminin en merkezi türüdür. İnsanı diğer yaratılmışlardan farklı kılan en önemli özelliği, onun seçme ve düşünme yetisidir. Yaratılma sürecinde bu yetiyi kazanan insan türü, ilk dönemden bu yana başı boş bırakılmamıştır.

İnsanlar, yaratıcımız tarafından insanlar arasından seçilen bazı elçiler aracılığıyla hayatın amacını ve ölçüsünü açıklamak üzere iletilen vahyi bildirimlerle uyarılmış ve aydınlatılmışlardır. İnsanı iyi ile kötü karşısında tercih etme özgürlüğü ve akletme yeteneği ile bezeyerek yaratan Rabbimizin bütün insanlık alemine son elçisi Hz. Muhammed aracılığı ile vahyederek bildirdiği mesaj, korunmuş ve tamamlanmış olan Kur'an'dır.

Kur'an, önceki vahyi bildirimlerin özünü kendi içinde taşıyan ve doğrulayan; gaybın haberini getiren; inanç, düşünce ve eylem alanında ilke bildiren ve yol gösteren; bireysel ve toplumsal tüm ilişkilerde Tevhid ve Adalet ilkelerinin ikamesini emreden ve insanlığı üretilmiş tüm beşeri değerlerin şaşkınlık ve tasallutundan arındırıp vahyi ölçülere göre bir yaşam kurmaya davet eden ilahi bir Kitab'dır.

“Bu Kitab üretilen değil, alemlerin Rabbi ve yaratıcımız olah Allah katından iletilen bir aydınlık rehberidir. Aklını gereğince kullanabilen tüm insanlara, hayatın akışında klavuzluk edecek temel kaynaktır, Aklın kullanılması ve yaratıcımızın gereğince bilinmesi konusunda en belirleyici yardımcı yine' Kur'an'dır. Kur'an'ın iyilik ile kötülük konusunda ortaya koyduğu ölçüler evrenseldir. Hayatın bütün'" ünitelerinde üretilen her şey, ancak ve ancaki Kur'an ayetleriyle çelişmediği sürece meşruluk kazanabilir .
Kur'an'ın muhatabı bütün insanlıktır.

O tüm insanlar için doktrinel/ideolojik saflaşmada temel belirleyici konumdadır. O kendisine inananlar için bir hayat programıdır. Kur'an ruhanilere veya diğer aracı tiplere gerek kalmadan anlaşılması ve öğüt. alınması için (54/17) ve insanların doğrudan anlayabilmeleri için onu getiren elçinin diliyle kolaylaştırılmıştır (44/58). Apaçıktır (15/1). Ayetleri çeşitli biçimlerde açıklanmıştır (61/05). Bu açıklıkta olan Kur'an insanlar daha iyi anlasınlar diye azar azar indirilmiş ve Allah'ın Elçisi onu insanlara ağır ağır okumuştur (17/106).

Zaten Kur'an, farklı bildirimlerle bir çok ayetinde kendini yeterince tanıtmaktadır.
İnsanların içinden herhangi bir insanın; kendi hayatı, düzeni ve geleceği ile ilgili çok ciddi uyarılarda bulunan bu açık, anlaşılır ve manası kolaylaştırılmış hitaba dikkat ettiğinde onu anlamaması mümkün değildir.

Zira kolaylaştırılmış olan bu hitabın gerçek sahibi olan Allah, yarattığı insanı bu hitabı anlayacak güç ve imkanlarla donatmıştır.-Önemli olan Kur'an'ın gereğince okunmasıdır. Kur'an'a iman edenler, onu gereğince okuyanlardır.

Aslında Kur'an'la temas halinde olmak çok kolay, sade ve yalın bir ilişki biçimiyken, olayı zorlaştıran, içinden çıkılamaz gibi gösteren ve anlaşılmasında sürekli ihtilaflar oluşturan durum, onun gereğince, okunmamasından veya gereğince okunma tarzının terkedilmesinden kaynaklanmaktadır .Örneğin bir ülkede onbinlerce Kur'an hafızı bulunmasına rağmen veya Kur'an'ı anlamlandırmaya çalışan yüzlerce araştırıcının ve dil uzmanının varlığına rağmen, Tevhidi yaşamın şahidliği örneklendirilemiyorsa, bu noktada Kur'an'ın okunup anlaşılmasından değil, Kur'an'ın veya Kur'an çalışmalarının nicel olarak kutsanmasından bahsedilebilir.

Bu bakımdan Kur'an'ı anlamaya değil de yargılamaya yönelen tutumla, Kur'an'ı yaşamayı değil de kutsamaya çalışan tutum arasında çok fark yoktur. İki halde de Kur'an hayatımızı istikametlendirmede belirleyici ölçü edinilmemektedir. Birinci tutum: Kur'an'ı inkar ederek hayatın dışına itmeye kalkışırken, ikinci tutum ise Kur'an'ı kutsayarak yaşamın üstünde erişilmez bir mevkiye yükseltmektedir...

Kur'an okuma eylemi durağan bir durumu değil aktif bir durumu gerektirir. Kur'an okuma eylemi sadece bir tahkik değil, aynı zamanda ciddi bir talim ve mücadeleyi gerektirir. Kur'an'ın gereği gibi okunması, ancak bu gerekliliğe uymakla mümkündür.

Daha vahyin ilk yıllarında inzal olan Alak Suresi'nde yalanlanıp yüz çevirenlerin, kendini zengin görüp azanların, zebanilerin çağrılacağı azabla karşılaşacaklarını ve onların meclisine (nadiye) boyun eğilmemesi gerektiğini bildiren ayetler, "oku" hitabıyla (96/1) gerek iç eğitime, gerekse çevre insanlarına aktarma/söyleme eylemine yöneltmektedir. Ancak Kur'an okuma emrine bu bütünlükte uyulduğu zaman egemenlerin tüm karşı koyuşlarına, maddi imkan ve üstünlüklerine rağmen Kur'an'ı yaşanır kılmak ve Ebu Leheb'leri çaresiz ve iki eli kurumuş halde bırakmak mümkün olabilir.

Kur'an'ı yaşanır kılmak sadece toplumsal iktidarı ele geçirme hedefiyle kayıtlı değildir. Kur'an'ı yaşanır kılmak, vahyi mesaja kulak verdiğimiz ilk andan itibaren kendi nefsimizde ve ilişkilerimizde gerçekleştireceğimiz değişim hali ve yine kavradığımız mesajı çevremize aktarma sorumluluğunun oluşturacağı mücadele süreciyle bütünleşerek ifadesini bulan inanç ve kararlılığa taşınan, çok güncel ve “an”ımızı kuşatan bir yükümlülüktür.

Bu yükümlülükten kopuk tüm Kur'an okuma çabaları donuk ve Kur'an'ı parçalayan hatta Kur'an'ı anlaşılmaz kılan çok ciddi bir zaafı oluşturmaktadır. Senelerce Kur'an'ı tahkik ettiği halde hayatlarını Kur'anlaştıramayanların zaaflarını hep birlikte bu noktada aramalı ve bize egemen olan cahili sistem karşısında Kur'an eksenli ve yaygın bir hareketi yeterince oluşturamamışlığımızı da yine bu zaaf noktasında görmeliyiz.

Ve sormalıyız Kur'an'ı gereği gibi ne kadar okuyabiliyoruz? Kur'an hayatımızın ne kadar merkezinde?

Kur'an'ın, kendi bilgi kaynağı hakkındaki açıklamalardan önce getirdiği mesajı gündeme sokması dikkat edilmesi gereken diğer bir husustur. Tabii ki bu mesajı aktaran ilk kişi, ilkin kendi nebilik konumundan emin bir tarzda tebliğine kalkışmıştı. Kur'an tebliğine kalkışacak öncülerin ise Kur'an'ın mesajı, kaynağı ve korunmuşluğu hakkında emin olacakları bir bilgiye ulaşmaları gerekir. Bu yakiniliğin temin edilmesi belirleyici bir eylemdir. Ve aynı zamanda tabulardan sıyrılan bir idrakle ve içtenlikle yaklaşanlar için de kolay bir eylemdir. Arapça bilmemek bu konudaki eylemsizliğin mazereti olamaz. Çok özel ihtisas gerektiren konular dışında, Kur'ani ıstılahlara dikkat eden bir okuyucu, meallerden mukayeseli olarak yararlanarak pekala Kur'an'ı anlayabilir. Zaten ihtisas gerektiren konular istişareye açık konulardır.

Kur'an'ın kolay ve anlaşılır olduğuna bizzat Kur'an ve Kur'ani mesajı taşıyanlar şahitlik etmektedir. Asıl olan Kur'an'a bağlılıktan sonra onun mesajını gündeme getirmek ve taşıyabilmektir. Kur'an'ın ilk ayetlerine baktığımızda bu çok net olarak görebilir. Kur'an, Rabbi yücelten (74/3) ve tevhidi vurgulayan (73/9) bir çağrıyla insanları uyarmaya başlar. Daha ilk vahyedilen ayetlerle yanlış ilişki biçimlerini (68/10-15), haksızlıkları (81/8-9), zulmü (11/11), istikbarı (74/23), vahiy karşıtlarının kurumlarını (96/17) açık açık eleştirir.

Bunun yanında doğru kulluk tarzını, iç bütünleşmenin seyrini ve müslümanları gelecekte bekleyen fiili imtihanları (74/20), zalimlerle mücadele yolunu (96/19; 73/10) ve ahiret azabını (68/33) bildiren Kur'an (74/20), öncelikle muhatap olunan toplumda egemen olan cahili inanç ve tutumları, güç sahiplerini ve sistemlerini, vahiy dışı ölçüleri eleştirerek, tevhidi mesajı sunmakta ve bu mesaja kulak verenlere hayat ve mücadele programı çizmektedir.

Bu programın çizdiği sınırlar ve ilkeler çerçevesinde oluşturulacak birlikteliklerin belirleyeceği yükümlükleri üstlenmek ise bir taklitçilik değil, aksine inanmışlığın ve istişari sorumluluğun (42/38) bir gereği olarak ifade edilmektedir.
Vahyin ilk başlangıç yıllarında bildirilen bu öz ve az sayıdaki teklif ve vaadler inananları yaşamları içinde temel bir tercihle karşı karşıya bırakıyor ve hayatı bütün üniteleriyle kuşatan bütüncül bir mücadeleye sevk ediyordu. Dikkat edilirse ilk ayetler soyut veya metodolojik tartışmaları değil, somut ve hayata dönük uyarı, teklif ve ikazları içeriyordu. Bilgi kaynağı bakımından vahyin tartışma gündemine girmesi, ancak Kur'ani bildirime şahitlik eden Rasul'ün (73/15) ve inananların ilk ayetleri tebliğ etmeleriyle, cahili toplum ilişkilerine ve egemen şirk sistemine karşı mücadeleye girişmeleri neticesinde gündeme geldi. Zaten Tekvir Suresi'nde karşılaştığımız bu tartışmanın metodolojik ve gaybi boyutu bile, tevhidi mücadele pratiğinden kopuk değildir.

Rabbimizi nimetin kaynağı ve mutlak sahibi olarak gösteren ilk ayetler arasında en çok vurgulanan ve tavır alınması istenen konu öksüzler ve yoksullarla ilgilidir. Öksüzün itilip kakılmaması ve yoksulun doyurulmasına önayak olunması (93/9-10; 89/17-18) konusunda gösterilen zaaf hali Maun Suresi'nde dini yalanlama ikazı ile karşılık bulurken, günümüz müslümanlarının gündeminin bu konuya oldukça yabancı olması, Kur'an'ı hayatın merkezine almak konusunda ne kadar yetersiz olduğumuzu ortaya koymuyor mu?

Üstelik günümüz şartlarında yoksulların doyurulmasına önayak olmak gibi bir görevimiz varken, halkın ezilen, yoksul ve mağdur kesimlerinin dertleriyle ilgilenilmesini ''işçi sınıfı fetişizminin etkisinde kalan'' veya ''Leninist-Troçkist söylemin gölgesinden sıyrılamayan sloganik tavırlar'' gibi ithamlarla karalamaya çalışmak ne kadar Kur'ani bir değerlendirmedir?

Yaşadığımız bölgeden binlerce mil uzakta, ancak tesirini siyasi, ekonomik, kültürel olarak yakinen telkin edilen bir yaşam tarzı şeklinde hissettiğimiz şeytani güç ABD için "Kahrolsun Amerika'' diye bağıran sorumlu müslümanları maceracılıkla, popülistlikle hatta teröristlikle veya emperyalizmin oyununa gelmekle suçlayan sözde müslümanlarımız, acaba vahyi tebliğin ilk yıllarında Kur'an ayetleri karşısında inatçı kesilen mal ve güç sahibi olduğu halde daha fazla güçlenmek isteyen, vahiy dışı düşüncelerle ölçü koymaya çalışan ve müslümanların doğrudan muhatabı olan azgınlara karşı "Geberesice, nasıl ölçtü, biçti?" (74/19) ayetini oku mak/tebliğ etmek konumunda olan Rasulullah (S) ve arkadaşlarını nasıl değerlendiriyoriar acaba:? Yoksa Kur'an'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorlar? (2/82)

Müslümanlar kitaplarını öğretmek ve tahkik etmekle yükümlüdürler (3/79). Ancak bu öğretmek eylemi ‘kıraat' etmek veya ettirmekten çok daha kapsamlı bir ifade ile vurgulanır: ''Taallum." Talim etmek veya ettirmek teoriyi pratikte göstermektir. Kur'an bilgisi insanı felsefenin ve mistisizmin bilinmezlere yönelen soyut ve pratikten kopuk uğraşılarına değil, gaybın kesin bilgisinden yaşadığımız hayatın somut gerçeklerine yöneltmekte ve bu alanda ciddi sorumluluklar yüklemektedir. Kur'an okuma eylemimiz pratiğe yansıyan fiil bir mücadele şeklinde tezahür etmiyorsa, bu tutum talim eyleminden kopuk soyut bir bilgilenme çabası olarak kalacaktır. Pratiğe indirgenilmemiş bir bilgilenme giderek lüks bir bilgi halini alacaktır. Zira vahyi bilgi yaşama geçirildiği an inançlaşır Kur'an'a, Kur'ani mesajın pratik sorumluluğundan kopuk bir tavırla iman etmek iddiası inanç ve amelin' bağını hafife almak anlamına gelir. Oysa Kur'an inancı amelleştirme imtihanına davet etmektedir;

Bu imtihanın sıcaklığını duyamayanlar, Kur'an'ı defalarca okusalar da onun bilgisi hayatlarını kuşatmadığı için onlara yetmemeye başlayacak ve yaşadıkları ortamın kimlik oluşturucu cahili etkileriyle geçmişin zenginliği olarak görülen cahili tortuların pratiklerini belirleyen değerler olacaktır. İşte ilk tarihten bu yana kitaplarını ellerinde tuttukları halde tevhidi çizgiyi bulandıranların, gelenekçi veya modernist sapmanın değerlerine meyletmesinin nedeni budur.

Hayatta boşluk yoktur. Fikri ve ameli ilişkilerinizi ya fiili olarak Kur'an'ın buyrukları doğrultusunda tanzim edecek bir mücadeleyi üstleneceksiniz, ya da reel şartlar sizin hayatınızı belirleyecektir. Zaten en belirleyici imtihanımız da yaşamla ilgili olandır. İnsan nasıl yaşıyorsa öyle inanıyor demektir.

Ne mutlu yaşayan Kur'an olan Hz. Muhammed gibi olma çabası içinde olanlara! Ne mutlu ilk örnek, Kur'an nesli olarak hakikatın şahitliğini yapan müminlerin birlikteliklerini yeniden oluşturmaya çalışanlara!

 

 

 

 

Allah'ı (c.c) Gereğince Takdir Etmek

 


Sayfa: 1/2

 

 

"Bunlar Allah'ın gücünü gereğince kavrayıp değerlendiremiyorlar. Oysa Allah ,her şeyi hükmü altında tutan en yüce iktidar sahibidir"(22/Hac,74)

Allah'ı gereğince takdir etmek demek;ilahi kudret ve nitelikleri Allah’tan başka varlıklara ;insanlara,insan ürünü otoritelere,çeşitli dikitlere,içi kof dışı şeytan tarafından süslü gösterilmiş kavramlara ,hulasa soyut ve somut hiçbir güce hak etmediği konumu vermemektir. 1

Allah'ı gerçek yönleri ile tanımak ve teslim olmak zorunludur. Çünkü ilahlığa layık tek güç Allah’tır. Bu yüzden çeşitli ilahlar tasarlayarak Rabbimizden daha öncelikli varlıklara hak etmedikleri üstünlükler vehmedenler dünyanın en büyük bilim adamı da olsa cahildir.  Zümer suresi(39),62-64. ayetlerdeki Rabbimizin beyanları ,heva ve hevesleri doğrultusunda hareket ederek dünyanın geçici menfaatlerini amaçlayıp putlar üretenlerin cahil oldukları doğrultusundadır.

En büyük zulüm ve cehalet Allah’tan başka güçlere ilahlık yakıştırmaktır. Zulüm işleyerek imanın gönüllerde meydana getirdiği aydınlığı karartmayanlardan En’am suresi (6),82. ayette şöyle söz edilmektedir: ”imana ermiş olan ve zulüm (şirk)işleyerek imanlarını karartmayanlar ,işte onlardır güven içinde olacak olanlar ,çünkü doğru yolu bulanlar onlardır . ”

Allah’ın adını yüceltmek somut bir görevdir. Mü’minler Allah’ın isminin rencide edici bir şekilde gündeme gelmesine yol açabilecek aşırı davranışlardan uzak durmalıdırlar. Örneğin En’am suresi(6),108. ayette başkalarının saygın bulduğu ilahlara “sövmek”gibi aşırı tavırlar yasaklanmaktadır. Çünkü bu tür bir tavırlar karşılıklı küfürleşmeye yol açacağından sonuçta faydadan çok zarar getirecektir. 


I-Allah’ı Gereğince Takdir Etmek Kur’âni Bir Tevhid inancı ile Mümkündür

Lugat anlamıyla Tevhid ;bir şeyin tek olduğunu bilmek ve buna hüküm vermektir. 2

Kavram olarak ise Allah’ı yaratılmışların bütün tasavvurlarından ve tahayyüllerinden tenzih etmektir. Tevhidin insanlarla ilgili yönü ise,kulların yaratıcı ile olan ilişkilerinde istiğnadan vazgeçip takva ile Rabbine boyun eğip O’ndan başka boyun eğilecek güç tanımamasıdır.

Allah'a itaat ve kulluk ile Tağut'a itaat ters orantılıdır. Tevhid inancının olmazsa olmaz birincil ilkesi Allah’ın rızasına uygun hareket etmeyen bütün güç odakları ile mesafeli durmaktır. İnsanlığın işlediği en büyük zulüm ve günah olan şirk;Allah’a iman ettiği halde şeytani güçlere,tağuti otoritelere teslim olmak veya bunların örgütleyicisi olmaktır. Nisa suresi (4),60. ayette böyle kimseler dalalette olmakla nitelenlendirilmişlerdir. Bu yüzden bütün peygamberlerin mesajı “Allah’a kulluk,tağutu red “esası üzerine bina edilmiştir.

“Gerçek şu ki,Biz her toplumun içinden ‘Allah’a kulluk edin ,tağuttan kaçının’diye bir elçi çıkardık. . . ”(16/Nahl,36. )3

Nisa suresi (4),76. ayette şeytani düzenlere ve şer güçlere uymayı reddetmeden Allah’a iman etmenin bir değer taşımayacağı ifade edilmiştir: ”İmana ermiş olanlar Allah yolunda savaşırlar,kafirler ise Tağutlar uğrunda . O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın ;şeytanın hile ve tuzakları kesinlikle zayıftır. ”

Tağuti güçlerin bütün türlerini inkar etmeden iman etmek,ilahi rızayı kazanmak için yeterli değildir. Ancak tağutlar her zaman dışarıda aranmamalıdır. İnsanın kötü tutkularını denetleyememesi,şehvetlerinin esiri domuzlar gibi davranması, ne zaman, nerede ne yapacağı belli olmayan maymunlar gibi hareket etmesi Maide suresi (5),60. ayette Allah’a itaatten çıkan bazı yahudiler özelinde işlerinde taşkınlık yapanlar da Rabbimiz tarafından tağuta (kendi nefsinin kötü arzularına)kulluk yapmakla suçlanmışlardır. 

İnsanoğlunun” şirk koşmadan inanmak istememek”gibi bir zaafının dünya sınavında bir deneme aracı olarak fertlerin ve toplumların karakterinde yerleşik olduğunu ,bir çok ayetin muhkem ifadelerinden anlamaktayız: ”Onların çoğu başka varlıklara da ilahi nitelikler yakıştırmaksızın inanmak istemezler. ”(12/Yusuf,106. )

Bu insanın özünden gelen deruni baskıya rağmen tevhid dininin gereklerini yerine getirenler,işte ilahi kurtuluşa,bitimsiz Rabbani lutufların ebedi nimet yurtlarına yerleşeceklerdir.  Tevhid inancının başı ; uluhiyette ,rububiyette ve onların gereği olan ubudiyette Allah’ı birlemektir.

A- Uluhiyette Tevhid:

Ragıb el-İsfehani İlah kelimesinin kavramsal anlamını şöyle izah etmektedir: ”İbadet etmek suretiyle tapılan,yarattıklarının ihtiyaçlarını gören ,onları yöneten,her şeyin kendisine boyun eğdiği ,gözlerin idrak edemediği,(akılla kavranan )güç ve kuvvetin yegane sahibi olan kimse”4

Uluhiyette Tevhid’in ilk adımı ;yaratıcı bir ilah tasavvurunu kabul etmektir. Bütüncül bir tevhidi anlayışa sahip olmak için yeterli olmasa da,tahkiki bir kabule ulaşmadan önce yapılması gereken ilk iştir. Kasas suresi (28),68-70. ayetlerin mesajı ; uluhiyette tevhidin tebliğinin başlama noktasının “Yaratıcı bir ilah”fikrinin olması gerektiğini imlemektedir. Kur’an vahyinin ilk suresi olan Alak’ta da Allah’ın ilk anılan sıfatı Hâlık’tır.

Uluhiyette Tevhid tarih boyunca peygamberlere tebliğ edilmiş bütün ilahi vahiylerin ana esasını oluşturmuştur.  ilahi kelam ile lutuflandırılmış tüm peygamberler aynı Tevhid kelimesi için mücadele etmişlerdir. Ali imran suresinde bu husus şöyle beyan edilmektedir: ”De ki : ’Ey geçmiş vahyin izleyicileri!Sizinle bizim aramızdaki şu ortak ilkeye gelin!Allah’tan başkasına kulluk etmeyeceğiz ,O’ndan başka hiçbir şeye ilahlık yakıştırmayacağız ve Allah ile birlikte insanları rab edinmeyeceğiz . Ve eğer bu gerçekten yüz çevirirlerse de ki: Şahit olun ki biz kendimizi O’na teslim etmişiz. ”(3/Ali imran,64. )5

İnsanların uluhiyette şirke bulaşmalarının nedeni,sahte sevgi bağları oluşturduğu için,dünyevi menfaat teminine yaradıkları içindir. Uluhiyette şirk koşulan şeyler; ister kemiyeti olan somut bir nesne olsun ,ister taparcasına bağlılık gösterilen beşeri değerlerin soyut ve simgesel ilkeleri,kavramları ,kanunları olsun;isterse ins ve cin şeytanlarının ayartarak fitneye düşürme oyunları olsun bazı dünyevi faydaların araçları olarak kullanılırlar. 6

Bakara suresi 255. ayette ilah olarak Allah’ı birlemenin ölçüleri özet olarak beyan edilmektedir. Buna göre uluhiyette tevhidin esasları şunlardır:

1-Allah’tan başka ilah yoktur. 2-Kayyum’dur;kendi kendine yeterli tek varlıktır. 3-Her zaman diridir(Hay),O’nu ne uyku tutar ne de uyuklama. 4-Göklerde ve yerde O’nundur. Allah’ın sonsuz kudret ve egemenliğine yarattıklarını denetim altında tutup yönetmek zor gelmez. Çünkü O,izzetini koruyabilecek sonsuz bir gücü olan Âli,Aziym bir ilahtır. 5-O,dilemedikçe ilminden hiçbir şey elde edilemez,hiçbir şey kavranamaz. 6-Allah’ın izin vermediği hiçbir güç şefaat(yardım ve kayırma)etme yetkisine sahip değildir. Şâfî olan O’dur. 7

Uluhiyette Tevhid’in insan davranışları ilgili esası,Allah’ın dışında saygı gösterilen bütün ilahları reddedip rağbeti,sevgiyi,ihtimamı nihai anlamda O’na has kılmaktır. Her tür ortaktan müstağni olan Allah’a takva elbisesi ile yaklaşmak,O’nun razı olmadığı güçlerle dostluk kurmamakla,şeytani işlerden beri olmakla mümkün olmaktadır. Uluhiyetin insan davranışlarına yansıması gerekir. Tevekkülü Allah’a has kılmak,O’nu işlerimizin vekili olarak addetmek,gücendirmekten çekinmek,bütün ümitleri O’na bağlamak nihai yardım dileme mercii olarak sadece O’nu görmek Uluhiyette Tevhid’in gereklerindendir.

B-Rububiyette Tevhid:

Rab kelimesi Kur’an’da Allah için en çok kullanılan 8 isim sıfattır. Kur’an indirilmeden önce Cahiliyye dünya görüşü içerisinde insanlar için kullanılan bir sıfat olan Rab,o dönemde sahip,efendi,amir,kabilenin reisi, bir yerin hakimi anlamında kullanılmaktaydı. Cahiliyyenin egemenleri Allah’ın sıfatlarını,kurdukları sömürü düzenini ayakta tutmaları için bazı kişilere veya şahıslaştırdıkları varlıklara vererek şirk dinini üretmişlerdir.

Kur’an’da Rab,her şeyin sahibi,eşşiz efendi,yarattığı varlıkların rızkı ve ihtiyaçları ile ilgilenmeye devam eden,onları ve kendi hallerine başı boş bir vaziyette bırakmayan,varettikleri üzerinde tasarrufta bulunmaya devam eden,onların durumlarını düzeltip tesfiye eden Kainat’ın yegane hakimi anlamlarında kullanılmıştır. Şuara suresi(26),69-83. ayetlerin genel mesajı,İbrahim peygamber bağlamında Rab sıfatı Allah’ın yarattıktan sonra ilgi ve alakasını insanlardan kesmediği şeklindedir. Bu yüzden Allah’ın Dini’nin muhkem kaynağı nübüvvet vahyi ile insan hayatının irtibatını kesmek, O’nun rab sıfatına eş koşmaktır.

. Mekki ayetlerde Rab kelimesi yirmi kadar değişik varlığa nisbet edimiştir: doğu,batı,arş,gökler,yer,şi’ra yıldızı,alemler v. b . 9

Bazı ayetlerlerde ise Rab, egemenliği tartışılmayan ,buyruğuna tam olarak uyulan kudretli hükümdar manasında geçmektedir. O,bütün alemlerin,gökleri ve yeri kaplayan büyük kudret tahtının sahibidir.

Bu sıfatın Allah’a aidiyeti konusunda on Mekke’deki üç yıllık tebliğ faaliyetinden sonra, zihinlerde bir kuşku kalmadığından dolayı Medine’de indirilen ayetlerde sadece alemlere muzaaf(Alemlerin rabbi)olarak kullanılmıştır.

Eğitici anlamına gelen ve özne bir isim olan Mürebbi kelimesi Rab ile aynı kökten türetilmiştir. Terbiye etmek,bir şeyi iyice düzeltip olgunlaştırana kadar yavaş yavaş geliştirmek demektir. Yusuf suresi(12),23. ayette bu anlamda geçmektedir. Bu ayette Hz. Yusuf hizmet ettiği evin efendisi için rab sıfatını kullanmaktadır. Fakat Yusuf peygamber kendisini eğittiği,geçimini sağladığı için sıradan bir kelime olarak rab sıfatını evin efendisine uygun görmektedir. Yoksa nihai anlamda rab,sadece Allah’tır. Zaten kıssa bütünüyle okunduğunda Yusuf peygamberin “insanlara itaatin kayıtsız şartsız olmadığı”ilkesini va’z eden Tevhid Dini İslam’ın ana esaslarından sapmadığını evin hanımefendisi(Rabbetü’l-beyt)’nin ahlaksız teklifine itaat etmeyerek göstermiştir. 10

Allah için kullanıldığında Rab Kur’an’da,yarattıklarını barındırıp besleyen ,içinde bulundukları duruma kayıtsız kalmayan, yakından ilgilenen,gözeten,kulları ile arasında her hangi bir kopukluk bulunmayan ilah anlamında geçmektedir. Kureyş suresi 3-4. ayetler bağlamında ifade edersek Allah açlıktan kurtarıp doyuran,korkudan kullarını güvene kavuşturan,emniyetlerini sağlayan bir ilahtır. Allah’a bollukta yönelmek ,darlıkta unutmak;sıkıntı esnasında yalvarıp refaha ve güvene erince terketmek ;Nahl suresi (16),53-54. ayetlerde kınanarak Rububiyette şirk koşmak olarak vasfedilmiştir. O halde Kureyş suresi ayetlerinde de belirtildiği gibi Allah’tan başka hiçbir güç doyurduğu ,emniyeti sağladığı ,barındırdığı için insanları kendisine nihai anlamda kayıtsız şartsız saygı göstererek ibadet etmeye çağıramaz. Çünkü nihai anlamda huzur ve güvenin yegane kaynağı Mü’min sıfatına haiz olan Allah’tır.

Allah’ın Rab sıfatı aynı zamanda ,sözünü varlıklara geçirmede boşluk kabul etmeyen tartışmasız bir güç ve otorite sahibi olan ilah manasında bir çok ayette geçmektedir. O,yarattıklarının kontrol ve denetimini elinde tutmaya devam eden bir ilahtır.  En’am suresi(6),38. ayetin mubin beyanından öğrendiğimize göre rab sıfatı, Allah’ın yarattıklarını başına buyruk bırakmadığı ,kendi hallerine terketmediği, onlardan yeryüzünde sorumlu bir kul olmalarını beklediği hakikatini ifade etmektedir.

Haram helal sınırlarını çizmek sadece Allah’ın hakkıdır. Bu yüzden Allah’ın haram kıldığını helal,helal kıldığını haram kılan, ve Üzeyir peygamberi tanrısal bir otorite sahibi gibi gösteren yahuki din bilginleri, İsa peygambere ilahlık yakıştıran Hristiyan rahipleri Kur’an’da şirk koşmakla suçlanmışlardır. Dine yeni kurallar eklemek,bazı kuralları mesajın bütünlüğünden kopararak Tağutlardan aferin almak için yorumlamak,bazı ilahi yasaları zaman ve zemin bahanesiyle nesh etmeye/ilga etmeye çalışmak bir Rableşme çabası olup bu durum Tevbe suresi 31. ayette şöyle beyan edilmektedir:

“Hahamlarını ,rahiplerini,bir de Meryem oğlu Mesih’i Allah’la beraber rableri olarak gördüler. oysa tek ilahtan başkasına kulluk etmekle emrolunmuş değillerdi. O’ndan başka ilah yoktur. Sınırsız kudret ve izzetiyle O,ortak koştukları her şeyden bütünüyle uzaktır,yücedir. ”11

Müşrik din bilginleri bazı ayetleri rafa kaldırmaya ,bazılarını tahrif etmeye yeltenirken ,şeytani otoriteleri razı etmek için dillerini eğip bükerlerken Rasulullah’ın Kur’an ile irtibatını kesip, yerine şerre yardakçılık yapmak için çalışan kendi hevalarını koyarlarken Allah’ın ayetlerine karşı takındıkları ciddiyetsiz tavır açıkça gözükmektedir. Fatır suresi (35),5. ayette belirtildiği gibi Allah adına kandıran bu sözde din uzmanları, dünyevi efendileri ve kurdukları düzenin yasalarına iş gelip çatınca ya hiç konuşmamakta ya da son derece saygılı bir dil kullanmaktadırlar. Bu ibretlik tavır da kime kulluk ettiklerini gösteren bir kanıt olarak ,olaylara ilahi hikmetin ölçülerine göre bakanların gözünden kaçmayacak şekilde her vesvese pazarında yaşanmaktadır. 12

Firavun gibi zalimler, beşeri müdahaleye zaten kapalı bulunan bütün bir evrenin bağlı olduğu nizam üzerinde tasarruf sahibi olduklarını iddia etmemişlerdir. Tağutlar;Allah’ın göklerdeki Rabliğine eş koştuklarını iddia edecek kadar zekadan yoksun değildirler.  Onlar insan toplumlarında irade özgürlüğüne açık bırakılan ,yasama,yürütme ve yargının uygulama ilkelerini belirleme konusunda yaptıkları kanunları ilahi hukukun denetimine tabi tutmadıkları için yeryüzündeki egemenliğine itiraz etmiş olmaktadırlar. 13

Allah yarattıktan sonra da tasarrufta bulunmaya devam eden bir ilahtır. O,yaratılış ve işleyiş kanunlarının hem yapıcısı hem de koruyucusudur. Arş’a istiva etmesi A’raf suresi (7),54.  Ayette Yüce Allah’ın Kainat’ın tüm yönetimini belli bir mekanla sınırlı olmayan egemenliğinin simgesi kudret tahtından sağladığı ifade edilmektedir. Rablığının yetki sınırları bütün evreni kuşatan Yüce Allah ,kendisine hakkıyla iman edecek olanlardan dünya hayatında O’nun egemenlik sınırlarına tahakküm etmeye kalkan şer güçleri inkar ederek işe başlamalarını istemektedir. Bu yüzden Kur’an’ın bir çok ayetinde Rabbimiz iman etmenin ön koşulu olarak “tağutları inkar etmeyi “zikretmektedir. Yani Tağutu inkar etmeden iman mümkün değildir. Tağutun önünde muhakeme olmayı istemek uluhiyette ve rububiyette şirk koşmaktır:

“Sen ,sana ve senden öncekilere inandıklarını iddia eden (ama)Tağut’un hakimiyetine teslim olmakta beis görmeyenlerin farkında değilmisin?Halbuki şeytani güçlerin kendilerini derin bir sapıklığa yöneltmek istediğini görerek onu inkar etmekle emrolunmuşlardı. ”4/Nisa,60

Allah’ın dininin yerine geçecek kanunlar ve hükümler koyan her somut gerçeklik ve her soyut değer yargısı Kur’an’da tuğyana kalkışmakla suçlanmaktadır. Çünkü kanun koyucu son tahlilde Allah’tır. Cahiliyye’nin(14)asla adaletin güvencesi olamayacak kanunlarını hayatın işleyişinde belirleyici kabul etmek Maide (5),50. ayette Allah’a ortak koşmakla eşdeğer sayılmaktadır.

C- Rububiyette Tevhid İle Yapılan Bilniç Hazırlığı;Ubudiyette Ve Hakimiyette Tevhid’e götürür

İbadetin Tevhidi bilinçle anlamlandırılması şarttır. İmanla küfür arasında sıkışıp kalan,şuurlu bir tercihin neticesi olmayan ibadet Allah katında makbul değildir. Çünkü Tevhid İnancı iki alanda iki egemen fikrini kabul etmez. Örneğin,Camiden çıkıp piyango kuyruğuna giren,bilerek ve tercih ederek,gönül rahatlığı ile günah işleyen kimse Allah’ın hükümranlık alanına tecavüzkar davranışlarından dolayı hem salih amellerinin hubutu (sıfırlanması ) ile karşı karşıya olup hemde gerçeği bile bile sürekli göz ardı ettiği için şirke düşmektedir. İnsan kimin emirlerine boyun eğiyor,baştacı ediyorsa hangi niyetle bunu yaparsa yapsın, O’nun kulu olmaktadır.

Enbiya suresi(21),25. ayette uluhiyet ile ubudiyet arasında kurulan doğru orantı kulluk şuuruna dair Tevhidi bilinç kazandıran bir öğrenim sağlamaktadır: ”Oysa ,Biz senden önce de peygamberleri yalnızca ;’Benden başka ilah yoktur,öyleyse Bana kulluk edin’diye vahyederek gönderdik. ”

Bu gerçek Zariyat (51)/56. ayette de ibadetin bütün varlık alemini kapsayacak genişlikte olduğu şeklinde benze ifadelerle tekrar edilmiştir: ”Bütün görünmez varlıkları ve insanları ‘yalnızca bana kulluk etsinler’diye yarattım. ” 15

Ubudiyette tevhid ;kalbin niyetini ,dilin bir sözünü de kapsayan ,hayatın tamamı ile ilgili bilinçli eylemlerde bulunmayı gerektirir. Amaç,”Allah’tan başka ilah yoktur”düsturunun şehadetini, sadece O’na boyun eğerek ve yalnızca O’na itaat ederek göstermektir. Ubudiyette Allah’ın tevhid ile yüceltilmesi, sadece O’na tevekkül ederek ,sadece O’na adanarak ,O’ndan başkasından yardım dilenmeyerek mümkün olmaktadır. Her tür salih amelle ,bollukta da darlıkta da imdad çağrılarını sözlü ve fiili dualarla Allah yöneltmek ubudiyette tevhidin esaslarındandır.

Yakup peygamberin tedbir ve takdir ile ilgili Kur’an’da örnek gösterilen yaklaşımı,Yüce Allah’ın nihai karar mercii,hakimlerin hakimi olarak daima göz önünde bulundurulması gerektiğini kıssa dili ile öğretmektedir. O ,oğullarına şöyle demiştir: ” Şehre(mısıra)hepiniz tek bir kapıdan girmeyin;her biriniz ayrı ayrı kapılardan girin . Bununla beraber(başınız bir hal gelirse)Allah’a karşı sizin için elimden bir şey gelmez. Çünkü hüküm yalnızca Allah’a aittir. Ben O’na güven duyuyorum ,güvenenler de yalnızca O’na güven duysunlar. ”(12/Yusuf,67. )

Allah’a iman etmek,O’nun emirlerine bağlanıp yerine getirine getirmekle ,yasaklarından uzaklaşmakla anlam kazanır. İbadetlerimizi her tür gösterişten uzak tutmak amellerden elde edilen verimin boşa çıkmaması için gereklidir. Kulluğumuzun hayatın her alanındaki davranışlarımıza yansıması gereken şiarlarını Yüce Rabbimiz Kur’an ‘da muhkem bir şekilde beyan etmiştir. Örneğin ibadeti Allah’a has kılmanın bir tezahürü de,son tahlilde bizim olmayan ,emanet olan,yeryüzünden elde ettiğimiz rızıklardan infak etmek,onları tekelinde tutararak yığdıkça yığan dünyaperestlere benzememektir. 16

Ubudiyette tevhidin esaslarından biri de hayatın tamamını ibadet şuuru ile yaşamaktır. İbadetlerimizi sırf belli zaman ve mekanlara hapsederek yetim ve öksüz kılmamak gerekirCamiden çıkıp kumar oynamak,ticarette hile yapmak,faiz gibi haksız kazançlar peşinde koşmak,kazançlar üzerindeki ihtiyaç sahiplerinin hakkını vermemek,ibadetin salt Allah için olmadığını gösteren tezahürlerdir. Allah katında makbul ibadet,hayatın bütününü anlamlandırandır. Enam suresi’nde bu hakikat şöyle beyan edilmektedir:

“De ki: ’Bakın ,benim namazım,bütün ibadetlerim hayatım ve ölümüm (yalnızca )bütün âlemlerin rabbi Allah içindir. ”(6/En’am,162. )

. . Hayatın bir bölümünde ibadet edip,başka bir alanında şeytanın adımlarını takibetmek,ısrarla bir takım büyük günahlar işlemeye devam etmek; güzelliklerin boşa çıkmasına ,iyiliklerin sıfırlanmasına yol açacaktır. Ankebut suresi (29),56. ayetin sarih beyanlarından öğrendiğimize göre Allah’a ibadette şirke bulaşanlar için zayıf bırakılmış olmak mazereti geçersizdir. Çünkü Allah ,yeryüzünü ve toplum hayatını ubudiyette tevhidin tanıklıklarını ortaya koymak için elverişli olarak yaratmıştır. 17

Anlamsız kavramlar,sanal gerçekler insanların ibadet ettiği araçlar haline gelebilir. Yusuf suresi(12),40. ayette neyin doğru neyin yanlış olduğu hususunda insanların hevalarından ,ilahi ölçüleri hesaba katmaksızın ürettikleri kavramlara kutsiyet atfetmeleri ubudiyette Allah’a ortak koşmakla eşdeğer sayılmıştır. 

Hayatın bir alanında Allah’ı, başka alanlarında ise Şirk’in değer yargılarını esas olarak benimseyen kimselerin yaptığı ibadetten elde ettikleri kazancın kendilerini kurtaramayacağı,hatta o iyiliklerin dahi nihai anlamda hüsranla (iflasla)sonuçlanacağı Hacc suresi(22)/11. ayette veciz bir şekilde ifade edilmektedir:

“Ve insanlardan kimi de vardır ki,Allah’a da kulluk eder(başkalarına da). Öyle ki başına bir iyilik gelse ,ondan hoşnut olur ;ama başına sınayıcı bir güçlük gelse hemen bütünüyle yüz çevirir ve böylece dünyayı da ,ahireti de kaybeder(Hüsran). Zaten hiçbir şeyle kıyaslanmayacak kayıp ta gerçekte budur. ”

İtaat edilmeyen,sözü dinlenmeyen,buyrukları göz ardı edilen bir ilahın ilahlığından bahsetmek mümkün değildir. Allah’ı hakimiyette birlemeden gerçek bir Tevhid inancına sahip olmak mümkün değildir. O,Malikü’l-Mülk’tür: Bütün egemenliklerin nihai meşruiyet kaynağı Allah’tır. 18

Hükümleri en güzel O koyar. Allah adına kural icad etmek haramdır. Allah’ın koyduğu hükümleri gevşetmek ,katı ve karmaşık hale getirmek veya O’nun insanlar için koyduğu kanunları beğenmeyip yeni yasalar va’z etmek rububiyette ve hakimiyette şirk koşmak şeklinde değerlendirilmektedir. Örneğin ,İsrailoğulları Bakara suresi ( 2),/67-71. ayetlerde anlatılan “inek kurban etme kıssası”özelinde Allah’ın rububiyetteki birliğine gölge düşürmeye kalkışmakla suçlanmışlardır.

İnsanlar bütünüyle Adil bir yönetme iradesine sahip olabilecek hukuk sistemi üretme kabiliyetine sahip değildir. Çünkü yasaları yapanlar, bağlı bulundukları güç odaklarını temsil ettikleri için, belirli bir kişi veya zümrelerin lehine düzenlerler. Örneğin Burjuva sınıfının yaptırdığı kanunlar,Liberalizme ayarlanmış olup toplum karşısında bireyi korurken ;işçiler adına hareket ettiklerini iddia eden bürokratların yaptıkları kanunlar, fertlerin haklarına uygunluk şartını hesaba katmazlar. Yasa koyucular hangi toplumsal sınıf adına hareket ediyorlarsa onu kollayacak şekilde hareket etmektedirler. O halde bütün insanlar için adaleti sağlayacak yasaları koyma hakkı, nihai anlmda hüküm koyucu olan Allah’tır. 19


II- Kur’ani Tevhid'in Esasları

İslam itikadını bir kelime ile özetlemek gerekseydi hiç şüphesiz bu” Tevhid” olurdu. Kur'an Akaidinin temelini oluşturan tevhidin, ilahi vahyin bize ihsas ettirdiği iki yönü bulunmaktadır: Red ve kabul.

Allah'ı soyut ve somut bütün varlıklardan ayrı mütalaa etmek,mevcudatın ve mahlukatın yaratıcıya denkliğini,ortaklığını ve benzerliğini reddetmek;ana karakteri Tevhid olan İslam'ın önkoşuludur. Bütün ilahları red ve inkar ise iki yönlü bir eylemdir: Tecrid ve tenzih.  Tecrid,Allah'ı tüm maddi varlıklardan ayrı tutmak,denkliği ve benzerliği inkar etmektir. Tenzih ise O'nun bütün soyut varlıklarla teşbihini, reddetmektir. 

Tevhid'in ikinci yönü ise kabuldür. Kabul,bir irca(döndürme) eylemidir. Tecrid ve tenzih ile somut ,soyut bütün varlıklarla ortaklığı reddedilen ilahın teke indirgenmesidir. İlahlaştırılabilecek her şeyden Allah'a hicret etmektir. Bütün tanrıları terkedip Samed olana,dengi,eşi,benzeri bulunmayana dönmektir(irca).

Allah’a iman tağutlara isyan etmekle eş anlamlıdır. İman red ile başlar. Önce Allah’ın dışında boyun eğilen,saygı duyulan ,ibadet edilen bütün egemenlik alanlarına Lâ denilmelidir. Bütün tağuti güçler inkar edilmelidir.


III-Allah’a İman Etme Kabiliyeti İnsanın Özüne Yerleştirilmiştir

Yüce Rabbimiz varlığını sınırlı ölçüde de olsa idrak etme yeteneğini insanoğlunun tüm benliğine yerleştirmiştir. Sınırlı iradi alanda isyan etse bile beşerin bizzat kendisi O’nun sonsuz kudretine tanıklık eder. İnsanın ufkunda ve içinde yer alan ayetler ,yaşayan her olgu ve olay yaratıcıya dair yeterince olağanüstü kanıt taşımaktadır. Kainattaki kozmoz(düzen)da insanın fıtrat ve vicdanını uyandırması ,kendine gelmesi ,kalbinde hakikatin pırıltılarını oluşturması için kafi derecede delil vardır. 20

İlahi kelama dayanan Kur’an ayetleri nasıl olağanüstü etki gücü ile Allah’ın sınırsız güçlerine dair kanıtlar taşıyorsa, insanın özünde yer alan ve dışında cereyan eden olgu ve olaylar da onların yartıcısına dair karşı konulmaz olağan görünümlü ayetlerle doludur. Fussilet suresi 37. ayet, akıl ile ve derin bir tefekkürle düşünenler için gece,gündüz,güneş,ay v. b. olguların davranışlarında sonsuz kudret sahibi bir yaratıcının varlığına ve birliğine dair kanıt olacak nice ayetlerin bulunduğunu haber vermektedir.

Gökler ve yerin fiziksel gerçeklikleri,işleyişleri ilahi gayenin gerçekleşmesi bakımından kusurlardan arındırılmıştır. Kaf suresi(50),6-8. ayetlerde işaret edildiğine göre;çevresi itaata mecbur olan,hayran bırakıcı bir şekilde görevlerini yerine getiren kevni hakikatlerle dolu insanoğlu bunların kendisine hizmet için yaratıldıklarını kavrayabilecek yetenektedir. O halde iradeli olarak yaşam sürdüren insan gerçeği , hem üzerinde düşünülmesi gereken bir husustur.  Hem de kendisi ile diğerleri arasındaki farkı ayırdedip eşyanın künhüne varabilecek vasıfta olmak; Yaratıcı’ya şükür borcu ifa edilmesi gereken bir durumdur.

Fakat Yunus suresi (10),101. ayette belirtildiğine göre ayet ve uyarılar ne kadar çok olursa olsun sadece Muttakiler;kendilerini Yüce bir gücün arındırmasına muhtaç hisseden alçak gönüllü kimseler, hakikatler ile yüzleştiklerinde ibretli sonuçlar çıkarırlar. 

Yokluğun, varlığın sebebi olamayacağı ve hiçbir şeyin bir nedene dayalı olmaksızın gerçekleşmeyeceği hakikati her insanın akli melekesidir.  Allah’ın varlığını ve birliğini, O’nun kudretine tanıklık eden evrendeki düzeni bilinçli bir şekilde düşünerek bulmak mümkündür. Bu konuda İbrahim peygamberin Risalet öncesi hakikati arayış kısssası örnektir. O kainattaki işaretleri hikmetle düşünerek yaratan bir ilahın varlığına ulaşmıştır. Ancak ilahi vahyin rehbeliği olmadan bütün sıfatları ile mükemmel vasıflara sahip olan Allah’ı O’na layık bir şekilde takdir ve tefekkür etmek mümkün değildir.

İnsanoğlunun akletme kabiliyetleri, varlık alemindeki mükemmel dengelerin tesadüfen olamayacağı gerçeğinden hareketle Yaratıcı ilah tasavvuruna ulaşmakta zorluk çekmez. Çünkü Yüce Rabbimiz Fitri vahiyle özümüze varlığını anlama kabiliyeti yerleştirmiştir. Araf suresi 172. ayetin sarih anlatımından anladığımıza göre “Elest Misakı”bazı ruhçu ideolojilerin iddia ettiği gibi Ruhlar Alemi’nde değil, her insanın yaratılış sürecinin başlangıcında maddi varoluşla(döllenmiş yumurta)eş zamanlı olarak gerçekleşmektedir. 21

Şirk ve küfür gibi günahların hastalıkları bu misakın inkarı ve unutulması ile oluşmaktadır. Böylece ortak koşan kendi yaratılış özünde yer alan ilahi değerleri yalanlamakta ,anlaşmaya ihanet etmiş olmaktadır. 22

Bu yüzden Kur’an’da Allah’ın zati varlığını ispat konusunda yoğun bir gayret ve telaş gözlemlemek mümkün değildir. Rabbimiz yarattığı varlığa güvendiği için,kendisini ispat konusunda hiçbir karmaşık felsefi delile başvurmamaktadır. Çünkü Şems suresi (91)8. ayette ifade edildiğine göre, insan nefsi(özünde taşıdığı değerler)ni yüce Allah iki boyutlu kılmıştır: Fucur ve Takva.  Buna göre Fucur,kötülük işleme eğilimlerini,Takva ise iyiye yönelme istidadını ifade etmektedir. 23

Kainatın ve tabiatın her bir zerresinde yer alan nurlarla, hem de kendi özümüzde yerleştirilmiş bulunan bürhanlarla Yüce Allah ,varlığına dair görsel ayetleri akılların idrak sahasına birer delil olarak bahşetmiştir. Allah’a imanın Fıtrat’a(insanın doğuştan taşıdığı tabiatına,yaratılışına)yerleştirildiğine ilişkin iki kanıt öne sürmemiz mümkündür:

Birincisi;insanlık tarihinde gereğince takdir edilmemiş de olsa Yaratıcı bir ilahın varlığını kabul edenlerin çoğunlukta olması; bir yaratıcı tasavvuruna sahip olmayan akımların taraftarlarının ise son derece az olmasıdır.

İkincisi;zorluklar karşısında yüce bir güce sığınma ihtiyacıdır. Diğer zamanlarda,refah içerisinde konforlu bir şekilde yaşarken Rabbini unutmuş gibi gözükse de, olağanüstü tecrübeler esnasında insanların üstün bir güce sığınma ihtiyacı hissetmesi Allah’a imanın doğuştan kazandırılmış bir yetenek olduğunu göstermektedir.

Can güvenliğinin tehlikede olduğu, bilinçleri aşırı uyaran,alışık olunmayan çeşitli olaylar karşısında neredeyse bütün insanların sığındığı tek merci Allah’tır.  Örneğin deprem gibi, sel felaketi gibi ruhlarda meydana gelen infialler esnasında, fırtınalarla boğuşan bir gemide yahut alışık olunmayan,insanı dehşete düşüren olaylar karşısında sonsuz kudret sahibi olan bir varlığa olan düşkünlük fıtratımıza yerleştirilmiş bir duygunun eseridir.

Böyle bir anda gerçekleşen Allah’a yönelişin kabul görmeyeceği gerçeğini bize Kur’an’da beyan eden Yüce Rabbimiz bir çok ayette insanın sadece sıkışınca Yaratananını hatırlayıp rahata erince unutmasının kendisi için felaket olacağını haber vermektedir. 24

Allah kullarının kalplerini,gönüllerini yüce bir yaratıcıya boyun eğip inanacak tıynette yaratmıştır. Mükemmel bir Yaratıcı olan ilahın varlık sahnesine çıkardıkları üzerinde tefekkür ederek aklen böyle bir Rabbin ,hiçbir ortağı olmayan ,ibadetin kendisine yöneltilmesi gereken ,egemenliğinde ortak bulunmayan,hayat veren,hayatı devam ettirici rızıkları bağışlayan ,öldüren ,dirilten,kısaca her türlü eksiklikten münezzeh biri de olması gerekir. Allah’ın varlığına ilişkin Kur’an’da anılan deliller,insan aklına “Elest Misakı”ile yerleştirilen melekelere hitap etmektedir. Bunları üç ıstılah ile özetlemek mümkündür: İbda,Kemal,Gayelilik.

 

İrfâna Düştüm


Ma’nâ âleminde, vefâ yolunda;
Aşk ile elendim bir cana düştüm!..
Gönül vecde geldi cezbe hâlında;
Derdime gül bastım, dermâna düştüm!..

Gurbet, gam bendini bende mi kurdu?..
Mevlâ’m emaneti sırtıma vurdu!..
Her katrem ‘hû’ dedi, duruldu, durdu;
Kaynadım, çağladım devrâna düştüm!..

Duydum can özümde ney’in zârını;
Özünden ayrılmış buldum varını!..
Başımda gördükçe nefsin dârını;
Ölmeden hesaba, mizâna düştüm!..

Ömrüm, kula döndü bir hak uğruna;
Hasret odu düştü gülün bağrına!..
Girdim ibret ile âlem seyrine;
Hayretten süzüldüm, hayrana düştüm!..

Ey gönül, dost için yüzümüz var mı?
İhlâs ocağında, közümüz var mı?..
Bu sesler, ahenkler özge diyâr mı?
Bir aşkın elinden mestâne düştüm!..

Takvâyla inceldi bu içli sözüm;
Edep dergâhında, tutuştu közüm!..
Bir zikrin nûruna kandıkça özüm;
Sınandım irfandan, irfana düştüm!..


Namaz


Önce niyetimi arıttım

Sonra ellerimi

Başımı

Yüzümü

Ayağımı

Yetinmedim arınmalara

İsminle tinimi de arıttım

Kurşun yedi birden

İçimin dışımın düşmanları

Kalakaldım kendime

Sıyrıldım yerel aşklardan

Sana geldim

Al huzuruna

Senin et beni

 

Derken

Bir muamma düştü aklıma:

 

Namaz namaz o namaz

Onu kimse kılamaz

Etten mescit su kıble

Bunu kimse bilemez

 

Zor soru zor sual

Gel de çık içinden

Yunusçuğuma bir tembih

Çıkma karnından Yunusun

Kılmak zor namazı balıkların dışında

İnsan sudan çıkmış yunus oluyor

 

Aç susuz gıdasız kaldım

Doymadı aç ruhum müziklerle

Sensiz kara kaldım

Ey güzel buluşma

Kaba kaldım

Hadi kabul buyur beni

İşle beni nakşet

Süsle ruhumu

Ben yarime

Böyle kirli gidemem

 

İlk buluşma şafak vakti

Attım üstümden uyku yorganlarını

Açtım gözlerimi dünyaya

Kurtuldum ölümlerden

Ey mimhamimdel’in göz nuru

Gül gönüllerin miracı

Ey gülden ve sümbülden silahım

Elimdesin vermem seni şeytanlara

 

Attım ellerimle dünyayı ardıma

Ardıma attım dünyayı ellerimle

Bir sen kaldın kalbimde

Bir sen varsın gönlümde

Çok tarumar oldun

Harap oldun bitap oldun

İşte sana bayramlar getirdim

Sen de sevin çocuk gönlüm

 

Elif olurum

Del olurum

Mim olurum

Doymam bu tatlı olmalara

Tekrarlarım olmalarımı

Elif olurum

Del olurum

Mim olurum

Nam u nişanesiz kalmak istemem

Dedemden bir isim isterim

Konur benim de adım

Bana da ade(a)m derler

 

Dünya halidir işte

Her güzelin bir sonu vardır

Aklım yeni buluşmalarda

Bir güzel selam sağa

Bir güzel selam sola

Eşyayı dirilmiş gördüm

Sevinir gördüm

Selamımı alır gördüm

Aleykümselam

Aleykümselam

Vesselam

Bu Çağrı Sanadır


Bir damla SU gönder bana
Eğer gönderebilirsen
Ana sütü gibi tertemiz olsun
Bir damlası Karadeniz
Bir damlası Akdeniz olsun

Bir avuç TOPRAK gönder bana
Edirne koksun, Ağrı koksun
Her zerresi burcu burcu
Türkiye koksun
Anadolu’dan çağrı koksun

Bir dilim EKMEK gönder bana
Yiyince lezzetini hissedeyim
Bereketini hissedeyim
Köy köy, tarla tarla
Memleketimi hissedeyim

Bir demet ÇİÇEK gönder bana
Renkleri;
Sarı, kırmızı, beyaz ve mavi olsun
Râyihâsı, estetiği
semâvi olsun

Bir tutam SEVDA gönder bana
Veysel Garani’nin, Yunus Emre’nin
Sevdasından olsun
Mevlâna’nın Mevlâ’sından olsun
Sevdâların hasından olsun

Bir RÜYA gönder bana
Yürürken, otururken
Güneşi, Ayı seyredeyim
Aradan kalksın tüm duvarlar
Mâverâyı seyredeyim

Bir damla ALINTERİ gönder bana
Yazdığın ŞİİRLERİ gönder bana
Okumaya ihtiyacım var...

 

Fatih ve Ahali


Fatih Sultan Mehmet istanbul u fethetme plânları yapıyordu. Daha henüz 21 yaşında bulunan hükümdar, İstanbul un fethine girişmeden önce, halkın vaziyetini görmek istemişti. Sabahın erken saatlerinde tebdili kıyafet ederek, Osmanlı nın başşehri olan Edirne de çarşıya çıktı.

Çarşının bir tarafından girip, alış veriş yapmaya başladı. Birinci dükkâna varıp birşey aldı. İkinci bir şey istediğinde dükkân sahibi vermedi. Fatih i tanımıyordu dükkân sahibi. Fatih Hazretleri mal olduğu halde neden vermediğini sordu.

Adam:
-Ben sana bir şey satmakla sabah siftahımı yapmış oldum, ikinci alacağını da karşıdaki dükkândan al. Çünkü o henüz siftah etmemiştir, dedi.

Fatih memnun olmuştu. Öbürüne vardı, bir miktar mal aldı... İkincisini istediğinde o da vermeyip komşu dükkâna gönderdi. Böylece Hazreti Fatih koca çarşıyı baştan sona kadar dolaştı... Hepsinde aynı mukabele ile karşılaşmıştı.

Aldıkları erzakı, medresede ilim tahsil eden talebelere gönderdi, kendisi de saraya gelip Allah a şükür secdesine kapandı ve şöyle dedi:

— Ya Rabbi sana hamdolsun... Bana böyle birbirini düşünen millet ihsan ettin. Ben bu milletimle değil Bizans ı, dünyayı bile fethederim, dedi
ve istanbul un Fetih planlarını hazırlamaya başladı.

51 gün süren muhasaradan sonra Bizans, Akşemseddin Hazretlerinin de bizzat iştirakiyle fetholunmuştu. İstanbul fetholunduktan sonra, Osmanlı imparatorluğunun merkezi Edirne den İstanbul a taşındı.

 

Allahım Konuş Benimle


Bir gün, bir adam ellerini açıp yalvardı:

"Allahım! Konuş benimle!"

Tam o sırada bir çayırkuşu adamın bahçesinde en son şarkısını söylüyordu. Ama adam çayırkuşuna hiç kulak vermedi ve yakarmaya devam etti:

"Allahım! Konuş benimle!"

Az sonra hava aniden kapandı, gökgürültüsü ve şimşekle birlikte kuvvetli bir yağmur başladı. Fakat adam bunlara hiç aldırış etmedi, yakarmaya devam etti:

"Allahım! Seni görmeme izin ver!"

O böyle yalvarırken, sağanak yağmur sona ermiş ve güneş bütün ihtişamıyla ışıklarını adamın evine kadar taşımaya başlamıştı. Fakat adam bu manzaraya aldırış bile etmedi. Her gün gördüğü birşey değilmiydi bu? Yalvarmaya devam etti adam:

"Bana bir mucize göster Allahım!"

Böyle yalvarırken, yakınlardaki evlerden birinden yeni doğmuş bir bebeğin ağlayışları geliyordu kulağına ama o bunu da farketmedi. Üzüntüsünden ağladı, ağladı...

" Cevap ver bana Allahım! Burada olduğunu bilmemi sağla!"

Tam o an, bir kelebek gelip adamın koluna konmuştu. Ama görmemekte, duymamakta ve bilmemekte ısrar eden adam öbür eliyle kelebeği iteleyip kovdu. Sonra da:

"Allahım!" Neden, neden bana bir cevap vermiyorsun?"

diye ağlayıp, yakınmaya devam etti...


Tuzlu kahve


Yeni tanışmışlardı. Bir anda içi ısınmıştı kıza. Temiz bir yüz, tatlı ela bakışlar... Tutkulu ve hassas bir kalp. Aradığı ve umduğu her şey vardı. "Harika bir şey!" Bu çekingenlikle sevgisini ona hissettirmesi neredeyse imkansızdı. Dersten sonra bir fırsatını bulup kafeteryada kahve içmeye davet etti. Delikanlının davetine şaşırdığını gizlemedi kız. Üniversitedeki şehirli delikanlılardan biraz farklı olduğu belliydi. Yurtta kalıyordu, "hadi çıkalım" diyeceği tiplerden değildi. Tam bir kibarlık gösterisi yaparak daveti kabul etti. Kampüsün yeni taşlanmış yollarını yan yana yürüyerek kafeteryaya vardılar; köşede bir masaya oturdular. Delikanli öyle heyecanliydi ki, kalbinin çarpmasindan konuşamıyordu. Onun bu hali kızın da huzurunu kaçırdı. "Ben artık gideyim" demeye hazırlanıyordu ki, delikanlı birden garsonu çağırdı:

"Bana biraz tuz getirir misiniz" dedi. "Kahveme koyacağım da..."

Yan masalardan bile şaşkın yüzler delikanlıya baktı...

Kahveye tuz!..

Delikanlı kıpkırmızı oldu mahcubiyetten; Biraz sonra tuz geldi. Olduğu gibi kahvesine döktü kağıt paketin içindeki tuzu. Herkesin şaşkın bakışları arasında afiyetle kahvesini içmeye başladı. Kiz, merakla, "Garip bir damak zevkiniz var" dedi...

Delikanli anlatti:

"Çocukken deniz kenarında yasardik. Hep deniz kenarında ve denizde oynardım. Denizin tuzlu suyunun tadı ağzımdan hiç eksilmedi. Bu tatla büyüdüm ben. Bu tadı çok sevdim. Kahveme tuz koymam da bundan. Ne zaman o tuzlu tadı dilimde hissetsem, çocuklugumu, deniz kenarındaki evimizi ve mutlu ailemi hatırlıyorum. Annemle babam hala o deniz kenarında oturuyorlar. Onları ve evimi öyle özlüyorum ki.."

Bunları söylerken gözleri nemlenmişti delikanlının. Kız dinlediklerinden çok duygulanmıştı.

İçini bu kadar samimi döken, evini, ailesini bu kadar özleyen bir adam, evi, aileyi seven biri olmalıydı. Evini düşünen, evini arayan, evini sakınan biri. Evcimen biri...

Derken kız da konuşmaya basladı. Onun da evi uzaklardaydı. O da ailesini çok seviyordu. Çocukluğunu anlattı uzun uzun. Delikanlı büyük bir samimiyetle kulak verdi kıza. Zamanı yeniden birlikte yaşadılar. Çocukça. İçten. Sevecen. Çok şirin bir sohbet olmuştu. Tatlı ve sıcak...

Bu sohbet tuzlu öykünün tatlı başlangıcı oldu. Bulusmaya devam ettiler ve her güzel öyküde oldugu gibi, prenses prensle evlendi. Gökten elmalar düştü. Muradlarına erdiler. Ömürlerinin sonuna kadar çok mutlu yasadilar.Prenses ne zaman prensine kahve yapsa kahvenin içine bir tutam tuz koydu hayat boyu... Eşinin böyle sevdiğini biliyordu çünkü...

40 yil sonra, adam dünyaya veda etti. "Ölümümden sonra aç" diye bir mektup bırakmıştı sevgili karisina. Prenses, prensinin ayrılık acısını yüreğinde derinlemesine yaşarken umulmadık bir teselli mesajı okuma beklentisiyle açtı mektubu. Şöyle diyordu satırlarda prens:

"Sevgilim, bir tanem; lütfen beni affet. Bütün hayatimizi bir hayal üzerine kurdugum için beni affet. İlk bulustugumuz günü hatirliyor musun? Öyle heyecanli ve gergindim ki, "seker" diyecekken "tuz" çıktı ağzımdan. Sen ve herkes bana bakarken, sözümü düzeltmeye o kadar utandim ki, tuz gelir gelmez çaresiz kahveme döktüm ve içtim. Sonra da sana bol tuzlu çocukluk hayallerimi anlattım. Bir yanlış üzerine anlattığım hayallerin ilişkimizin temeli olacagi hiç aklima gelmemisti. Sana gerçegi anlatmayi defalarca düsündüm. Ama her defasinda korkudan vazgeçtim. Simdi ölüyorum ve artik korkmam için hiç bir sebep yok... İşte gerçek: Ben tuzlu kahve sevmem. O, garip ve rezil bir tat... Ama seni tanidigim andan itibaren bu rezil kahveyi içtim. Hem de zerrece pismanlik duymadan. Seninle olmak hayatimin en büyük mutlulugu idi ve ben bu mutlulugu tuzlu kahveye borçluydum. Dünyaya bir daha gelsem, her şeyi yeniden yaşamak, seni yeniden tanımak ve bütün hayatımı yeniden seninle geçirmek isterim. İnan bana bu ikinci ömrümü de hep tuzlu kahve içerek geçirirdim."

Yaşlı kadının gözyaşları mektubu sırılsıklam ıslattı.

Bir gün lafı açıldığında yaşlı hanımın arkadaşlarından biri, "Rahmetli kahveyi tuzlu içermiş" dedi, "sen hiç tattın mı, nasıl bir şeymiş?"

Gözleri doldu kadının...
"Çok tatlı" dedi, "çok..."


Bir Ölüm Rüyası


Bir zamanlar bir yerde Allah’ın bir veli kulu yaşardı. Temiz kalpli, ihlaslı, safça bir mü’mindi. Her gördüğünü iyiye yorumlar, Allah’a çok tevekkül ederdi. Bir kötülük, bir çirkinlik görse iyi tarafından alır, “Bunda bir hikmet vardır” diyerek gönlünü hoş tutardı. Her şeyin iyi yönünü görür, gülleri devşirir, dikenlerle hiç ilgilenmezdi. Yaratandan ötürü yaratılanı hoş görür, onlara güler yüzle nasihat ederdi.

Müslümanların kıskanmasına aldırmaz. Onlara karşı yine hüsn-ü zan ederdi. Şeytanı ve nefsini tam ve katıksız düşman bilir, Allah’a sığınırdı. Nefsinin hücumlarına karşı iman kalesine girer, elden geldiğince ona karşı silahlanırdı.

Açıktan küfrünü açıklayanlara, Tevhid’i bulmaları için dua ederdi. Hayatı nurlu, gönlü sürûrlu has bir kuldu. Kur’an-ı sıkça okur, ayetleri anlamaya çalışırdı.

O gün yine nafile oruca niyetlenmişti. Dûha namazını biraz erkence kılmış, şehrin dışına doğru yürüyüşe çıkmıştı. Çevre duvarlarının dışına ağaç gölgelerinin sarktığı eski mezarlığa doğru yürüdü.

Kabristana girdi. Fatiha ve ihlası okudu. Bunu da, ebedi ikamegâhlarında yatanların ruhlarına hediye eyledi.

Koyu gölgeli bir ağacın altına oturup alnında biriken terleri mendiliyle sildi. Derin bir tefekküre daldı. Mezardakilerin hallerini düşünüp, onlar için kaygılandı. Yüreğine ılık bir şeyler aktı, gözleri yaşardı.

Sevgili Peygamberimiz kabir konusunda ne buyurmuştu? “Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur.”

Şimdi burada yatanlar acaba hangisinde?

Acaba bunlar dünya hayatında neler yaptılar? Nasıl inandılar, nasıl yaşadılar? Şimdi cennet bahçesinde zevk mi ediyorlar, yoksa cehennem çukurunda azap mı çekiyorlar? Bir meraktır kapladı içini...

Bu eski mezarlıkta kimler yatıyor? Zengiler, fakirler, iyiler, kötüler, zalimler, günahkârlar...

Sonra yaşadığı zamanı düşündü... Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışanları, mazlumlara eziyet eden zalimleri, vatan, millet, bayrak diye halkı uyutanları, bankalarındaki hesaplarını kabartabilmek için herşeyi mübah sayanları düşündü.

Bir lokma için çöplük karıştıranları, televizyonda gördüğü sanatçı(!)lara ilah muamelesi yapanları, sırf okumak için gittikleri okula; senin giyinişin, kılık-kıyafet yönetmeliğine aykırı diye umudunu o okula bağlamış kızları okula almayan zihniyeti, dininin gereği giyindiği için okuluna alınmayan kızları, alkolün ve uyuşturucunun batağına düşmüş gençleri, ekranlarından fuhuştan başka birşeyin gösterilmediği televizyonların yöneticilerini düşündü... Allah’ım aklıma mukayyet ol! Sen ki duaları kabul edersin. Bizleri Rasulullah’ın (s.a.v.) sancağı altında toplananlardan eyle!..

Senin dininin gereklerini yerine getirmeyenler, bu hayatın sonunda hesap yok zannediyorlar. Oysa Üstad Necip Fazıl Kısakürek bir şiirinde:

“Bu hayatın sonunda hesap yok mu zannettin sen?

Lokantanın garsonu bile; ‘hesap lütfen’ diyor.

Lokantanın garsonu bile hesap isterken...

Sen nasıl olur da; bizlere herşeyi bahşeden, sen...

Hesap sormazsın?..

İlahî onları affet, onlara hidayeti nasip et.”

Ya Rabbi! Çok sürmeden beni de buraya getirecekler. Benim halim ne olacak? Her nefis ölümü tadacaktır. “Ölümün acısı üç yüz kılıç yarasından fazladır.” buyurulmuş. Ben nasıl dayanacağım?

Şeytan son anda bana musallat olursa ben ne yaparım? O zaman halim nice olur. Kabir hayatı, sonra diriliş, hesap-kitap, mizan-terazi, sırat, cennet, cehennem...

Gelen iki meleğe nasıl hesap vereceğim? Onların sorularına cevap verebilecek miyim?..

Bu düşünceler içindeyken uyku bastırdı. Başını yaşlı ağacın gövdesine dayadı. Dualar mırıldanırken gözü dallara, yapraklara kaydı. Sanki o yapraklarda ölmüş insanların isimleri vardı. Onları okumaya çalıştı. Uyku iyice bastırdı. Gözleri kapandı. Derin bir uykuya daldı.

Rüyasında mezardakileri gördü. Güyâ kendisi de ölmüş, orada bulunan kabir arkadaşları hâl diliyle kendisine bir şeyler anlatıyorlardı. Geriye dönüşü olmayan dünya hayatlarını, çaresizliklerini, nasıl aldandıklarını, halen hayatta olanlara nasıl gıpta ettiklerini, kendilerine fırsat verilse ve dünyaya dönseler sırf Allah’ın (c.c.) rızası için nasıl yaşacaklarını, hepsini, hepsini...

Sonra kabrin içinde en çok feryatların, iniltilerin geldiği kabrin sahibine sordu:

- Arkadaş halin nedir? Neden en çok azap sana çektiriliyor?

Kabirdeki şöyle cevap verdi:

- Ah!.. Aman... Halimi hiç sorma. Ben dünya hayatında Allah’a (c.c.) şirk koştum. Her günah affolunur, benim günahım affolunmaz.

- Anladım...

Sonra ana-babasına karşı gelenlerin, katillerin, intihar edenlerin, zulüm yapanların, zina yapanların, içki içenlerin, faiz yiyenlerin, kumar oynayanların, iftira atanların, riyakârların, münafıkların, rüşvet yiyenlerin, yetim malı yiyenlerin, sihirle uğraşanların, avret yerini açanların, karşı cinse benzeyenlerin, ilmiyle âmil olmayan alimlerin, hatta sattığı süte su karıştıranların hayatını dinledi. Çektikleri azaba tanık oldu.

İçi sıkıldı iyice. Çıldıracak gibi oldu. Sonra duyduğu kuş sesleriyle, hissettiği ve tarif bile edemediği eşsiz korkularla kendine geldi..

- Ya sen ey mevta! Nedir tüm bu güzelliğin sebebi? Seni görünce içim açıldı, gönlüm rahatladı. Senin yerinde olması ne kadar isterdim. Belli ki cennete namzetsin. Seni bu makama çıkaran nedir? dedi.

- İmandır kardeş, iman.

- Nasıl yani?

- Ben dünyadayken “La ilahe illALLAH (c.c.) Muhammedürresullah” lafzını tam manasıya anladım, layıkıyla iman ettim, ibadet ettim.

Allah’ım bu güzelliklerini hepimize nasip et, düşüncesi içinde diğer cennetlikleri; zekat verenleri, oruç tutanları, namaz kılanları. Allah’ı (c.c.) çokca zikredenleri ana-babasına hürmette kusur etmeyen evlatları, iyiliği emredip kötülükten nehyedenleri. İffet sahibi insanları, şehidleri, ehl-i takva sahiplerini dinledi. Onlara yapılan izzet-i ikramı gördü. Onlara gıpta ile baktı.

Bizim ALLAH (c.c.) dostu rüyasında kabir aleminde dolaşırken gelen gürültülerle uyandı. O kabristana yeni bir ölü getirilmişti. Kalabalık bir cemaat vardı. Ölüyü kabre koydular. Üzerini toprakla örttüler. Yasin, tekasür, ihlas, fatiha surelerini okuyup dua ettiler. Ellerini yüzlerine sürüp kabristandan ayrıldılar. Kabrin başında ölenin oğlu, kardeşi, bir de imam kaldı. İmam ayağa kalkıp:

- Ey Ahmet oğlu Hasan! diye üç kere bağırdı.

Dünya üzerinde bulunduğun inancı hatırla. O da şudur: “Allah’tan (c.c.) başka ilah olmadığına, Muhammedin (s.a.v.), Allah’ın (c.c.) Rasulü olduğuna, senin Rab olarak Allah’a (c.c.) Din olarak İslam’a, Peygamber olarak Hz. Muhammed’e (s.a.v.) razı olduğuna dair şahitliğindir.” dedi...

Artık imamın ve yanındakilerin işi bitmişti. Son kez kabre bakıp çıkışa doğru yürümeye başladılar.

Kendisini halen rüyada zannediyordu ki; karşıdan gelen imam:

- Hey! Mübarek kalk ne yatıyorsun? sözleriyle irkildi ve birden ayağa fırladı.

- Sen kimsin? Ben nerdeyim? Öldüm mü? dedi..

İmam tebessüm ederek:

- Korkma, dünyadasın. Güneşin altında mezarlıkta uyumuşsun. Az önce bir kardeşimizi ahirete uğurladık. Uyuyacağına cenaze namazına iştirak etseydin, daha iyi olurdu dedi.

- Çok derin uykudaydım hocaefendi. Öyle rüyalar gördüm ki... Bende, ölmüş gibiydim...

- Hayırdır inşaallah. Nasıl olsa öleceğiz. Şimdi önce bir abdest al açılırsın. Sonra öğlen namazının vakti çıkmadan namazını kıl.

İmam ve yanındakiler kabristandan ayrıldılar. O ise halen gördüğü rüyanın etkisi altındaydı. Elinin tersiyle alnının terini sildi. Rüyasında bile cehenneme tahammül edememişken nasıl olur da yaşadığı hayatı cennete gidebilmek için harcamazdı...

İlahi! Bizi af ve mağfiret eyle. Rahmeti ve mağfiretini üzerimizden eksik etme.

Bizlerin canını Senin yolundayken al. Yoksa biz sorgu meleklerine nasıl hesap verir, kabir azabına ve cehenneme nasıl dayanırız?..

İlahi!.. Affet...

 

 

 


Küçük Kız


Bülent, avucunu açmış kendisine doğru elini uzatan adama ters ters baktı.
Elli yaşlarında gösteren adam, görmeye alıştığı hırpani kıyafetli
dilencilere benzemiyordu. Üzerindeki giysiler eski fakat temizdi. Eli yüzü
temiz ve sağlıklı görünüyordu. "Sapa sağlam adam gidip çalışacağına
dileniyor, belki benden daha zengindir" diye düşündü. Zaten canı çok
sıkkındı, birde sinirlenmişti.
Alaycı bir ses tonuyla:
Ekmek parası mı istiyorsun ? diye sordu.
- Hayır çikolata parası lazım!

Bülent in kızgınlığı şaşkınlığa döndü. Espri yeteneği olan dilencinin hali
de başka oluyor diye düşündü.
Niye siz ekmek bulamayınca çikolata mı yiyorsunuz?
- Hayır. Ekmek bulamadığımız günler genellikle bulgur pilavı yeriz, onu da
bulamadıysak aç yatarız.

Bülent adamın ciddi mi konuştuğunu yoksa dalga mı geçtiğini anlayamamıştı.
Bu gün karnınız doydu üstüne tatlı mı istedi canınız?
- Fakirin canı mı olur ki, tatlı istesin beyim.

Bu bir kamera şakası mı yoksa sen iş bulamamış stendapçı mısın?
- Hiçbiri değil. Sadece fakirim. Bugün karımın doğum günü, ona çikolata
götürmek istiyorum.

Doğum gününde yaş pasta alınır bildiğim kadarıyla.
- O bizim için değil zenginler için. Otuz yıllık evliliğimiz boyunca ona
bir kez bile yaş pasta alamadım. Ama her doğum gününde mutlaka çikolata
götürdüm. Çikolatayı çok sever.

Adamın söyledikleri Bülent in dikkatini çekmişti. O akşam karısıyla kavga
etmiş, kapıyı çarpıp kendini sokağa atmıştı. Arabasına da binmemiş sahile
kadar yürümüştü. Denizi seyretmek de onu rahatlatmamıştı . Oysa eskiden
denizi seyrederken çok rahatlardı. Dalgalar sıkıntısını alıp götürürdü.
Fakat karısının evde ağlıyor olduğunu bildiği için olsa gerek, hiçbir şey
onu rahatlatmıyordu.

Dilenciyle konuşurken biraz kafası dağılmıştı. "Acaba söyledikleri gerçek
mi, yoksa uyduruyor mu" diye düşündü.
- Cebinde bir çikolata alacak para yok mu şimdi?

Bülent in sorusu üzerine adam ceplerini boşalttı, bir nüfus cüzdanından
başka bir şey çıkmadı.
- Ben dilenci değilim. İşim yok. Günlük çalışırım, ne iş bulursam yaparım.
Fakat bu gün bütün gün iş aradım, aksilik bu ya, hiçbir iş bulamadım.

Bülent oturduğu bankı işaret ederek yer gösterdi.
- Oturun biraz dertleşelim bari, dedi.
Adam çekingen çekingen oturdu yanına.
- Yokmu eşin dostun, borç alacak akraban
- Fakirin akrabaları da fakir olur beyim. Bulurlarsa kendi karınlarını
doyururlar.
- Dilenecek kadar çok mu seviyorsun karını ?
- Hem de çok seviyorum. Otuz yılımı aydınlattı o benim.
- Hımmmm. Aşk hemde otuz yıl süren aşk. Hayret doğrusu! Aşkın ömrü en
fazla üç yıl diyorlar oysa. Sen otuz yıldan bahsediyorsun.
Evet. Geçen yıllar sevgimi azaltmadığı gibi artırdı.
Söyle o zaman nedir evlilikte mutluluğun sırrı?
- Söylediklerine bakılırsa sen mutluluğun formülünü bulmuş gibisin.
- Ben ilkokulu bile bitirmedim. Öyle formül falan bilmem.
- Formül dediysem kimya formülü sormuyorum canım. Bende altı yıllık
evliyim. Sevdiğim kadınla evlendim, fakat mutlu değilim. Sürekli kavga
ediyoruz. Daha iki saat önce kapıyı çarptım çıktım.
Evimiz, arabamız, işimiz, gücümüz, her şeyimiz var, ama mutlu değiliz.
Senin hiçbir şeyin yok, ama mutlusun. Para mı acaba bizi mutsuz eden?
- Hiçbir şeyim yok mu? Hayır benim her şeyim var. Benim karım her şeyim.
Sevgilim, eşim, arkadaşım, hayat yoldaşım. Hayatımı paylaştığım insandan
daha değerli ve daha önemli ne olabilir ki dünyada?
Sizin ev, araba, iş diye her şey dediğiniz şeylerdir aslında hiçbir şey
olan.
- Öyle deme, şu kadar varlığın içinde bile karım her şeyden şikayet
ediyor.
Bir de fakir olsam kim bilir ne olur?
- Altın tasın, kan kusana faydası yoktur beyim. Sen kadın ruhunu hiç
anlamamışsın. Hiçbir kadın iyi bir evde oturduğu, hergün çeşit çeşit
yiyecekler yediği için mutlu olmaz. Bir kadın, kocasının her şeyi olduğunu
bildiğinde ancak mutlu olur.
- Sizin mutluluğunuzun sırrı bumu ?
- Olabilir. Ben karıma değerli şeyler alamıyorum ama ona benim için ne
kadar değerli olduğunu hissettiriyorum. O da çok mutlu oluyor.
- Bir kadına değerli olduğunu nasıl hissettirilir?
- Küçük kızı severek.
- Küçük kız mı ? Hangi küçük kız ?
Yaşı kaç olursa olsun her kadının içinde hiç büyümeyen bir küçük kız
vardır. O kızı ne kadar çok sever, ne kadar çok mutu edersen, o kadını da
o kadar mutlu edersin.
- Nasıl yani ?
- Küçük kız neleri sever, nelerden hoşlanır bir düşünün. Küçük kızlar hep
beğenilmek, ilgi görmek isterler. Güzel olduklarını duymaya bayılırlar.
Kendilerine prensesmiş gibi davranılmasını beklerler. Küçük kızlar hep
prenses olmayı hayal ederler. Sürprizlerden hoşlanırlar. Biraz şımartılmak
isterler. Sevilmek ve sevildiklerini hep duymak isterler. İltifata doymaz
küçük kızlar. Öyle değil mi?
- Haklısın. Benim dört yaşımda bir kızım var. Adı Aylin. Her akşam boynuma
sarılır "babacığım beni ne kadar seviyorsun?" diye sorar. Giysisini
değiştirdiği zaman etrafımda "Baba güzel olmuş muyum?" diye sorar durur.
Güzelsin demem de yetmez ona. " Harikasın prenses gibi olmuşsun"
demeliyim. Dünyanın en güzel kızı demeliyim.
- İşte kadınlar bir ömür boyu bunu duymak isterler. Ben elli yaşındaki
karıma böyle davranıyorum. Ömrümüz olurda seksen, doksan yıl da yaşarsak
ben ona böyle davranmaya devam edeceğim. Ona "bebeğim" diye hitap ediyorum
çok hoşuna gidiyor. "Bebeğim bana bir çay yapar mısın?" dediğimde çay
yapmak için nasıl koşturduğunu görmelisiniz.
- Hiç kavga etmezmisiniz siz?
- Kavga evliliğin tadı tuzu. Arada biz de tartışırız. Küsüp barışmanın
tadı ayrıdır. Benim karım bir keçi kadar inatçıdır. Onunla barışmak için
uğraşmak ayrı bir keyif verir bana.
- Benim eşim çok ciddi kadındır. Hiç küçük kız havası yok onda.
- Küçük kızlar büyüdükleri zaman artık sevgi, ilgi istemeye utanırlar. En
ciddi yada en yaşlı kadının bile o küçük kız mutlaka vardır. Yeter ki sen
o tatlı kızı sevindirmeyi, mutlu etmeyi bil. Ve o küçük kızı asla aldatma.
Yoksa bir daha sana güvenmez ve ne yaparsan yap hep kuşkuyla bakar. Küçük
kızlar hem çabuk mutlu olurlar hemde çabuk kırılırlar. Çok narindir onlar.
Hoyrat elleri sevmezler. Yumuşak dokunuşları severler.
- Bu tavsiyeni deneyeceğim. Fakat her zaman yapabilir miyim bilmiyorum.
Bazen işlerim çok yoğun oluyor o zaman eve çok yorgun gidiyorum.
- Bu sadece bir bahane. O küçük kızı mutlu etmek dünyanın en kolay işi.
Çoğu zaman birkaç tatlı söz yeterli olur. Sen o küçük kızı mutlu ettiğinde
karşılığını fazlasıyla alırsın. Artık o seni rahat ettirmek için elinden
gelen gayreti gösterir. Karısı mutlu olmayan erkek mutlu olamaz. Mutlu
olmak isteyen erkek önce hayat arkadaşını mutlu etmelidir.
Düşünsene somurtkan, mutsuz, sürekli söylenen biriyle yolculuğa çıksan ne
kadar mutlu olabilirsin.
- Haklısında bende bütün gün ailem için çalışıp yoruluyorum.
- Yine para, yine dış sebepler. Evet para önemli ve gerekli ama kadınlar
para için erkekleri sevmezler. Para geçici mutluluklar verir. Kadınlar
hediye almayı severler. Paran varsa hediye al tabi. Ama hediyeyle mutlu
olmasını bekleme. Hediyenin yanına sevgini katmazsan hediyenin bir anlamı
yoktur. Benim hiçbir zaman çok param olmadı. Günlük kazandım günlük yedik.
Bazen aç kaldığımız günler oldu.
Hiçbir zaman karımın kulaklarına altın küpe takamadım ama her zaman aşk
sözleri fısıldadım. Hiçbir zaman boynuna pırlanta gerdanlık alamadım ama
hep öpücüklerle sevdim boynunu. Hiçbir zaman ona ipek elbiseler
giydiremedim ama kendi bedenimle ipek elbise gibi yumuşacık sardım
bedenini ve mutlu ettim onu.
Adam ayağa kalktı.
- Bana müsaade, artık gitmeliyim, karım merak eder. Sende git evine küçük
kızın gönlünü al, belki o küçük kız şimdi evde ağlayıp duruyordur.
- Bülent de ayağa kalktı. Kuvvetlice elini sıktı.
- Sizi tanıdığıma çok memnun oldum.
Elini bıraktı koluna girdi. Yolun karşısındaki pastaneyi gösterdi.
- Hadi gel eşin için şuradan çikolatalı pasta alalım, dedi.
Pastayı aldılar. Adam hayatında ilk defa karısına yaş pasta götürmenin
mutluluğuyla, bin bir teşekkür ederek evginin yolunu tuttu. Bülent de
pastanenin yanındaki manavdan karısının en sevdiği meyvelerden aldı.
Evine geldiğinde karısı şişmiş gözlerle mutfak masasında oturmuş su
içiyordu. Bülent hiç konuşmadan meyveleri büyükçe bir tabağa döküp
yıkadı., sonra eşinin önüne koydu.
- Bunlar dünyanın en şanslı meyveleri, dedi.
İnci hiç konuşmadı.
- Sorsana "niye" diye.
İnci kızgın kızgın:
- Niye? Diye sordu.
- Çünkü dünyanın en güzel ve en tatlı kadının midesine gidecek, dedi gayet
ciddi bir ses tonuyla. İnci şaşırmıştı. Bir anda yüzünün ifadesi
yumuşamıştı.
- Bunlar senin sevdiğin meyveler, senin için aldım.
- Hayret bir şey! Her zaman kendi sevdiğin meyveleri alırdın. Benim hangi
meyveleri sevdiğimi iyi hatırlamışsın. Aslında bu beklediğim istediğim bir
şeydi. "bak senin sevdiğin meyveleri aldım"
Ama şimdi kıymeti yok. Çünkü sana çok kırgınım, meyve alarak gönlümü
alamazsın.
- Özür dilerim seni kırdığım için.
Sonra Bülent yere diz çöktü.
- Cezam neyse razıyım. Ama bir tek şey istiyorum senden. Seni delice seven
bu adamı senden mahrum etme.
- Bülent yere çömelmiş, boynu bükük bir vaziyette çok komik görünüyordu.
İnci kıkır kıkır gülmeye başladı.
- Affetmek o kadar kolay değil. Bakalım hangi cezalara katlanabileceksin,
dedi.
Bülent işte o zaman ona muzip muzip bakan eşinin içinde sakladığı küçük
kızı gördü.
Bundan sonra her şey daha farklı olacak diye düşündü.

İpin Hesabı


Zenginin biri ölümden ve kabirdeki yalnızlıktan çok korkuyormuş.

"Öldüğüm geceyi kim kabre girerek sabaha kadar benimle geçirirse servetimin yarısını ona bağışlıyorum"

diye vasiyet etmiş. Öldüğünde
"Kim birlikte kabre girip sabahlamak ister?" diye araştırmışlar. Kimse çıkmamış. Nihayet bir hamal,
"Benim sadece bir ipim var, kaybedecek bir şeyim yok. Sabaha kadar durursam zengin olurum." diye düşünerek kabul etmiş.

Vefat eden zengin ile birlikte defnetmişler. Sorgu sual melekleri gelmiş. Bakmışlar kabirde bir ölü, bir canlı var. "Nasıl olsa bu ölü elimizde... Biz şu canlı olandan başlayalım" demişler ve hamalı sorgulamaya başlamışlar.

"O ip kimin? Nereden aldın? Niye aldın? Nasıl aldın? Nerelerde kullandın?" Sabaha kadar sorgu sual devam etmiş, adamın hesabı bitmemiş. Sabahleyin kabirden çıkmış.

- Tamam, servetin yarısı senin, demişler.

- Aman,demiş hamal, istemem, kalsın. Ben, sabaha kadar bir ipin hesabını veremedim. O kadar servetin hesabını nasıl veririm?


Ceza kime?


Bir gece Medine sokaklarında Halife Hazreti Ömer ve Abdurrahman bin Avf hazretleri gezerken bir evin içinden karışık seslerin geldiğini duyarlar. Biraz yaklaşınca sorar Halife:

- Ey Abdurrahman, bu evin kime ait olduğunu biliyor musun?
Abdurrahman bin Avf, "Bilmiyorum" der. Şöyle açıklama yapar.

- Burası Rebi a bin Ümeyye nin evidir. İçindekiler de sarhoşlar, içmişler bağırıp çağırışıyorlar. Ne dersin, bunlara ne türlü bir ceza uygulayalım? Gecenin bu saatinde bu haldeler...

Abdurrahman bin Avf der ki:
- Bana kalırsa ceza uygulanacaklar onlar değil, biziz!
İrkilir Halife.
- Neden? diye sorar. Şöyle izah eder büyük sahabe:
- Allahü Azimüşşan İnsanların gizli ayıplarını araştırmayınız buyuruyor. Biz ise gecenin bu saatinde evinin içindeki ayıplarını araştırıp meydana çıkarmakla meşgulüz. Aslında cezalık işi biz yapıyoruz demektir!
Bunun üzerine düşünmeye başlayan Halife, elini Abdurrahman bin Avf in eline uzatarak der ki:

- Tut şu elimden de bir an evvel buradan uzaklaşalım; yoksa biz onlara değil, onlar bize ceza isteyebilirler.
Oradan hızla uzaklaşırken de söylenmekten kendini alamaz Halife!

- Allah insanları doğru düşünen dostlardan mahrum etmesin. Kimseyi de kendi kanaatinde ısrarcı eylemesin. Kendi kanaatini dostlarına kontrol ettirmek, daha doğrsunu duyunca da hemen kabul etmek ne güzeldir!

 

Allah görüyor


Hz. Ömer (r.a) halifeliği döneminde gece sokaklarda dolaşır, halkın emniyet ve huzurunu kontrol ederdi. Bir hastanın feryadını duysa durup ilgilenir, derdine çare olmaya çalışırdı. Bir çocuğun ağladığını işitse, sebebini sorar ve yardımına koşardı.

Bu maksatla dolaşırken bir gece yarısı evin birinden bir ses duyar. Ana ile kız arasında geçen bir münakaşaya şâhit olur. Kızın anasına karşı dürüst ve tatlı sözlü hareketi Hz. Ömer (r.a)’ın gönlünü fetheder. Kız:

“- Anneceğim! Halife’nin süte su katmama emrini duymadın mı? Nasıl hile yapabiliriz? Kötü bir iş bu.” diye konuşur. Annesi fikrinde ısrar eder ve:

“- Kızım! Bizim burada süte su koyduğumuzu halife nereden görecek, nereden bilecek ve nasıl işitecek?” der. Kendince kızını ikna etmeye çalışır. Fakat imanı bütün kızcağız bu cevaptan hoşnut olmaz. Süte su katma işini asla doğru bulmaz.

“- Anneciğim! Bu yapılanı bu saatte halife Ömer görmüyorsa da Allah Teâlâ görüyor.” diye cevap verir.

Hz. Ömer (r.a) imanı bütün bu kızcağızın cevabından pek hoşnut olur. Dürüstlüğüne hayran kalır. Ruhunda taşıdığı bu imanın bir mükâfatı olarak onu oğlu Âsım’a nikahlar.


Farklı bakış


Arjantinli ünlü golfçu Robert Vincenzo yine bir ödül kazanmış, ödülünü alıp kameralara poz vermiş. Ardından kulübüne uğramış, eşyalarını toplayıp otoparktaki arabasının yanına doğru yürümüş.
O sırada yanına bir kadın yaklaşmış.Vincenzo yu kutladıktan sonra ona küçük bir bebeğinin olduğunu, bebeğin çok hastalandığını ve hastane masraflarını karşılayamadığını onun her gün biraz daha ölüme yaklaştığını anlatmış, bir çırpıda.

Kadının anlattıkları Vincenzo yu çok etkilemiş. Hemen çek defterini çıkarmış ve turnuvadan kazandığı paranın bir bölümünü yazıp imzalamış. Çeki kadına uzatmış.

O sırada kadına "umarım bebeğinin iyi günleri için harcarsın" demiş.

Ertesi hafta Vincenzo kulüpte öğle yemeğini yerken Golf derneğinin bir üyesi yanına yaklaşmış ve
"Otoparktaki çocuklar, geçen hafta siz turnuvayı kazandığınız gün bir kadının yanınıza yaklaştığını ve sizinle konuştuğunu söylediler"
demiş.

"Evet" demiş Vincenzo,
"bunun nesi garip?".
"Garip değil tabi ki" demiş adam," ama size bir haberim var o kadın bir sahtekarmış. Sizin gibi zengin kişilere yaklaşıp hasta bir bebeği olduğunu söyleyip para koparırmış. Korkarım sizden de koparmış."

Vincenzo şaşkınlıkla
" yani ölümü beklenen bir bebek yok mu?" demiş.
"Yok" demiş adam.

Vincenzo:
"İşte bu hafta duyduğum en iyi haber"

Seni neden arayayım?


Horasan’ın meşhur valisi Abdullah bin Tahir, muhterem ve mübarek bir idarecidir. Ancak yönetime geçince ister istemez hatalar da yapar, zulüm de işler. Nitekim bir gece mahallede rahatsızlık verip şikâyetlere sebep olan bazı başıboş kimseleri toparlayıp valinin huzuruna çıkarmak üzere önlerine katarak götüren bekçiler, bir ara bir suçlunun sokaklardan birine dalarak kaçtığını görürler. Peşine düşen bekçiler sokakta önlerinde yürüyen Heratlı masum bir demirciyi, kaçan sendin, diyerek yakalayıp suçlular arasında valinin huzuruna çıkarırlar. Geceleri halkı rahatsız eden bu suçlulara olan kızgınlığı sebebiyle ayırım yapmadan, soruşturma gereği duymadan emir veren Abdullah bin Tahir:

- Bunların hepsini de atın zindana. Akılları başlarına gelinceye kadar kalsınlar orada!. Geceleri halkı rahatsız edip de şikâyetlere sebep olmak neymiş anlasınlar, der.

Böylece akşam geç vakte kadar çoluk çocuk rızkı için çalışmaktan yorularak evine dönmekte olan Heratlı demirci de suçlular arasında zindanı boylamaktan kurtulamaz. Üzerine kapatılan zindan kapısının arkasından kırık gönülle yaptığı bedduası ise şundan ibaret olur:

- Rabb’im, der. Beni evimde uyutmayanları sen de evlerinde uyutma. Sabahlara kadar onlar da uyuyamasınlar yataklarında!.

O sıralarda evinde yatağına uzanan vali ise, daha gözlerine uyku girer girmez müthiş bir sarsıntı ile uyanır. Hemen fırlar yatağından, bakar ki deprem filan yok. Şükürler olsun rüyaymış, diyerek tekrar uzanır yatağına. Ne var ki yine gözünü kapar kapamaz aynı sarsıntı başlar. Yine fırlayıp sağa sola bakar.. Derken sabahlara kadar mazlum demirci zindanda nasıl uyumazsa zalim vali de evindeki yumuşak yatağında öyle uyuyamaz...

İnsaflı vali, sabah olunca, “Bunda bir hikmet olabilir, birine bir zulüm mü yaptım acaba?!”, diyerek hapishane müdürünü çağırtıp sorar.

- Bu gece sabaha kadar uyuyamadım. Bir mazlumun bedduasını mı aldım acaba, der. Müdür Bey kendisinin de işittiği bir mahpusun duasını anlatır.

- Rabbim beni evimde uyutmayanları sen de evlerinde yumuşak yataklarında uyutma, diye dua eden bir demirci vardı hapishanede..

- Hemen o demirciyi getirin buraya, der. Vali, huzuruna getirttiği demircinin suçsuzluğunu öğrenince özür dileyerek serbest bırakırken tembihini de şöyle yapar:

- Başına böyle bir iş gelirse hemen beni ara!.

Demirci cevabını beklemeden verir:

- Seni neden arayayım? Bana zulmeden sen değil misin? Ben seni değil, beni senin zulmünden kurtaranı arar, müracaatımı yine O’na yaparım. Zira O (cc), senin evini sabahlara kadar başına yıkacak halde sallamasaydı sen yine beni aramayacak, zulmünü sürdürmekten geri kalmayacaktın.


Yemekte Besmele ve Şeytan


Huzeyfe radıyallahu anh anlatıyor:
Peygamber aleyhisselâm ile beraber yemek etrafında hazır olduğumuz vakit.. Allah’ın Resulü başlamadan önce ellerimizi yemeğe uzatmazdık. Bir defa Resulüllah aleyhisselâm ile beraber yemek etrafında toplanmıştık. Bir cariye, biri tarafından itilircesine gelip elini yemeğe uzatınca, Peygamber aleyhisselâm cariyenin elini tutup onu durdurdu. Ondan sonra bir Arâbî de aynı şekilde itilircesine geldi. Allah’ın Resulü bununda elinden tutup yemeğe başlamasına mani oldu ve şöyle buyurdu:

— Muhakkak ki şeytan, Allah’ın ismi anılmamak, yani besmele çekilmemek suretiyle yemeği kendisine helâl kılmaya gayret eder. Bu sebeple bu cariyeyi getirdi ve besmele çektirmeden yemeğe başlatarak, bunun vasıtasıyla yemeği kendisine helâl kılmak istedi. Bunun için cariyenin elinden tutup yemeğe başlamasını önledim. Sonra, aynı sebeple şu ârâbiyi getirdi. Onun da elinden tutup yemeğe başlamasına mani oldum. Hayatımı kudreti ile tutan Allah’a yemin ederim ki, cariyenin eli ile birlikte şeytanın da eli elimde idi.
(Müslim, Ebû Davud, Neseî)
Hazreti Aişe radıyallahu anhâ anlatıyor:
Resülullah aleyhisselâm sahabîlerinden altı kişi ile beraber yemek yiyordu. Bu arada bu ârâbî geldi ve iki lokma yedi. Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm:
— Eğer şu ârâbî besmele ile yemiş olsaydı yemek hepinize yeterdi, buyurdular.
(Tirmizî)


Meleklerin Yıkadığı Genç


Eshâb-ı kirâmdan Hanzala hazretlerinin henüz yeni evlendiği günün gecesiydi. Sevgili Peygamberimiz, eshâbını toplayarak islâma saldırmak ve yok etmek için bütün savaş hazırlıklarını tamamlayan Mekkeli müşriklere karşı harp yapılması kararını vermişlerdi. Harbe katılacak sahâbiler tek tek evinden çağırıldı. Harp haberini duyuran haberci, Hanzala nın evine uğradı. Bu karar ve resûlullah Efendimizin emri ona da ulaştı. Emri duyan Hanzala, boy abdesti alma fırsatını bulmadan Uhud a gitmek üzere hemen sahâbenin arkasından koşmaya başladı ve eshâbının arasına katıldı.

Harp sona erince Müslümanlar Medine ye dönmeye başladılar. Harbe iştirak edenlerin yakınları acaba bizden geriye dönen olacak mı heyecanı içerisinde yollara sıralanmışlardı. Bunların arasında henüz bir günlük evli olup, gece yarısı sevgili peygamberimizin emrine uyarak harbe giden ve şehitlik şerbeti içen hazreti Hanzala nın dul hanımı da vardı.Herkes büyük bir heyecanla harpten dönenlere yakınlarını soruyor, fakat hiç kimse kimseye cevap vermiyordu. Ancak sorulan soruları sevgili peygamberimiz (a.s) cevaplıyordu. En son olarak soru sorma sırası, şehit olan Hanzala nın hanımına gelmişti. Resûlullah Efendimize yaklaşarak:

- Ey! Allahın Resûlu! Hanzala nerede?

Sevgili peygamberimiz cevabında:

- Hanzala şehit oldu , buyurdu.

Bunun üzerine Hanzala nın hanımı:

- Yâ Resûlullah, şu anda söyleceğim bir aile sırrıdır. Sizler de biliyorsunuz ki, kocamla daha henüz ilk evlendiğimiz geceydi. Kocam Hanzala, sizin mübârek emrinize uyarak boy abdestini alamadan harbe katıldı. Bildiğiniz gibi şehit oldu. Bu sebeple, emir veriniz de kocamı bulsunlar ve yıkasınlar, dedi.

Bunun üzerine sevgili peygamberimiz hüzünlü bir şekilde:

- Sen Hanzala için hiç merak etme! Ben Hanzala yı rahmet suları ile melekler tarafından yıkanırken gördüm, buyurdu.

 

Anne - Baba


Abdullah b. Mes’ud diyor ki: “Peygamber (s.a.s.) Efendimize:

-Allah’ın katında en sevgili amel hangisidir? diye sordum, Peygamber (s.a.s.):
-Vaktinde eda olunan namazlar, buyurdu.
-Namazdan sonra hangisi daha sevgilidir? dedim.
-Ana-babaya iyilik etmektir, buyurdu.
-Sonra hangisidir? dedim.
-Allah yolunda cihaddır, buyurdular. (Riyâzu’s-Sâlihîn, I, 347).

Çocuklar anne-babaları hakkında kötü konuşmamalı, onlara sövmemelidir, vasiyetlerini yerine getirmeli, dostlarına ikramda bulunmalıdırlar: “Ey Rabbimiz kıyamet günü, beni, anne-babamı ve bütün müminleri mağfiret eyle. ” (İbrahim, 14/41) diye dua etmelidir.

Baliğ olan çocuklar ana-babalarının odalarına her zaman izin alarak girmelidirler. Baliğ olmayan küçükler de şu üç vakitte ana-babalarının veya başkalarının odalarına izin ile girmelidirler:
Sabah namazından önce, yani yataktan kalkıp giyinileceği zaman; öğle uykusu sırasında yatsı namazından sonra yatılacağı zaman.
Çünkü bu vakitler karı-koca arasında mahrem vakitlerdir. Allah’u Teâlâ, bütün müminlere bunu çocuklarına öğretmelerini emretmiştir (en-Nûr, 24/58).

Hz. Peygamber, “kime iyilik edeyim” diye soran bir sahâbiye şu karşılığı vermiştir: “Ananıza (bunu üç defa tekrarlamıştır) sonra babanıza, sonra en yakın olanlara” (Buhârî, Edeb, 2; Müslim, Birr, 1,2; Ebû Dâvud, Edeb, 120). Yine Peygamber Efendimiz “Anne Cennet kapılarının ortasındadır” (İbn Hanbel, V, 198); “Cennet annelerin ayakları altındadır” (Nesâî, Cihad, 6) buyurmuştur.

Çocuklar ana-babalarına karşı daima saygılı olmalı, onlara karşı tatlı dilli, güler yüzlü davranmalıdırlar. Ana-babanın bütün söylediklerini Allah’a itaatsizlik söz konusu olmadıkça, dinlemek ve kabul etmek gerekir. Her işte onların rızasını almaya çalışmalıdır. Onların hizmetlerini kendi hizmetinden önce görmelidir. Öldüklerinde de onları rahmetle anmak, onlar için hayır dua etmek, hayır yapmak, vasiyetlerini yerine getirmek gerekir.
Allah’a şirkten sonra en büyük günah ana-babaya itaatsizliktir. Ana baba İslâmî emirleri yerine getirmede ve yasaklardan kaçınmada titizlik göstermiyorlarsa ve hatta kâfir iseler bu onların ana-baba olmalarından doğan haklarını ortadan kaldırmaz. Dolayısıyla onlara Allah’a isyan teşkil etmeyen hususlarda itaat etmek ve her zaman iyi davranmak gerekir.

 

Namazı Doğru Kılmak

 

Resulullah (s.a.v.) Efendimiz, bir gün mescitte ashabıyla birlikte otururken, İslam ı yeni öğrenmiş bedevi bir zat girdi. Rüku ve secdesini tam yapmadığı bir namaz kıldı.

Sonra huzura gelerek selam verdi. Resulullah Efendimiz selamını aldı ve.
- Dön namazını tekrar kıl, buyurdu.
O zat dönerek, önceki kıldığı gibi namazını tekrar kıldı. Resul-i Zişan (s.a.v.),
- Dön tekrar kıl; çünkü sen, namaz kılmış olmadın!, buyurdu.
Bu hal üç defa tekerrür edince o zat:
- Ya Resulullah! Seni hak ile gönderen Allah a yemin olsun ki, ancak bu kadar biliyorum, doğrusunu bana öğretirmisin? dedi.
Bunun üzerine Efendimi z (s.a.v.):
- Namaz kılmak isteyince güzelce abdest al, kıbleye dön, iftitah tekbirini al, kolayına geldiği kadar Kur an oku, sonra rükua varıp sukunet buluncaya kadar dur. Sonra başın büsbütün doğruluncaya kadar ayakta kal, sonra secdeye varıpmutmain oluncaya kadar dur, başını kaldırıp hareketsiz kalıncaya kadar otur. Bunları bütün namazlarda böylece yaparsan namazın tam olur, bundan neyi eksiltirsen namazı eksiltmiş olursun, buyurdu.

 

 

 


Beddua


Hz. Ömer (R.A.) naklediyor:
“Rasulullah (A.S.) zamanında Abdullah isminde “el-hımâr lakabıyla meşhur birisi vardı; sık sık Rasulullah’ı güldürürdü.
Bir defasında içki içtiği için Efendimiz onu cezalandırmıştı. Başka bir defasında yine içki yüzünden huzura getirildi; Efendimiz (A.S.) emretti, yine ceza uygulandı.

Onun bu şekilde bir kaç defa cezalandırıldığını gören birisi:
“Allah ona lânet etsin! Ne kadar da çok içki içiyor. diye lânet okudu. Bunu duyan Rasulullah (A.S.).“Ona lânet etmeyin! Vallahi o Allah ve Rasulünü seviyor. buyurdu. (Buhari, Ebû Ya’lâ)

Ebu Hureyre’nin (R.A.) aktardığı bir olayda da, yine içki yüzünden ceza verilen bir kimseye oradakilerin beddua etmesi üzerine Rasulullah (A.S.):
“Böyle söylemeyiniz! Kardeşinize karşı şeytana yardımcı olmayınız! (Buhari) Allahım onu affet, onu doğru yola ilet. Allah sana acısın deyiniz. buyuruyor. (Kandehlevî)

 

Taşın Hikayesi


Genç bir Yönetici, yeni Jaguarı içinde kurulmuş, biraz da hızlıca, bir mahalleden geçiyordu. Park etmiş arabaların arasından yola fırlayan bir çocuk olabilir düşüncesiyle dikkatini daha çok yol kenarına vermişti. Bir şeyin yola fırladığını görünce hemen fren yaptı ama aracı durana kadar geçen mesafede yola çocuk fırlamadı. Bunun yerine, yepyeni arabasının yan kapısına büyükçe bir taş çarptı. Adam hızlıca frene yüklendi ve taşın fırlatıldığı boşluğa doğru geri geri gitti.

Sinirlenmiş olan genç adam arabasından fırladı ve taşı atan çocuğu kaptığı gibi yakında park etmiş olan bir arabanın gövdesine sıkıştırdı. Bunu yaparken de bağırıyordu : Sen ne yaptığını sanıyorsun serseri? Bu yaptığın ne demek oluyor? O gördüğün yepyeni ve pahalı bir araba ve attığın o taşın mahvettiği yeri düzelttirmek için kaportacıya bir sürü para ödemek zorunda kalacağım. Neden yaptın bunu ?

”Küçük çocuk üzgün ve suçlu bir tavır içindeydi. “Lütfen, amca, lütfen kızmayın. Ben çok üzgünüm ama başka ne yapabilirdim, bilemedim. Taşı attım çünkü işaret etmeme rağmen diğer arabalar durmadı. Çocuk, gözlerinden süzülen yaşları elinin tersiyle silerek park etmiş bir aracın arkasına işaret etti. “abim orada. Yokuştan aşağı yuvarlandı ve tekerlekli sandalyesinden düştü ve ben onu kaldıramıyorum.”

Çocuğun şimdi hıçkırıklardan omuzları sarsılıyordu ve şaşkın adama sordu : “Onu kaldırıp tekerlekli sandalyesine oturtmama yardım edebilir misiniz? Sanırım abim yaralandı ve benim için çok ağır.
Ne diyeceğini bilemez halde, genç yönetici boğazındaki düğümden yutkunarak kurtulmaya çalıştı. Yerde yatan sakat çocuğu kaldırıp tekerlekli sandalyesine oturttu, cebinden temiz ve ütülü mendilini çıkartıp, çeşitli yerlerinde oluşmuş ve kanayan yara ve sıyrıkları dikkatlice silmeye çalıştı.

Bir şeyler söyleyemeyecek kadar duygulanmış olan genç adam, abisinin tekerlekli sandalyesini iterek yavaş yavaş uzaklaşan çocuğun ardından bakakaldı. Jaguar marka arabasına geri dönüşü yavaş yavaş oldu ve yol ona çok uzun geldi.
Arabanın yan kapısında taşın bıraktığı iz çok derin ve net görülür şekildeydi ama adam orayı hiçbir zaman tamir ettirmedi. Oradaki izi, şu mesajı hiç unutmamak için sakladı :

Hiçbir zaman yaşamın içinden, seni durdurmak ve dikkatini çekmek için birilerinin taş atmasına mecbur kalacağı kadar hızlı geçme.
Yaratıcı ruhumuza fısıldar ve kalbimizle konuşur. Bazen, onu dinlemek için vaktimiz olmuyorsa, bize taş fırlatmak zorunda kalır.

Fısıltıyı dinle… veya taşı bekle.
Seçim senin.

Allah, Evren ve İnsan ÜzerineAna Sayfaİletişim ve Site HakkindaSİTEYE KAYIT Öğüt Vermek ve Hatırlatmak
Hayra ve barışa yönelik işler yapmak, insanlara doğru ve güzeli göstererek tavsiyelerde bulunmak, güzel sözle öğüt vererek hatırlatmak, Kur’an-ı Kerim ayetlerini öğrenmek, peygamberimizin ve tüm peygamberlerin güzel ahlaklarından ve üstün davranışlarından feyiz alarak insanlara örnek olmak her müminin üzerine düşen önemli bir vazifedir. En başta nefislerimizi terbiye etmeli, dosdoğru olmalı ve insanlara da doğruyu göstermeye çalışmalıyız. Bunu yaparken çeşitli zorluk ve sıkıntılarla, çevresel baskı ve memnuniyetsizliklerle karşı karşıya kalabiliriz. Ancak yılmadan, heyecanımızı yitirmeden var gücümüzle hayırlı işlerde yarışırcasına didinip uğraşmalıyız. İnsanların pek çoğu kendilerini rahatsız edecek ve dünya hayatındaki başıboş yaşantılarını sorgulatacak öğüt ve tavsiyeler karşısında tepki gösterip ters davranabilir. Hatta uyarılarınızdan dolayı sizi azarlayıp kırabilir de. Sabırlı olmak, kararlı olmak güzel düşünüp güzel davranarak anlayışlı olmak bu kişiler üzerinde önemli katkılar sağlayacaktır. Şayet etrafımızdaki insanları gerçekten sevip sayıyorsak onlara birtakım gerçekleri hatırlatmaktan ve gerektiğinde onları uyarmaktan çekinmemeliyiz. Zira çok sevdiğimiz bir kişi ahiretini yitiriyor dünya sermayesini boş amaçlar uğruna tüketiyor olabilir. Bu insanlara olan gerçek sevgimiz onların bu dünyasından çok ahireti için endişe ettiğimiz zaman ortaya çıkacaktır. Onları kırıp incitmeden samimi ve gönülden uyarılarla doğruya sevk etmeye çalışmalıyız. Hz. Musa’ya Firavun’a giderken dahi yumuşak ve tatlı söz söylemesi buyrulduğunu hatırlayıp dini emir ve gerçekleri anlatıp tavsiye ederken çok titiz ve hassas olmamız gerektiğini unutmamalıyız. Hayatımız boyunca uğraşıp tek bir kişiyi dahi dine ve hayırlı işlere yöneltemeyebiliriz. Ancak şunu bilmemiz gerekmektedir ki bize düşen hayra ve barışa yönelik ameller sergileyip örnek olmak ve çevremize tavsiyelerde bulunmaktır. Biz ne kadar isteyip uğraşsak da hidayeti verecek olan Allah’tır. Bu yüzden biz kendi üzerimize düşen vazifeleri yapıp hayırlısı için Allah’a dua etmeliyiz.

İnsanlara tavsiyelerde bulunup öğüt vermekten çekinmeyelim. Olabilir ki yüce Allah’ın tek bir ayeti bile bir insanın üzerinde derin tesirler bırakabilir. Hemen olmasa da hayatının ilerleyen yıllarında bazı gerçekleri görmesini kolaylaştırabilir.

Hatırlat/öğüt ver; çünkü hatırlatıp öğüt vermek müminlere yarar sağlar. Zariyat Suresi Ayet 55.

İnsanlara iyiyi ve güzeli emredip de öz benliklerinizi unutuyor musunuz? Üstelik de Kitap’ı okuyup durmaktasınız. Hala aklınızı kullanmayacak mısınız? Bakara Suresi Ayet 44. (Devamını Oku)

Yorumlar (7)
Zekât ve Sadaka Nedir? Kimlere Verilir?
Zekât ‘temizlenme’ ‘çoğalıp artma’, sadaka ise ‘doğrulamak’ gibi manalara gelmektedir. Yine ayetlerde geçen infak kelimesi ise ‘harcama yapmak, sahip olunan mallardan vermek’ manalarına gelir. Kul yüce Allah’ın ona bahşetmiş olduğu nimetlerden ihtiyaç sahiplerini faydalandırarak hem arınır hem de Allah’ın emrini doğrulamış olur. Kur’an-ı Kerim’de zekâtın ne ölçüde verileceği ile ilgili bir oran belirlenmemiştir. Ancak Bakara Suresi 219. ayette geçen “afv” kelimesi “Bağışladıklarınızı” manasına gelmektedir ve malının ne kadarını bağışlanacağı kişiye bırakılmış bir durumdur. Belirlenmiş bir oran olmaması dileyenin dilediği kadar zekât ve sadaka verebileceği sonucunu doğuracağı için aslında az dahi olsa yapılan zekât ve sadaka harcamaları emrin yerine gelmesini sağlayacaktır. Ancak işin bir de öteki ve en can alıcı boyutu vardır ki o da belirlenmemiş zekât oranı kişiyi, Allah’ın emrini gereğince yerine getirebilmek için ne kadar malını bağışlayabileceği, malının ne kadarından vazgeçebileceği imtihanı ile karşı karşıya getirmektedir. Zekâtın verilmesi emrin yerine gelmesi açısından kolay, altına girilecek fedakârlığın ve cömertliğin oranı açısından ise imtihan kılınan bir durumdur.

Şayet insanlar sahip oldukları imkânları etraflarındaki ihtiyaç sahipleri ile paylaşsalar emin olun hiç ihtiyaç sahibi kalmayacaktır. Ancak ne yazık ki pek çok toplumda olduğu gibi imkânlar ve zenginlikler belirli kesimlerin elinde dönüp dolaşan bir faydalanma halindedir. Allah’ın dilediğini zengin dilediğini ise fakir kılması imtihanı dairesinde gerçekleşen olaylardır. Hem bu dünya hem de ahiret açısından hangisinin daha şanslı olduğu ise beklenenin aksine tespit edilebilecek bir durum değildir. Bir düşünün bu dünyada çok zengin bir insansınız ve dilediğinizi alabiliyor dilediğinizden yüz çevirebiliyorsunuz ancak nefsinizin doymaz tutkularından başka bir şeyi gözetmeden bu dünyadaki yaşamınız son buldu. Ahirette ise bu nimet ve imkânlardan sorguya çekilmektesiniz. Şayet dünya hayatındaki malınızın ve imkânlarınızın hesabını ahirette veremezseniz haliniz ne olacak hiç düşündünüz mü? Önemsiz görülen bir fakir ise dünya hayatındaki fakirlik imtihanını başarı ile vermiş ve ahirette ödüllendirilmiş ise sizce tekrardan dünyaya dönüp yaşama imkânınız olsa hangi hayatı tercih ederdiniz? Hakkı verilmeyen zenginlik mi? Yoksa hakkıyla yerine getirilen fakirlik mi? Örnek almak isteyene tüm malını ve servetini Allah yoluna aktaran ve bu uğurda var gücüyle çalışan pek çok inanan örneği mevcuttur. Aksi pek çok örneğin mevcut olduğu gibi. Zekât ve sadaka vermek için zengin olmayı beklemekte doğru değildir. Bollukta da darlıkta da Allah yolunda harcama yapılmasını emreden ayetler göz önünde bulundurulduğunda az da olsa çok da olsa kişi imkânları ölçüsünde hayırlı işler için harcamalar yapmalı ve malını arındırmalıdır. Zekât ve sadakaları verirken gösterişten uzak durmak mümkün mertebe gizlice vermek ve yapılan iyilikleri insanların başlarına kakmamak gerekir. Kur’an-ı Kerim ayetleri gerek zekât ve sadakalara teşvik edişi gerekse bunların kimlere verileceği hususunda şu şekilde açıklamalar yapmaktadır: (Devamını Oku)

Yorumlar (6)
Bir Adet Okunmamış Mesajınız Var! Lütfen Okuyunuz…
İnsan genellikle sahip olduğu herhangi bir nimet ya da özellikten yoksun kaldığı zaman bu nimet ve özelliğin kıymetini anlayıp kavrar. Sahip olduğu zamanlarda bunların şükrünü gereğince yerine getiremez, bunlardan yoksun olanları çoğu zaman düşünemez. İçinde bulunduğumuz Ramazan ayı, Kur’an-ı Kerim ayetlerinin indirilmeye başlandığı ve belirlenen vakitler içinde oruç ibadeti ile mükellef kılındığımız mübarek bir aydır. Bu ayda insanların dini ve manevi duyguları kabarıp taşar. Yapılan ibadetler neticesinde kendileri için bir takım faydalara şahit olurlar. Yine bu ayda belki başka hiçbir ayda olmadığı kadar açlık ve susuzluk imtihanı ile fakirlerin haline şahit olunur. Oruç vesilesi ile kendini, helal olan bir takım nimetlerden uzak tutan insan hem sahip olduğu nimetlerin kıymetini anlar hem de bu nimetlerden yoksun olan insanların halini. Bu sebeple Ramazan ayını oruçla ve ibadetlerle geçirmek, nefsi doyumsuz olan insan için çok iyi bir fırsattır.

Sahip olduğumuz nimetler ancak ihtiyaç sahipleri ile paylaştığımızda bu nimetlerin hakkını vermiş oluruz. Aksi takdirde tüm nimet ve imkânlarımız ahirette ayağımıza dolanan ağırlıklar olacaktır. Şayet fakir ve ihtiyaç sahibi biri olsaydık insanların bize yardım eli uzatmalarını bekler yapılan en ufak bir iyilik karşısında sevinç ve mutluluk duyardır. İşte şimdi ihtiyaç sahiplerinden size bir mesaj var. Sahur ve iftar sofralarına bir parça ekmek biraz peynir bir kâse çorba olmak elimizde. Yediğimiz ve sahip olduğumuz her nimette ihtiyaç sahiplerinin de hakkı olduğunu unutmayalım. Tutulan orucu, amacından saptırırcasına hiç eksiksiz donatılan sofralar ve arta kalan onca yemeğin hesabını vermek kolay olmasa gerek. İftar çadırlarında 4 TL maliyetle karınları doyurulan insanlarda, 10 kişinin yiyeceği yemeği 1 kişinin yediği kişi başı 40-50 TL lik sofralardaki insanlar gibi etten kemikten insan. Sadaka ve zekât yoluyla ihtiyaç sahibi insanları koruyup gözetmek üzerimize yazılmış bir farzdır. Bu yüzden bir an önce gerçekten ihtiyaç içinde olan insanları bulup onlara imkânlar doğrultusunda yardım eli uzatmamız gerekmektedir. Tanıdık tanımadık herkesi de bu konuda bilgilendirip, teşvik etmeliyiz. Zira bu, ihmal edilecek bir konu değildir. Bir düşünelim ihmal edilmeyi istermiydik acaba? (Devamını Oku)

Yorumlar (9)
Size Özel Kampanya! Kat Kat World Puan ve Ekstra Bonus
Son kullanım tarihinize az kaldı! Acele ediniz! Kat kat world puanlar ve ekstra bonuslar sizi bekliyor. Malum önümüz Ramazan. Bu mubarek ayı bir başlangıç kabul ederek gündüzlerimizi ve gecelerimiz hayırlı işlerle, ibadetlerle dua ve niyazlarla geçirmek elimizde. Hayatımızı tekrardan gözden geçirerek hatalardan günah ve isyanlardan uzak kalarak diğer 11 ayı hayırlı bir şekilde yaşamakta. Tuttuğumuz oruçlarımızı hakkıyla tutup ibadetlerimizi gönülden ve samimi bir şekilde yerine getirdiğimizde, farz ibadetlerimizin yanında geceleri Kur’an-ı Kerim ile meşgul olduğumuzda, uzun ve gaflet dolu uykularımızı bölerek yumuşak yastıklardan kaldırdığımız başımızı Allah için secdelere götürdüğümüzde, el açıp yakardığımızda, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyacını gidererek sahip olduklarımızı paylaştığımızda, kat kat sevap puanları bizleri bekliyor.

Bankaların kredi kartlarının kullanımında vaadettiği ekstra puanlar insanları daha fazla tüketmeye yönlendirirken Allah ve din için yapılacak harcama ve kulluk vazifelerinin beraberinde getireceği ekstra puanlar çoğu insanı daha hayırlı işler yapmaya yönlendirmiyor. Biriken puanlarınız size Allah’ın rızası ve uhrevi saadet olarak geri dönecektir. Geç olmadan, güç olmadan bol bol puan toplamak için yarışalım.

Rahman ve Rahim Allah’ın Adıyla

Kim var Allah’a güzel bir şekilde borç verecek? Ve Allah böyle birinin verdiğini birçok kez katlayarak artıracaktır. Allah, kabz haliyle kısar, bast haliyle açıp genişletir. Ve yalnız O’na döndürülürsünüz. Bakara Suresi Ayet 245

İman edip hayra ve barışa yönelik değerler üreten, namazı kılan, zekâtı verenler için Rableri katında kendilerine özgü ödülleri vardır. Korku yoktur onlar için. Tasalanmayacaklardır onlar… Bakara Suresi Ayet 277

Mal ve oğullar, şu iğreti dünya hayatının süsüdür. Barışa ve hayra yönelik kalıcı eylemlerse, Rabbin katında sevapça da üstündür, beklenti bakımından da. Kehf Suresi Ayet 46

Allah, doğru yolda olanların hidayetini artırır. Barışa ve hayra yönelik kalıcı işler, Rabbin katında sevapça daha üstün, sonuç bakımından daha hayırlıdır. Meryem Suresi Ayet 76

Yorumlar (6)
“Ölmeden Önce Yapmanız Gereken 101 Şey”
İnsanların büyük çoğunluğu ne yazık ki hayatı maddeden ve sadece dolu dolu yaşamaktan ibaret görmekteler. Yani varlığını ve varlığının sonunda ne olacağını bir kez olsun sorgulamadan bu dünyadan göçüp gitmiş sayısız insan yaşamıştır. Yaşamın amacı ne olabilir ki? Gezmek? Eğlenmek? Bolca tüketim? Alış veriş? Hırslar? Tutkular? Kariyer? Makam? Mevkii? Şan? Şöhret?… Sürekli olarak bunlar pompalanmakta insanımıza. Kitlesel iletişim araçlarıyla hissettirmeden enjekte edilmekte bu maddeci ve tüketim tutkunu zihniyet. Bu aralar oldukça moda oldu ölmeden önce gezilmesi görülmesi yaşanması gereken mekânlar, mutlaka izlenmesi gereken filimler, içine dalınması gereken maceralar. Çok şükür insanlar kaçınılmaz olan bir gerçeğin farkındalar: Ölüm. Ancak “İnsan bu dünyaya bir kere geliyor olabildiğince zevklenip eğlenmeye çalışmalı” şeklindeki söylemlere sıkça rastlanmakta. Çok cenazeye şahit olmuşsunuzdur hiç vefat etti keşke yaşarken ahreti için daha fazla şeyler yapsaydı ya şu günahlardan kaçınsaydı diyeni duydunuz mu? Mutlaka bu yaklaşımda olanlarda vardır ancak büyük bir çoğunluk tarafından seslendirilen şey vefat eden kişi kaç yaşında olursa olsun hatta çok yaşlı dahi olsa genç yaşta gittiği, hayata doyamadığı görmek istediği yerlerin bir kısmını göremediği, kariyerinde yeterince yükselemediği, torununun sünnetini göremediği ve benzeri şekillerden öteye gidememekte. Yani yine bu dünya yine bu dünya. Oysaki dünya hayatında yaptığı hatalar karşısına getirilen ve Allah’ın ayetlerini inkâr eden insan derin bir ah çeker ve ayette geçtiği şekliyle “keşke toprak olsaydım!” der (78 Nebe Suresi Ayet 40).

Hayatın içinde belki birer renk olabilecek bir takım iş ve uğraşlar adeta hayatın amacı haline getirilmiş vaziyette. Yani insan oturup az da olsa düşünüp şunu bir sormalı acaba gerçekten ölmeden önce yapmam gereken şeyler neler? Görülmesi gereken 101 yer mi? yoksa izlenmesi gereken 1001 film mi? Yani acaba bu yerler görülmese ya da bu filmler izlenmese insanın kaybı ne olur. Ya da bu dünyadan sonra gittiği yerde gezdiklerinden mi yoksa izlediklerinden mi sorguya çekilecek insan? Ya kendisine gezip görülmesi gerekli yerlerden endişe ederken bunun yanında ahretteki durumun içinde endişe ettin mi hiç diye sorulacak olursa cevabı ne olacak? (Devamını Oku)

Yorumlar (31)
Kader
Yazan: Prof. Dr. Yusuf Şevki Yavuz

‘Allah’ın nesneleri ve olayları özellikle sorumluluk doğuran beşerî fiilleri, ezelde planlayıp zamanı gelince yaratması anlamında terim’.

Allah’ın yaratıklarına ilişkin planını ve tabiatın işleyişini gerçekleştirmesini ifade etmek üzere literatürde kader ve kazâ kelimeleri kullanılır. Bu iki terim âlimlerce farklı şekillerde tanımlanır. Sözlükte ‘’gücü yetmek; planlamak, ölçü ile yapmak, bir şeyin şeklini ve niteliğini belirlemek, kıymetini bilmek; rızkını daraltmak’’ gibi mânalara gelen kader, ‘’Allah’ın bütün nesne ve olayları ezelî ilmiyle bilip belirlemesi’’ diye tarif edilir. ‘’Hükmetmek; muhkem ve sağlam yapmak; emretmek, yerine getirmek’’ anlamlarındaki kazâ ise ‘’Allah’ın nesne ve olaylara ilişkin ezelî planını gerçekleştirmesi’’ şeklinde tanımlanır. Selefiyye âlimleriyle Mâtürîdî ve Şiî kelâmcılarının ekseriyeti bu tanımları benimser. Eş‘arî kelâmcılarının çoğunluğuyla İslâm filozofları sözü edilen tanımları tersine çevirerek kazâya kader, kadere de kazâ anlamını yüklemişlerdir. Buna göre kazâ Allah’ın ezelî hükmü, yani bütün nesne ve olayların levh i mahfûzda veya küllî akılda topluca var olması, kader ise bütün nesne ve olayların kazâya uygun olarak yaratılması ve dış âlemde gerçeklik kazanmasıdır (et-Ta’rîfât, ‘’kdr’’ md.). ‘’Bir şeyin mahiyet ve niteliklerinin yanı sıra var oluş zamanı ve mekânını belirlemek’’ demek olan takdîr de kaderle eş anlamlı olup bazan onun yerine kullanılır. Mu‘tezile kelâmcıları sorumluluk doğuran beşerî fiilleri kader ve kazânın dışında tutmuşlardır. Onlara göre kader ve kazâ insanlara ait fiillerin hükmünü açıklayıp haber vermekten ibarettir (Kadî Abdülcebbâr, Fazlü’l-i’tizâl, s. 169-170); takdir de bir fiili önceden tasarlayıp belli bir şekilde meydana getirmektir (Fâruk ed-Desûkı, II, 261-262).

Kadr (kudret) kavramı Kur’an’da 100’den fazla yerde isim ve fiil kalıplarında Allah’a nisbet edilmiştir. Râgıb el-İsfahânî, Allah’ın varlıklara ilişkin takdirinin iki anlama geldiğini söyler. Bunlardan biri yarattığı nesnelere güç vermek, diğeri de ilâhî hikmetin gerektirdiği tarzda yaratıkları nihaî özellik ve şekillerine kavuşturmaktır. Allah gök âleminde olduğu gibi bazı nesneleri ilk merhalede yaratıp son şeklini vermiştir. Bazılarının da başlangıçta temel maddesini fiilen yaratmış, gelişmesini ise belli ölçüler çerçevesinde zamana bırakmıştır (bi’l-kuvve). Meselâ hurma çekirdeği ve insan menisi gibi; bunların birinden hurma ağacı, diğerinden insan hâsıl olur, başka bir şeyin oluşması mümkün değildir (el-Müfredât, ‘’kdr’’ md.). Kader kelimesinin Kur’an’da ‘’ölçü, miktar ve güç’’ anlamlarında kullanıldığı da kabul edilir. Âyetlerde belirtildiğine göre Allah’ın buyruğu düzenlenmiş bir kaderdir (el-Ahzâb 33/38), Allah dişilerin taşıdığı yavruların rahimlerde nasıl bir gelişme göstereceğini bilir, O’nun katında her şeyin bir planı (mikdâr) vardır (er-Ra‘d 13/8). Her şeyin hazineleri O’nun nezdindedir ve her şeyi belli bir ölçü (kader) dahilinde indirir (el-Hicr 15/21); O her şeyi bir kaderle (bir plana göre) yarattı (el-Kamer 54/49).

Takdir kavramının yer aldığı âyetlerde belirtildiğine göre Allah her şeyi amacına uygun bir şekilde yaratmış, tabiatını belirleyip hedefine doğru yöneltmiştir (el-A‘lâ 87/2-3). Yine Allah yılların hesap edilebilmesi için aya evreler koymuş (Yûnus 10/5), geceyi dinlenme vakti ve güneşle ayı zaman ölçüsü olarak belirlemiş (el-En‘âm 6/96), insanların yaratılışını, rızıklarını, yaşayacakları zaman dilimini ve ölüm vakitlerini tayin etmiştir (Fussılet 41/10, 12; el-Furkan 25/2; el-Müzzemmil 73/20; el-Vâkıa 56/60). Bu âyetlerde de hem evrenin yaratılışına dair kanunların hem de insanların yaratılış, yaşayış ve ölümüne ilişkin yasaların Allah tarafından düzenlendiği takdir kelimesiyle ifade edilmiştir. (Devamını Oku)

Yorumlar (4)
Allah’ın Rızası, Cennet ve Cehennemin Dereceleri
Sonsuzca yaşamak, hep var olmak ister insan. Bir anlamda yaratılışında kodludur bu arzu. Oysaki dünya hayatındaki varlığı diğer tüm yaratılmış varlıklarda olduğu gibi ölümlüdür. Peki, bir gün öleceğini bilen insanoğlu neden hiç ölmeyecekmiş gibi yaşar. Herhalde bunun en büyük sebebi insanın sonsuzca var olma isteği ve tutkusudur. Oysaki yüce Yaratıcımız, insanoğlunun bu arzusunu bu dünya hayatı için değil ahiret yurdu için vaat etmiştir. Beklide insana sunulacak en büyük nimet ve imkân sonsuzca yaşama hakkıdır. Allah, insanoğluna katında sonsuzca yaşama hakkı vermek istemektedir. Bu yüzden olsa gerek insanının içine de yaratılışından itibaren sonsuz yaşama isteği verilmiştir. Şeytanın, Hz. Âdem ve eşine oynadığı oyun da onları sonsuzca yaşama tutkusuna ve ölümsüz olmaya kışkırtmak ve Allah’ın yasak ederek imtihan kıldığı ağaca yönelmelerini sağlamak değil miydi? (7 Araf Suresi 19-25). İnsan hiç ölmemek ister çünkü var olmak tutkuyla arzulanan bir hadisedir. İşte yüce Yaratıcımızın insanoğluna bu dünya hayatındaki davranışlarının bir karşılığı olarak müjdelediği ve korkuttuğu sonsuzca yaşam sadece bu dünya hayatından sonraki tekrardan yaratılışımızda gerçekleşecektir. İnsanlar yaşamları süresince yapmış olduklarının bir karşılığı olarak hak ettiklerini en ufak zerresine kadar orada bulacaklardır.

Kur’an-ı Kerim ayetlerinde çok defalar cennet ve cehennemle ilgili kesitler sunularak insanoğlu bir anlamda müjdelenmek ve terbiye edilmek istenir. Ancak insanlar tarafından genellikle yapılan bir hata vardır ki oda yine ayetlerde açıklandığı şekliyle cennet ve cehennemin mertebeleri olduğu gerçeğinin göz ardı edilmesidir. Kendini samimi ve dünyevi beklentisi olmadan Allah yoluna adamış, bu yolda didinip çaba gösteren bir inanan ile yine ayetin ifadesiyle (22 Hac Suresi Ayet 11) Allah’a kıyıdan kıyıya ibadet eden ancak kendisine gelen bir imtihan karşısında bekleneni veremeyen bir kulun ya da bunlar arasındaki sayılamayacak kadar çok çeşitteki insanın ahirette alacakları mükâfatlar ve gönül tatmini bir olmayacağı gibi kısmen ya da tamamen Allah’ın emirlerinden sapanlarla, Allah’a, Peygamberlerine ve inananlara gerek fizikî gerekse sosyal, psikolojik ve ekonomik savaş açan kişilerin dereceleri de aynı olmayacaktır. (Devamını Oku)

Yorumlar (12)
Kur’an Ayetlerine Göre Adalet ve Adil Olmak
Adalet kavramı ve hükmedildiğinde adaletle hükmedilmesi pek çok Kur’an ayetinde açıklanmış tavsiye ve emredilmiştir. Kur’an ayetlerine göre samimi olarak iman etmiş bir kul, hakkı ve hukuku gözeterek herhangi bir konuda hüküm vereceği zaman adil ve tarafsız olur. Yakınları aleyhine dahi olsa adaletten sapmaz. Şahitliğini gizlemez. Ölçüde, tartıda hesap ve kitapta dosdoğru olur. İnsanları aldatmaz aralarında ayırım yapmaz. Aralarında anlaşma bulunan düşman topluluklara karşı bile adaletli olur gerçeği saptırmaz. Yetimin, öksüzün malını gözetir. Ne kendi heva ve istekleri nede yakınlarının heva ve isteklerine göre hareket etmez. Olay ve durumlara menfaat açısından değil doğruluk ve adalet açısından yaklaşır. Karar vermeden önce dikkatli bir biçimde inceleme yapar. Allah’ın adil olanları ve adaletle davrananları sevdiğini bilir. Bu konudaki Kur’an ayetlerinin bir kısmı şu şekilde gösterilebilir: (Devamını Oku)

Yorumlar (10)
Kur’an-ı Kerim Sure İsimlerinin Türkçe Anlamları
 

 

Kur’an-ı Kerim sureleri isimlerini genellikle kabul edildiği şekliyle, sure içinde anlatılan bir olaydan, bir kavramdan, bir peygamber isminden ve benzeri bir durumdan dolayı almıştır. Sure isimleri genellikle Arapça orijinal isimleri ile anıldıklarından çoğu zaman ne manaya geldiklerine dikkat edilmemektedir. Toplam 114 adet olan Kur’an-ı Kerim sure isimlerinin Türkçe karşılıklarını şu şekilde göstermek mümkündür: (Devamını Oku)

Yorumlar (18)
Bilim, Din ve Felsefe Konferansları II


Yorumlar (0)
Allah’ın İsimleri (Esmâ-i Hüsnâ)


Esmâ-i Hüsnâ, Allah’ın isimleri için kullanılan bir tabirdir. İsmin çoğulu olan esmâ ile “güzel, en güzel” anlamındaki Hüsna kelimelerinden oluşan esmâ-i Hüsnâ terkibi Kur’an ayetlerinde Allah’a nisbet edilen isimleri ifade etmektedir. Yüce yaratıcının duyular ile idrak edilmesi mümkün değildir. Allah’ı, Kur’an ayetlerinin bize ifade ettiği şekilde ancak evren ve insan ile olan ilişkisi bakımından tanıma imkânımız bulunmaktadır. Kur’an ayetlerinin ifadesiyle en güzel isimler Allah’ındır. Kur’an’da, Allah’a bu isimleri ile yönelmemiz O’nu bu isimleri ve sıfatları ile yüceltmemiz buyrulmaktadır.

Rahman ve Rahim Allah’ın Adıyla

En güzel isimler Allah’ındır; O’na onlarla dua edin. O’nun isimlerinde ters bir tutum izleyenleri bırakın. Yapıp ettiklerinin cezasını çekeceklerdir. A’raf Suresi Ayet 180

De ki: “İster Allah diye yakarın, ister Rahman diye yakarın. Hangisiyle yakarırsanız yakarın, en güzel isimler/Esmâül hüsna O’nundur. Namazında sesini yükseltme, kısma da. İkisi ortası bir yol tut.” İsra Suresi Ayet Ayet 110

Allah’tır O. İlah yok O’ndan başka. Esmâül hüsna, en güzel isimler O’nundur.
Tâhâ Suresi Ayet Ayet 8

Allah’tır O! Haalik, Bâri’, Musavvir’dir O! En güzel isimler/Esmâül hüsna O’nundur. Göklerde ne var, yerde ne varsa O’nu tespih eder. Azîz’dir O, Hakîm’dir.
Haşr Suresi Ayet 24

Allah tektir. Kendisinden başka ilah, eşi ve benzeri yoktur. Doğmamış ve doğurulmamıştır. Varlığı zorunlu ve kendisinden olandır. Başlangıcı ve sonu yoktur. Yaratan var eden, her an her şeye güç yetiren, yarattıklarının ihtiyaçlarını en güzel biçimde sağlayandır. Gören, işiten, lütfu ve rahmeti sınırsız olandır. Din gününün sahibidir. Koruyup gözetendir. Tüm övgülerin sahibi, cömertliği ve ikramı sonsuz, eşsiz kudrettir. Övgülerin, yakarışların, tövbelerin, duaların yöneldiği tek kudrettir… Yüce Allah’ın Kur’an ayetlerinde geçen tek kelimelik isim ve sıfatlarını şu şekilde sıralayabiliriz: (Devamını Oku)

Yorumlar (16)
Ateizm (Tanrıtanımazlık) Psikolojisi ve Propagandası
 

Hz. Adem’den itibaren gönderilen dinlerin insani kabul ve inançlar ile karışmalarından dolayı tarih boyunca inançsızlık ya da yanlış inanç üzerinde olma hali var ola gelmiştir. Son dinimizin kaynağı Kur’an-ı Kerim’in insan müdahalesinden korunması ve kıyamete kadar din adına geçerli olacak tek kaynak olması sayesinde Tevhid yani Allah’ın birliği üzerine kurulan din anlayışı sapasağlam bir temele oturtulmuştur. Ancak günümüzde de eski dönemlerde olduğu gibi Allah’ın varlığına birliğine ve her an her şeye olan hâkimiyetine inanmayan ya da yanlış Allah inancına sahip kişiler bulunmaktadır. Eski dönemlerde genellikle Allah’a mahsus olan özellikler başka varlıklara da yüklenmek suretiyle şirk yoluna gidilirken son yüzyıllarda bu daha çok doğrudan Allah’ın varlığını inkâra (ateizm) dönmüştür. Oysaki özellikle son yüzyılda bilimsel alanda katedilen gelişmeler doğrultusunda ateist olabilmek için ne kadar az sebebin olduğu ciddi bir biçimde ortaya konulmaktadır. Evren ve içinde yaşan canlılar olarak bizler mükemmel bir tasarımın ürünleriyiz. En küçüğünden en büyüğüne kadar tüm oluşumlar tesadüflere meydan bırakmayacak şekilde düzenlenmiştir.

Genellikle ateistler kendi inançsızlıklarına dayanak olarak modern bilimi gösterir ve modern bilimi propaganda aracı yaparlar. Esasen işin aslı zannedildiğinden farklıdır. Yani hiçbir bilim adamı ya da bilimsel veri bu güne kadar bir yaratıcının olmadığını ya da olamayacağını ispatlayabilecek deliller sunamamıştır. Bu gerçeği kabul etmek istemeyen kişi ve çevreler felsefi tutum ve kabullerinden dolayı bu gerçeği saptırmakta ve kendi inançlarına dayanak olarak gördükleri bilimin Allah’ı yok saydığını savunmaktadırlar. Bilimsel veriler ne Allah vardır ne de yoktur der. Esasen bu, mevcut verilerden hareketle aklı başında bir kişinin varabileceği bir sonuçtur. Yani inanan kişiler -ateistlerin kendi inanç ve kabullerinden hareketle Allah yoktur sonucuna ulaşmalarının bir benzeri olarak- Allah vardır inancından hareketle bilimsel verileri yorumlayıp işte Allah vardır demez. Bizzat bilimsel veriler bizi bu sonuca yani tüm varlığın bir yaratıcısının olması gerektiği sonucuna götürür. Bu sonuçtan hareketle de günümüzde daha az ateistin olduğuna değil ateist olmak için çok daha az sebebin olduğuna tanıklık ederiz. (Devamını Oku)

Yorumlar (8)
Dünya Malına Duyulan Özlem ve Karun Örneği
İmanın ve hayırlı bir kul olmanın kıymeti bilemeyen kişiler dünyevi mal ve mülke hırs yaparlar. Zenginliğe şan ve şöhrete özenirler. Zengin olan kişilere Allah’ın çok büyük lütufta bulunduğunu düşünerek sürekli olarak zenginlik ister dururlar. Oysaki insanı insan yapan sahip olduğu iman ve erdemli davranışlardır. Yoksa zengin ya da fakir olduğu değil. Bu konuda Kur’an kıssalarında geçen ve Hz. Musa’nın kavminden olan Karun oldukça güzel bir örnek teşkil etmektedir. Karun’a çok fazla dünya malı ve zenginliği verilmiştir. Oysaki o şımarıklık doymazlık ve azgınlık sergilemektedir. Karun’un sahip olduğu mala mülke imrenen ve Allah’ın ona çok büyük bir lütufta bulduğunu düşünen kişilerin Karun’un yaptığı azgınlıklardan dolayı kendisinin ve sarayının yerle bir edilmesi üzerine gerçekleri anlamaları oldukça çarpıcıdır. İlgili ayetler şu şekilde gösterilebilir: (Devamını Oku)

Yorumlar (6)
Dua Etmek ve Duaların Kabulü
 

Kur’an-ı Kerim ayetlerinde pek çok kere, Allah’a gönülden teslim olan kullar olarak dua etmek ve Allah’ın yüceliğini ifade etmek emredilmiştir. Dua mana itibariyle çağırmak, seslenmek, istemek; yardım talep etmek gibi anlamlara gelmektedir. Dua kulun Allah’a olan bir yönelişidir. Dua kul üzerinde psikolojik manada bir rahatlama, huzur ve gönül tatmini doğurur. Duada Allah ile kul arasında bir vasıta yoktur. Kul, Yaratanına halini arz eder ve niyazda bulunur. Bu yüzden kul açısından dua etmek oldukça önemli bir ibadettir.

Bizim için gerçek manada neyin hayırlı olacağını sadece Allah bilmektedir. Bizim zahiren hayır gördüğümüz ve istediğimiz bir şey aslında hayırlı olmayabilir. Bu durum pek çok insanın başına gelmiş ve gelmekte olan bir husustur. Bu yüzden Allah bazen bizim için hayırlı olmayacak bir şeyi nasip etmediği gibi hayırlı olacak olsa da kulunu sabır imtihanına tutmak için de nasip etmeyebilir. Tüm bunlardan dolayı dua etmekte ve Allah’a gönülden bağlanmakta ısrarlı ve samimi olmak gerekmektedir. Olaya dua ettim ama kabul olmadı şeklinde yaklaşmak bir mümine yakışan tavır değildir. Her şeyde hayır aramak ve tatmin olmak en doğru olanıdır. Duanın samimiyet içerisinde ve ne söylendiğinin bilinerek yapılması amacına daha uygun olacaktır. (Devamını Oku)

Yorumlar (33)
Kur’an’da Biz İfadesinin Kullanılmasının Sebebi
Bazı Kuran ayetlerinde neden biz ifadesinin kullanıldığı tam olarak anlaşılamadığından bu konu bir takım soruları beraberinde getirmektedir. Bu konu şu şekilde ele alınabilir. Kuran’da Allah kendisi için birinci çoğul şahıs olarak “Biz” ifadesini de, birinci tekil şahıs olarak “Ben” ifadesini de kullanır. Bu Arapçanın dil özelliğinden kaynaklanır. Arapçada ve başka bazı dillerde de azamet, yücelik ifadesi olarak bazen bir kişi kendisi için birinci çoğul şahıs olarak “Biz” ifadesini kullanır. Nitekim gerek Türkçemizde, gerek başka dillerde karşımızda tekil şahıs varken yücelik, saygı ifadesi olarak ikinci tekil şahıs olan “Sen” yerine “Siz” demekteyiz. Türkçede tekil olarak yaptıklarımız için de bazen birinci çoğul olarak “Biz” ifadesini kullanırız, fakat bu karşımızdaki tekil şahıs için çoğul olan “Siz” ifadesini kullanmamız kadar yaygın değildir. (Devamını Oku)

Yorumlar (6)
Big Bang (Büyük Patlama) Teorisi Doğrultusunda Yaratılış Gerçeği
Tarihin her döneminde evrenin nasıl varolduğu merak edilmiştir. İnsanlar bu sorunun cevabını kimi zaman Eski Yunan’da ve Hint düşüncesinde olduğu gibi mitolojik kökenli hikayelerde, kimi zamansa tek tanrılı dinlerde olduğu gibi teolojik açıklamalarda aramışlardır.

Big Bang teorisi açısından üç büyük dinin kendine mahsus özellikleri vardır. Musevilik bu üç büyük dinin ilki olması açısından bunların arasında Allah’ın birliğini ezeliliğini ve maddenin yaratılmış olduğunu ilk ortaya koyan dindir.

Bu teori ile ilgili bulguları ortaya koyan bilim adamlarının çok büyük bir bölümü Hıristiyan’dır. Hıristiyanlık da bu açıdan özel bir yere sahipti. Teoriyi ilk defa ortaya koyan Lemaitre hem papaz hem de astronomdu. Hubble, Gamov, Penzias, Wilson hep Hıristiyan’dılar.

İslamiyet ise kutsal kitabı Kuran’ı kerim açısından istisnai bir yere sahiptir. Kur’an hem evrenin yaratıldığını birçok ayette ortaya koymuştur, hem de Big Bang teorisini tarif edici ayetlere sahiptir.

İnkar edenler Evren ( gökler ) ve yer birbirleri ile bitişikken onları ayırdığımızı, her canlıyı sudan yarattığımızı görmüyorlar mı?Yine de onlar inanmayacaklar mı?
21 ENBİYA SURESİ AYET 30

Şu ayette ise evrenin sürekli genişlemekte olduğu açıklanmaktadır:

Ve Evren’i (Göğü) kuvvetimizle kurduk, muhakkak ki onu genişletmekteyiz.
51 ZARİYAT SURESİ AYET 47 (Devamını Oku)

Yorumlar (6)
Kefenin Cebi
Halk arasında oldukça yaygın ve o kadar da anlamlı bir söz vardır “Kefenin Cebi Yok”. Evet, çoğumuz bunu bilir ve tekrar ederiz. Peki, kaçımız bunun farkında olarak yaşarız. Yani şöyle bir düşünelim geçici dünya hayatında öleceğini bilmesine rağmen hiç ölmeyecekmiş gibi hayat süren insan, kefenin cebi olmadığını bilmesine rağmen sanki beraberinde uçak dolusu bavul götürecekmiş gibi hırslanmakta doyumsuzca bencillik ve cimriliklere kapılmaktadır. Bir uçakta yolculuk ettiğimizi ve pilot tarafından uçağın her an yere çakılma riskinin olduğunu bu yüzden ağırlık adına ne varsa uçaktan atılması gerektiği anonsunu duyduğumuzu varsayalım. Herhalde işin ciddiyetini kavrayan ve malına en azından kendi hayatından daha fazla kıymet vermeyen herkesin bavullarının toptan aşağıya atılmasına bavullarını bırakın hayatının kurtulması uğruna sahip olduğu tüm malın ve mülkün ihtiyaç sahiplerine dağıtılmasına razı geleceği kaçınılmaz bir gerçekliktir. Peki, sizce yaşantımızın bu manzaradan ne farkı var. Yani acaba oturduğumuz yerde havada uçarkenkinden daha mı az ölüm ile karşı karşıyayız. (Devamını Oku)

Yorumlar (8)
DNA’nın Dili
Yazan: Bülent Tatlıcan

2001 yılı şubat ayında insan Genom Projesinin sonuçları bir basın toplantısıyla dünyaya duyruldu. Bu toplantıda bir konuşma yapan dönemin ABD başkanı Bill Clinton “Tanrı’ın yaşamı yarattığı dili öğreniyoruz’’ diyerek başladığı sözlerini “Tanrı’ın en kutsal armağanının ne kadar harika, güzel ve karmaşık olduğunu daha yakından anlıyoruz’’ diyerek tamamlamıştı.

DNA’nın yapısı tüm bilim adamlarını hayrete düşürmüştü. Fakat bu yapının ötesinde insanları hayrete asıl nokta Clinton’un dediği gibi canlılığa ait bir dilin var olması oldu. Şimdi insan bedeninin yapı taşılarından başlayarak canlılığın dilini anlamaya çalışalım. Hücreler temelde proteinlerden oluşmaktadır. Proteinler ise aminoasid denilen moleküllerin belli şekillerde bir araya gelmelerinden oluşurlar.. Doğada bulunan 200 farklı aminoasidin içinden sadece 20 tanesi proteinlerde bulunmaktadır. İnsanlar varlığını sürdürebilmesi içinde bu aminoasidlerden oluşan proteinlerin hücrelerde sürekli üretilmesi gerekmektedir. Eğer bunlar üretilmezse ne hücreler kendilerini çoğaltabilir ne de varlıklarını sürdürebilir.

Hücrelerin çekirdeklerinde bulunan DNA’larda bu proteinlerin ne şekilde üretileceklerini gösteren bilgilerin saklandığı birer bilgi bankasıdır. DNA molekülü, etrafında döner bir merdiven gibi kıvrılmış iki iplikçikten oluşur. Özel olarak paketlenmiş olan bu DNA açılsaydı yaklaşık 2 metre uzunluğa ulaşabilirdi. DNA’yı oluşturan Bu merdivenin trabzanları şeker ve fosfat moleküllerinden meydana gelmiş olup, nitrojenli bazlardan oluşan basamaklarla birbirlerine bağlanırlar. (Devamını Oku)

Yorumlar (4)
İlk Bilgi
Yazan: Bülent Tatlıcan

Bir şeyin beyaz olduğunu nasıl anlarız? Limonun ekşi tadını nasıl hissederiz? Gülün güzel kokusunu neye göre tanımlarsınız?
Bu tarz dış dünya ile ilgili tüm tanımlamalarımızı sağlayan duyu organlarımızdır. Örneğin bulutların beyaz olduğunu gözlerimiz vasıtasıyla görürü ve tanırız. Ya da karın soğuk olduğunu ona dokunarak hissederiz. Fakat bizim algılarımız sadece duyu organlarında bitmez. Aslına duyu organları bizim dış dünyayı tanımlamamız için gerekli fakat yeterli değildir. Bunu bir örnekle inceleyerek anlamaya çalışalım.

Bir buluta baktığımızda onun beyaz olduğunu görürüz. Bu görme işleminin ilk başladığı yer bizim gözlerimizdir. Görme işlemi gözde başlar ama burada bitmez. Bulutlan bize ulaşan ışık fotonları bulutun rengi ile ilgili bilgiyi bize taşıyan birer bilgi paketçiği gibidir. Gözdeki değişik tabakalardan geçen bu ışık fotonları bazı fiziksel işlemlere maruz kaldıktan sonra en son gözün arka kısmında bulunan retina tabakasına gelir. Bu tabakada özellikle ışığa karşı duyarlı olan hücreler vardır. Bu hücreler gelen ışık fotonun niteliğine göre tepki gösterir ve biyokimyasal bir işlem başlar. Işık fotonlarının etkisiyle hücreler bir elektrik impulsu üretirler. Bu noktadan sonra artık ışık fotonunun ve gözün işi bitmiştir. Bundan sonra görmenin oluşabilmesi için başka işlemlerden geçilmesi gerekir. Bu yönüyle bakıldığında göz sadece bir dönüştürücü konumundadır. Göz kendisine gelen fotonları özelliğine göre değişik şekillerde ışık fotonlarına dönüştürür. Örneğin farklı renkler veya farklı parlaklıklara göre farklı uyarılar oluşur. Oysa görmenin gerçekleşmesi için daha birçok işlemin yapılması gerekir. Sinirler vasıtasıyla beyne iletilen bu elektrik impulsu beynin görme merkezine gelir ve burada işlemden geçirilerek yorumlanır sonuçta bizler bulutun beyaz olduğunu görürüz. (Devamını Oku)

Yorumlar (3)
Kur’an Ayetleriyle Kur’an’ı Tanımak
Allah’ın en büyük mucizelerinden biri, insan müdahalesinden korunmuş, tutarlı, derin ve eşsiz bir hazine, insanlığa kılavuz, rahmet ve en büyük hediye olarak gönderilmiş bir nurdur Kur’an-ı Kerim. Varlığa, ölüme ve ölüm sonrasına anlam kazandırır. Neden var olduğumuzu ve varlığımızı nasıl sürdürmemiz gerektiğini öğretir. Hak ile batılı, iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini, birbirinden ayırır, doğruya ve hayra iletir. Hatırlatıcıdır, uyarıcıdır, ibretliktir. Okunmak için anlaşılmak için ayetleri üzerine derin derin düşünmek için gönderilmiştir. Yaratanı tanıtır, âlemi tanıtır, geçmiş nesilleri tanıtır. Anne rahmindeki oluşumlardan uzayın derinliklerine kadar eşsiz açıklamalar içerir. Kur’an’ı anlatmak için ne yazılsa az gelir ve hiçbir yazı Kur’an ayetleri kadar güzel ifade edemez Kur’an’ı. İlgili ayetlerin bir kısmı şu şekilde gösterilebilir:

• İşte sana o Kitap! Kuşku, çelişme, tutarsızlık yok onda. Bir kılavuzdur o, korunup sakınanlar için. Bakara Suresi Ayet 2

• Eğer kulumuza indirdiğimizden kuşku içindeyseniz, hadi onun benzerinden bir sure getirin. Allah dışındaki destekçilerinizi/tanıklarınızı da çağırın. Eğer doğru sözlü kişilerseniz… Eğer yapamazsanız -ki asla yapamayacaksınız- korkun o ateşten ki yakıtı insanlarla taşlardır. Küfre sapanlar için hazırlanmıştır o. Bakara Suresi Ayet 23-24

• De ki: “Yemin olsun, eğer insanlar ve cinler şu Kur’an’ın bir benzerini getirmek üzere bir araya toplansalar, birbirlerine destek de olsalar, onun bir benzerini yine de ortaya getiremezler.” Yemin olsun, biz bu Kur’an’da, insanlar için her örnekten nicelerini sıraladık. Ama insanların çoğu inkârdan başka bir şeyde diretmediler. İsra Suresi Ayet 88-89

• Kendisinde şüphe olmayan bu Kitap’ı âlemlerin Rabbi indirmiştir. Secde Suresi Ayet 2

• Onlar, o Hatırlatıcı kendilerine geldiğinde inkâr ettiler. Hâlbuki o, eşsiz yücelikte bir Kitap’tır. Bâtıl ona, ne önünden gelebilir ne de arkasından. Hakîm ve Hamîd Allah’tan bir indirmedir o. Fussilet Suresi Ayet 41-42

• Bu, insanlara bir açıklama, korunup sakınanlara da bir öğüt ve kılavuzdur. Ali İmran Suresi Ayet 138.

• Ey insanlar! İşte size Rabbinizden bir öğüt, gönüller derdine bir şifa, inananlara bir kılavuz ve bir rahmet geldi. Yunus Suresi Ayet 57 (Devamını Oku)

Yorumlar (5)
Kur’an Ayetlerine Göre (Mü’min) İnanan Olmak
Rabbimizin, kılavuz ve rahmet olması için peygamberimiz aracılığıyla biz kullarına göndermiş olduğu Kur’an-ı Kerim, Allah’ın varlığı, birliği, her an her şeye olan hâkimiyeti, eşsiz yaratışı, sanatı ile beraber âlem üzerindeki lütfu ve rahmeti üzerine eğitici ve öğretici ayetler içermektedir. Kur’an hidayet kaynağı ve rehberdir. Rabbimizin bizden isteklerini ve nasıl bir kul olmamız gerektiğini Kur’an’dan öğreniriz. Kişi Rabbinin terbiye ediciliği altında kendini geliştirir ve varlığını İslam tabiatı üzerine devam ettirir. Kur’an ayetleri insanları pek çok konuda düşünmeye davet ederken bu dünya hayatının geçiciliğini varılacak asıl yurdun hesap sonrası ahiret yurdu olduğunu öğretir. Kişi, kaçınılmaz olan ölüm gerçeği karşısında yaşantısında dünya ve ahiret dengesini kurar. Neden var olduğunu ve kendini var eden Güc’e karşı görev ve sorumluluklarını öğrenir.

Hem bireysel olarak hem de içinde bulunduğu topluluğun bir parçası olduğu bilinciyle affetmeyi ve barışı esas alır. Kötülüklerden, çirkinliklerden, haramlardan, yalan ve hileden uzak durur. Sever, sevilir, güzel ahlaklı davranır. Sahip olduğu nimet ve imkânların kendisine emanet olarak verildiği bilinciyle paylaşır, yardımlaşır. Yaşantısını Kitaba uygun olarak sürdürür, insanlara iyiyi ve güzeli gösterir, örnek olur. Adaleti esas alır. Dünyevi hırslardan bencil ve doymaz tutkulardan uzak bir şekilde yaşar. Mala, mülke, servete, makam ve mevkii sevdasına tamah etmez. Fedakârdır, Allah yolunda malıyla, canıyla çalışıp didinir, dünyevi menfaat gözetmeksizin samimi bir biçimde hayırlarda yarışırcasına koşar. Başına gelenlere karşı sabreder. Allah’ı çokça hatırlar, över, şükreder. Allah’a gönülden dayanıp güvenir, en olumsuz durumlarda bile bir imtihan ya da hayır olduğunu kavrar. İbadetlerine titizdir. Gerek iş gerek eş gerekse diğer seçimlerinde ahireti için hayırlı olanı gözetmeye çalışır. Boş işlerden yüz çevirir, vaktini hayırlı bir biçimde değerlendirir. Konuyla ilgili ayetlerin bir kısmı şu şekilde gösterilebilir: (Devamını Oku)

Yorumlar (7)
Bilgi Kaynağı Olarak Vahiy, Akıl ve Duyu Organları
Felsefenin temel disiplinleri ontoloji (varlık bilim), epistemoloji (bilgi teorisi) ve etiktir (ahlak felsefesi). Her ne kadar bunlar ayrı disiplinler olarak ele alınsalar da, bu disiplinleri birbirinden tamamen ayrı alanlar olarak görmek mümkün değildir. Ontoloji ile “Var olan nedir?” sorusuna, epistemoloji ile “Neyi bilebilirim?” sorusuna, etikte ise “Ne yapmalıyım?” sorusuna cevap aranır. Ontolojide var olan hakkında varacağımız kanaat, bilgisel bir sonuçtur. Bu bilginin doğruluğuna dair epistemolojik irdeleme, bizim ontolojimizin doğru olup olmadığı sonucunu ortaya çıkaracaktır. Sonuçta hedef ontoloji kurmak ise epistemoloji ontolojinin bir bölümü olarak görülebilir. Epistemolojik tavrımız ontolojik sonuca etki ettiği için, ontolojiyi belirleyenin epistemoloji olduğu da söylenebilir. İlk yaklaşım ontolojiyi, ikinci yaklaşım epistemolojiyi ön plana çıkarmakla beraber her ikisi de doğrudur.

Modern felsefenin yaptığı da epistemolojiyi ön plana çıkartan bir yaklaşım sunmak olmuştur. Yoksa her ontolojinin, ister teist ister ateist ister politeist olsun bir bilgi görüşü vardır; fakat bilginin kendisi ve kaynakları ile ilgili epistemolojik tartışma yeterince yapılmamış olabilir. Ontolojik-epistemolojik yaklaşımla varılan kanaatler etik görüşü de belirler. Örneğin duyu verilerini ön plan alan epistemolojik yaklaşımla teleolojik (gaye) delilin doğruluğunu anlayan bir kişi, bu delilden yola çıkarak Tanrı merkezli bir ontoloji kurabilir veya akıldan çıkan verileri ön plana alan epistemolojik yaklaşımla, Descartes gibi akılda olan “Tanrı” idesinden de Tanrı merkezli bir ontoloji kurulabilir. Epistemolojik yaklaşımların yol açacağı “Tanrı” merkezli bu ontoloji ise etik alanında “Ne yapmalıyım?” sorusunun “Tanrı’nın dediğini yapmalısın” şeklinde cevaplanmasına sebep olacaktır. Sonuçta zaten iç içe olan ontoloji ve epistemolojiden bağımsız bir etik görüşü oluşması mümkün değildir. Demek ki her varlık kurgusunun ve ahlak kurgusunun rasyonelliği tartışıldığı anda mutlaka epistemoloji devreye girer. Rasyonel tartışmanın olmadığı anda bile aslında epistemolojik bir kanaat mevcuttur. Toplumdan geleneksel olarak gelen bilginin veya mitolojinin bilgi kaynağı olarak kabulü buna örnektir. (Devamını Oku)

Yorumlar (1)
Kur’an’a Göre Bilgi Anlayışı
Bilgi teorisi felsefenin temel meselelerinden olduğu gibi dinlerinde en temel konuları arasında yer almaktadır. Bilgi edinmenin imkânı, bunun kaynakları ve değeri doğru bilgiye ulaşmanın yönteminin belirlenmesi açısından oldukça önemlidir. İslam dininin kaynağı Kur’an’ı Kerim, duyular, akıl ve vahiy vasıtaları ile elde edilen bilgilere itibar etmiş ve bunları insanın bilgi edinme vasıtalarından saymıştır.

Bilgi problemi felsefede ilmin imkânı, mahiyeti, kaynağı ve değeri açılarından ele alınır. Bilginin imkânını reddeden şüpheciler (sofistler) dışında bütün düşünürler bilginin imkânı konusuna olumlu yaklaşmışlardır. Bilginin kaynakları da duyular, akıl ve sezgi olmak üzere üç grupta toplanır. Birincisine realistler ikincisine ise idealistler itibar ederler. Kelamcılar bilginin kaynakları konusunda duyular, akıl ve doğru haberden oluşan bir terkip oluşturmuşlardır. (Devamını Oku)

Yorumlar (0)
Kur’an’da Bilgi Kaynağı Olarak Duyular
Bilginin kaynaklarının başında madde âleminin incelenmesine yarayan sağlam duyular gelir. Kur’an’da birçok ayette doğru bilgiye ulaşılabilmesi için Allah’ın insanlara lütfettiği işitme, görme ve dokunma duyuları vasıtasıyla hareket edilmesi ve bunların aracılığı ile birçok mükemmelliğin ve gerçeğin farkına varılması söylenmektedir. İslam düşüncesi ve bilimi tarihi boyunca teşekkül eden terminoloji içinde duyu his ve hâsse kelimeleri ile ifade edilmiştir. Bilgi problemi ile ilgili olarak duyu ve algı konuları his, havâs, havâss-ı hams, havâss-ı zâhire, havâss-ı bâtıne, havâss-ı selîme, el-kuvvetü’l-müdrike, en-nefsü’l-hassâse, en-nefsü’l-hayvâniyye ve esbâbü’l-ilm gibi başlıklar altında incelenmiştir. Bir duyu gücünün herhangi bir etkenle uyarılmasına ihsâs, buna bağlı olarak nesnenin zihindeki kavramına ma’rifet ve fehim, bağımsız bilgi haline gelmesine idrak denir. (Devamını Oku)

Yorumlar (0)
Kur’an’da Bilgi Kaynağı Olarak Akıl
Diğer bir bilgi kaynağı olan akıl insanı diğer canlılardan ayıran en temel özelliklerden olmasının yanında insanın varlıkların hakikatini bilip kavramasına, iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı ayırabilmesine imkân sunan bir bilgi kaynağıdır. Kur’an’da ısrarla birçok ayette fonksiyonel hale getirilmesi istenen melekelerden biri de akıldır. İlmin en önemli sebepleri ve kaynakları olan duyu organları ve akıl beşeri kuvvetler olarak işlev görürler. Her insana farklı farklı da olsa yaratılıştan verilen bir özelliktir. Gerçi bunun aksini savunanlar da vardır. Örneğin, Mu’tezile’ye göre duyular ile akıl farklı farklı değil bütün insanlara eşit olarak verilmiştir. Görülen ve hissedilen şeyler duyu organları vasıtası ile algılanır. Bu algılama sonucunda zihinde oluşan bilgi, aklın desteği ile hedefe ulaşır.

Ancak aklın ulaştığı her bilgi bütün varlık ve olayları kuşatan sınırsız bir bilgi olmadığı gibi insan bünyesinde varolan ve bilginin oluşumuna etki eden kuruntular ve çeşitli arzular nedeniyle yanılabilen de bir bilgidir. Gerçekleri bulmada bağımsız değildir. Allah’ın zatı, sıfatlarının mahiyeti gibi metafizik boyutlu konularda aklın kendi başına bilgi verme imkânı yoktur. Çünkü söz konusu konular hiçbir ölçüye sahip olmayan derinliktedir. Bizim aklımız vasıtası ile kavrayabileceğimiz konular Allah’ın bilmemizi istediği kadar ile sınırlı kalır ve ötesine geçemez. Buna göre Kur’an’ın akıl hakkında verdiği hüküm kısaca şu şekilde ifade edilebilir: ‘Akıl insanlar için bilgi kaynağıdır ancak vahiy çizgisine kadar. Vahiy karşısında aklın görevi onu anlamaktan ibarettir.’ (Devamını Oku)

Yorumlar (6)
Kur’an’da Bilgi Kaynağı Olarak Vahiy
Kendi varlığının sebebi, yaşamın anlam ve hedefi, niçin, nasıl ve hangi ölçülere göre yaşanılması gerektiği, ölüm sonrası durumun ne olacağı gibi temel sorular tecrübe yöntemi ile cevaplandırılabilecek sorular değildir. Bu noktada duyular kendi sınırını aşan metafizik âlemle ilgili problemlerde akla malzeme sağlayamamaktadırlar. İşte bu noktada vahiy devreye girmekte ve bilgi kaynaklarından biri olarak değerlendirilmektedir. Kelamcılar vahyi bir bilgi kaynağı olarak zikretseler de vahiy, bilgi nazariyesinde doğrudan bir bilgi kaynağı olarak ele alınmamıştır. Kelamcılar doğru haberi bilgi kaynağı olarak almış ve vahyi de doğru haberlerden biri olarak kabul etmişlerdir. Ancak vahyi sırf bir haber olarak ele alıp doğru haber altında incelemek pek isabetli bir yaklaşım değildir. Çünkü vahiy, sırf bir haber değil, aksine gerçekliğini bünyesindeki akli delilerle eşsiz bir bilgi kaynağıdır. Bundan dolayı vahyi dolaylı olarak değil doğrudan doğruya bilgi kaynağı kabul etmek daha uygundur. (Devamını Oku)

Yorumlar (1)
Kitap Tanıtımı


Yazarlar: Caner Taslaman   Tomis Kapitan

İstanbul Yayınevi 2007, 128 sayfa.

 

Bu kitap “terör” ve “cihad” kavramlarının retorik olarak kullanılmasının yol açtığı sorunları ve bu retoriklerin, medeniyetlerin arasında iletişimsel sürecin kurulmasını nasıl engellediğini göstermektir. Bu çalışmada “retorik” sözcüğü ile kastedilen, dilin ikna edici biçimde, belli menfaatleri,özellikle de siyasal hedefleri gerçekleştirmek için kullanımıdır.

Üç Makaleden oluşan bu kitapta, bu terimler ile kastedilen belirli olaylardan çok, bu terimlerin bizatihi kendisi konu ediliyor. Kitleleri belli menfaatler doğrultusunda yönlendirmek isteyenler, bunu, dilin kullanım tarzında yönlendirmeler yaparak gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar. Bahsedilen terimlerle ilişkili retoriğin oluşturulma sebebinin de bununla ilintili olduğu, bu kitaptaki makalelerde gösterilmeye çalışılıyor. Ayrıca İslam’la ilgili yanlış yaklaşımların düzeltilmesinin medeniyetler arasındaki iletişimsel sürecin oluşumuna yapacağı katkı da ele alınıp irdeleniyor.

Yorumlar (0)
Kitap Tanıtımı


Yazar: Caner Taslaman

İstanbul Yayınevi 2006, 3. Baskı, 221 Sayfa.

Big Bang teorisi, felsefe ve dinler açısından hangi sonuçları doğuruyor? Tanrı var mı? Tanrı’nın varlığı bilimsel verilerle ve akılcı delillerle ispatlanabilir mi? Evren, bilimsel kanunlar, evrensel tüm oluşumlar, bütün canlılar ve biz; tesadüfen mi oluştuk, yoksa bilinçli bir yaratılışın ürünleri miyiz? Bütün bu soruların cevapları, bu kitabın ilgi odağını oluşturmaktadır.

Evren hakkında ne düşündüğümüz gerçekten de önemlidir. Evren hakkındaki görüşümüz, evrenin bir parçası olan kendimiz hakkındaki görüşümüzü de belirlemektedir. Bu kitapta, hem fizik ve astronomi bilimleri, hem felsefe, hem de ilahiyat alanına girilmekte; bütün bu ayrı alanlardaki bilgi birleştirilmekte ve bu alanların arasına örülmüş duvarlara karşı çıkılmaktadır.

Yazar bu kitapla, “insancı ilke” tartışmalarına kendi geliştirdiği “Dünya ilkesi” ile katılmaktadır. Bu kitap, felsefi bilgilerin kuru bir aktarımı olmak yerine yeni felsefi iddialara sahiptir. Yazarın materyalist felsefeye, Eski Yunan felsefesine, özellikle de Kant’a ve Hawking’e getirdiği orijinal eleştirileri mutlaka okumalısınız. Bu kitapla, hem varlığımızın anlamı ile ilgili sorulara cevaplar bulacak, hem de bilim, felsefe ve ilahiyat alanına giren konularda önemli bir bilgi birikimine sahip olacaksınız.

http://www.bigbang.gen.tr/

Yorumlar (0)
Ömrümüzün Kısa Bir Muhasebesi
Yaratanın bize peşinen vermiş oldukları ve hayırlı kullar olduğumuz takdirde ahirette vermeyi vaat ettiği nimet ve imkânlar karşısında bizden istedikleri okyanusta bir su damlacığı hükmündedir. Bizler ise hak etmediğimiz halde bize verdiği bunca nimeti çok görmeyen Rabbimize yapılacak kulluk ve ibadetleri çok görmekte gündelik hayatın süsüne ve gafletine aldanmaktayız. Her bir işe vakit bulurken asıl vakit ayrılması gereken ibadetlere sıra geldiğinde ya vakit bulunamamakta ya da bu ibadetler gereğince yerine getirilememektedir. Acaba ibadetlere vakit bulamayan insanlar ömürlerini ne ile geçirmekteler. Yapılan hangi şey asıl yapılması gerekli olandan daha önemli bir düşünelim.

Ortalama 60 yıl ömür yaşayan ve günde 8 saatini işe güce çalışmaya, 8 saatini yemek, içmek, gezmek, spor yapmak, çoğu zamanda amaçsız boş boş oturup konuşmak saatlerce televizyon izlemek gibi işlere, 8 saatini ise uyumaya ayıran insan ömrünün 20 yılını işte, diğer 20 yılını yemek içmek gezmekte kalan 20 yılını ise uykuda geçiriyor ve bunca zamanını tasarrufsuz kullanıyor da günde en azından bir saatini ibadete ayırarak 60 yıllık ömrünün 2.5 yılını ibadetle geçirmeyi çok görüyor. Üstelik bir sonraki nefesimizi almaya garantimiz yokken. İşte su misali akıp giden insan ömrünün küçük bir muhasebesi. Acaba biz amaçsız ve boş geçen bir ömür yaşamak için mi yaratıldık?

Öyle kişiler vardır ki, bir ticaret de bir alış-veriş de onları Allah’ı hatırlamaktan, namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkoyamaz. Onlar, kalplerle gözlerin döneceği/yer değiştireceği günden korkarlar. 24 Nur Suresi Ayet 37

Şu iğreti dünya hayatı, bir eğlence ve oyundan başka şey değil. Âhiret yurduna gelince, asıl hayat işte odur. Ah, bilebilselerdi! 29 Ankebut Suresi Ayet 64

Yorumlar (7)
Ey Namaz Kıl Beni! Ey Oruç Tut Beni!
Varlığımıza ve insanlığımıza anlam kazandıran en önemli nitelik kulluğumuzdur. Allah’a, O’nun yüceliğine yaraşır kullar olarak ibadet etmemiz ise teslimiyetimizin bir ifadesidir. İbadetler ancak hakkıyla yerine getirildiklerinde amacına uygun olarak gerçekleşmiş olacaktır. Yoksa yapılan ibadetleri bir nevi alışkanlık, yerine getirilmesi gereken bir vazife ya da aradan çıkartılması gereken bir iş gibi düşünmek ve bu şekilde uygulamak ibadetlerden alınacak faydayı sınırlayacaktır. Ayetlerin ifadesiyle ibadetler insanı kötülüklerden alıkoyacak, Allah’ın yüceliğinin, dünya hayatının geçiciliğinin ve bu dünyadan sonraki hesap gününün hatırlanmasına vesile olacak tüm bunlarla birlikte hem dünya hem de ahiret açısından türlü faydalar sağlayacaktır. Bu yararlardan en verimli şekilde faydalanmak için yaptığımız ibadetleri ne için yaptığımızın farkında olmamız gerekir.

Pek çok insanın kıldığı namazı düşünelim. Acaba gerçekten hakkıyla yerine getirilebiliyor mu? Çoğu zaman bir şeylere yetişmek için süratle kılınan namazlar, namaz kılınması emrini yerine getirmekten başka kul açısından ne işe yarıyor acaba? Namaz boyunca dikkatin toplanamamasından dolayı düşünülen türlü şeylerde cabası. Yani biz namazı yerine gelsin diye mi kılıyoruz yoksa Allah’ı anmak ve okuduğumuz ayetlerdeki gerçeklerin farkına varmak için mi? Şayet namazı kılmaya başlamadan öncemizle kıldıktan sonramız arasında değişen herhangi bir şey yoksa yapılan bu ibadetimizde bir sorun var demektir. Gerekli gereksiz pek çok iş için ayırdığımız saatlerimiz günlerimiz yanında namaz kılmak için ayırdığımız dakikalar bunca sınırlıyken en azından bu anları en verimli ve dikkatli bir biçimde yerine getirmemiz daha doğru olacaktır. Yani biz namazı değil belki bir manada namaz bizi kılmalı ve emrediliş amacına uygun olarak yaşantımızda olumlu yönde değişiklikler yapmalıdır. (Devamını Oku)

Yorumlar (4)
Yeryüzünde Yaşamın Kökeni


 

“Türkiye’deki Din-Bilim İkilemini Yeniden Düşünmek” | Mustafa Akyol

“Darwin Nerede Yanıldı?” | David Berlinski

“Akıllı Tasarım Teorisi” | Paul Nelson

“Bilimde ve Ahlakta Materyalist İndirgemecilik” | John Lennox

“İslam’a Göre Bilim, Doğa ve Yaşam” | Alpaslan Açıkgenç

 

24 Şubat 2007, Cumartesi, İstanbul Cemal Reşit Rey Konser Salonu, saat 14.00-17.00 arası düzenlenecek olan konferansın dili İngilizce ve Türkçe olacak ve konuşmalar her iki dile simultane olarak tercüme edilecek. Sonuçta soru-cevap kısmına zaman ayrılacak.

Giriş serbesttir.

 

Detaylı Bilgi İçin: www.mustafaakyol.org

Yorumlar (0)
Kur’an’da Allah’ın Varlığı
Kur’an’da Allah’ın varlığını ispat etmeye yönelik olmakla birlikte daha çok Allah’ın sıfatları, birliği, benzersizliği ve mükemmel bir varlık oluşu hakkında bir çok âyet bulunmaktadır. Bu tür âyetlerde en küçüğünden en büyüğüne, en basitinden en mükemmeline kadar bütün oluşumların, evrendeki hassas ayarların, bir gâye ve nizâmın varlığına dikkat çekilmekte ve bu mükemmel düzenin tesâdüfen oluşamayacağı gösterilerek Allah’ın yaratışındaki üstünlükten O’nun varlığına ulaşılmaktadır. Monoteist dinlerin en temel tezi olan, “Allah’ın her an, her şeye hâkim ve canlı cansız her şeyin yaratıcısı olması” inancı üç büyük dinin de en önemli dayanağıdır. Ancak insanın yaratılışı, evrenin kökeni ve evren hakkında detaylı bilgiler içermesi bakımından bu üç dinin kutsal kitapları arasında Kur’an’ın ayrı bir yeri bulunmaktadır. “İnsan ile alakalı moleküler biyoloji, genetik mühendisliği, hücre biyolojisi bilimlerinden başka, astrofizik, astronomi, kozmoloji, kozmogoni vb. bilimler de Kur’an ile tam bir ahenk içindedir”. (13) Kur’an’da Allah’ın varlığına işaret eden âyetleri yedi gruba ayırarak incelemek mümkündür:[14] (Devamını Oku)

Yorumlar (10)
Deliller ve Kalplerin Tatmin Bulması
Gerek evrende deliller gerekse insanın sahip olduğu hisleri sonucunda ve Yaratıcı gücü inkâr etmenin zorluğu karşısında insanlar tarih boyunca şirk yoluyla Tanrı’nın otoritesini paylaşma eğilimi göstermişlerdir. Bu noktada Kur’an-ı Kerîm’de Allah’ın varlığını ispat eden ayetlerden daha fazla, Allah’ın birliğine ve eşsiz bir varlık oluşuna, ortağı olmasının söz konusu olamayacağına ve tek Yaratıcı oluşuna vurgular yapılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın varlığının açık olduğunu belirtmek için “Gökleri ve yeri yaratan Allah’ın varlığında şüphe mi var?” (İbrahim 14/10) diye buyurmakta; bununla birlikte Hz. İbrâhim’in (el-Bakara 2/260) ve Hz. Îsâ’nın havarilerinin kalplerinin tatmin olması için Allah’tan delil istemeleri (el-Maide 5/111-113), insanların imanlarını sağlam temellere oturtmak için delillere duydukları ihtiyaç ifade edilmektedir. Bir taraftan bakılınca Allah’ın varlığı ispata gerek duyulmayacak kadar açık bir husustur. Başka bir açıdan bakılınca ise O’nun varlığını iyice kavramak için yarattığı şeyleri ve kâinatta oluşturmuş olduğu mükemmel düzeni dikkatli bir şekilde incelemek gerekmektedir. (Devamını Oku)

Yorumlar (1)
Dengeler Dünyası
Yazan: Prof. Dr. Osman Çakmak

Karanlık ve soğuk uzay boşluğu içerisinde hızla yol alan, Dünya dediğimiz sıcak ve canlı bir yuva içindeyiz. Bizim için hazırlanmış bu uzay gemisinde eksikliğini hissettiğimiz hiçbir şey yok. Burada ne aşırı soğukluk, ne de aşırı sıcaklık var. Ilıman ve hoş bir iklim hüküm sürüyor. Yüzyıllar boyunca dinamik bir denge içinde tutulmuş ortalama bir sıcaklık değeri var. Hülâsa Dünya tam bize göre hazırlanmış. Bunu daha iyi anlayabilmek için, yakın komşumuz Ay’a bir göz atmak kâfidir. Orada, gündüzleri 120 dereceye ulaşan kavurucu bir sıcaklık, geceleri ise; sıfırın altında 150 dereceye düşen dondurucu soğuk hükmeder. Ay, göktaşı yağmurları, ultraviyole ve kozmik ışınlarla delik deşik olmuş; ıssız, sessiz ve hayat belirtisi olmayan bir diyardır.

En karmaşık işler için bile, en kısa ve en uygun çözüm yollarının sunulduğu dünyamızda; en basit unsurlara büyük vazifeler yüklenmiş harika mekanizmalar geliştirilmiş. Bu tedbirler sayesinde, lâtif bir iklim, ideal hava - basınç - sıcaklık -yağış değerleri ortaya çıkmış. Dünya’nın ortalama sıcaklık değerinde kalmasına katkıda bulunan sistemlerden sadece bir kaçını kısaca ele alalım.

Güneş’ten bize ulaşan enerji miktarının tam istenen ölçüde olmasında şüphesiz Dünya ile Güneş arasındaki mesafenin gereken miktarda olmasının önemli bir katkı payı var. Güneş’e daha uzak mesafedeki Mars’ta, dondurucu soğuğu, Güneş’e daha yakın mesafedeki Venüs’te, kurşunu bile eritecek yakıcı sıcağı hatırlarsak; Dünya’nın özel statüsünü ve seçilmişliğini takdir edebiliriz. Güneş enerjisinin fazla değil, % 10 bile daha az gelmesi, yeryüzündeki ortalama sıcaklığın düşmesine, dolayısıyla yeryüzünün metrelerce kalınlıkta buzul tabakasıyla kaplanmasına yol açardı. Enerjideki az bir artış ise, bütün canlıların kavrularak ölmelerine sebebiyet verirdi. (Devamını Oku)

Yorumlar (0)
Başka Sevdalar Başka Rüyalar…
Varlık amacını sorgulamayan yaşıyor, görüyor, duyuyor, yiyip içiyor ve konuşuyor olmasını yeterli görerek tüm bunların ve onlarca mislinin sebebini düşünmeyen insan şu kısa dünya hayatında çok çeşitli sevdalara çok çeşitli rüyalara dalmakta ve varlık amacından sapmaktadır. Sabırsız ve kaygısız bir biçimde peşinen geleni sevmekte elde edeceği sınırlı ve geçici nimetleri sonsuz ve sınırsız olana tercih etmektedir.

Bilindik kanalların pek çoğunda her geçen gün artan açılımıyla çeşitli yarışma programlarına şahit olmaktayız. Kimisi bilgi ve genel kültüre, kimisi cesaret ve tehlikeye, kimisi ses ve dans kabiliyetine büyük çoğunluğu ise ne amaçla olduğu belirsiz sevdalara dayanmakta. Bu dünyada bulunma amacını Allah için yaşamak ve yolunda hayırlı işler üzerine yarışmak olduğunu unutan insan bedeni ile zihni ile ve hayata bakışı ile hep başka sevdalar başka duygular için yarışmaktadır. (Devamını Oku)

Yorumlar (4)
Allah’ı Anmak
Kur’an-ı Kerim ayetleri çeşitli vesileler ile sürekli olarak evrenin ve tüm canlılığın yaratıcısı olan yüce Rabbimizin birliğinin, kudretinin, rahmetinin ve gücünün zikredilmesi-hatırlanması, bize vermiş olduğu imkan ve nimetler karşısında şanının yüceltilmesi, şükredilmesi ve yüceliğine yaraşır bir kul olunması üzerinde durmakta ve insanların dikkatlerini bu noktaya çekerek varlık amacının farkına varmasını sağlamaktadır. Bizi var eden her an görüp gözeten çeşitli nimetler ile rızıklandıran ve bizlere vermiş olduğu hayatın hesabını soracak olan Allah’ın hatırlanması, emir ve yasaklarına itaat edilerek birliğine teslim olunması kulluk vazifesinin temelini oluşturmaktadır. Kendisi Allah’ı görmese de Allah’ın her an onu gördüğünü bilen kul Allah’a güvenip dayanacak yaşantısını ve hareketlerini bu inanç üzerine gerçekleştirecek ve nihayetinde sonsuzluk yurdunda huzur ve mutluluğa erişecektir. İlgili konu hakkında Kur’an ayetlerinin bir kısmı şu şekildedir: (Devamını Oku)

Yorumlar (8)
Nasılı mı Yoksa Nedeni mi Sormalı
Ortaçağ sonrası yüzlerce yıl boyunca ve hala günümüzde de çeşitli çevreler tarafından din ve bilim birbirinden tamamen ayrı iki unsurmuş gibi gösterilmeye ve dayatılmaya çalışılmaktadır. Oysaki aklını işleten bir insan bilimsel yasaların Yaratıcının evrene koymuş olduğu düzen ve nizamın bir neticesi olduğuna kolaylıkla hükmeder. Yani bilimsel bir gerçeklik hiçbir zaman dinin özü ile çatışma içerisinde olmaz. Aydınlanma dönemi ile birlikte Avrupa’da dinin karşısına ve sonrasında tamamıyla üzerine çıkartılmak suretiyle adeta tanrılaştırılan bilim modern dönemdeki pek çok verisi ile tüm alemi yaratan üstün bir güce işaret etmektedir.

Modern insana göre evrendeki tüm hareketin ve oluşumların açıklayıcısı bilimdir. Oysaki bilimin açıklamaları incelendiğinde olayların nasıl oluştuğu ya da ne şekilde geliştiği noktasında kalındığı bunun ötesine geçilemediği görülmektedir. Örneğin bilim adamları gözümüzün nasıl gördüğünü dış dünyadaki görüntülerin beynimize ne şekilde düştüğünü açıklamaya çalışmakta ve bu konuda bir takım veriler sunmaktadırlar. Ancak neden görme işlevini sağlayan bir organa sahip olduğumuz ve tüm bu görme olayının niçin bu kadar mükemmel olduğu noktasında getirilebilecek bilimsel bir açıklama bulunmamaktadır.

Evrende gerek fiziksel gerek biyolojik ve gerekse kimyevi hareket ve oluşumlar ile maddeye içkin bir takım özelliklerin oluşumu hakkında açıklama yapan bilim, maddenin neden bu özellikleri barındırdığı konusunda cevapsız kalmaktadır. Çünkü dinden uzak anlayışa göre bilim oluşumların nasıllığı ile uğraşır nedenliği ile değil. Oysaki din bize alemdeki tüm bu nizam ve oluşumun nasıllığını ve nedenliğini bir arada açıklamaktadır. Nasıllığı Allah’ın evrene koyduğu yasaların insanlar tarafından keşfedilmesi ile açığa çıkar nedenliği ise Allah’ın lütuf ve Rahmetinin bir yansıması olarak anlam kazanır. (Devamını Oku)

Yorumlar (2)
Biri Bizi Gözetliyor…
Dünyaya gelmemizden ölümümüze kadar biri bizi gözetliyor… Bir kaç yıl önce Türkiye’ye damgasını vuran geniş halk kitleleri tarafından izlenen ve fanatikler doğuran bir program vardı. ‘Biri Bizi Gözetliyor’ ismiyle yayınlanan bu programa gösterilen büyük ilginin en önemli sebebi bir eve topladıkları insanların salonlarına yatak odalarına ve hatta banyolarına kadar yerleştirilen kameralar ve bu kameralar aracılığı ile dileyen herkesin bu evde olan biten olayları seyredebilmesiydi. Ardından bu şekilde yapılan pek çok program daha çıktı ortaya. Programın içeriğinden çok bizi ilgilendiren kısmı bu eve toplanan insanların davranışlarıdır. Tüm Türkiye tarafından izlenen ve bunun farkında olan bu insanlar yarışın başlamasıyla hem onlara oy verecek izleyenlere sevimli ve insancıl gözükmek için hem de yarışma sonunda galip gelecek kişiye vaat edilen ödüllere sahip olabilmek için kıyasıya yarıştılar ve program yapımcıları tarafından belirlenen kurallara harfiyen uymak için çaba sarf ettiler. Neden? Belki biraz şöhret belki de biraz para için… Ancak az bir zaman sonra aynı evde yaşayan birbirinden farklı bu kişiler arasındaki kavga, çekişme ve iftiralar gazete ve televizyonlarda manşetlere taşındı. Peki, az bir zaman içinde değişen neydi? Neden başlangıçta çok olgun ve duyarlı intibalar bırakan bu insanlar bir anda değişikliğe uğradılar? İşte kısa bir zaman içinde tüm eve yerleştirilmiş kameraların olduğu ve halkın canlı olarak onları izlediği gerçeği unutularak ya da zaman zaman hatırlanarak insanlar büyük oranda dış dünyadaki gerçek hallerine geri döndüler. Maskeler düştü. İşte insan gerçeği… (Devamını Oku)

Yorumlar (2)
Gaye ve Nizam Delili
Bu delilin değerlendirilmesinde genellikle: “Şimdi, insan, kâinata, güneşe, aya, yıldızlara, yağan yağmura, biten ota, yetişen meyveye, büyüyen hayvana ve etrafta olan her şeye, geceye, gündüze, toprağa, sıcağa, soğuğa, kendisinin yemesine, içmesine, hazım cihazına, nefes alıp vermesine, yorulup dinlenmesine, öğrenmesine ve başkasına öğretmesine ve bütün bunlara, zikredilmeyen daha bir çok sayılamayacak şeye bir dikkatlice ve düşünce ile baksın, hepsinin bir düzen ve kanuna göre meydana geldiğini görür. İşte bunları bir kanuna ve düzene göre yapan, eden ve bir nizama koyan bulunmaktadır.” (Hüseyin Atay, İslâm’ın İnanç Esasları) şeklinde ifadeler kullanılmaktadır. Gâye ve nizâm delili aşağıdaki önermelerden oluşan bir kıyasla ifade edilebilir : (Devamını Oku)

Yorumlar (1)
Kozmoloji, Kozmogoni ve Teleoloji
Âlemin nasıl yaratıldığı?” konusuyla kozmoloji ve kozmogoni bilimi uğraşır. Kozmogoni, âlemin kaynağını ve onu meydana getiren unsurların durumunu araştırır. Bunu yaparken de, diğer bilimlerden azamî ölçüde yararlanır. Âlemin ‘neden’ ve ‘niçin’ yaratıldığı konularıyla ise gâyelilik (teleoloji disiplini) uğraşır. Bu disiplin, kâinatın yaratılış ve işleyişinde herhangi bir amaç, önceden oluşturulmuş bir plan olup olmadığını inceler. Çalışmalarında diğer ilimlerin tasvir ettikleri varlığın düzeninde ve kanunluğunda, bir gayeye uygunluk olup olmadığını araştırır. Eğer böyle bir gayeye uygunluk var ise, bir gaye koyup gerçekleştirmenin söz konusu olup olmadığını ve bu gayeyi koyup gerçekleştirenin ‘ne’ veya ‘kim’ olduğunu soruşturur.

Kaynak: Hüseyin Aydın, Yaratılış ve Gayelilik, D.İ.B. Yayınları, 3. Baskı, Ankara 1996.

Yorumlar (0)
— Sonraki Sayfa » 1. Kategoriler1. Dua
2. Din Bilim
3. Görüntülü
4. Makaleler
5. Dini Yazılar
6. Tarihi Sözler
7. Kitap Tavsiye
2. Arama 1.Yahoo
2.Google
3.Altavista
3. Araştırma1.YÖK
2.ÖSYM
3.İSAM
4.Ansiklopedi
5.Üniversiteler
6.Kütüphaneler
7.Devlet Arşivleri
4. Sözlük1.Türkçe Sözlük
2.Arapça-Türkçe
3.İngilizce-Türkçe
5. Faydalı Siteler1.Download
2.Wikipedia
3.Basın Yayın
4.Hava Durumu
5.Site Adresleri
6.Online Arapça
7.Türk Dil Kurumu
6. Ajanslar1.İhlas Haber
2.Cihan Haber
3.Anadolu Haber
7. Site Tavsiye1.Allah'ın Varlığı
2.Evren'in Yaratılışı
3.Evrim Teorisi
4.Kur'an-ı Kerim
5.Kur'an-ı Kerim
6.Kur'an Mucizeleri
7.Dini ve Güncel
8.Kur'an'da Çelişki Yoktur
9.Din, Politika, Bilim ve Kültür
Yazı Başlıkları
Öğüt Vermek ve Hatırlatmak
Zekât ve Sadaka Nedir? Kimlere Verilir?
Bir Adet Okunmamış Mesajınız Var! Lütfen Okuyunuz…
Size Özel Kampanya! Kat Kat World Puan ve Ekstra Bonus
“Ölmeden Önce Yapmanız Gereken 101 Şey”
Kader
Allah’ın Rızası, Cennet ve Cehennemin Dereceleri
Kur’an Ayetlerine Göre Adalet ve Adil Olmak
Kur’an-ı Kerim Sure İsimlerinin Türkçe Anlamları
Bilim, Din ve Felsefe Konferansları II
Allah’ın İsimleri (Esmâ-i Hüsnâ)
Ateizm (Tanrıtanımazlık) Psikolojisi ve Propagandası
Dünya Malına Duyulan Özlem ve Karun Örneği
Dua Etmek ve Duaların Kabulü
Kur’an’da Biz İfadesinin Kullanılmasının Sebebi
Big Bang (Büyük Patlama) Teorisi Doğrultusunda Yaratılış Gerçeği
Kefenin Cebi
DNA’nın Dili
İlk Bilgi
Kur’an Ayetleriyle Kur’an’ı Tanımak
Kur’an Ayetlerine Göre (Mü’min) İnanan Olmak
Bilgi Kaynağı Olarak Vahiy, Akıl ve Duyu Organları
Kur’an’a Göre Bilgi Anlayışı
Kur’an’da Bilgi Kaynağı Olarak Duyular
Kur’an’da Bilgi Kaynağı Olarak Akıl
Kur’an’da Bilgi Kaynağı Olarak Vahiy
Kitap Tanıtımı
Kitap Tanıtımı
Ömrümüzün Kısa Bir Muhasebesi
Ey Namaz Kıl Beni! Ey Oruç Tut Beni!
Yeryüzünde Yaşamın Kökeni
Kur’an’da Allah’ın Varlığı
Deliller ve Kalplerin Tatmin Bulması
Dengeler Dünyası
Başka Sevdalar Başka Rüyalar…
Allah’ı Anmak
Nasılı mı Yoksa Nedeni mi Sormalı
Biri Bizi Gözetliyor…
Gaye ve Nizam Delili
Kozmoloji, Kozmogoni ve Teleoloji
Evrendeki Enerji Akışı
Big Bang’in Kritik Ayarı
Niçin Herşey Bu Kadar Güzel
Bilim Kisvesi Altında Materyalist Felsefeyi Öğretmek
Bir Proteinin Hikayesi
Dünya Hayatı
“Lütfen Bana Ölümü Hatırlatmayın”
Düşünmeye Davet
Tabiat Ana
Allah’ın Benzersiz Tekliği
Âlemden Allah’a
Yaratılışımızla Birlikte Bizle Var Olan Deliller
Canlılığın Oluşumu Hakkında Darwinist Yaklaşım
Freud ve Din
Gerçek İlim İnsanları O’nu Tasdik Ediyor
Akıllı Yaşam ve Evrendeki Düzen
Hayat Kaynağımız Güneş
Toprak ve Sudan Yaratılma
Bir Yağmur Damlasının Hikayesi
Yüz Soruda, Kainat ve İnsan
Evrendeki Tasarıma 40 Örnek
Evrendeki Mükemmel Tasarım Karşısında Bilim Adamlarının İtirafları
Michael Behe: Modern Bilim Ateizmi Çürüttü
Patrick Glynn: Ben Bir Ateisttim!
Toprağın Sırları
Allah Kuluna Yetmezmi
Güzel Sözle Öğüt Vermek
Kendini Öldüren İnsanlık
Kur’an’dan Dua Ayetleri 1
Yokluktan Yaratıldık
Bak Şu Derin İnanç Ölçüsüne!
Evrenin ve Zamanın Başlangıcı
Evrenin Başlangıcı Gibi Sonu Da Vardır
Evren Buysa Kral Kim?
Kör Olmak Ya Da Olmamak
Entropi Kanunu
Madde ve Enerjinin Yeni Çehresi
Zamanın İzafiyeti ve Kur’an
Kur’an’dan Dua Ayetleri 2
Epiktetos
Kar Taneleri
Bir Profesörün Öğrencilerine Verdiği Mesaj
Hayvanlar Alemi
Tabiat ve Terzilik
Mühendislik ve Canlılar
Hayvanların Kemiklerinin Tasarımındaki Mükemmellik
Hassas Dengeler
Dört Temel Kuvvetteki Hassas Ayar
Evrim Teorisi’nin Bilimsel Kriterlere Uygunluğunun Sorgulanması
Vücudumuzdaki Hassas Denge
Evren ve Oluşumundaki Bazı Hassas Ayarlar
Atom ve Atomun Parçacıkları
Dünyanın Hayata Uygunluğu
Yeryüzünün Tabakaları
Gökyüzünün Tabakaları
Atmosferde Bir Yolculuk
Göğün Geri Çevirdikleri
Karbonun Hayata Uygunluğu
Suyun Hayata Uygunluğu
Yağmurdaki Ölçü
Işığın Hayata Uygunluğu
Hücrenin Hayata Uygunluğu
Biyokimya ve Akıllı Tasarım
Arı Bir Matematik Profesörü Müdür?
Parmak Uçlarındaki Kimlik
Akıllı Tasarım (Intelligent Design) Teorisi
Kur’an’dan Dua Ayetleri 3
Anne Karnında Üç Karanlıkta Yaratılış
Kutsal Kitaplar ve Yaratılış
İnsan ve Yaşam
Ölüm Ötesi Hayat
Kıyamet Manzaraları
Allah İnsanları Niçin Yaratmıştır
Din
Alan ve Metodları Yönünden Bilim Felsefe ve Din
Dini Bilginin Oluşumunda Aklın Rolü
Tanrı-Evren İlişkisi Açısından Determinizm, İndeterminizm ve Kuantum Teorisi
Kur’an’dan Dua Ayetleri 4
İslam’da Peygamberlik İnancı
Tasavvuf Bugünkü Potansiyeli ile İnsanlık İçin Bir Alternatif midir?
“Terör” ün ve “Cihad” ın Retoriği
Dekart: Metod Üzerine Konuşma
Tarihte İz Bırakan Sözler
Kitap Tavsiye
Allah’ın İsimleri
Evrenin Yaratılışı
Yaratılış
Akıllı Tasarım (Intelligent Design)
Dünyamız
Canlılar Dünyası 1
Canlılar Dünyası 2
Canlılar Dünyası 3
Anne Karnındaki Yaratılış Mucizesi 1
Anne Karnındaki Yaratılış Mucizesi 2
Anne Karnındaki Yaratılış Mucizesi 3
Anne Karnındaki Yaratılış Mucizesi 4
Anne Karnındaki Yaratılış Mucizesi 5
Anne Karnındaki Yaratılış Mucizesi 6
Anne Karnındaki Yaratılış Mucizesi 7
Anne Karnındaki Yaratılış Mucizesi 8
Arama Yap
 Sitedeki Yazılar Ancak Site Adresi Kaynak Gösterilerek Kullanılabilir.
ALLAH KURAN'DA KENDİSİNDEN KORKMAYI EMREDİYOR


Herşeyden önce iyi bilinmelidir ki, Allah korkusu birtakım cahil insanların sandıkları gibi, yalnızca peygamberlere ya da evliyalara has özel bir üstünlük değil, tüm iman edenlerin kalplerinde taşıdıkları ve diğer tüm insanların da taşımaları gereken bir duygudur. Çünkü Allah Kuran'da Kendisi'nden korkulmasını emretmiştir:

Ey iman edenler, Allah'tan korkun. Herkes yarın için neyi takdim ettiğine baksın. Allah'tan korkun. Hiç şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. (Haşr Suresi, 18)

Tüm insanları Allah yaratmıştır ve onları kendilerini bilip tanıdıklarından kat kat daha iyi bilip tanır. Herkesin kalplerinde gizli olanı, gizlinin de gizlisini bilir. Nefsinin insana ne tür vesveseler verdiğinden, ne tür oyunlar oynayacağından da çok iyi haberdardır. Çünkü nefsi yaratan, ona -imtihan için- sınır tanımaz kötülüğünü ve bu kötülükten sakınmayı ilham eden Allah'tır. Şeytanı da imtihan ortamının bir parçası olarak yaratmış ve ona bu amaç doğrultusunda birtakım özellikler vermiştir.

Allah korkusu ise bu imtihan ortamında müminin en büyük dayanağı olacaktır. Çünkü Allah korkusu kişiyi her an Allah'ın istediği gibi davranmaya, O'nu hoşnut etmeye çalışmaya, şeytanın ve nefsinin isteklerinden sakınmaya, onların hile ve oyunlarına karşı uyanık ve tedbirli olmaya sevk edecektir. Bu da, insana kendi sınır tanımaz isteklerini uygulatmaya çalışan nefsin ve şeytanın hiç işine gelmeyen bir durumdur.

Bu sebeple şeytan ve nefsi, insanı en başta Allah korkusundan uzaklaştırmaya çalışır. Allah'tan korkmanın gereksiz, hatta yanlış olduğu, asıl önemli olanın Allah sevgisi ve kalp temizliği olduğu gibi telkinlerle onun Allah'tan korkup sakınmasını engellemek ister. Oysa Kuran'ı okuyan şuurlu bir insan, şeytanın bu tür telkinlerinin hiçbir gerçekliği olmadığını, tamamen saptırma ve aldatma amacı taşıdığını rahatlıkla görür. Zira Allah, müminlere Kendisi'nden korkmalarını Kuran'da son derece açık bir biçimde emretmiştir. Bu emir Kuran'ın sayısız ayetinde yer alır. Bu ayetlerden birkaç örnek şöyledir :

... Allah'tan korkun ve bilin ki Allah, muhakkak cezası pek çetin olandır. (Bakara Suresi, 196)

... Allah'tan korkup-sakının ve gerçekten bilin ki, siz O'na döndürülüp-toplanacaksınız. (Bakara Suresi, 203)

... Allah'tan korkup-sakının ve bilin ki, Allah herşeyi bilendir. (Bakara Suresi, 231)

... Allah'tan korkup-sakının ve bilin ki, Allah yaptıklarınızı görendir. (Bakara Suresi, 233)

Ey iman edenler, Allah'tan korkup-sakının ve (sizi) O'na (yaklaştıracak) vesile arayın; O'nun yolunda cehd edin (çaba harcayın), umulur ki kurtuluşa erersiniz. (Maide Suresi, 35)

Mümin her konuda olduğu gibi Allah'ın bu emrini de kayıtsız şartsız yerine getirmeye çalışır. Kuran'dan habersiz cahil kimseler gibi, Allah'tan korkmanın gerekip gerekmediği, Allah korkusunun mu yoksa Allah sevgisinin mi önemli olduğu, Allah'ı seven bir kimsenin neden Allah'tan korkması gerekeceği gibi, şeytani kuruntu ve vesveselere kapılmaz. Allah'tan korkmanın, tıpkı namaz kılmak, oruç tutmak gibi "farz kılınmış" bir ibadet olduğunu bilir ve bu ibadeti en güzel biçimde yerine getirmeye çalışır. Bununla birlikte, Allah Kuran'da insanın neden Kendisi'nden korkması gerektiğinin hikmetlerini de ayrıntılı olarak açıklamıştır. İlerleyen bölümlerde bu konu detaylı olarak ele alınacaktır.
 
  
KURAN'DA TARİF EDİLEN ALLAH KORKUSU


Ayette belirtilen "Allah'tan nasıl korkup sakınmak gerektiği" Kuran'da son derece açık ve ayrıntılı bir biçimde tarif edilmiş bir konudur. Korkunun ne şekilde, nasıl bir ruh halinde ve ne şiddette olması gerektiği de Allah'ın ayetlerinde bir bir anlatılmıştır. Zaten Kuran'ın indiriliş amaçlarının en önemlilerinden biri de budur:

İşte bu (Kur'an) uyarılıp korkutulsunlar, gerçekten O'nun yalnızca bir tek ilah olduğunu bilsinler ve temiz akıl sahipleri iyice öğüt alıp düşünsünler diye bir bildirip-duyurma (bir belağ)dır. (İbrahim Suresi, 52)

Şimdi Allah korkusunun nasıl olması gerektiğini yine Kuran ayetlerinden görelim.

Gücünün Yettiği Kadar Allah'tan Korkmak

Öyleyse güç yetirebildiğiniz kadar Allah'tan korkup-sakının, dinleyin ve itaat edin... (Tegabün Suresi, 16)

Allah Kuran'da insanlara sonsuz kudretini, makamının yüceliğini ve üstünlüğünü, Kendisi'ne karşı gelenler için hazırladığı azabın şiddetini ve büyüklüğünü detaylı olarak anlatmıştır. Artık bundan sonra kişiye düşen bu gerçekleri samimi olarak ve derin derin tefekkür etmesi, niyetinde ve yaptığı işlerde hep bu gerçeklerin bilincinde bir tavır göstermesidir. Bunu da ayette belirtildiği gibi gücünün yettiği derecede yapmaya çalışmalıdır. Yani gücünün yettiğince Allah'ın büyüklüğünü takdir etmeli, gücü yettiğince Rabbimizin tehdit ettiği azabın -cehennem azabının- büyüklüğünü, boyutlarını ve sonsuzluğunu tefekkür etmelidir. Bunun sonucunda kalbinde doğal olarak Allah korkusu oluşacaktır. Böylece mümin Kuran'da emredilen ibadetleri yapmamaktan, haram kılınan şeyleri ise yapmaktan gücü yettiğince korkup sakınacaktır. Zira korkup sakınacağı şeyler de Kuran'da kendisine detaylı olarak bildirilmiştir:

Böylece Biz onu, Arapça bir Kur'an olarak indirdik ve onda korkulacak şeyleri türlü şekillerde açıkladık; umulur ki korkup-sakınırlar ya da onlar için düşünme (yeteneğini) oluşturur. (Taha Suresi, 113)

Burada belirtilmesi gereken çok önemli bir nokta daha vardır: Allah korkusu elde edilmesi zor olan, birtakım aşamalardan geçerek kazanılacak bir his değildir. Aksine şuuru açık, düşünen her insanın aksi mümkün olmayacak şekilde derinden hissettiği bir duygudur. Bir insanın gerçek Allah korkusunu elde edebilmesi için tek bir samimi tefekkürü bile yeterli olabilir. Kişi yalnızca bir an ölümü, ölümden sonra karşılaşacaklarını düşünüp, Allah'a karşı saygı dolu bir korku hissedebilir. Bu, tamamen insanın düşünmesine ve aklını kullanmasına bağlıdır.

İçi Saygı ile Titreyerek Korkmak

Allah diğer dünyevi korkularla karıştırılmaması için, Kuran'da Kendisi'nden korkan bir müminin hislerini ve ruh halini de tarif etmiştir. Müminin Allah korkusu başka hiçbir korkuya benzemeyen, son derece içli ve saygı dolu bir korkudur. Bu korku diğer korkular gibi insana sıkıntı ve azap veren bir korku türü değildir. Tam tersine, insana kulluğunu ve aczini hatırlatan, onun aklını ve şuurunu açıp geliştiren, insanı çok üstün bir ahlak seviyesine ulaştıran bir korkudur.

Bu korku müminin ahirete olan özlemini artıran, ümit ve şevkini körükleyen bir korkudur. Allah korkusu, müminin Allah'a olan yakınlığını ve sevgisini kat kat artıran, ona büyük manevi hazlar yaşatan asil bir duygudur. Kuran'da iman edenlerin taşıdıkları bu içli ve saygı dolu korkudan pek çok ayette bahsedilir:

Gerçek şu ki, Rablerinden gayb ile (O'nu görmedikleri halde) içleri titreyerek-korkanlara gelince; onlar için bir bağışlanma ve büyük bir ecir vardır. (Mülk Suresi, 12)

... Rablerinden içleri saygı ile titrer, kötü hesaptan korkarlar. (Rad Suresi, 21)

Görmediği halde Rahman'a karşı 'içi titreyerek korku duyan' ve 'içten Allah'a yönelmiş' bir kalp ile gelen içindir. (Kaf Suresi, 33)

Ki onlar (o peygamberler) Allah'ın risaletini tebliğ edenler, O'ndan içleri titreyerek-korkanlar ve Allah'ın dışında hiç kimseden korkmayanlardır. Hesap görücü olarak Allah yeter. (Ahzab Suresi, 39)

Umutla Beraber Korku Duymak

Mümin Allah'tan korkarken Allah'ın şefkatini, merhametini, bağışlayıcılığını, O'nun lütfeden, tevbeleri kabul eden olduğunu da hatırından çıkarmaz. Bu da onun korkarken, bir yandan da içinde çok şiddetli bir umut taşımasına sebep olur. İçindeki Allah korkusu, Allah'ın bu sıfatlarını da çok derin ve geniş bir biçimde tefekkür etmesine, Allah'ın üstünlüğünü ve büyüklüğünü çok daha iyi takdir edebilmesine, dolayısıyla Allah'a daha fazla yakınlaşmasına vesile olur. Allah'ın merhametinin, şefkatinin, bağışlamasının büyüklüğünü daha iyi idrak eder.

İşte gerçek mümin Allah'a korku ve umut dolu bir ruh hali içinde yönelir ve dua eder:

Onların yanları yataklarından uzaklaşır. Rablerine korku ve umutla dua ederler ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler. (Secde Suresi, 16)

Bu da Allah korkusunun hiçbir zaman ümitsizliğe, karamsarlığa düşürmeyen bir duygu olduğunun göstergesidir. Müminlerin sürekli bir umut içinde olmaları gerektiği Kuran'ın pek çok yerinde belirtilmiştir:

... O'na korkarak ve umut taşıyarak dua edin. Doğrusu Allah'ın rahmeti iyilik yapanlara pek yakındır. (Araf Suresi, 56)

De ki: "Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım. Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, esirgeyendir." (Zümer Suresi, 53)

Umutsuzluğun ise inkar edenlerin bir vasfı olduğu yine ayetlerde bildirilmiştir:

Allah'ın ayetlerini ve O'na kavuşmayı 'yok sayıp inkâr edenler'; işte onlar, benim rahmetimden umut kesmişlerdir; ve işte onlar, acı azab onlarındır. (Ankebut Suresi, 23)

Ey iman edenler, Allah'ın kendilerine karşı gazablandığı bir kavmi veli (dost ve müttefik) edinmeyin; ki onlar, kafirlerin mezar halkından umut kesmeleri gibi ahiretten umut kesmişlerdir. (Mümtehine Suresi, 13)
 
  
MÜMİNLER ALLAH'TAN NİÇİN KORKARLAR?


Müminlerin Allah'tan korkma sebeplerine geçmeden önce, önceki bölümlerde de vurguladığımız bir noktayı tekrar hatırlatmakta fayda görüyoruz. Allah korkusu, müminin imanını, şevkini, Allah'a olan sevgi ve saygısını coşturan bir duygudur. Kişiyi Allah'ın razı olmayacağı bir tavır içine girmekten sakındıran, nefsinin taşkınlıklarını, sınır tanımaz kötülüklerini dizginleyen, sürekli iyilik yönünde harekete geçiren bir korkudur.

Bu korku onu Allah'ın azabından uzaklaştıran, Allah'ın rızasına, rahmetine ve cennetine yaklaştıran, bundan dolayı da çok büyük bir manevi haz içeren bir korkudur. Mümini Allah'ın sınırlarını korumada, Allah'ın rızasını aramada son derece yüksek bir şuura, uyanıklığa ve titizliğe iletir. Sonuçta müminin dünyadaki bu korkusu, onu kıyamet gününün korkusundan ve cehennemdeki ebedi korku ve dehşetten kurtaracaktır. Bir ayette şöyle buyrulmaktadır:

... Artık bunların ecirleri Rableri Katındadır, onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır. (Bakara Suresi, 274)

Allah'ın tehdidinden ve azabından korkan müminler, O'nun emir ve hükümlerine son derece titizlikle uydukları için, Allah'ın beğendiği üstün bir ahlaka sahip olurlar. Mütevazi, hoşgörülü, ince düşünceli, fedakar, aklı ve şuuru açık, Allah'ın yaratmasındaki üstünlükleri en güzel biçimde takdir edebilen, yüksek bilince ve büyük bir duyarlılığa sahip ideal bir yapı geliştirirler. Kısaca Allah korkusu müminleri ruhen zenginleştiren, onları cennete layık bir duyarlılığa eriştiren, son derece ince hikmetlerle donatılmış asil bir duygudur; ebedi mükafat ve mutluluğun anahtarıdır.

Allah'ın Yüce Makamından Korkarlar

Allah'ı Kuran'da tanıtıldığı gibi tanıyan ve samimi olarak O'nun sıfatları hakkında düşünen bir mümin en başta Allah'ın bizzat Kendisi'nden, üstün ve şerefli makamından içi ürpererek korkmaya başlar. Allah'ın heybet ve azametinden, sonsuz kudret ve üstünlüğünden ötürü, O'nun zatına karşı son derece saygı ve hayranlık dolu bir korku besler. Bu korku, Allah'ın üstün ve yüce makamının bilincinde olan müminin kalbinde doğal olarak oluşan bir korkudur. Bu korkunun derecesi kişinin imanının ve tefekkürünün derinliği derecesinde artar. Bu saygı dolu korku Kuran'da "haşyet" olarak da tanımlanır.

Allah sonsuz güç sahibidir, sonsuz bir ilme ve sonsuz bir akla sahiptir, dilediğini dilediği gibi yapar; Kendisi yaptığından sorulmaz, fakat O, insanları yaptıklarından sorguya çekecektir. Rabbimiz alemlerden müstağnidir, hiç kimseye ihtiyacı yoktur, fakat tüm varlıklar O'na muhtaçtır. Herkesi ve herşeyi yoktan var eden ve her an varlıkta tutan Allah'tır; herşeyin ve herkesin sahibi O'dur, dilerse herkesi yok edip yerine başkalarını yaratabilir. Hiçbir şeyi unutmaz; Allah bir şeyi diledi mi ona "ol" der ve olur, O'na hiçbir şey güç gelmez. Tüm bu sonsuz üstünlüklerin sahibi olan Allah'a karşı değil isyankar bir tavır almak, O'nu unutarak bir an geçirmek bile şuurlu bir insanın cesaret edebileceği bir şey değildir.

Allah'ı Kuran'da tanıtıldığı gibi tanıyan ve O'nun kudretini gereği gibi takdir eden bir insan Allah'tan saygıyla sakınır ve O'nun azametinden korkuya kapılır. Mümin Allah'ın büyüklüğünü, azametini, kudretini bildiği gibi "İntikam alan", "Kahreden", "Azap veren", "Zillete düşüren" sıfatlarını da bilir. Allah'ın rızasına ters düşen bir tavır ya da konuşmanın karşılıksız kalmayacağını bilir. Allah'ın her an herşeyden haberdar olduğunu, her yeri sarıp kuşattığını, kendisine şah damarından yakın olduğunu bilerek hareket eder.

İşte Allah müminin bu güzel tavrına karşılık onu dünyada ve ahirette ebediyen rahmeti, rızası ve cennetiyle ödüllendirir:

Rabbin makamından korkan kimse için ise iki cennet vardır. (Rahman Suresi, 46)

Elbette ki Allah'ı hakkıyla takdir edebilmek için Kuran ayetlerini çok iyi bilmek gerektiği gibi, O'nun dış dünyadaki ayetlerini -delillerini- de iyi bilip tanımak şarttır. En küçük bir atomdan ya da bir canlı hücresinden dev yıldızlara hatta galaksilere kadar Allah'ın sayısız yaratılış delilleri hakkında detaylı bilgi sahibi olmak insanın Allah korkusunu artırır. Çünkü bunları bilmek kişinin, Allah'ın yarattığı şeylerde tecelli eden sonsuz aklına, gücüne, ilmine çok daha yakından şahit olmasını, Allah'ın kudretini, diğer insanlara göre, çok daha fazla takdir edebilmesini sağlar. Bu da O'na karşı duyduğu korku ve haşyetin kat kat artmasına vesile olur. İşte Allah bu sırrı bir ayetinde şöyle açıklar:

... Kulları içinde ise Allah'tan ancak alim olanlar 'içleri titreyerek-korkar'. Şüphesiz Allah, üstün ve güçlü olandır, bağışlayandır. (Fatır Suresi, 28)

Allah'ın Tehdidinden Korkarlar

Allah bir ayetinde müminin, Kendi makamından korktuğu gibi, tehdidinden de korktuğunu belirtir:

... İşte bu, makamımdan korkana ve tehdidimden korkana ait (bir ayrıcalıktır). (İbrahim Suresi, 14)

Allah'ın tehdidi, Rabbimize iman ve itaat etmeyen, O'nun rızasını gözetmeyen, emir ve yasaklarını tanımayanlar için vaat ettiği maddi, manevi sonsuz bir azaptır. Bunun yeri de cehennemdir. Mümin, bu dünyada hiç kimsenin Allah'ın azabından emin olamayacağını çok iyi bilir. Bu yüzden Allah'ın, inkarcılara vaat ettiği cehennemdeki dayanılmaz ve sonsuz azaba düşmekten korkar. Müminlerin bu ruh hali Kuran'da şöyle tarif edilir:

Onlar, din gününü tasdik etmektedirler. Rablerinin azabına karşı (daimi) bir korku duymaktadırlar. Şüphesiz Rablerinin azabından emin olunamaz. (Mearic Suresi, 26-28)

Allah'tan içleri titreyerek korkan müminler, Kuran'ı okurken cehennemle ilgili ayetlerin hepsini tek tek kendi nefisleri üzerinde düşünürler. Zira Kuran ayetlerinde, Allah'ın sürekli müminlere hitab eden uyarıp korkutmaları yer alır; inkarcılar ise zaten Allah'ın kitabını okumazlar, okusalar da gereği gibi kavrayamazlar. Dolayısıyla müminler, bu ayetlerin Allah'ın mümin kullarını uyarmak ve onları cehennemden sakındırmak için olduğunu düşünürler. Çünkü, Kuran'dan öğüt alabilecek ve Allah'ın azabından korkup sakınabilecek yalnızca kendileridir. Bundan dolayı da diğer insanları değil, Kuran'da övülen takva sahibi müminleri ve üstün ahlak sahibi peygamberleri kendilerine örnek alırlar. İşte bunun doğal bir sonucu olarak "cehennem ayetleri diğer insanları ilgilendiriyor, ben ise müminim" gibi kendinden emin bir ruh hali içine girmezler. Elbette imanlarından dolayı Allah'tan daima kurtuluşu ve rahmetini umarlar. Ancak bu, "… Rablerine korku ve umutla dua ederler…" (Secde Suresi, 16) ayetinde dikkat çekildiği gibi yine korkuyla karışık bir ümittir.

Allah Kuran'da insanları cehennemden sakındırmak için pek çok uyarı ve hatırlatmada bulunmuştur. Belki korkup sakınırlar diye inkarcıları ahirette karşılaşacakları azapla tehdit etmiştir. Bu Kuran'da şöyle vurgulanır:

... Gerçekten hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü hem kendilerini, hem yakınlarını hüsrana uğratanlardır. Haberiniz olsun; bu apaçık olan hüsranın kendisidir." Onların üstlerinde ateşten tabakalar, altlarında da tabakalar vardır. İşte Allah, Kendi kullarını bununla tehdit edip-korkutuyor. Ey kullarım öyleyse Benden sakının. (Zümer Suresi, 15-16)

Gerçek şu ki Allah insanları gerek ayetleriyle, gerek elçileri aracılığıyla, gerekse yaşadıkları olaylarla Kendisi'nden sakındırır. Onlara çağrıda bulunur, azabıyla korkutur. Ama bu uyarılar "... Biz onları korkutuyoruz. Fakat (bu) onlarda büyük bir azgınlıktan başka birşey artırmıyor." (İsra Suresi, 60) ayetinin bir tecellisi olarak inkarda diretenlere bir fayda sağlamadığı gibi, kaçışlarını daha da artırır. Ve o zaman da yalanladıkları azap üzerlerine hak olur. Allah ayetlerde şöyle buyurmaktadır:

Sen buna müstahaksın, dahasına müstahaksın. Yine müstahaksın, dahasına da müstahaksın. İnsan, 'kendi başına ve sorumsuz' bırakılacağını mı sanıyor? (Kıyamet Suresi, 34-36)

Dünyada bulundukları süre içinde Allah korkusundan uzak yaşayan ve Allah'ın azabını yalanlayanlar, hesaba çekildikten sonra kitaplarını sol yanlarından alırlar ve bu an artık haklarında hükmün verildiği ve sonsuz azaba mahkum oldukları andır. Bölük bölük cehenneme sevk başlar. Daha ulaşmadan başlarına geleceklerin korkusu tüm benliklerini kaplar. Psikolojik olarak tamamen çökmüş durumdadırlar. Sürüklenerek cehennemin kapısına varırlar. O anı Allah ayetlerinde şöyle bildirir:

İnkar edenler, cehenneme bölük bölük sevk edildiler. Sonunda oraya geldikleri zaman, kapıları açıldı ve onlara (cehennemin) bekçileri dedi ki: "Size Rabbinizin ayetlerini okuyan ve bugünle karşılaşacağınızı (söyleyip) sizi uyaran elçiler gelmedi mi?" Onlar: "Evet." dediler. Ancak azap kelimesi kafirlerin üzerine hak oldu. Dediler ki: "İçinde ebedi kalıcılar olarak cehennemin kapılarından (içeri) girin. Büyüklüğe kapılanların konaklama yeri ne kötüdür." (Zümer Suresi, 71-72)

Bu şekilde bir daha asla çıkmamak üzere cehennemin kapılarından içeri girerler. Cehennemin kapıları üzerlerine kapatılır ve kilitlenir. Hiçbir kaçış imkanı yoktur. Artık bedenleri ve ruhları sonsuza kadar dayanılmaz acılar içinde kıvranacaktır. Ama uğrayacakları azapların hiçbiri onları öldürmeyecektir. Her seferinde derileri yenilenecek ve onlar işlerinin bitirilmesini isteyecek ama kendilerine şöyle cevap verilecektir:

(Cehennem bekçisine:) "Ey Malik (bekçi), Rabbin bizim işimizi bitirsin" diye haykırdılar. O: "Gerçek şu ki siz, (burada) kalacak kimselersiniz" dedi. (Zuhruf Suresi, 77)

Cehennemdeki azapların farklı çeşitleri vardır. Bunların her biri insanın hayal gücünün ötesindedir. İnkarcı cehennemin odunu olur (Cin Suresi, 15), ateşin üstünde tutulup mum gibi eritilir, yüzü ateşte evrilip çevrilir, elleri bağlı olarak ateşin dar yerine atılır, haşlanır, dağlanır, bu haldeyken demirden kamçılarla kırbaçlanır, katrandan elbiseler giyer, ateşten yataklara yatırılır, üstüne ateşten örtüler örtülür, darı dikeni ve zehirli zakkum yer, kan ve irin içer, başından aşağı kaynar su dökülür, içirilen kaynar su bağırsaklarını parça parça koparır, ateş yüzünü yalar, dişleri sırıtır halde kalır, nefes alıp vermesi bile kahır doludur. Bütün bunlar bir daha son bulmayacak olan fiziksel azabın sadece bir parçasıdırlar.

Cehennem ehli fiziksel olduğu gibi psikolojik olarak da acı çeker. Çaresizlik, ümitsizlik, pişmanlık, aşağılanma, rezil olma, küçük düşme, horlanma, öfke, kin ve çekişme duygularının karışımı sonucunda yaşadıkları azap da bir yandan kendilerini yer bitirir. Onca kalabalığın arasında herkes yalnızdır ve birbirine düşmandır. Sürekli birbirlerini lanetlerler. Çığlıklar, haykırışlar, yalvarmalar, kahır dolu inlemeler birbirine karışır.

Ancak şunu unutmayın: Cehennemde bu azapları yaşayanlar başka yaratıklar değildir. Dünyada sokaktan geçerken gördüğünüz, bir kısmını tanıdığınız bildiğiniz insanlardır. Hiçbir şey değişmemiştir, tümü aynı şuur açıklığında insanlardır. Belki de hiç ummadıkları bir anda ölüm melekleri canlarını almış ve kendilerini yaptıklarının karşılığını öderken bulmuşlardır. Allah'ın yarattıkları arasında, Allah'ın bu büyük tehdidinin şuurunda olup sürekli korku ve ümit içinde yaşayanlar ise yalnızca müminlerdir:

Onlar: "Rabbimiz, cehennem azabını bizden geri çevir; gerçekten, onun azabı ödenmesi kaçınılmaz bir borç (veya sürekli bir acıdır) derler. (Furkan Suresi, 65)


Allah'ın Rızasını ve Sevgisini Kaybetmekten Korkarlar

İçli ve derin bir Allah sevgisine sahip olan müminler bu sevgiyi besleyen en önemli duygunun yine içli, derin ve saygı dolu bir korku olduğunu gayet iyi bilirler. Allah sevgisinin tarifsiz manevi hazzını tadan müminler, Allah'a karşı bir hata ya da kusur işleyerek en çok sevdikleri varlığın sevgisini ve hoşnutluğunu, dostluğunu kaybetmekten çok korkarlar.

Allah korkusu aynı zamanda Allah sevgisinin de kaynağıdır. Çünkü Allah sevgisi ancak Allah'a yakınlaşmakla, Allah'la içli ve samimi bir bağlantı içine girmekle gerçekleşir. Allah'a yakınlaşmak ise O'nun sevgi ve rızasını kazanmakla, yani O'nun sınırlarını korumakla ve O'nun emirlerini yerine getirmekle mümkündür. Bu ise Allah korkusu olmadan elde edilebilecek bir durum değildir. Çünkü Allah'tan korkmayan bir insanın nefsi, onu sürekli olarak Allah'ın razı olmadığı şeyleri yapmaya, razı olacağı şeylerde ise ihmal ve gevşeklik göstermeye sürükler. Bu yüzden Allah rızasını kazanmanın yegane yolu Allah korkusudur. Bu, Allah'ın koyduğu bir kanundur. O halde Allah'tan gereği gibi korkmadan O'nun sevgisini ve rızasını kazanacağını sanmak büyük bir cahillik ve aldanış olacaktır.

Herşeyden önce Allah Kendisi'nden korkmalarını insanlara emretmiştir. Bu yüzden, Allah'ın bu emrini göz ardı edip, yalnızca Allah'ı sevmenin yeterli olduğunu söylemenin hiçbir mantığı olamaz. Allah'tan korkmadığı halde O'nu sevdiğini söyleyen bir kimse gerçekte kendini kandırmaktan, vicdanını rahatlatmaya çalışmaktan başka bir şey yapmaz. Allah sevgisi dediği şey, kendi ilkel ve yüzeysel bakış açısıyla kafasında kurduğu bir sevgi türüdür. Gerçek Allah sevgisiyle hiçbir ilgisi yoktur. Allah'ı gerçekten çok seven bir insan O'nun emirlerine uyma konusunda son derece titiz ve kararlı olur. Allah Kendisi'nden korkulmasını emrederken, bunun gerekli olmadığını savunan bir insan, ancak kendisini aldatabilir. Üstelik bu akılsızca iddianın "oruca, namaza, ibadete gerek yoktur" demekten hiçbir farkı bulunmamaktadır. Böyleleri, sadece Allah korkusu konusunda değil, Allah'ın birçok emrini uygulamamak için de çeşitli bahanelere başvururlar.

Allah'ın Dünyada da Karşılık Verebileceğini Bilirler

Kuran'da, Allah'ın kimi insanları işledikleri suçlar nedeniyle cezalandırmasıyla ilgili pek çok örnek aktarılmıştır. Allah kendilerine birçok fırsat verdiği halde inkarda direnen insanlar, yaptıklarının karşılığını daha dünyadayken almışlar ve insanların gözleri önünde ibret kılınmışlardır.

Bu ibret kılınma, kendisine Allah büyük bir mülk ve hazine verdiği için şımaran ve büyüklüğe kapılan Karun'un kıssasında özellikle vurgulanır. İnsanlar önce güç sahibi sandıkları Karun'a büyük bir hayranlık duymuşlar ama sonra Allah'a karşı korkusuzca büyüklenmesinden dolayı uğradığı sonu görünce gerçeği anlamışlardır. Karun azgınlığının karşılığını kimsenin hiç ummadığı bir zamanda, görülmemiş bir şekilde almış ve insanlara büyük bir ibret olmuştur:

Böylelikle kendi ihtişamlı-süsü içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını istemekte olanlar: "Ah keşke, Karun'a verilenin bir benzeri bizim de olsaydı. Gerçekten o, büyük bir pay sahibidir" dediler. (Kasas Suresi, 79)

Sonunda onu da, konağını da yerin dibine geçirdik. Böylece Allah'a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Ve o, kendi kendine yardım edebileceklerden de değildi.Dün, onun yerinde olmayı dileyenler, sabahladıklarında: "Vay, demek ki Allah, kullarından dilediğinin rızkını genişletip-yaymakta ve kısıp-daraltmaktadır. Eğer Allah, bize lütfetmiş olmasaydı, bizi de şüphesiz batırırdı. Vay, demek gerçekten inkar edenler felah bulamaz" demeye başladılar. (Kasas Suresi, 81-82)

Kuran'ın genelinde vurgulanan ve Karun kıssasında da özel olarak dikkat çekilen nokta, Allah'ın nice görkemli, güç sahibi toplulukları dünyada azaplandırması ve bununla insanlara Allah'ın azabından kendilerini koruyamayacaklarını göstermesidir. Bu gerçek başka birçok ayette bildirilmiştir:

Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı? Böylece kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görsünler. Onlar, güç bakımından kendilerinden daha üstün idiler... (Rum Suresi, 9)

... Bilmez mi ki gerçekten Allah, kendisinden önceki nesillerden kuvvet bakımından kendisinden daha güçlü ve insan-sayısı bakımından daha çok olan kimseleri yıkıma uğratmıştır... (Kasas Suresi, 78)

Onlardan önce nice insan nesillerini yıkıma uğrattık, onlar mal bakımından da, gösteriş bakımından da daha güzeldiler. (Meryem Suresi, 74)

Mümini diğer insanlardan farklı kılan şey tüm bunların şuurunda olup Allah'tan içi titreyerek korkması ve sakınarak hareket etmesidir. Bir hata ya da günah işlediğinde Allah'ın o anda bunun karşılığını vermeyeceğinden emin olamayacağı için hemen Allah'a yönelip tevbe eder, Allah'tan bağışlanma diler ve pişmanlığını dile getirir.

Mümin, Allah'tan çok korkar ama bununla birlikte Allah'ın sonsuz merhametine de güvenir. Bu, sadece ahireti düşünmenin getirmiş olduğu bir duyarlılıktır.

Allah Kuran'da bunun tam tersinden yani kendilerine azabın geldiğini gördükleri halde hiç üstlerine kondurmayan ve aynı tavırlarını devam ettiren insanların durumundan şöyle bahseder:

Derken, onu (azabı) vadilerine doğru yönelerek gelen bir bulut şeklinde gördükleri zaman, "Bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur" dediler. Hayır, o kendisi için acele ettiğiniz şeydir. Bir rüzgar, onda acı bir azab vardır.Rabbinin emriyle herşeyi yerle bir eder. Böylece meskenlerinden başka, hiçbir şey(leri) görünemez duruma düştüler. İşte Biz, suçlu-günahkar bir kavmi böyle cezalandırırız. (Ahkaf Suresi, 24-25)

Sonuç olarak Kuran'a baktığımızda görüyoruz ki yapılan hiçbir kötülük ve günah -tevbe edilip vazgeçilmediği sürece- Allah'ın yüce adaletinin gereği, karşılıksız kalmamaktadır. Ama bu karşılık, kimi zaman dünyada insanlara erişmekte, kimi zaman da hesap gününde ortaya çıkmaktadır. Nankörlük edip de yaptıklarından vazgeçmeyenler Allah'ın kendilerini bir anda yakalayabilecek azabından asla güvende olmamalıdırlar. Bu durum Kuran'da şöyle bildirilmiştir:

Kara tarafında sizi yerin dibine geçirmeyeceğinden veya üzerinize taş yığınları yüklü bir kasırga göndermeyeceğinden emin misiniz? Sonra kendinize bir vekil bulamazsınız. Veya sizi bir kere daha ona (denize) gönderip üzerinize kırıp geçiren bir fırtına salarak nankörlük etmeniz nedeniyle sizi batırmasına karşı emin misiniz? Sonra onun öcünü Bize karşı alacak (kimseyi de) bulamazsınız. (İsra Suresi, 68-69)

Bir insan sorumsuzca bir yaşam süremez. Çünkü insan başıboş değildir. Allah'a karşı sorumludur. Bunu reddederse çok şiddetli bir karşılık görür. Tüm güç Allah'ın elindeyken böyle bir cürette bulunmak o kişinin Allah'ın kadrini hakkıyla takdir edememesinden başka bir şey değildir. Çünkü Allah dilese o anda kişiden tüm nimetlerini çekip alabilir. Allah ayetlerinde insanlara, ellerindeki her türlü nimetin bir anda alınabileceğini şöyle hatırlatmıştır:

Eğer dilemiş olsaydık, gözlerinin üstüne bastırır-kör ederdik, böylece yola dökülüp-koşuşurlardı. Fakat nasıl göreceklerdi ki?Eğer dilemiş olsaydık, oldukları yerde (en görkemli çağlarında) onları bir başka kalıba sokardık; böylece ne ileri gitmeye, ne geri dönmeye güç yetirebilirlerdi. (Yasin Suresi, 66-67)

Gerçek budur, insan sahip olduğu herşeyi, aldığı her nefesi, yaşadığı her anı Allah'a borçludur. İşte müminler bu gerçeklerin farkında olduklarından, Allah'tan, Allah'ın sınırlarını aşmaktan daimi bir korku duyarlar.

 

Ölüme Hazırlıksız Yakalanmaktan Korkarlar

ALLAH'TAN KORKAN BİR İNSAN NASIL BİR AHLAKA SAHİPTİR?

Ey Ademoğulları, Biz sizin çirkin yerlerinizi örtecek bir elbise ve size 'süs kazandıracak bir giyim' indirdik. Takva (Allah korkusu) ile kuşanıp-donanmak ise, bu daha hayırlıdır. Bu, Allah'ın ayetlerindendir. Umulur ki öğüt alıp-düşünürler. (Araf Suresi, 26)

Kuran'ın pek çok ayetinde Allah'tan korkan müminlerin tavır ve davranışlarından örnekler verilmiştir. Bu örnekler ışığında Allah'tan korkan kişilerin sahip oldukları temel ahlak özelliklerini açıklayarak şöyle maddelendirebiliriz:

Yalnızca Allah'tan Korkar

Mümin, "... onlardan korkmayın, Benden korkun, üzerinizdeki nimetimi tamamlayayım. Umulur ki hidayete erersiniz" (Bakara Suresi, 150) ayetinin hükmü gereği, Allah'tan başka hiçbir kimse ya da topluluktan korkmaz ve çekinmez. Yarar ve zararın, hayır ve şerrin yalnızca Allah'tan gelebileceğinin, başına gelecek tüm olayların ancak Allah'ın dilemesi ve yaratması ile, Allah'ın belirlediği bir kader üzere gerçekleşebileceğinin bilincindedir.

Bu özellik, Allah'ın dinini tebliğ ederken çoğu zaman tüm kavimlerini karşılarına alan, buna rağmen vazifelerinden en ufak taviz vermeyen bütün elçilerde görülür. Allah elçilerini bir ayetinde şöyle örnek vermektedir:

Ki onlar (o peygamberler) Allah'ın risaletini tebliğ edenler, O'ndan içleri titreyerek-korkanlar ve Allah'ın dışında hiç kimseden korkmayanlardır. Hesap görücü olarak Allah yeter. (Ahzab Suresi, 39)

Allah'a iman eden insan da peygamberlerin bu üstün özelliğini kendine örnek alır ve yaşar.

Sadece Allah'ı Hoşnut Etmeye Çalışır

Mümin, Allah'ın herşeyin hakimi olduğunu, yegane güç ve kuvvet sahibi olduğunu, herşeyin Allah'ın dilemesi ile var olup, varlıklarını sürdürdüklerini bilir. Bu yüzden, gerçekte hiçbir güç ve kuvvete, etkiye sahip olmayan yaratılmışların rızasını gözetmenin faydası olmayacağının bilincindedir. Bu dünyada Allah'tan korkarak O'nun rızasını araması, onu, ahiretteki korkunç azaptan kurtaracaktır:

Allah'ın rızasına uyan kişi, Allah'tan bir gazaba uğrayan ve barınma yeri cehennem olan kişi gibi midir? Ne kötü barınaktır o. (Al-i İmran Suresi, 162)

Küçük büyük herşeyin ortaya döküleceği, ellerin ve derilerin şahitlik edeceği bir vakit gelecektir. Bundan korkan mümin hayatını bu gerçeğe göre yaşar ve Allah'ın rızasından kesinlikle hiçbir şart ve koşulda taviz vermez.

Hz. Yusuf'un tavrı bu konuda çok güzel bir örnektir. Yusuf Peygamber kendisiyle birlikte olmak isteyen kadının tüm tehdit ve entrikalarına rağmen iffetini korumuş, O'nun rızasından asla taviz vermemiş ve O'nun sınırlarını çiğnemektense zindana girmeyi tercih etmiştir. Allah bu üstün ahlakı ayetlerinde şöyle bildirir:

Kadın dedi ki: "Beni kendisiyle kınadığınız işte budur. Andolsun onun nefsinden ben murad istedim, o ise (kendini) korudu. Ve andolsun, eğer o kendisine emrettiğimi yapmayacak olursa, mutlaka zindana atılacak ve elbette küçük düşürülenlerden olacak."(Yusuf) Dedi ki: "Rabbim, zindan, bunların beni kendisine çağırdıkları şeyden bana daha sevimlidir. Kurdukları düzeni benden uzaklaştırmazsan, onlara (korkarım) eğilim gösterir, (böylece) cahillerden olurum." (Yusuf Suresi, 32-33)

Her Zaman Vicdanıyla Hareket Eder

Allah'a kulluk eden kişi, nefsinin istek ve arzularına itaat etmez. Bile bile böyle davrandığı takdirde dünyada ve ahirette Allah'ın gazabına uğramaktan şiddetle çekinir. Aksi bir tavır gösterdiği takdirde aşağıdaki ayetlerin hükmüne gireceğinden korkar. Allah ayetlerinde şöyle buyurmaktadır:

Hayır, zulmedenler, hiçbir bilgiye dayanmaksızın kendi heva (istek ve tutku)larına uymuşlardır. Allah'ın saptırdığını kim hidayete erdirebilir? Onların hiçbir yardımcıları yoktur. (Rum Suresi, 29)

Şimdi sen, kendi hevasını ilah edinen ve Allah'ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözü üstüne bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah'tan sonra ona kim hidayet verecektir? Siz yine de öğüt alıp-düşünmüyor musunuz? (Casiye Suresi, 23)


Kuran'da Tarif Edilen Tüm Güzel Ahlak Özelliklerini Yaşar

Allah'tan korkan kişi, sadakat, vefa, doğruluk, dürüstlük, samimiyet gibi tüm güzel ahlaka ait tavırları gösterir. Kuran'ın birçok yerinde bu üstün ahlak özelliklerini sergileyen müminlerden bahsedilir. Gerçekte, tüm insanların özlemini duyduğu insan modeli de budur. Fakat, Allah korkusu olmadığı takdirde bir insanda bu özelliklerin gerçek anlamda ve devamlı bulunması asla mümkün değildir. Çünkü Allah'tan korkmayan bir kişi kendi menfaatleriyle çatıştığı anda Kuran ahlakını değil, çıkarlarının gerektirdiği davranış biçimini benimseyecektir. Allah'tan, O'na hesap vermekten, cehenneme girip kötü davranışlarının karşılığını görmekten korkmadığı için böyle davranmasını engelleyen bir endişesi yoktur.

Kimse Görmediğinde de Allah'ın Sınırlarını Korur

Allah'a karşı derin bir haşyet duyan kişi, insanların arasında bulunduğu zaman da, kimsenin görmediği ortamlarda da Allah'a karşı gelmekten aynı titizlikle sakınır. Çünkü bir kötülüğü, ister herkesin içinde isterse yalnız başına yapsın, ister açığa vursun isterse saklasın, Allah'ın bunu bileceğini, Allah'ın açığı da gizliyi de, gizlinin gizlisini de bildiğini ve kendisini tümünden sorguya çekeceğini bilir. Bu konudaki samimiyetini Allah'ın deneyeceğini ve imtihan kastıyla kendisine çeşitli fırsatlar, uygun ortamlar yaratacağını da bilir. Allah bir ayetinde müminlere şöyle emretmiştir:

Günahın açıkta olanını da, gizlisini de terk edin. Çünkü günahı kazananlar, yüklenegeldikleri nedeniyle karşılık göreceklerdir. (Enam Suresi, 120)

Her Durumda Allah'a Yönelip Döner

Allah'tan gereği gibi korkup sakınan müminler Allah'tan karşılık görme konusunda son derece hassastırlar. Öyle ki kendilerine isabet eden bir musibet karşısında veya işlerinde bir olumsuzluk hissettiklerinde ya da herhangi bir sıkıntıya uğradıklarında hemen bir vicdan muhasebesi yapar, Allah'ın hoşnut olmayacağı bir şey yapıp yapmadıklarını gözden geçirirler. Ve Allah'tan bağışlanma dileyip, O'na dua ederler. Allah'ın rızasını kazanmaya olan düşkünlükleri ve aynı şekilde O'nun rızasını kaybetmekten duydukları korku, onları son derece duyarlı hale getirmiştir. Bu konuda da Hz. Davud Peygamberin tavrı müminler için güzel bir örnek teşkil eder. Kuran'da Hz. Davud'un Allah'a gösterdiği derin saygı bu mübarek peygamberin yaşadığı bir olay anlatılarak şöyle haber verilir:

Sana o davacıların haberi geldi mi? Hani mihraba (Davud'un bulunduğu yere girmek için) yüksek duvardan tırmanmışlardı. Davud'a girdiklerinde, o, onlardan ürkmüştü; dediler ki: "Korkma, iki davacıyız, birimiz diğerimize haksızlıkta bulundu. Şimdi sen aramızda hak ile hükmet, kararında zulme sapma ve bizi doğru yolun ortasına yöneltip-ilet." "Bu benim kardeşimdir, doksan dokuz koyunu vardır, benimse bir tek koyunum var. Buna rağmen "Onu da benim payıma (koyunlarıma) kat" dedi ve bana, konuşmada üstün geldi." (Davud) Dedi ki: "Andolsun senin koyununu, kendi koyunlarına (katmak) istemekle sana zulmetmiştir. Doğrusu, (emek ve mali güçlerini) birleştirip katan (ortak)lardan çoğu, birbirlerine karşı tecavüz ederler; ancak iman edip salih amellerde bulunanlar başka. Onlar da ne kadar azdır." Davud, gerçekten Bizim onu imtihan ettiğimizi sandı, böylece Rabbinden bağışlanma diledi ve rüku ederek yere kapandı ve (Bize gönülden) yönelip-döndü. Böylece onu bağışladık. Şüphesiz onun Bizim Katımız'da gerçekten bir yakınlığı ve varılacak güzel bir yeri vardır. (Sad Suresi, 21-25)

Ayette görüldüğü gibi, Hz. Davud son derece adaletli bir karar verdiği ve hükmünün doğruluğu açıkça belli olduğu halde Allah korkusu ile Rabbimize yönelmiş ve yine de bağışlanma dilemiştir. Kuşkusuz içte yaşanan bu korkunun taklidi mümkün değildir. Bu, ancak Allah'ın kadrini hakkıyla takdir edenlerin O'na olan sevgisinden ve saygısından dolayı, Rabbimizin rızasını kaybetme korkusudur.

Tüm peygamberlerin ve salih müminlerin üsluplarına baktığımızda ortak bir nokta dikkatimizi çeker. Hepsi Allah'tan saygıyla korkan, azabından şiddetle çekinen kullardır. Fakat bu haşyetin ardında aynı zamanda çok içli bir sevgi ve dostluk hissedilir. Daima Allah'ı tesbih etmeye ve yüceltmeye devam etmeleri onların Allah'a kararlılıkla bağlandıklarının bir göstergesidir
ALLAH KORKUSUNUN MÜMİNLERE KAZANDIRDIĞI ÖZELLİKLER


Allah Katında Üstünlük

... Şüphesiz, Allah Katında sizin en üstün (kerim) olanınız, takvaca (Allah korkusunda) en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır. (Hucurat Suresi, 13)

Elbette ki bir insanın Allah Katındaki üstünlüğü, Allah'ı gereği gibi takdir ettiği, Allah'ın razı olduğu hayırlı işlerde bulunduğu, Kuran'ın hükümlerini yerine getirdiği, Allah'ın beğendiği ahlakı üzerinde taşıdığı, samimi ve ihlaslı olduğu oranda olacaktır. Allah'a yakınlaştıran tüm bu özelliklere de kişi Allah'tan korkup sakındığı ölçüde sahip olabilir. İşte bu nedenle kişinin kalbinde taşıdığı Allah korkusunun derecesi onun Allah Katındaki üstünlük derecesinin de bir göstergesidir.

Doğruyu Yanlıştan Ayıran Bir Nur ve Anlayış

Ey iman edenler, Allah'tan korkup-sakınırsanız, size doğruyu yanlıştan ayıran bir nur ve anlayış (furkan) verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük fazl sahibidir. (Enfal Suresi, 29)

Doğruyu yanlıştan ayıran bir nur, mümine verilen akletme yeteneğidir ve kuşkusuz insana dünyada verilebilecek en büyük ve en değerli nimetlerdendir.

Doğruyu yanlıştan ayırabilen bir akla sahip olan insanın her sözü, her tavrı, aldığı her karar, verdiği her tepki isabetlidir. İyiyle kötüyü derhal ayırt edebildiği için Allah'tan korkan bir insan, her işinde Allah'ın rızasına uygun hareket eder. Kararsızlık, çözümsüzlük, tereddüt, vesvese, aklının karışması gibi sorunları olmaz. Bunun tam tersi, yani insanın böyle bir yetenekten mahrum olması ise dünyada da ahirette de kişiyi helaka sürükleyecek bir eksikliktir.

Allah'ın Rahmetinden İki Kat Vermesi

Ey iman edenler, Allah'tan sakınıp-korkun ve O'nun elçisine iman edin, size Kendi rahmetinden iki kat (güzel karşılık) versin. Size kendisiyle yürüyeceğiniz bir nur kılsın ve size mağfiret etsin. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir. (Hadid Suresi, 28)

Allah Kuran'da, Kendisi'nden korkup sakınarak hareket eden kullarını hem dünyada hem de ahirette maddi manevi nimetlerinin içinde yaşatacağını vaat eder. Çünkü ayetin ifadesiyle, "Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan razı olmuşlar"dır. (Maidesi Suresi 120) Bir mümin için Allah'ın kendisini rahmetine alması kuşkusuz herşeyin üzerindedir.

Unutulmamalıdır ki Allah dünyada bir insana güzellikler, bolluk, bereket, huzur ve güvenlik duygusu verebilir. Ahirette ise Allah'tan korkan bir insan için, dünyadakilerle kıyas edilemeyecek üstünlükte nimetler ve Allah'ın sonsuz rahmeti vardır.

İbadetlerin Kabulü

Onlara Adem'in iki oğlunun gerçek olan haberini oku: Onlar (Allah'a) yaklaştıracak birer kurban sunmuşlardı. Onlardan birininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen) Demişti ki: "Seni mutlaka öldüreceğim." (Öbürü de:) "Allah, ancak korkup-sakınanlardan kabul eder." (Maide Suresi, 27)

Görüldüğü gibi Hz. Adem'in oğullarından biri "ancak Allah'tan korkan kimselerin amellerinin Allah Katında makbul" olduğunu söylemektedir. Çünkü Allah korkusu olmayan bir kimse en başta Allah'ın kudretini gereği gibi takdir edemeyen, Allah'a karşı duyması gereken saygıyı hissedemeyen bir kimse demektir. Böyle bir kişi zaten temelinde bozuk ve yanlış bir bakış açısına, Allah'ın razı olmadığı, beğenmediği bir ahlak yapısına sahip olduğu için, yaptığı işlerin de Allah Katında hiçbir değeri olmayabilir. Bu nedenle Allah, insanın herşeyden önce Allah korkusu ve rızası temeline dayanan bir kişilik edinmesi gerektiğini, aksine bir yapının hüsranla sonuçlanacağını şöyle bir örnekle bildirmiştir:

Binasının temelini, Allah korkusu ve hoşnutluğu üzerine kuran kimse mi hayırlıdır, yoksa binasının temelini göçecek bir yarın kenarına kurup onunla birlikte kendisi de cehennem ateşi içine yuvarlanan kimse mi? Allah, zulmeden bir topluluğa hidayet vermez. (Tevbe Suresi, 109)

Diğer yandan Allah korkusu ve rızası taşımayan bir kimsenin ibadetleri hiçbir zaman gerektiği gibi ihlaslı ve samimi olamaz. Yaptığı işlerin, ibadetlerin altında her zaman gösteriş, büyüklenme, başkalarının rızasını arama, rekabet hissi gibi çarpık niyet ve arayışlar bulunur. Bu yüzden hayatı boyunca yaptığı tüm işler -tevbe edip Allah'a yönelmezse- boşa gitmiş olur.

İşinde Bir Kolaylık Gösterilmesi

... Kim Allah'tan korkup-sakınırsa (Allah) ona işinde bir kolaylık gösterir. (Talak Suresi, 4)

Allah, Kendi rızasını gözeten ve sınırlarını koruyan müminlere her an, onlar üzerindeki rahmetini, korumasını ve desteğini hissettirir. Yaptıkları işlerde önlerini açar ve bir başka ayetin ifadesiyle "kolay olanda başarılı kılar" (Ala Suresi, . Bu kolaylık maddi ve manevi her konu için geçerlidir ve bazen açık, bazen de gizli olarak kullarına ulaşır.

Allah'ın Çıkış Yolu Göstermesi

... Kim Allah'tan korkup-sakınırsa, (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir. (Talak Suresi, 2)

Allah'ın takva kulları için hiçbir işte çözümsüzlük ya da tıkanma söz konusu olmaz. Rabbimizin kendilerine verdiği akıl ve anlayış sayesinde her türlü engeli aşabilecek güçtedirler. En açmaz gibi görünen durumlarda dahi Allah kendilerine mutlaka bir çıkış gösterir. Ve zorlukları açıp giderinceye kadar onları içinde bulundukları durumda bırakmaz. Bu Allah'ın inananlara vaadidir.

Allah'ın Kötülüklerini Örtmesi, Bağışlaması ve Ecirlerini Artırması

Bu, Allah'ın size indirdiği emridir. Kim Allah'tan korkup-sakınırsa, Allah, kötülüklerini örter ve onun ecrini büyütür. (Talak Suresi, 5)

Ölümlerinden sonra Allah'ın huzurunda sorguya çekilen müminler için kolay bir hesap olacaktır. Çünkü iman edenler dünyadaki yaşamlarını, kendilerini yaratan Rabbimizin istediği şekilde sürdürmüşlerdir. Elbette hatasız değildirler, günahları da olmuş olabilir ama sonsuz rahmet sahibi olan Allah bunları bağışlayacağını ayetlerinde bildirmiştir. Zümer Suresi'nde şöyle buyrulmaktadır:

"(Benden onlara) De ki: "Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım. Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, esirgeyendir." (Zümer Suresi, 53)

Allah'ın günahlarını bağışladığı kişiler böylece dünyada yaptıklarının ecrini fazlasıyla alacakları, sınırsız nimetlerle dolu cennete kavuşurlar.

Allah'ın sonsuz şefkati müminler üzerinde dünyada da tecelli eder. Allah titizliklerinin ve kendisine olan bağlılıklarının karşılığında bu kullarına, sundukları güzelliklerin, iyiliklerin ve salih amellerin ecirlerini kat kat artırarak verir. Bu, Allah'ın şanındandır. Yoksa insan kendisine can bağışlayan, sayısız nimet içinde yaşatan Rabbimize karşı zaten kullukla sorumludur. Allah'ın bunun karşılığında onları ödüllendirmesi de tamamen lütfundan ve karşılıksız ihsan etmesindendir.
 
  
ALLAH'TAN KORKANLARIN GÖRECEKLERİ KARŞILIK


Dünyadayken Müjdelenmeleri

Dünyada Allah korkusundan uzak bir yaşam süren insanların, ahirette sonsuza kadar tarifsiz korkular yaşayacaklarını ve her an Allah'ın azametini tüm şiddetiyle hissedeceklerini ilerleyen bölümlerde ayetler doğrultusunda göreceğiz. Allah'tan korkup sakınanlar da bunun tam tersine, ahirette her türlü korkudan emniyete kavuşacaklar ve Allah'ın korumasında ve inayetinde bir yaşam süreceklerdir. Tüm hayatları boyunca kıyamet saatinden, hesap gününden ve cehennemden içleri titreyerek korkan müminler, o gün geldiğinde her türlü korkudan uzak tutulacaklar ve güvende olacaklardır. Allah bunun müjdesini daha dünyadayken ayetleriyle verirken, o gün geldiğinde de kullarına hitap edecek ve daha nice müjdeler verecektir:

"Ey kullarım, bugün sizin için korku yoktur ve siz mahzun olmayacaksınız."

Ki onlar, Benim ayetlerime iman edenler ve Müslüman olanlardır.

"Siz ve eşleriniz cennete girin; 'sevinç içinde ağırlanacaksınız."

Onların etrafında altın tepsiler ve testilerle dolaşılır; orada nefislerin arzu ettiği ve gözlerin lezzet (zevk) aldığı herşey var. Ve siz orada süresiz kalacaksınız.

"İşte, yaptıklarınız dolayısıyla mirasçı kılındığınız cennet budur."

"Orada sizin için birçok meyveler vardır; onlardan yiyeceksiniz." (Zuhruf Suresi, 68-73)

Bir başka ayetinde ise Allah bu müjdeyi melekleri aracılığı ile verir. Kuşkusuz bu, cenneti şiddetle arzulayan müminler için tarifsiz bir sevinçtir:

Şüphesiz: "Bizim Rabbimiz Allah'tır" deyip sonra dosdoğru bir istikamet tutturanlar (yok mu); onların üzerine melekler iner (ve der ki:) "Korkmayın ve hüzne kapılmayın, size vadolunan cennetle sevinin. Biz, dünya hayatında da, ahirette de sizin velileriniziz. Orada nefislerinizin arzuladığı herşey sizindir ve istediğiniz herşey de sizindir. Çok bağışlayan, çok esirgeyen (Allah)tan bir ağırlanma olarak." (Fussilet Suresi, 30-32)

Ayette de vurgulandığı gibi, sonsuz güzelliklere uzanan bu müjde mümin daha dünyadayken ona erişmeye başlar.

Güzel Bir Hayat

Allah iman etmeyen ve Kendisi'nden korkup sakınmayanların azabı hak ettikleri gibi, dünya hayatındaki bolluk ve bereketten de mahrum kaldıklarını şöyle haber verir:

Eğer o ülkeler halkı inansalardı ve korkup-sakınsalardı, gerçekten üzerlerine hem gökten, hem yerden (sayısız) bolluklar (bereketler) açardık; ancak onlar yalanladılar, Biz de onları kazanageldikleri nedeniyle yakalayıverdik. (Araf Suresi, 96)

İman eden ve Allah'tan korkup sakınanlar ise, ahirette cennetle müjdelendikleri gibi, bu dünyada da Allah'ın lütuf ve ikramından, nimetlerinden en güzel şekilde yararlandırılırlar. Allah ayetinde bunu güzel bir hayat olarak nitelendirmiştir:

Erkek olsun, kadın olsun, bir mü'min olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz Biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz. (Nahl Suresi, 97)

Nasıl inkarcıların ebedi azapları daha bu dünyadan başlıyorsa, sakınan müminler için vaat edilen ebedi güzellikler de kendilerine dünyada gösterilmeye başlanır. Zenginlik ve güzellik cennetin en temel özelliklerinden olduğundan Allah sevdiği takva kullarına cennetini tanıtacak, onların cennete olan özlemlerini ve arzularını artıracak nimetlerin ve ortamların benzerlerini bu dünyada da yaratır.

Öte yandan kendisini yaratan Allah'ın emir ve yasaklarına uymasından, O'nun dinini yaşamasından ve en önemlisi daima O'na güvenip dayanmasından ve ahireti için umut beslemesinden dolayı mümin, dünyadaki yaşamı boyunca her türlü üzüntü ve sıkıntıdan uzak tutulur. Bunun yerine Allah kalbine "huzur ve güvenlik duygusu" indirmiştir. Küçük büyük yaptığı her işte, her ibadette ve sergilediği güzel ahlakta Allah'ın kendisini gördüğünü, meleklerin bunları amel defterlerine yazdığını, ahirette tüm bunların karşılığını alacağını bilmenin getirmiş olduğu bir huzurdur bu.

Ancak unutulmaması gereken bir nokta da vardır ki, dünya bir imtihan yeridir. Elbette mümin de çeşitli zorluk ve sıkıntılarla karşılaşabilir. Ancak Allah'tan korkan bir mümin her durumda Kuran'a uygun en güzel tavrı göstereceğinden bu zorluk ve sıkıntılar kendisi için rahmete ve ecre dönüşecektir. Kendisini yalanlayan kavmi tarafından ateşe atılmak istendiği halde, imanından, teslimiyetinden, tevekkülünden en ufak bir taviz vermeyen Hz. İbrahim'in durumu buna çok güzel örnektir. Görünüşte bir insan için çok büyük bir azap olan ateş, Hz. İbrahim'e "soğuk ve esenlik" kılınmış, ona hiçbir zarar ve sıkıntı vermemiştir. Sıkıntı, azap ve belanın ancak insanın kendi yanlış tutum ve davranışlarının bir karşılığı olarak, bir ceza ya da uyarı olarak verildiği, "Size isabet eden her musibet, (ancak) ellerinizin kazandığı dolayısıyladır…" (Şura Suresi, 30) ayetiyle bildirilmiştir. Yoksa Allah'tan gücü yettiğince korkan, her tutum ve davranışında Allah'ın rızasını gözeten, dosdoğru davranan samimi bir mümin için azap söz konusu değildir.

Dünyada imtihan olarak karşısına çıkan zorlukların tümü müminlerin Allah'a duydukları saygıyı ve korkuyu, cennete olan isteklerini daha da artırır. Çünkü mümin, bu zorlukların hem denenmesi ve olgunlaşması için yaratıldığının, hem de güzel bir ahlak sergilediği, sabrettiği ve Allah'a güvendiği takdirde ahiretini güzelleştirmek için ecir fırsatı olduğunun bilincindedir. Nitekim tüm olaylara hayır gözüyle bakmanın Allah'tan sakınan müminlerin bir özelliği olduğunu ayetlerde görürüz. Allah bir ayetinde şöyle buyurmaktadır:

(Allah'tan) Sakınanlara: "Rabbiniz ne indirdi?" dendiğinde, "Hayır" dediler. Bu dünyada güzel davranışlarda bulunanlara güzellik vardır; ahiret yurdu ise daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu ne güzeldir. (Nahl Suresi, 30)

Dünyada hayır içinde yaşatılan müminin ölümü de güzel ve rahat olacak, ahiret hayatı meleklerin karşılamasıyla başlayacaktır. Bunun devamında ise yine mümini rahatlık ve kolaylık beklemektedir.

Kolay Bir Hesap

Müminler, ahirette kötü hesapla karşılaşmaktan korktukları için hayatları boyunca hayırlarda yarışır, Allah'ın sınırlarını titizlikle gözetirler. Müminlerin bu korkuları ayetlerde şöyle tarif edilmektedir:

Adaklarını yerine getirirler ve şerri (kötülüğü) yaygın olan bir günden korkarlar. Kendileri, ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler."Biz size, ancak Allah'ın yüzü (rızası) için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne bir teşekkür. Çünkü biz, asık suratlı, zorlu bir gün nedeniyle Rabbimizden korkuyoruz." (İnsan Suresi, 7-9)

Allah'tan ve O'na verecekleri hesaptan korkanların Allah ahirette yüzlerini ağartır, onların kitapları sağ yanlarından verilir ve korktukları hesap kendilerine kolaylaştırılır:

Artık kimin kitabı sağ yanından verilirse, o, kolay bir hesap (sorgu) ile sorguya çekilecek, Ve kendi yakınlarına sevinç içinde dönmüş olacaktır. (İnşikak Suresi, 7-9)

Hesaba çekilmeleri bittiğinde artık müminler cehennem azabından kurtulmuş olmanın mutluluğu içindedirler. Ayette belirtildiği gibi yakınlarının yanına sevinç içinde dönerler.

Sonsuz Bir Cennet Hayatı

Ama Rablerinden korkup-sakınanlar; onlar için Allah Katında -bir şölen olarak- altlarından ırmaklar akan -içinde ebedi kalacakları- cennetler vardır. İyilik yapanlar için, Allah'ın Katında olanlar daha hayırlıdır. (Al-i İmran Suresi, 198)

Takva sahiplerine (Allah'tan korkanlara) vadedilen cennet; onun altından ırmaklar akar, yemişleri ve gölgelikleri süreklidir. Bu korkup-sakınanların (mutlu) sonudur, inkar edenlerin sonu ise ateştir. (Rad Suresi, 35)

Dünyada hayatları boyunca cenneti kaybetmekten, sonsuz cehennem azabına uğramaktan korkarak, Allah'a karşı gelmekten sakınmış olan müminler, Allah'ın korkup sakınanlara vaat ettiği mükafata kavuşmuşlardır. Artık, ebedi yurtlarına girmek üzere sevk edilirler:

Rablerinden korkup-sakınanlar da, cennete bölük bölük sevkedildiler. Sonunda oraya geldikleri zaman, kapıları açıldı ve onlara (cennetin) bekçileri dedi ki: "Selam üzerinizde olsun, hoş ve temiz geldiniz. Ebedi kalıcılar olarak ona girin." (Onlar da) Dediler ki: "Bize olan vaadinde sadık kalan ve bizi bu yere mirasçı kılan Allah'a hamd olsun ki, cennetten dilediğimiz yerde konaklayabiliriz. (Salih) Amellerde bulunanların ecri ne güzeldir. (Zümer Suresi, 73-74)

Cennete girecek müminleri burada bekleyen bir sürpriz daha vardır ki, bu an onlara herşeyin üzerinde bir mutluluk ve heyecan yaşatır: Rabbimizden kendilerine sözlü bir selam...

Çok esirgeyen Rabb'dan onlara bir de sözlü "Selam" (vardır). (Yasin Suresi, 58)

Allah cennetteki müminlere şöyle hitab eder:

"Ey kullarım, bugün sizin için korku yoktur ve siz mahzun olmayacaksınız." (Zuhruf Suresi, 68)

İnsanı yaratmış olan Allah, onun neler isteyebileceğini ondan daha iyi bilmektedir ve bunları bir mükafat olarak cennette mümin kulları için yaratacaktır. Nitekim nimetlerle donatılmış olan cennet insanın düşünce sınırlarının çok üzerinde özelliklere sahiptir. Daha önce hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği sayısız nimetler müminlere sunulacaktır. Herşey ve her durum sonsuza kadar müminin tam istediği gibi olacaktır:

... Rableri Katında her diledikleri onlarındır. İşte büyük fazl (nimet ve üstünlük) budur. (Şura Suresi, 22)

Müminlerin cennette yaşadıkları yerler, doğal güzellikler, yiyecekler, giyecekler, bulundukları ortam, eşleri, kendilerini bekleyen nice sürprizler gibi cennetteki sonsuz yaşama dair tüm ayrıntılar Kuran ayetlerinde tasvir edilmiştir.

Bir ayette de Allah'tan korkanların içinde yaşadıkları ebedi hayat ile Allah'tan korkmayanların karşılaştıkları korkunç son şöyle karşılaştırılmıştır:

Takva sahiplerine (Allah'tan korkanlara) vadedilen cennetin misali (şudur): İçinde bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenler için lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır ve orda onlar için meyvelerin her türlüsünden ve Rablerinden bir mağfiret vardır. Hiç (böyle mükafaatlanan bir kişi), ateşin içinde ebedi olarak kalan ve bağırsaklarını 'parça parça koparan' kaynar sudan içirilen kimseler gibi olur mu? (Muhammed Suresi, 15)

Hiç şüphesiz ki, vicdanlı bir kişinin yalnızca bu ayeti biraz tefekkür edip zihninde canlandırması, Allah'tan gücü yettiğince korkması için yeterli olacaktır.

En Büyük Mükafat: Allah'ın Ebedi Rızası

Allah, mü'min erkeklere ve mü'min kadınlara içinde ebedi kalmak üzere, altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vaat etmiştir. Allah'tan olan hoşnutluk ise en büyüktür. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur. (Tevbe Suresi, 72)

Cennete giren müminlerin duydukları en büyük manevi haz, Allah'ın bundan sonra kendilerinden razı olduğunu, kendilerini sevdiğini, onlara hiçbir zaman gazaplanmayacağını, ebediyen Allah'ın dostu olacaklarını bilmeleridir. Allah'ın rızasını kazanmış olmak insana hiçbir maddi güzellikle karşılaştırılamayacak kadar büyük bir sevinç ve mutluluk verir. Nitekim cennet nimetlerini değerli kılan da Allah'ın rızasıdır. Sunulan nimetler son derece değerlidirler ama bunlardan daha değerli olan alemlerin Rabbi olan Allah'ın ikramına layık görülmenin vermiş olduğu zevktir. Ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:

Ey mutmain (tatmin bulmuş) nefis. Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön. Artık kullarımın arasına gir. Cennetime gir. (Fecr Suresi, 27-30)
 
  
ALLAH KORKUSUNDAKİ EKSİKLİĞİN NEDENLERİ

 

Allah'ın Kuran'da açıkça belirttiği gibi, yüzeysel bir inanca sahip olan insanlar, kendilerine sorulduğunda Allah'a inandıklarını söyledikleri halde içlerinde samimi bir Allah korkusu taşımazlar. Bunun en gözle görülür delili ise, Allah'tan korkan bir insanın O'ndan sakınması ve her tavrının Kuran ahlakına uygun olması gerekirken, bu insanların ne hal ve tavırlarında ne de konuşmalarında Allah'tan korktuklarına ya da sakındıklarına dair bir alamet görülmemesidir. Bu tutumlarının altında yatan belli başlı nedenler vardır.
Allah'ı Gereği Gibi Takdir Edememeleri

Toplumun genelinde kulaktan dolma bir din anlayışı yaygındır. Bu yüzden çoğu insan Allah'ı, dinin gerçek kaynağında, yani Kuran'da bildirilen sıfatlarıyla, özellikleriyle tanımaz. Dolayısıyla O'nu gereği gibi de takdir edemez. Oysa Allah bize Kendisi'ni, Kuran'da en doğru ve açık bir biçimde tanıtmıştır.

Çoğu insanın Allah hakkında bildikleri ailelerinden, akrabalarından ya da sağdan soldan duyduklarından ibarettir. Bunun bir sonucu olarak da herkesin Allah hakkındaki düşüncesi farklı farklıdır. İşin ilginç yanı insanların büyük bir kısmı, o güne kadar çevrelerinden duyduklarının ve öğrendiklerinin yanlış veya eksik olabileceğine ihtimal vermezler. Verseler de doğrusunu araştırmayı ve öğrenmeyi önemli görmezler. Bu ise onları cehennemle sonlanabilecek büyük bir yanılgıya sürükleyebilir. Çünkü Allah'ı tanımamak, beraberinde O'nun pek çok sıfatının sonucundan da habersiz olmayı getirir.

Bu tür insanlar Allah'ı genelde affeden, yardım eden, rızık veren, lutfeden, nimet veren, koruyan, merhametli olan gibi sıfatlarıyla düşünüp kendilerini rahatlatırlar. Oysa Allah'ın intikam alan, azap veren, cezası şiddetli olan, kahredici olan sıfatları vardır. Ancak söz konusu kişiler Allah'ın bu sıfatlarının kapsamını bilmez; Rabbimizi bu sıfatlarıyla düşünemezler. Bu sıfatların kendi hareket, davranış ve konuşmalarına bakacak olan yönlerini akıllarına getirmezler. Allah'ın bazı sıfatlarını ismen bilseler bile, tam olarak ne anlama geldiklerinden, bu sıfatların kendi sonsuz hayatlarına nasıl yansıyıp, etki edeceklerinden habersizdirler. Ya da Allah'ın birçok sıfatını tek yönlü düşünüp, bu sıfatların kendilerini de kapsayacağını düşünmezler. Örneğin kendilerine bir haksızlık yapıldığında Allah'ın sonsuz adaletiyle ahirette bu haksızlığın cezasını vereceğini düşünürler. Fakat Allah'ın ayetlerine gereği gibi inanıp yerine getirmezlerse kendilerinin de Allah'ın azabı ile karşılık göreceklerini düşünmezler.

İnsan Allah'a kul olsun diye yaratılmıştır ama bu yaratılış amacını reddederse, mutlaka karşılığını görür. İşte böyle büyük bir suça da büyük bir ceza gerekir ki, cehennem bu adaleti yerine getirmek için vardır. Yaratılmış en kötü mekan olan cehennem, insanın hayal gücünün alabileceğinden çok öte bir azap kaynağıdır. Dünyada mümkün olan en büyük acılardan kat kat şiddetli acılar içerir.

Bahsettiğimiz türden insanlar, vicdanlarına uymamalarından kaynaklanan gaflet ve şuursuzlukları nedeniyle Allah'tan korkup sakınmazlar. O'nun gücünü ve kudretini, heybet ve azametini gereği gibi algılayamaz, O'nun makamından ve büyüklüğünden, O'nun gazabına maruz kalmaktan içleri titreyerek korkmazlar. Dolayısıyla Allah'ın rızasını kazanmaya ve O'nun emirlerini ellerinden gelenin en fazlasıyla yerine getirmeye çalışmazlar. O'nun yasaklarına uymaz, sınırsızca bir yaşam sürerler. O'nun verdiği nimetler karşısında gereken saygı ve şükrü yerine getirmez, Allah'a karşı sürekli bir nankörlük içinde bulunurlar. Sonuçta ise bu dünyada korkusuzca geçirdikleri yaşamlarının bedelini, korku ve azap içinde geçirecekleri sonsuz hayatlarıyla öderler.

İnkarcıların Yanlış Ahiret İnancı

Cahiliye toplumundaki pek çok insan, Allah'ı gereği gibi tanıyıp takdir edemediği gibi, cennet ve cehennem hakkında da pek çok eksik bilgiye ve batıl inanışa sahiptir. Bu kişiler dünya hayatından istedikleri kadar yararlanıp, Allah'a isyan edip, bunun karşılığında da cehennemde kısa bir süre kalacaklarını, daha sonra affedileceklerini zannederler. Ama kendilerini bekleyen son, tahmin ettiklerinden çok daha acıdır. Çünkü cehennem kendilerine yapılan uyarıları dinlemeyen azgın inkarcılar için sonsuza dek sürecek bir azap mekanıdır. Allah cehennemin inkarcılar için yaratıldığını ve inkarda direnen kişiler için geriye hiçbir dönüş olmadığını şöyle vurgulamaktadır:

Gerçekten cehennem, bir gözetleme yeridir. Taşkınlık edip-azanlar için son bir varış yeridir. Bütün zamanlar boyunca içinde kalacaklardır. (Nebe Suresi, 21-23)

Kaldı ki cehennem, insanın hayal gücünün alamayacağı kadar büyük acıları yaşatan bir yerdir. Şuurlu hiçbir insanın cehennem azabı gibi bir azabı göze alabilmesi mümkün değildir. Cehennem, Allah'ın Kahhar (kahreden) sıfatının en şiddetli tecelli ettiği ve dünyadaki hiçbir azapla kıyaslanamayacak azaplarla dolu korkunç bir ortamdır. Bir damla kaynar suya, biraz açlığa, soğuğa dayanamayan aciz insanın, ferah ve umarsız bir şekilde böyle bir azabı göze aldığını söylemesi, ancak şuurunun tam kapalı olduğunun bir göstergesi olabilir. Kendince Allah'ın azabını hafife alan, rahatlıkla karşılayan bir kimse, baştan beri bahsettiğimiz Allah'ın kadrini gereği gibi takdir edemeyen kimsedir.

Dünyada Kendilerine Tanınan Süreye Aldanmaları

Allah dünyadaki imtihan ortamının bir gereği olarak insanlara süre tanır. Yaptıkları hataları düzeltmeleri için onlara uyarılar gönderir ve çeşitli fırsatlar verir. İşte cahiliye insanlarının Allah'tan gereği gibi korkmamalarının altında yatan bir başka sebep de budur; yaptıklarının karşılığını o an görmemeleri... Çünkü genelde insanlar karşılığını hemen akabinde alacakları konularda son derece hassastırlar. Şöyle bir örnek üzerinde düşünelim:

Büyük bir şirkette iyi bir maaşla çalışan bir kişiye önemli bir sorumluluk verilse ve bu sorumluluğu başarılı şekilde yerine getirmediği takdirde şirketteki işine son verilecek olsa acaba bu kişi nasıl bir gayret ve dikkat içinde olur? Sonucunda uğrayabileceği kaybı bildiği halde bu işte herhangi bir gevşeklik ya da rehavet içinde bulunabilir mi? Elbette ki hayır. Bu kaybı asla göze almak istemeyecektir. Bunun için elinden gelen herşeyi yapacak, hatta gerektiğinde kendi rahatından, uykusundan, diğer işlerinden feragat edecek ama o işi başaracaktır. Çünkü bu kişi kendisini sıkıntıya sokacak bir sondan korkmaktadır. Peki ama aynı insanlar acaba bunların hepsinden daha gerçek olan Allah'a hesap vermeleri konusunda aynı korkuyu yaşarlar mı? Büyük çoğunluğu yaşamaz. Çünkü bu insanlar ölümü ve ahireti o kadar yakın görmezler, onlara göre içinde yaşadıkları hayat daha gerçektir.

Oysa bir ayette insanlara belirli bir süre tanındığı şöyle açıklanır:

Eğer Allah, kazandıkları dolayısıyla insanları (azap ile) yakalayıverecek olsaydı, (yerin) sırtı üzerinde hiçbir canlıyı bırakmazdı, ancak onları, adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Sonunda ecelleri geldiği zaman, artık şüphesiz Allah Kendi kullarını görendir. (Fatır Suresi, 45)

Bu insanlar Allah'ın razı olmayacağı bir şey yaptıklarında, o anda "başlarına taş yağması" gibi bir azap gelmesini bekler, sonra da "nasıl olsa bir şey olmuyor" mantığı ile taşkınlıklarına devam ederler. Bu sapkın mantığa her dönemde yaşayan cahiliye toplumu insanlarında rastlanır ve Allah onların bu cahilce düşünce yapılarını bize şöyle haber verir:

... Ve kendi kendilerine: "Söylediklerimiz dolayısıyla Allah bize azap etse ya." derler. Onlara cehennem yeter; oraya gireceklerdir. Artık o, ne kötü bir gidiş yeridir. (Mücadele Suresi,

İman etmeyen ya da yüzeysel bir inancı olan çoğu insan bu sapkın bakış açısına sahiptir. Oysa yaptıklarının karşılıksız kalacağını ve bundan dolayı da kendilerinin son derece uyanık olduklarını düşünen bu insanlar, aslında bu azaba bilmedikleri bir yönden yavaş yavaş sürüklenmektedirler:

Ayetlerimizi yalanlayanları ise, onları bilmeyecekleri bir yönden derece derece (günahları yükletip azaba) yaklaştıracağız. (Araf Suresi, 182)

Allah'ın ayetlerde bahsettiği, açıkça görülebilen azaplar olabileceği gibi gizli azaplar da her an insanı kuşatabilir. Öyle ki bu azap insanı daha dünyadayken de kuşatabilir. Örneğin kişi Allah'ın razı olmadığı bir tavrı ya da ahlakı sürdürürken, amansız bir hastalık kendisini içten içe sarıyor olabilir. Mutlaka fiziksel olması da gerekmez, Allah'ın insanın kalbine vereceği bir korku, sıkıntı bile o kişiye bulunduğu ortamı dar etmeye yeter. Allah korkunun bir ceza türü olduğunu Kuran'da şöyle bildirir:

... Böylece Allah yaptıklarına karşılık olarak, ona açlık ve korku elbisesini tattırdı. (Nahl Suresi, 112)

Hiçbir insan, Allah'ın hoşnut olmadığı bir hareket tarzı içindeyken üzerinde kendisine ansızın isabet edebilecek bir bela dolaşmadığından emin olamaz; Allah'ın hiçbir azabından güvende olamaz. Allah bu gerçeği ayetinde haber vermiştir:

O ülkeler halkı, geceleri uyurken, onlara zorlu azabımızın gelmeyeceğinden güvende miydiler?Ya da o ülkeler halkı, kuşluk vakti eğlenceye dalmışken, onlara zorlu-azabımızın gelmeyeceğinden güvende miydiler? (Veya) Onlar, Allah'ın tuzağından güvende mi idiler? Allah'ın bir tuzak kurmasından, hüsrana uğrayan bir topluluktan başkası (akılsızca) güvende olmaz. (Araf Suresi, 97-99)

Aynı uyarı başka ayetlerde şöyle geçer:

Kara tarafında sizi yerin dibine geçirmeyeceğinden veya üzerinize taş yığınları yüklü bir kasırga göndermeyeceğinden emin misiniz? Sonra kendinize bir vekil bulamazsınız. Veya sizi bir kere daha ona (denize) gönderip üzerinize kırıp geçiren bir fırtına salarak nankörlük etmeniz nedeniyle sizi batırmasına karşı emin misiniz? Sonra onun öcünü Bize karşı alacak (kimseyi de) bulamazsınız. (İsra Suresi, 68-69)

Unutmamak gerekir ki, insan acizlik içinde olan, Allah'a sonsuz derecede muhtaç bir varlıktır. İmtihan ortamı içinde tüm zorluk ve sıkıntıları ancak Allah'a dayanarak ve O'ndan güç alarak göğüsleyebilir. Ama aczini kabul etmeyen ve Allah'tan korkmayanlar, gizli açık tüm bu azap ve belalarla baş etmek durumundadırlar ki, insan yaratılış olarak buna dayanabilecek güçte değildir. Bu yüzden gerek dünyadaki, gerekse ahiretteki bela ve azaplardan kurtulmanın tek yolu Allah'tan elinden geldiği kadar korkmak ve bu bilinçli tavır üzere bir yaşam sürmektir.

Azap Göreceklerin Yalnızca Çok Azgın Kişiler Olduğunu Düşünmeleri

İnsanların birçoğu ölümlerinden sonra Allah'ın, kendilerini yaşadıkları hayattan hesaba çekeceğinden ve bu hesabın sonucunda cennete ya da cehenneme sevkedileceklerinden haberdar oldukları halde ahiretleri için bir hazırlık yapmazlar. Nitekim bu insanların, ahiretin varlığına inandıklarını iddia ettikleri halde, iman etmeyenlerden pek de farklı bir yaşantıya sahip olmadıkları ve bundan da hiçbir tedirginlik duymadıkları görülür. İki tarafın da yaşam tarzları, tavır ve davranışları, hırsları, tepkileri neredeyse birbirinin aynıdır. Aradaki tek fark birinin Müslüman olduğunu iddia etmesi, diğerinin ise böyle bir iddiasının olmamasıdır.

Hem Kuran'a inandığını iddia eden hem de iman ettiği kitabın hükümlerine uymayan bu insanların rahatlıklarının sebebi, kalplerinin temiz olduğu, zaten hiçbir kötülükte bulunmadıkları iddiasında olmalarıdır. Dolayısıyla bunun temelinde yatan inanç da, kendilerinin cehenneme gidebileceklerine asla ihtimal vermemeleri, başka bir deyişle cennete gideceklerini kesin olarak görmeleridir.

Bu inancın bir özelliği de, cehenneme gidecek olan insan modelini kendi mantıklarına göre belirlemiş olmaları ve diğer insanları da cennet ehli ilan etmeleridir.

Onlara göre cehennemlik olan insanlar, çoğunlukla televizyonda seyrettikleri ve gazetelerde okudukları katiller, hırsızlar, teröristler ve insanlara zarar verme peşinde koşan dengesiz kişilerdir. Bunun dışında kalanlar ise hemen her günahlarının affedileceğini sandıkları, halkın arasında çoğunluğu oluşturan sıradan insanlardır. Kendi aralarında belirledikleri bu ölçüler, adam öldürmediklerine, hırsızlık yapmadıklarına ve terörist olmadıklarına göre, kendilerinin cennet halkından oldukları zannını doğurur. İşte kendilerini Müslüman kabul ettikleri halde her türlü günahı işleyebilmelerinin, ibadet etmemelerinin, Kuran'ı yaşamamalarının ve Allah'ın sınırlarından uzak bir hayat sürebilmelerinin ve bundan da hiçbir korku ve tedirginlik duymamalarının altında yatan sebep budur; bunların hiçbirinin cehenneme gitmek için bir sebep teşkil etmediği zannına kapılmaları... Oysa bu kendilerini ateş çukuruna sürükleyen korkunç bir yanılgıdır.

İçlerinde Allah korkusu taşımayan cahiliye insanlarının Müslümanlık adına türettikleri kurallar, Kuran'ın hükümlerinden çok farklıdır. Örneğin Kuran'a göre çok önemli olan ve Allah'ın uyulmasını kesin emrettiği bir konu, kendi yüzeysel mantıklarına göre o kadar da fazla önemi olmayan, üzerinde durulmayacak bir konu olarak değerlendirilir. Böylece kendi uydurdukları dinin ölçüleri kendilerine, Allah korkusundan tamamen uzak bir hayat modeli sunar. Allah bir ayetinde bu insanların bozuk mantığına şöyle dikkat çekmiştir:

De ki: "Göklerden ve yerden sizlere rızık veren kimdir? Kulaklara ve gözlere malik olan kimdir? Diriyi ölüden çıkaran ve ölüyü diriden çıkaran kimdir? Ve işleri evirip-çeviren kimdir? Onlar: "Allah" diyeceklerdir. Öyleyse de ki: "Peki siz yine de korkup-sakınmayacak mısınız? (Yunus Suresi, 31)

Bütün ömrü boyunca kendi bildiği dini uygulayan ve böylece gerçek dinin hiçbir hükmünü yerine getirmeyen üstelik de bu şekilde cennete gireceklerini iddia eden bu tür kişiler büyük bir aldanış içinde yaşantılarını korkup sakınmaksızın geçirirler. Fakat her ne kadar kendilerini kandırsalar da vicdanları her fırsatta kendilerine gerçeği hatırlatır. Kuran'ın gerçekleriyle karşılaşıp koskoca bir ömrü günahlarla ve yanlışlarla geçirdiklerini öğrenmek istemedikleri için kendilerine gerçek dini anlatan kişileri de kesinlikle dinlemek istemezler. Bu konu üzerinde düşünmemek için bilinçli olarak başka konularla dikkatlerini dağıtırlar. Başka bir deyişle, korkmalarına sebep olacak bir konu geçtiğinde ya da akıllarına bir düşünce geldiğinde bunu hemen örtbas ederek eski rahatlıklarına, gafletlerine geri dönmek isterler. Allah'ı, O'nun tehdidini, O'nun azabını akıllarına getirmekten, diğer bir deyişle Allah korkusundan sürekli bir kaçış içindedirler. Halbuki bu çok büyük bir akılsızlıktır. Çünkü bu kaçış onları kendilerini bekleyen korkunç sondan kurtaramayacaktır.

"Allah Nasıl Olsa Affeder" Şeklindeki Düşünceleri

Onların ardından yerlerine kitaba mirasçı olan birtakım 'kötü kimseler' geçti. (Bunlar) Şu değersiz olan (dünya)ın geçici-yararını alıyor ve: "Yakında bağışlanacağız" diyorlar... (Araf Suresi, 169)

Ayette de dikkat çekildiği gibi, insanların bir kısmı Allah'ın isteklerine uygun bir hayat sürmemelerine rağmen yine de Allah'ın kendilerini affedeceği düşüncesindedirler. Kuşkusuz bunun en temel sebebi Allah'ın sıfatlarını, adaletini takdir edememeleri ve olayları Kuran mantığından uzak bir şekilde değerlendirmeleridir. Elbette ki Allah affedecidir ve kullarının günahlarını bağışlayıcıdır. Fakat bunun şartının ne olduğunu Allah Kuran'da şöyle bildirmiştir:

Allah'ın (kabulünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir). İşte Allah böylelerinin tevbelerini kabul eder. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır. Tevbe, ne kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine ölüm çatınca: "Ben şimdi gerçekten tevbe ettim" diyenler, ne de kafir olarak ölenler için değil. Böyleleri için acı bir azap hazırlamışızdır. (Nisa Suresi, 17-18)

Ancak Allah korkusundan uzak olan insanlar gizli-açık sürekli uyarılmalarına, hakkı bilmelerine rağmen "nasıl olsa Allah affeder" gibi çarpık bir mantıkla günahları üzerinde ısrarlı davranırlar. Oysa bu, şeytanın insanları aldatmaya çalıştığı konulardan biridir. Şeytan böyle bir kandırmaca ile insanları her türlü günaha ve sahtekarlığa peşi sıra sürükler.

Dahası Allah bir başka ayette, "Şüphesiz Rablerinin azabından emin olunamaz" (Mearic Suresi, 28) ifadesiyle insanlardan hiç kimsenin böyle bir garantisinin olmadığını açıkça belirtmiştir.

Kendilerini Cennete Layık Görmeleri

Kuşkusuz Kuran'dan uzak çarpık bir din anlayışının doğurduğu ahiret inancı da çarpık olacaktır. Nitekim cahiliye insanlarının büyük bir bölümünün ortak özelliği kendilerini cennet ehli olarak görmeleridir. Birçoğunun öldükten sonra, yaptıklarından sorguya çekileceğine pek kanaati yoktur. Kendilerince böyle bir ihtimal olsa bile, yine de iyi bir sonuçla karşılaşacaklarını düşünür ve böylece kendilerini kandırıp rahatlatırlar.

Allah bu garip kendinden eminliğe Kuran'da bir bağ sahibinden örnek vererek dikkat çekmiştir. Ayetlerde bildirildiğine göre, Allah'tan korkmayan bağ sahibi malca zengin olmasından kaynaklanan, kendinden son derece emin bir şımarıklık içindedir. Bahçesinin verimli olması ve görünümünün güzelliği onun kendine olan güveninin temel dayanağıdır.

Bağlarının güzelliğini ve bereketini gördüğünde güçlü olmak için Allah'a ihtiyacı olmadığı zannına kapılmış ve şöyle demiştir:

Kendi nefsinin zalimi olarak (böylece) bağına girdi (ve): "Bunun sonsuza kadar kuruyup-yok olacağını sanmıyorum" dedi.

"Kıyamet-saati'nin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım." (Kehf Suresi, 35-36)

İşte bu bağ sahibi, aslında, ahireti ve hesap gününü akıllarından çıkararak her türlü taşkınlığı ve sınır tanımazlığı işleyen, daha sonra da sonsuza kadar yok olma ya da "bir ihtimal" cehenneme gidip yanma düşüncesinin dehşeti karşısında, nasılsa cennete gideceği avuntusuyla kendisini kandıran günümüz insanına da bir örnektir. İşine gelmediği anda kıyamet saatini inkar eden, işine gelince de cennetlik olduğunu düşünen bu şuursuz zihniyete sahip olanların elbette ki içlerinde Allah korkusu bulunduğuna dair hiçbir belirti yoktur.

Allah'ı Sevdiğini Söylemeyi Yeterli Sanmaları

İnsanların Allah'tan sakınmamalarının ve gereği gibi korkmamalarının altında yatan bir başka sebep de, Allah'ı sevdiklerini söylemeleri fakat bu konuda samimi davranmamalarıdır. Çünkü gerçek sevgi beraberinde saygıyı ve Allah'ın beğenmediği şeylerden sakınmayı da getirir. Fakat ilginç olan, bu insanların yaşamlarına ve hareket tarzlarına bakıldığında buna dair hiçbir alamet görülmemesidir. Çünkü samimi olarak Allah'ı seven bir insan herşeyden önce O'nun sınırlarına son derece titizlik gösterecek, O'nun sevip beğendiği şeyleri sevecek, beğenmediği, kınadığı, sakındırdığı şeylerden şiddetle sakınacaktır. Bu sevgisini, ölene dek yaşamının tüm detaylarında O'nun rızasını arayarak, O'na olan derin saygısı, güveni, boyun eğiciliği ve sadakatiyle gösterecektir. Yoksa bunun dışında sadece sözlü olarak sevgi iddiasında bulunmak, fakat buna rağmen Allah'ın sınırlarını aşarak pervasızca bir yaşam sürmek, kuşkusuz samimiyetten son derece uzak bir tavır olacaktır. Ve elbette ki bu samimiyetsizlik karşılıksız kalmayacak, çok büyük bir hüsrana uğrayacaktır.

Şu nokta çok önemlidir: Allah'ın hükümleri son derece açıkken ve cehennemin varlığı kesin bir gerçekken, bir insanın sadece sözlü bir sevgi ifadesini yeterli görmesi, kendini temize çıkarıp vicdanını rahatlatmaktan başka bir amaç taşımaz. Bu ise Kuran mantığı ve ruhuyla taban tabana zıt bir tutumdur.

Cahiliye Korkusu ile Korkmaları

Allah insanın her türlü halini, kusurlarını, aklından geçenleri, dualarını bilmektedir. O halde yapılması gereken şey Allah'a samimiyetle yönelip O'nu dost edinmektir. Allah'a karşı duyulması gereken içli korku, insanı teslimiyetli ve güzel ahlaklı hale getirerek onu Allah'ın sevgisini kazanmaya, Allah'a yakınlaşmaya teşvik eder.

Cahiliye insanlarının korkuları ise daha farklıdır. Onların duydukları korkular geçicidir. Bir sıkıntıyla karşılaştıkları zaman Allah'ın azabını hatırlar, onunla karşılaşmaktan korkarlar. Ama Allah bir deneme olarak onları kurtardığında tekrar eski inkarlarına geri dönerler. Kuran'da bu konuyla ilgili şöyle bir örnek verilmiştir:

Karada ve denizde sizi gezdiren O'dur. Öyle ki siz gemide bulunduğunuz zaman, onlar da güzel bir rüzgarla onu yüzdürürlerken ve (tam) bununla sevinmektelerken, ona çılgınca bir rüzgar gelip çatar ve her yandan dalgalar onları kuşatıverir; onlar artık bu (dalgalarla) gerçekten kuşatıldıklarını sanmışlarken, dinde O'na 'gönülden katıksız bağlılar (muhlisler)' olarak Allah'a dua etmeye başlarlar: "Andolsun eğer bundan bizi kurtaracak olursan, muhakkak Sana şükredenlerden olacağız." Ama (Allah) onları kurtarınca, hemen haksız yere, yeryüzünde taşkınlığa koyulurlar. Ey insanlar, sizin taşkınlığınız, ancak kendi aleyhinizedir; (bu) dünya hayatının geçici metaıdır. Sonra dönüşünüz Bizedir, Biz de yaptıklarınızı size haber vereceğiz. (Yunus Suresi, 22-23)

Görüldüğü gibi, cahiliye insanlarının korkuları onlara bir fayda sağlamaz. İman edenlerin aksine, karşılaştıkları olaylardan öğüt alıp düşünmezler. Nitekim Allah ancak "içi titreyerek korkan"ların öğüt alabileceklerini Kuran'da şöyle bildirmiştir:

Allah'tan 'İçi titreyerek korkan' öğüt alır-düşünür. 'Mutsuz-bedbaht' olan ondan kaçınır. (Ala Suresi, 10-11)

İşte cahiliye insanları yukarıdaki ayetlerde bildirilen ikinci gruptandır. Yani Allah'a karşı derin ve içli bir korku duymadıkları için karşılaştıkları olaylar onları doğruya ulaştırmaz. Allah Kuran'da bu insanların tutumunu daha pek çok ayetiyle haber vermiştir. Bu ayetlerden bazıları şöyledir:

De ki: "Eğer biliyorsanız (söyleyin:) Yeryüzü ve onun içinde olanlar kimindir?" "Allah'ındır" diyecekler. De ki: "Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz?"

De ki: "Yedi göğün Rabbi ve büyük Arş'ın Rabbi kimdir?"

"Allah'ındır" diyecekler. De ki: "Yine de sakınmayacak mısınız?"

De ki: "Eğer biliyorsanız (söyleyin:) Herşeyin melekutu (mülk ve yönetimi) kimin elindedir? Ki O, koruyup kolluyorken Kendisi korunmuyor."

"Allah'ındır" diyecekler. De ki: "Öyleyse nasıl oluyor da böyle büyüleniyorsunuz?"

Hayır, Biz onlara hakkı getirdik, ancak onlar gerçekten yalancıdırlar. (Müminun Suresi, 84-90)
 
 

   

ALLAH'TAN KORKMAYAN İNSAN NASIL BİR AHLAKA SAHİPTİR?


Güzel bir ahlaka sahip olabilmek ancak Allah'tan korkmakla ve O'nun emirlerine kesin olarak boyun eğmekle mümkündür. Bir insanın güzel ahlaka sahip olması ve bunu kararlılıkla sürdürebilmesi için, güçlü bir Allah sevgisi ile birlikte güçlü ve derin bir Allah korkusu taşıması gerekir. Allah'tan gereği gibi korkabilmek ise, Allah'ın büyüklüğünü, şanını ve azametini, üstün makamını, sonsuz ilim ve kudretini, kulları üzerindeki kayıtsız şartsız güç ve hakimiyetini, dilediğini dilediği gibi gerçekleştirebileceğini sürekli akılda tutmak ve tefekkür etmekle, Allah'ın vaadine, tehdidine, hesap gününe, cezasının şiddetine, cehennem azabının sonsuzluğuna ve korkunçluğuna kesin olarak iman etmekle mümkündür. Bu iman, güçlü bir Allah korkusunu doğurur. Bu korku da insanın tüm tavır ve davranışlarını, hareket ve konuşmalarını Allah'ın beğendiği, hoşnut olduğu ahlak doğrultusunda düzenlemesini sağlar. Allah'tan korkan kişi O'nun sınırlarını korumaya karşı derin bir hassasiyet içinde olur.

Allah'tan korkmayan insanlar ise, Allah'ın beğenmediği her türlü tavrı gösterebilirler. Allah'a hesap vereceğini unutmuş bir insanın dürüstlük göstermesi, insanlara fedakarlıkta bulunması, adil ve namuslu olması, kısacası güzel ahlaklı olması için hiçbir nedeni yoktur. Onun tüm ahlakını yalnızca kendi kişisel hırsları ve çıkarları şekillendirir. Ve ölümlü insanlara güzel ahlak göstermenin onun için bir anlamı olamaz.

Bu bakış açısının bir sonucu olarak kişinin kendi çıkarları uğruna yapmayacağı şey yoktur. Allah'ın kadrini gereği gibi takdir edemediğinden Allah'ın azabı onun için caydırıcı bir unsur olmaz. Allah'tan korkmadığı ve karşılık göreceğini düşünmediği için haddi aşmada, insanlara zalimce bir tavır göstermede hiçbir sınır tanımaz ve alabildiğine azgın bir karakter sergiler. Allah'ın azametini ve intikam alacağını aklına getirmediği için rahatlıkla Allah'ın sınırlarını aşar.

Bu nedenlerden dolayı Allah korkusu olmayan insanlar, her türlü günaha ve ahlaki bozukluğa açıktırlar. Hem Allah'ın dinine uymazlar, hem de zalimce bir tavır göstererek diğer insanları da Kuran ahlakından uzaklaştırmaya çalışırlar. Dinin sunduğu güzel ahlakın yaşanmasına kesinlikle tahammül edemezler. Elbette bu insanlar dünyada işledikleri zulümlerin karşılıklarını ahirette göreceklerdir. Allah Kuran'da bu insanları ve uğrayacakları sonu şöyle haber vermiştir:

Şüphesiz, inkar edenler ve Allah yolundan alıkoyanlar gerçekten uzak bir sapıklıkla sapmışlardır. Gerçek şu ki, inkar edenler ve zulmedenler, Allah onları bağışlayacak değildir, onları bir yola da iletecek değildir. Ancak, onda ebedi kalmaları için cehennem yoluna (iletecektir.) Bu da Allah'a pek kolaydır. (Nisa Suresi, 167-169)

Bu bölümde Allah'tan korkmayan zalim insanların Kuran'da tarif edilen belli başlı çarpık karakter özellikleri incelenecektir.

Şeytanla Olan Benzerlik: Şuursuzluk

Allah'ın varlığını ve gücünü bildikleri halde, Allah'ın dilediği biçimde davranmayan, O'ndan gerçek manada korkmayan insanların durumu şeytanın durumuyla benzerlik taşır. Şeytanın sürekli telkini ve etkisi altında bulunan bu kimseler, neredeyse şeytanla aynı tür bir zihniyet ve ruh hali içine girmişlerdir. Bu ortak ruh halinin en belirgin özelliği ise şuursuzluktur. Yani insanın bildiği ve gördüğü bir gerçek karşısında vermesi gereken mantıklı tepkiyi, göstermesi gereken en akılcı tutum ve davranışı, ruh halini değil, göz göre göre çarpık, dengesiz ve kendi zararına sonuçlanacak tepki ve davranışı göstermesidir. Bu çarpık davranış tarzının en somut örneğini şeytanın Allah'a başkaldırmasında görürüz. Kuran'da bu olay tüm insanlar için bir ibret vesilesi olarak aktarılır.

Allah Hz. Adem'den önce melekleri ve cinleri yaratmıştı. Onlar Allah'ı övgü ile tesbih ediyorlardı. Sonra Allah ilk insan olan Hz. Adem'i yarattı ve meleklere ona secde etmelerini emretti. Melekler Allah'ın emrine gönülden itaat ederek Hz. Adem'e secde ettiler. Ancak meleklerin arasında bulunan ve cinlerden olan İblis, Allah'ın bu emrine başkaldırarak O'na isyankar oldu. Çünkü kendisinin Hz. Adem'den daha üstün olduğuna inanıyordu. Bu kibiri yüzünden, Allah kendisine, "Ey İblis, iki elimle yarattığıma seni secde etmekten alıkoyan neydi? Büyüklendin mi, yoksa yüksekte olanlardan mı oldun?" (Sad Suresi, 75) diye sorduğunda şöyle cevap vermişti:

..."Ben ondan daha hayırlıyım; Sen beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın." (Sad Suresi, 76)

Allah'ın emrine karşı böyle bir itaasizliğe cüret eden İblis'i Allah lanetledi ve kendisi için ebedi cehennem azabı takdir etti. Kuşkusuz İblis'in bu isyanında esrarengiz bir ruh hali hakimdir. İblis Allah'ın varlığına bizzat şahittir. Öyle ki, Allah'la konuşmuştur. Allah'ın sıfatlarını, gücünü ve sonsuz cehennem azabını da çok iyi bilmektedir.

Şeytanın ve Allah korkusundan uzak tüm insanların esrarengiz benzerliği burada gizlidir: Allah'ın varlığını bildikleri halde O'nun hükmüne karşı gelebilmek ve inkarcılardan olmak. Bu aslında son derece mucizevi bir olaydır. Çünkü bu bilgilere sahip olan şeytanın çok üstün bir imana ve korkuya sahip olması gereklidir. Şuur seviyesi de aynı oranda yüksek olmalı, Allah'a son derece itaatli ve saygılı olmalıdır. Oysa şeytan çirkin bir cüret ve cesaret göstermiştir.

Hem Allah'ın varlığını tanımak, O'nun sonsuz gücünü ve ilmini kabul etmek, hem de O'na kasıtlı olarak isyan etmek açık bir şuurla izah edilemeyecek bir durumdur.

Bir ayette bu kişilerin durumu şöyle tarif edilir:

De ki: "Göklerden ve yerden sizlere rızık veren kimdir? Kulaklara ve gözlere malik olan kimdir? Diriyi ölüden çıkaran ve ölüyü diriden çıkaran kimdir? Ve işleri evirip-çeviren kimdir? Onlar: "Allah" diyeceklerdir. Öyleyse de ki: "Peki siz yine de korkup-sakınmayacak mısınız? (Yunus Suresi, 31)

Bir başka ayette ise inkarcıların şuursuzca davranışları ve ruh halleri şöyle haber verilmiştir:

İnkar edenlerin örneği bağırıp çağırmadan başka bir şey işitmeyip (duyduğu veya bağırdığı şeyin anlamını bilmeyen ve sürekli) haykıran (bir hayvan)ın örneği gibidir. Onlar, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bundan dolayı akıl erdiremezler. (Bakara Suresi, 171)

Bu insanların şuursuzca inkar ettikleri konulardan biri de, yeniden diriliştir. Ancak yokken var edilmiş ve öleceğini kesin olarak bilen bir insanın bir daha nasıl diriltileceğini sorması kuşkusuz son derece hayret vericidir. Bir ayette, insanların yeniden dirilişi inkar etmelerinin şaşırtıcı olduğuna şöyle dikkat çekilir:

Eğer şaşıracaksan, asıl şaşkınlık konusu onların şöyle söylemeleridir: "Biz toprak iken mi, gerçekten biz mi yeniden yaratılacağız?" İşte onlar Rablerine karşı inkara sapanlar, işte onlar boyunlarına (ateşten) halkalar geçirilenler ve işte onlar -içinde ebedi kalacakları- ateşin arkadaşları olanlardır. (Rad Suresi, 5)

Gururlu ve Kibirlidir

Ona: "Allah'tan kork" denildiğinde, büyüklük gururu onu günaha sürükler, kuşatır. Böylesine cehennem yeter; ne kötü bir yataktır o. (Bakara Suresi, 206)

Allah korkusu olmayan insanların en belirgin özellikleri boş bir kibir ve gurur içinde olmalarıdır. Bunun temelinde kişinin kendisini Allah'tan bağımsız bir varlık olarak görüp, sahip olduğu bazı özelliklerin kendinden kaynaklandığını zannetmesi yatar. Oysa bu son derece anlamsız bir düşüncedir. Çünkü insan son derece aciz ve pek çok eksikliği olan bir varlıktır. İstediği kadar kendini üstün ve kusursuz zannetsin, mutlaka yorulur, acıkır, susar, başı ağrır, uyumadan yapamaz, hasta olur, yaşlanır ve eninde sonunda ölür, bedeni çürüyüp parçalanır.

Allah'ın büyüklüğünü, herşeyi yoktan var ettiğini, insanlara sahip oldukları bütün imkan ve özellikleri verenin O olduğunu, dilediği anda hepsini geri alabileceğini, tüm canlıların ölümlü olduğunu, yalnızca Allah'ın varlığının baki olduğunu bilen ve sürekli bunun bilincinde olan bir insanın, kibirli ve azgın bir tavır içinde olması mümkün değildir. Ancak bunları kavrayamayan, eksikliklerini, acizliklerini ve ölümlü olduğunu unutan, şuuru bulanık bir insan böyle bir şeye cüret edebilir. Tıpkı Allah'ın Kuran'da insanlara bu konuda ibret olarak aktardığı Karun gibi...

Karun'un Allah'tan korkmadan azmasına ve kibirlenmesine sebep olan şey zenginliğidir. Mülkün tamamının Allah'ın olduğunu ve dilerse hepsini geri alabileceğini unutmuş, bu hazineleri kendisinin sahip olduğu bazı özelliklerinden dolayı hak ettiğini düşünmüştü:

Gerçek şu ki, Karun, Musa'nın kavmindendi, ancak onlara karşı azgınlaştı. Biz, ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarları, birlikte (taşımaya) davranan güçlü bir topluluğa ağır geliyordu. Hani kavmi ona demişti ki: "Şımararak sevinme, çünkü Allah, şımararak sevince kapılanları sevmez."

"Allah'ın sana verdiğiyle ahiret yurdunu ara, dünyadan da kendi payını (nasibini) unutma. Allah'ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun ve yeryüzünde bozgunculuk arama. Çünkü Allah, bozgunculuk yapanları sevmez."

Dedi ki: "Bu, bende olan bir bilgi dolayısıyla bana verilmiştir." Bilmez mi, ki gerçekten Allah, kendisinden önceki nesillerden kuvvet bakımından kendisinden daha güçlü ve insan-sayısı bakımından daha çok olan kimseleri yıkıma uğratmıştır. Suçlu-günahkarlardan kendi günahları sorulmaz. (Kasas Suresi, 76-78)

Ayetlerde görüldüğü gibi, Karun aynı ahlaktaki tüm insanlara ibret olarak daha dünyadayken azaplandırılmıştır. Eğer iddia ettiği gibi bir güç sahibi olsaydı kuşkusuz önce kendini bu azaptan kurtarırdı. Ancak ne bilgisi, ne hazineleri, ne de topluluğu ve itibarı onu Allah'ın gazabından koruyamamıştır:

Sonunda onu da, konağını da yerin dibine geçirdik. Böylece Allah'a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Ve o, kendi kendine yardım edebileceklerden de değildi. Dün, onun yerinde olmayı dileyenler, sabahladıklarında: "Vay, demek ki Allah, kullarından dilediğinin rızkını genişletip-yaymakta ve kısıp-daraltmaktadır. Eğer Allah, bize lütfetmiş olmasaydı, bizi de şüphesiz batırırdı. Vay, demek gerçekten inkar edenler felah bulamaz" demeye başladılar. (Kasas Suresi, 81-82)

Karun'un durumu, Allah korkusu taşımadıkları için büyüklenme tutkusuna kapılan ve kendilerini acıklı bir sona sürükleyenlere apaçık bir örnek teşkil etmektedir. Ahiretteki güzel sonucun ise ancak büyüklenmeyen takva sahiplerine ait olduğu bir ayette şöyle bildirilmektedir:

İşte ahiret yurdu; Biz onu, yeryüzünde büyüklenmeyenlere ve bozgunculuk yapmak istemeyenlere (armağan) kılarız. (Güzel) Sonuç takva sahiplerinindir. (Kasas Suresi, 83)

Kıskanç ve Saldırgandır

Allah korkusundan uzak insanlar içlerindeki kibiri öyle büyütüp beslemişlerdir ki, iyi olan herşeye yalnız kendilerinin layık olduğunu düşünür, bu yüzden de başkalarının sahip oldukları üstünlükleri kıskanırlar. Bu konuyla ilgili Allah, Kuran'da ibret olarak Hz. Adem'in iki oğlu arasındaki olayı anlatmıştır:

Onlara Adem'in iki oğlunun gerçek olan haberini oku: Onlar (Allah'a) yaklaştıracak birer kurban sunmuşlardı. Onlardan birininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen) Demişti ki: "Seni mutlaka öldüreceğim." (Öbürü de:) "Allah, ancak korkup-sakınanlardan kabul eder."

"Eğer beni öldürmek için elini bana uzatacak olursan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatacak değilim. Çünkü ben, alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım."

"Şüphesiz kendi günahını ve benim günahımı yüklenmeni ve böylelikle ateşin halkından olmanı isterim. Zulmedenlerin cezası budur."

Sonunda nefsi ona kardeşini öldürmeyi (tahrik edip zevkli göstererek) kolaylaştırdı; böylece onu öldürdü, bu yüzden hüsrana uğrayanlardan oldu. (Maide Suresi, 27-30)

Allah korkusu olan bir insan nefsinin kötülüklerinden sakınır. Bunun dışında hiçbir korku insanda, kendi olumsuz özelliklerini köklü bir şekilde düzeltme isteği ve gayreti doğurmaz. Bu nedenle yukarıdaki ayetlerde de açıklandığı üzere Allah'tan korkmayan kardeşlerden biri nefsinin sınır tanımaz kötülüklerine kendini teslim etmiştir. Kardeşine karşı olan rekabet duygusundan ve kendi kurbanının kabul edilmemesinden kaynaklanan kıskançlık ve öfkesi yüzünden, bir anda öz kardeşini öldürmeye kalkışabilecek bir duruma girmiştir. Bu örnek, nefsine uymanın ve Allah'tan korkmamanın insana neler yaptırabileceğini, ne kadar korkunç bir hale sokabileceğini gösteren önemli bir ibrettir.

Allah'tan korkmayan insan, nefsine dokunan bir olayda, sırf kendi nefsinin istekleri için karşısındakilere maddi ve manevi zarar vermekten asla çekinmez. Kıskançlık aynı zamanda şeytanın karakterinin de temel özelliğidir. Şeytan da Allah'ın huzurundan kovulduğunda, Hz. Adem'e karşı olan kin ve kıskançlığı tümüyle ortaya çıkmış ve var gücüyle onun soyundan gelecek insanları cehenneme sürükleyeceğine dair yemin etmiştir. Ne var ki bu yemini yine ancak kendi yandaşları ve dostları için geçerlidir. Allah'tan korkup sakınan samimi müminler üzerinde ise hiçbir etkisi yoktur.

Müstağnidir

"Müstağni", hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, her türlü kusur, eksiklik ve sorundan uzak demektir ve bu sıfat ancak Allah'a mahsustur. İnsanlar ve diğer tüm canlılar da Allah'ın yarattığı ve her an O'nun dilemesiyle yaşamlarını sürdüren, birçok acizlik ve ihtiyaç içinde olan varlıklardır. Ancak başta da belirttiğimiz gibi, Allah'tan korkmayan insanlar, akıl ve şuurları kapandığı için Allah'a karşı acizlik içinde olduklarını görmezden gelirler. Kendi akıllarını beğenirler ve eksik ya da hatalı olabileceklerini düşünmezler. Kendilerinden son derece emin oldukları için de günaha girmekten sakınmaz, endişe duymazlar. Allah Kuran'da, bu zihniyetin sonucunun "azgınlık" olacağını bildirmiştir:

Hayır; gerçekten insan, azar. Kendini müstağni gördüğünden. (Alak Suresi, 6-7)

Bu insanlar kendilerini herşeyden müstağni gördükleri gibi yaptıklarının cezasını görmekten, bela ve azapla karşılaşmaktan da kendilerini uzak görürler. Bu nedenle azgınlıklarını ısrarla ve şuursuz bir cesaretle sürdürürler.

Allah'ın bir denemesi olarak nimetlerde bir artış olursa azgınlıkları iyice pekişir. Halbuki bu, Allah'ın onlar için hazırladığı bir denemedir. Ve azgınca yaşadıkları süre arttıkça, cehennemde görecekleri azabın şiddeti de aynı oranda artacaktır:

Onların malları ve evlatları seni imrendirmesin; Allah bunlarla, ancak onları dünyada azablandırmak ve canlarının onlar inkar içindeyken zorluk içinde çıkmasını istiyor. (Tevbe Suresi, 85)

Onlar bu gerçeğin farkında olmadıkları için, Allah'ın denemek için verdiği güç ve imkanların, kendilerini Allah'ın azabından koruyabileceği gibi bir yanılgıya düşerler. Örneğin, sağlam ve lüks bir arabanın kendilerini kazadan, yaralanmaktan ya da ölümden, sağlam bir binanın ise depremlerden, felaketlerden, saldırılardan koruyacağını düşünürler. İnsan elbette korunabilmek amacıyla sağlam bir binada oturabilir. Ancak dünyanın en sağlam binası bile yeri geldiğinde büyük bir felaket karşısında yıkılabilir. Bunun gibi söz konusu insanlar, sahip oldukları imkanlarla alacakları diğer pek çok tedbirin kendilerini her türlü tehlike ve beladan koruyabileceğini, sağlıkları ve bedenleri ile ilgili alacakları her türlü önlemin kendilerini sarsılmaz kılacağını sanırlar.

Oysa bu, tamamen sonuçsuz bir çabadır. Tek bir virüs bile Allah'ın azabını bu insanlara taşımaya yeterlidir. Ya da beyinlerindeki tek bir kılcal damarın çatlaması bu kişilerin sonsuza kadar yaşayacakları azabın başlangıcı olabilir. Hiç kimse ve hiçbir güç, bir insanı Allah'ın gazabından koruyamaz. Allah bu gerçeğe; "... Benim gazabım, kimin üzerine inerse, muhakkak o, tepetaklak düşmüştür." (Taha Suresi, 81) ayetiyle dikkat çekmiştir.

Allah'tan korkmayan kimseler kendilerini ölümden bile müstağni görürler. Bu insanlar için, yakın çevrelerinden henüz yaşı genç bir insanın ölümü ya da makam-mevki, kültür seviyesi gibi konularda kendilerinden üstün gördükleri bir insanın ölümü ani ve beklenmedik durumlardır. Bu kişinin özellikle, bir kaza ya da ağır bir hastalık sonucu ölmüş olması, genç ve sağlıklı görülen bedeninin tanınamayacak, hatta bakılamayacak hale gelmesi, ölümü unutmak isteyen bu tip insanlara büyük bir darbe olur.

Belki de daha bir-iki gün önce beraber oldukları bir insanı, hurda şeklinde yol kenarına çekilmiş bir arabanın kenarında, yerde tanınmayacak şekilde yatarken görmeleri, daha sonra da siyah bir naylon torbanın içine konulup fermuarının boydan boya çekilmesi, unutmaya çalıştıkları birçok şeyi akıllarına getirir. Kendilerine hem yaş, hem hayat tarzı, hem de ruh hali olarak çok benzeyen bir insanı, etrafına üşüşmüş bir kalabalık tarafından yolda yatan cesedi seyredilirken görmek, kalplerini kendi ölümlerine ve ahiretlerine hiç hazırlık yapmamış olmanın verdiği korkuyla doldurur. Çünkü belki de bir-iki gün öncesine kadar üzerindeki kıyafetlerle insanlara hava atan, bütün amacının mesleğinde en üst seviyeye gelmek olduğunu ve din ile ilgilenecek vakti olmadığını anlatan ya da ahiret konusunda alaycı espriler yapan bu tanıdıkları, şimdi çok farklı bir durumdadır. Görevliler yola saçılan ve parçalanmış olan gözlüğünü, ezilen ayakkabılarını veya marka olduğu için hava attığı diğer eşyalarını süpürerek çöpe atarlar. Oldukça beğendiği vücudunun kokmaması için hemen morga kaldırılan ve orada diğer ölülerin bulunduğu soğuk dolaba bırakılan bu insan, bir iki gün içinde de beyaz bir bezin içine sarılarak kendisi için açılan çukurun içine atılır.

Ancak çoğu kişinin, yakını olan bir insanın ölümünden ve bu durumunu görmekten duyduğu korku, çok kısa sürer. Aradan az bir süre geçmeden umursuz ve pervasız zihniyetlerine yeniden geri döner ve ölümü yine kendilerinden uzak görmeye başlarlar. Etraflarında sürekli ölen insanları görmelerine, ahiretin varlığını bilmelerine, bedenlerinin de gitgide yıpranmasına ve ölüme adım adım yaklaşmalarına rağmen Allah'tan korkup sakınmadıkları için ölümü ısrarla düşünmez kendilerinden uzak görürler. Bu yüzden de çok kısa süreleri kalmasına rağmen kendilerine çeki düzen vereceklerine, kendilerini Allah'ın dilediği biçimde düzelteceklerine, daha kalın bir gaflet perdesine bürünürler.

Dünyevi Korku ve Endişelerle Doludur

Allah inancına ve korkusuna sahip olmayan insan için tüm dünya kaos ve belirsizliklerden oluşur. Herşeyin tesadüfler sonucu geliştiğini, etrafında olup biten olayların da başıboş işlediğini sanır. Bu durumda hiçbir zaman gerçek bir emniyet ve huzur duygusu yaşayamaz. Çünkü her an başına bir şeyler gelebilir, onu üzecek, yıpratacak, zarar verecek olaylar gelişebilir. Gelecekle ilgili sayısız endişeleri ve korkuları vardır. Örneğin amansız bir hastalığa yakalanabilir, tüm parasını kaybedebilir ya da sevdiği bir insandan ayrılabilir. Veya hiç ummadığı felaketler kendisinin ya da yakınlarının başına gelebilir. Tüm bu muhtemel olayları kontrolsüz zannettiği için her birinden ayrı ayrı endişe ve tedirginlik duyar. Her birini kendi kontrolü altına almanın mümkün olmadığını da bildiği için büyük bir çaresizlik ve ümitsizlik içine düşer.

Etrafında kendisini ezmeye, alt etmeye çalışacak sayısız rakipleri vardır. Bunlarla başa çıkabilmesi mümkün değildir. İnsanların kendisi hakkında ne düşündüğüne kadar herşeyi tek tek hesaplamak zorundadır. Bu, ona tarifsiz bir gerilim ve stres yaşatır.

Oysa yalnızca Allah'tan korkan bir insan saydığımız bu korkuların hiçbiriyle muhatap olmaz. Allah korkusu ve iman bu korkuların hepsini ortadan kaldırır. Herşeyin sahibinin ve yaratıcısının Allah olduğunu, olayların Allah'ın kontrolünde ve çizdiği kader doğrultusunda geliştiğini, Kendisi'ne inanıp güvenen kullarını Allah'ın koruyup kollayacağını bilmek iman eden bir insanı her türlü korku ve bağımlılıktan özgürlüğe kavuşturur. Bir ayette şöyle buyrulur:

Allah (ortak koşanlar için) bir örnek verdi: Kendisi hakkında uyumsuz ve geçimsiz bulunan, sahipleri de çok ortaklı olan (köle) bir adam ile yalnızca bir kişiye teslim olmuş bir adam. Bu ikisinin durumu bir olur mu? Hamd, Allah'ındır. Hayır onların çoğu bilmiyorlar. (Zümer Suresi, 29)

Allah'a iman etmeyen, dolayısıyla Allah'tan korkmayan insanlar milyonlarca farklı korku yaşarlar. Bu insanlar, insanlardan korkup, çekinirler de bir tek Allah'tan korkmazlar. Allah'ın huzurunda hesaba çekilecekleri anı asla akıllarından geçirmez ama işyerinde kendilerinden daha üst mevkideki bir insana, eşlerine, annelerine, babalarına bunun gibi birçok insana verecekleri hesaptan titizlikle sakınırlar.

Yalnızca Allah'a yöneltilmesi gereken korku hissi O'nun yarattıklarına duyulduğunda bu korku kişinin tüm tavır ve davranışlarını da etkileyerek kendisini son derece aşağılık bir konuma sokar. Çünkü kendisinden gerçekten korkulmaya layık olan tek varlık Allah'tır. Mutlak gücün sahibi O'dur, herşey O'nun dilemesi ve kontrolü altındadır. Allah'ın bilgisi, ve izni dışında hiçbir şey gerçekleşemez. O'nun dilemesi olmadıkça hiçbir şey insana zarar veremez. Dolayısıyla Allah'tan başka korkup sakınılması gereken varlık yoktur.

Başta da belirttiğimiz gibi, Allah'tan değil de başkalarından korkan insanlar, Allah'ın yarattıklarını Allah'tan bağımsız bir güç ve irade sahibi olarak görürler. Allah'ı bırakıp O'nun yarattıklarından medet ummak gibi büyük bir yanılgıya düşerler. Bu beklentilerinin karşılığını hiçbir zaman alamadıkları gibi ömürleri aşağılanarak ve ezilerek geçer. Allah'a kul olmakta kibirlenen, büyüklenen bu insanlar aslında binlerce insanı razı etmeye çalışırlar.

Allah iman edenlere kesinlikle insanlardan korkmamalarını, yalnızca Kendisi'nden korkmalarını emretmiştir:

... Öyleyse insanlardan korkmayın, Benden korkun ve ayetlerimi az bir değere karşılık satmayın... (Maide Suresi, 44)

... Onlardan korkmayın, Benden korkun, üzerinizdeki nimetimi tamamlayayım. Umulur ki hidayete erersiniz. (Bakara Suresi, 150)

Vicdansız ve Nankördür

Kuran'da Allah'tan korkup sakınmayanların nankörlüklerine dair pek çok örnek vardır. Fakat bunların içinde belki de en ayrıntılı olarak aktarılan örnek, İsrailoğulları'nın Allah'a ve peygamberlerine karşı gösterdikleri vicdansızlık ve nankörlüklerdir. İsrailoğulları kimseye verilmeyen nimetlerle donatılmış, kendilerine sayısız mucizeler gösterilmiş, aralarından peygamberler çıkmış bir kavim olduğu halde, içlerindeki birtakım azgın kimseler bunlardan hiç etkilenmemişlerdir. Hz. Musa her defasında onları sabırla eğitmeye çalışmış, ancak onlar "gerçek iman"a ve "Allah'a kul olmaya" asla yanaşmamışlardır. Azabı görünce Allah'ın affına sığınmışlar, Allah kendilerinden azabı kaldırınca ise yeniden zulme sapmışlardır. Allah onları her affettiğinde, onlar yeniden inkara dönmüşler, hatta O'ndan başka ilahlar edinmişlerdir. Peygamberleri inkarcılara karşı zorlu bir mücadele içindeyken, İsrailoğulları içindeki münafıklar kendi arzu ve beklentilerini, menfaatlerini ön planda tutmuşlar, hiçbir zaman samimi olarak Allah'a ve O'nun dinine bağlanmamışlardır. Büyük bir nankörlük göstererek, peygamberleri Hz. Musa'yı mücadelenin en zorlu anında tek başına bırakmış ve kendi canlarının ve çıkarlarının derdine düşmüşlerdir. Bununla da kalmamış, son derece küstah ve nankörce tavır ve ifadeler sergilemişlerdir:

Dediler ki: "Ey Musa biz, onlar durduğu sürece hiçbir zaman oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin git, ikiniz savaşın. Biz burada duracağız. (Maide Suresi, 24)

Görüldüğü gibi bu insanlar içlerinde Allah korkusu taşımadıklarından, nefisleriyle çatışan bir olay karşısında, derhal Allah'a ve peygamberine karşı nankör ve asi bir tavır göstermişlerdir. Allah'ın ve elçisinin daha önce, kendilerini en zorlu düşmanları olan Firavun'un zulmünden kurtardığını, sayısız nimetler verdiğini, onları sürekli imana ve ebedi kurtuluşa davet ettiğini bir anda unutuvermişlerdir.
ALLAH'TAN KORKMAYANLARIN GÖRDÜKLERİ KARŞILIK

 


Dünyada Gördükleri Karşılık

Allah Kendisi'nden korkup sakınmayan insanlara dünyada gerek fiziki gerekse manevi sıkıntılar yaşatır. Her ne kadar onlar açıkça görülen bir musibet bekleseler de, aslında farkında olmadan maddi manevi sayısız musibetle içiçe bir yaşam sürerler. Onları en çok yanıltan sebeplerden biri de herşeye rağmen birtakım nimetlere hala sahip olabilmeleridir. Örneğin böyle bir kişi zengin olabilir ya da güzel bir görünüme sahip olabilir. O, tüm bunlara aldanarak herşeyin yolunda gittiğini zanneder ve taşkınlıklarına devam eder. Halbuki kendisi farkında değildir ama yaptığı herşeyin Allah Katında an an hesabı tutulmaktadır. Cehennemde ise tüm bunlar karşısına sonsuz bir azap kaynağı olarak çıkacaktır. Allah insanları bu konuda şöyle uyarmıştır:

Artık sen onları, belli bir süreye kadar kendi gafletleri içinde bırak. Onlar sanıyorlar mı ki, kendilerine verdiğimiz mal ve çocuklarla Biz onların hayırlarına koşuyoruz (veya yardım ediyoruz)? Hayır, onlar şuurunda değiller. (Müminun Suresi, 54-56)

Ama elbette bu insanların hepsinin durumu bir değildir. Kimisinin de azabı dünyada başlar. Hastalıklar, kazalar, sakatlanmalar, büyük maddi kayıplar, sevdiklerini yitirme gibi sürekli bir kayıp içindedirler. Başlarına gelenlerin Allah'tan bir deneme olduğunu düşünmedikleri ve tevekküllü olmadıkları için, karşılaştıkları her sıkıntı onlar için azap olur. Allah hiçbir yönden işlerini rast getirmez. Daima bir bereketsizlik ve terslik olur. Küçük büyük ne ile ilgilenseler, hangi işe yönelseler hep maddi veya manevi zararla sonuçlanır. Nitekim Allah Kuran'da onların bu durumlarını geçim sıkıntılı bir hayat olarak nitelendirmiştir:

"Kim de Benim zikrimden yüz çevirirse, artık onun için sıkıntılı bir geçim vardır ve Biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz." (Taha Suresi, 124)

Allah'tan korkmayan bir insanın, sahip olduğu karanlık ruh hali yüzüne yansır. Yüzündeki nursuz ifade, konuşmasındaki bozuklukla birleşince son derece tedirgin edici bir görünüme bürünür. Kuşkusuz bu, manevi bir pisliğin ve çirkinliğin fiziksel görünüme yansımasıdır. Allah ayette bunu "zillet" olarak tanımlamıştır:

Kötülükler kazanmış olanlar ise; her bir kötülüğün karşılığı, kendi misliyledir. Bunları bir zillet sarıp kaplar. Onları Allah'tan (kurtaracak) hiçbir koruyucu yok. Onların yüzleri, sanki bir karanlık gecenin parçalarına bürünmüş gibidir. İşte bunlar ateşin halkıdırlar; orada süresiz kalacaklardır. (Yunus Suresi, 27)

Bu insanların uğradıkları gizli kayıplardan biri de akıllarının ve kavrama kabiliyetlerinin ellerinden alınmasıdır. En basit gerçekleri bile kavrayamazlar. Örneğin içinde bulundukları mutsuzluğun, huzursuzluğun, korku ve sıkıntı dolu ruh halinin sebebini göremezler.

Kuşkusuz Allah'tan korkmayan bir insanın başına gelebilecek azap türleri burada sayılamayacak kadar çeşitlidir.

İnsanı Allah yaratmıştır ve ona en acı verecek şeyleri de yine O bilir. İnsanın hiç tahmin edemeyeceği yönlerden sıkıntılar yaratarak onu cezalandırabilir. Allah'ın gazabı bir ayette şöyle haber verilmiştir:

... Allah'ın gazablanması, elbette sizin kendi nefislerinize gazablanmanızdan daha büyüktür. Çünkü siz, imana çağrıldığınız zaman inkar ediyordunuz. (Mümin Suresi, 10)

Hiç kuşkusuz şuuru açık hiçbir insan, sonsuz güç ve kuvvet sahibi Allah'ın gazabını üzerine çekecek bir ahlakı benimsemez. Kaldı ki insan o kadar zayıf yaratılmış bir varlıktır ki çoğu zaman çok küçük ve sıradan sıkıntılara bile katlanamaz. Örneğin bağırtacak, yalvartacak derecede bir acı insan için dayanılmazdır. Ama buna gelene kadar, sırf bu çığlığı uzaktan duymak bile aslında insana tarifsiz bir sıkıntı yaşatır. Çünkü insanın hem ruhu hem de fiziği acıya, korkuya, gerilime son derece tahammülsüz bir şekilde yaratılmıştır. Biraz dar ve sıkışık bir mekanda bulunmaya, tiksinti verici bir kokuya, biraz mide bulantısı ya da diş ağrısına bile tahammülü yoktur. Üstelik bunlar bir azap çeşidi değil, dünyada karşılaşılabilen son derece sıradan eksikliklerdir.

Bu açık gerçeklere rağmen insanların çoğu gaflet ve şuursuzluklarından dolayı Allah korkusundan uzak bir yaşam sürerler. Oysa bu insanların ruhlarına ve bedenlerine dünyada tattırılan acılar cehennemde karşılaşacakları azapların çok küçük birer yansımasıdırlar ve sadece ibret ve uyarı mahiyetindedirler. Ama bir ömrü, Allah'ın sonsuz gücünü, kudretini göz ardı ederek geçiren bu insanlar, kendilerine ölüm gelince Allah'ın azametini tüm şiddetiyle hissedecek ve dünyadaki hiçbir korku ile kıyaslanamayacak, tarifi mümkün olmayan bir korkuya kapılacaklardır.

Kişisel azapların yanı sıra Kuran, Allah'ın Kendi Katından gönderdiği azaplarla helak olmuş insan topluluklarının örnekleri ile doludur. Bu insanlar Allah'ın sınırlarını tanımayarak başkaldırdıkları için onlar hiç şuurunda değillerken ansızın büyük felaketlerle yok edilmişlerdir. Allah kimine evlerini yerinden söken kasırgalar göndermiş, kimine içinde oturdukları şehirleri yerle bir eden sağanaklar isabet ettirmiştir. Depremlerle nice insan topluluklarını, mülkleriyle beraber yerin dibine geçirmiştir. Kimini suda boğmuş, kimini de püsküren lavların altında bırakarak taş haline getirmiştir.

Ahiretteki Durumları

İnsanların dünyada geçirebilecekleri ortalama 60-70 sene gibi çok az bir zamanları vardır. Okul yılları, iş hayatına atılma, para kazanıp iyi bir ev, araba sahibi olma, uygun bir insanla evlenme, çoluk çocuk sahibi olma derken göz açıp kapayıncaya kadar geçen elli senelik bir ömrün ardından kırışıklıklarla dolu bir derinin altında, fiziksel işlevlerini büyük ölçüde yitirmeye başlamış bir insan kalır. Aşağı yukarı bir beş on senelerinin kaldığını gören insanlar artık kendilerini ölüme daha yakın hissetmeye başlarlar. Fakat işin ilginç yanı buna rağmen şuursuz ve anlayışsız olmaya devam eder, kalan bu birkaç yıllarını da ölümü fazla düşünmemeye çalışarak geçirmeye gayret ederler. Allah bu durumlarına karşılık insanları şöyle uyarır:

Bize gelecekleri gün, neler işitecekler, neler görecekler. Ama bugün o zalimler apaçık bir sapıklık içindedirler. İş(in) hükme bağlanıp biteceği, hasret gününe karşı onları uyar; onlar bir gaflet içindedirler ve onlar inanmıyorlar. (Meryem Suresi, 38-39)

Ancak sorumsuzca geçirilen bu yaşamın ardından kolayca canlarını teslim edeceklerini ve huzur içinde öleceklerini zanneden bu insanların ölümleri, hiç de onların bekledikleri sakinlikte gerçekleşmez. Hissetmeden, kolaylıkla hayatı terk edip ebedi uykularına yatacaklarını zannederlerken, hiç beklemedikleri bir anda kendilerine vekil kılınan ölüm meleklerini karşılarında bulurlar. Ölüm melekleri ise insanların yalvarmasına göre değil, Allah'ın emrine göre hareket ederler. Birdenbire sırtlarında şiddetli bir darbe duydukları ve tarifsiz bir acı hissederek meleklerin canlarını almaya geldiklerini gördükleri zaman herşeyi anlarlar:

Melekleri, onların yüzlerine ve arkalarına vurarak, "yakıcı azabı tadın" diye o inkar edenlerin canlarını alırken görmelisin. (Enfal Suresi, 50)

İnkarcıların işlediği suç çok büyük bir suçtur ve cezası bütün zamanlar boyu sürecektir. Bu kişilerin kaçmaları, ölmeleri kısacası hiçbir şekilde kurtulmaları mümkün değildir. Çünkü herşeyi yoktan var eden ve herşeyin gerçek sahibi olan, sonsuz bir güç ve ilim sahibi, alemlerin Rabbi olan Allah'a isyan etmişlerdir.

Bu insanlar, dünyadayken Allah'tan korkmazlar ama Allah buna karşılık ahirette onlara benzerini hiç yaşamadıkları, tatmadıkları kadar büyük korkular yaşatır. Onlara özel olarak hazırlanmış korkunç bir azap ortamı sunar. Sonsuza dek korku, dehşet ve gerilim içinde kahreder:

(O gün) Zalimleri kazandıkları dolayısıyla korkuyla titrerlerken görürsün; o (yaptıkları) da üstlerine çöküvermiştir... (Şura Suresi, 22)

Korku ve dehşet hissi, hızla tükenen bir ömrü Allah'tan korkup sakınmadan pervasızca geçiren bu insanların artık sonsuza kadar peşlerini bırakmayacaktır. Çünkü Allah o zamana dek "... onları yalnızca gözlerin dehşetle belireceği bir güne ertelemektedir." (İbrahim Suresi, 42) Kıyamet ve hesap günü yaşadıkları korku, şaşkınlıkla da karışık bir korkudur ve bu ruh hali Kuran'da şöyle tarif edilir:

Sur'a üfürüleceği gün, Allah'ın dilediği kimseler dışında, göklerde ve yerde olan herkes artık korkuya kapılmıştır ve her biri 'boyun bükmüş' olarak O'na gelmişlerdir. (Neml Suresi, 87)

Kıyamet günü insanlar panik halinde çırpınırlarken gebe kadınlar da korkudan çocuklarını düşürürler. Uğrayacakları azabın korkusunun şiddeti insanların akıllarını başlarından alır. Ayetlerde insanların o günkü durumu şöyle haber verilir:

Ey insanlar, Rabbinizden korkup-sakının, çünkü kıyamet saatinin sarsıntısı büyük bir şeydir.Onu gördüğünüz gün, her emzikli kendi emzirdiğini unutup geçecek ve her gebe kendi yükünü düşürecektir. İnsanları da sarhoş olmuş görürsün, oysa onlar sarhoş değillerdir. Ancak Allah'ın azabı pek şiddetlidir. (Hac Suresi, 1-2)

Ama korku, panik ve dehşete kapılmaları kendilerine bir fayda sağlamaz. Kendilerine yardım edilmez. Üstelik bu daha başlangıçtır. Hayal bile edemeyecekleri kadar büyük ızdıraplar çekecek, korkular yaşayacaklardır. Sonsuz güç ve adalet sahibi Allah, Muntakim (intikam alan) sıfatının bir tecellisi olarak intikam alacaktır. Ağlamanın, yalvarmanın, feryat etmenin, çırpınmanın, pişman olmanın, af dilemenin hiçbir şeyin faydası yoktur. Kimse inkarcılara yardım edemez. Ne yaparlarsa yapsınlar faydası yoktur; günahlarını itiraf etmeleri, sabretmeleri ya da sabretmemeleri de bir şeyi değiştirmez. Allah bu ümitsiz çırpınışlara ayette dikkat çekmiştir:

"Girin ona; artık ister sabredin, ister sabretmeyin. Sizin için birdir. Siz ancak, yaptıklarınızla cezalandırılıyorsunuz." (Tur Suresi, 16)

Bu duruma gelen kişiler öyle bir açmaza girmişlerdir ki sonsuza kadar bir çıkış yolu bulamayacaklardır. Oysa dünyada hayatları boyunca kendilerine sayısız hatırlatmalar, uyarıp korkutan haberler gelmiştir. Yine önlerine sayısız imkan ve nimetler sunulmuş, onlardan sadece vicdanlarını kullanmaları ve Allah'tan korkup sakınarak hareket etmeleri istenmiştir. Ama cehennemde Allah'a yakaracak bu kişiler dünyadayken kibirlerinden dolayı Allah'a yalvarıp yakarmazlar. Korkusuzca büyüklenir, ölümü ve ahireti hiç hesaba katmazlar.

Dünyadayken Allah'a karşı büyüklenmekten korkup çekinmeyenler, kıyamet günü yüzüstü sürüklenerek azap yerlerine götürülürler. Artık sonsuza dek hem fiziksel hem manevi olarak akıllarının alamayacağı kadar şiddetli acılar yaşayacaklardır.

İnkarcılar zaten daha dirilişle birlikte hemen kibirleri kırılmış, perişan duruma düşmüşlerdir. Ama bu sadece başlangıçtır. Bölükler halinde cehenneme girdiklerinde cehennemin kapıları üstlerine kapatılır ve olabilecek en dehşet verici görüntülerle karşılaşırlar. Ve sonra da ateşe atılırlar. Kuşkusuz dünyadaki hiçbir acı, cehennem azabının şiddeti ile kıyaslanamaz. Çünkü Allah'ın verdiği dayanılmaz azabın bir benzeri yoktur. Bir ayette şöyle buyrulur:

Artık o gün hiç kimse (Allah'ın) vereceği azab gibi azablandıramaz. Onun vuracağı bağı hiç kimse vuramaz. (Fecr Suresi, 25-26)

Fiziksel acıların yanı sıra manevi azaplar da bir yandan bu insanları kahreder. Cehennemden sonsuza kadar asla çıkamayacaklarını anlamanın verdiği ümitsizlik hissi bütün ruhlarını kaplar. Bu arada sürekli horlanır, aşağılanır, rezil olur, küçük düşerler. Ama çaresizdirler. Korku, dehşet ve ümitsizlik dolu bir sonsuzluk kendilerini beklemektedir.

 
 Kadir Gecesinin Fazileti Ve Yapilmasi Gerekenler.

--------------------------------------------------------------------------------

Ibni Abbas buyurur ki: «Peygamber 'imize Israilogullanndan bir adamin bin yil boyunca Allâh Yolu'nda omuzunda silâh ile savastigi anlatildi. Bu hal Peygamber imizin hosuna giderek ayni mazhariyyeti kendi ümmeti için de diledi ve

«Yâ Rabb'i, ümmetimi, ömrü en kisa ve ameli en az ümmet olarak yarattin» diye Allah'a yakarinca Allâh O'na ve Kiyamete kadar gelecek olan bütün Ümmetine Israilogulunun Allâh Yolunda silâh tasidigi bin aydan daha hayirli olan Kadir Gecesini bagisladi. Bu gece, bu ümmetin imtiyazlarindan birisidir.»

Anlatildigina göre Israiloglu. Sem'un adinda biridir. Bin yil boyunca atinin palani kurumadan düsmanla savasir, üstün kuvvet ve cesareti ile karsisina dikilen kafiri dize getirir.

Kendisi ile basa çikamayacaklarini gören düsmanlari, birini karisina göndererek eger kocasini baglar da onu bir eve hapsedip derdinden kurtulacak olurlarsa kendisine bir tas altin adarlar.

Adam gece uyuyunca karisi onu bir urganla baglar. Fakat uyaninca eli ayagini hareket ettirerek urgani kolayca kesiverir. Karisina «Niçin böyle yaptin» diye sorunca kadin «Gücünü denedim» diye cevap verir.

Kadin durumu adamin düsmanlarina bildirince kendisine zincir gönderirler. Fakat adam yine uyaninca onu da koparmakta güçlük çekmez.

Bu arada seytan düsmanlarina gelerek karisina adamdan hangi seyi kesip koparamayacagini sormasini tavsiye eder. Birini gönderip kadina seytanin talimatini ulastirirlar. Kadin adama neyi koparamayacagini sorunca adam «Sac örgülerini» diye cevap verir. Adamin yere kadar uzanan sekiz saç örgüsü vardi.
Adam uyuyunca kadin örgülerin dördü ile ellerini, diger dördü ile de ayaklarini baglar. Kâfirler gelir, adami alir ve bogazlayacaklari eve götürürler. Ev dört yüz direk boyu yükseklikte olmasina ragmen tek direklidir. Bütün düsmanlari basina üsüsür, önce dudaklarini, burnunu ve kulaklarini keserler.
Bu sirada adam Allah'a yalvararak kendisine verecegi asilmadik bir gün sayesinde baglarini koparmasini, evin diregini yerinden oynatarak binayi düsmanlarinin basina yikip kendisinden kurtulmasini diler.

Allâh, duâsini kabul ederek kendisine sasirtici bir güç verir, baglarini koparir, diregi yerinden oynatarak evi düsmanlarinin basina yikip hepsini öldürür ve kendisi böylece düsmanlarinin elinden kurtulur.

Sahâbiler bu hikâyeyi duyunca «Yâ Rasûlallah biz de o adamin sevabi kadar sevab kazanabilir miyiz» diye sorarlar. Peygamber imiz «Bilmiyorum» diye cevap verir. Fakat Ibni Abbâs'in bahsettigi gibi. Peygamber imiz Allah'a yalvarir ve Allâh'da ona Kadir Gecesini verir.

Peygamberimiz (S.A.S.) buyuruyor ki:

«— Kadir Gecesi olunca Cebrail, bir gurup melek arasinda yere iner. Yere inen melekler gerek ayakta ve gerekse oturarak Allah'i zikreden her kulu selâmlarlar, onun için istigfar ederler.»

Ebû Hureyre buyurur ki; «Kadir Gecesi, yeryüzüne çakil sayisindan çok melek iner. Onlarin inmeleri için gök kapilarinin hepsi açilir. Her yana nûr saçilir. Büyük bir tecelli meydana gelir ve bu gece Meleküt âlemi açilir. Fakat bu husûsda insanlar birbirinden farklidir.

Kimine hem gök yüzünün ve yeryüzünün Melekütu birarada açilir. Gök yüzünün perdeleri aradan kalkinca bu kimseler ayakta dikilen, oturan, secdeye kapanmis, zikreden, sükreden, tesbih eden ve tehiil eden bütün melekleri asli kimlikleri ile görürler.

Kiminin önüne cennet açilir ve orada evleri, köskleri, hurileri, nehirleri, agaçlari, meyveleri görür. Gögün tavani olsa Ars'i müsahede eder.

Peygamberlerin, velilerin, sehidlerin. siddiklarin konaklarini görür. Bu Meleküte dalar, rahmet deryasinda gezintiye çikar. Cehennemi, onun tabakalarini ve içindeki kâfirlerin barinaklarini ve diger fevkalâdeliklerini görür.

Kimin de önünden Allah ile arasindaki perde kalkar da O'ndan gayri hiç bir seyi görmez olur.»

Peygamber'imiz (S.A.S.) buyuruyor ki:

"Kim Ramazanin yirmî yedinci gecesini sabaha kadar ibadet ile geçirirse, bu benim nezdimde bütün Ramazan geceleri yapilan gece ibadetinin hepsinden daha sevimlidir."

Hz. Fâtimâ «Babacigima geceyi ibâdet ile geçirecek gücü olmayan kadin ve erkekler ne yapsin» diye sordu.

Peygamber 'imiz ona su cevabi buyurdu;
"Onlarin yastiklarini dikip üzerine yaslanarak bu gecenin herhangi bir saatinde oturup Allah'a dua etmeleri, benim için bütün ümmetimin bütün Ramazan Gecelerinin hepsinde yaptiklari ibâdetten daha sevimlidir.»

Peygamber'imiz (S.A.S.) buyuruyor ki:

"Kim iki rek'at namaz kilip istigfar ederek Kadir Gecesini ibâdet ile geçirirse Allah tarafindan bütün günâhlari bagislanir. Allah'in rahmetine gömülür. Cebrail (A.S), kendisini kanadi ile oksar. Cebrail'in (A.S.) kanadi ile oksadigi kimse cennete girer.»

Kalblerin Keşfi İmam Gazali
Kur’an-i Kerim’in inmeye basladigi Ramazan ayinin yirmi yedinci gecesi Islam’da en kutsal ve faziletli gecedir. Kadir gecesi, içerisinde Kadir gecesi bulunmayan bin aydan daha hayirlidir. Kur’an-i Kerim de bu gecenin faziletini belirten müstakil bir sure vardir. Bu surede yüce Rabbimiz söyle buyurmaktadir:

“Dogrusu biz Kur’an’i Kadir gecesinde indirmisizdir. Kadir gecesinin ne oldugunu sen bilir misin? Kadir gecesi bin aydan hayirlidir. Melekler ve Cebrail o gecede Rablerinin izniyle her türlü is için inerler. O gece, tanyerinin agarmasina kadar bir esenliktir” (Kadir, 1-5).

Kadir Suresi

Kur’an-i Kerim’in doksan yedinci suresi olup bes ayet; otuz kelime ve yüz yirmi harften olusur. Fasilasi “râ” harfidir. Ismini ilk ayetinde geçen “kadr” kelimesinden alan bu surenin Mekke’de mi, yoksa Medine’de mi indigi konusunda ihtilaf vardir.

Sure, insanlara Kur’an’in degeri ve önemi hakkinda bilgi vermektedir. Allah Teala, Hicr Suresinde “Bunu biz indirdik” buyurur. Yani Hz. Peygamber (s.a.v)’in arzusu ile degil bizim dilememiz sonucu indirilen apaçik bir kitaptir 0.

Kadr sözcügü burada su iki anlamda kullanilmis olabilir: Bunlardan biri, takdir anlamidir. Allah bu gece takdirleri yani kaderleri uygulamak üzere meleklere emir verir. Bunu, Duhân Suresindeki su ayet destekliyor: “O gece katimizdan her hikmetli emir sadir olur. “Diger anlami ise, azamet ve sereftir. Bu husus, surenin “Kadir gecesi bin aydan hayirlidir” ayetinde ifade edilmektedir. Nasil daha hayirli olmasin ki, Allah’in insanliga son mesaji bu gecede indirilmeye baslanmistir. Gece, degerini bu olaydan almaktadir. Ve bu geceyi anmak, insanliga rahmet olarak Kur’an’in inmeye basladigi bu geceyi ihya etmek Müslümanlara tavsiye edilmistir.

Kadir gecesinin hangi gün oldugu konusunda birçok görüs ileri sürülmüstür. Ancak ümmetin büyük âlimlerinin çogunlugunun görüsü, Ramazan ayinin yirmi yedinci gecesi oldugu seklindedir.

O gece öyle bir gecedir ki Kur’an ayetleri Hz. Muhammed (s.a.v)’in kalbine inmeye basladigi gecedir.

Islam, hiç bir zaman dis görünüsü benimseyen, sekle önem veren sekilci bir din degildir. Bin aydan daha hayirli olan Kadir gecesini bugünkü anlasildigi sekilde “Bir gecelik ibadetle bütün günahlardan arinilacak” görüsü ancak muttakiler, inanmis samimi Müslümanlar için geçerlidir. Ancak böyle insanlarin o gecedeki ibadetleri makbul olur, ve Kur’an’in nazil oldugu o ilk manaya erisilebilir. Kadir gecesini hatirlayip o geceyi imanla ve sevabini umarak geçirmek Islam’in saglam ve bir bütün olan terbiye metodunun bir yanini olusturmaktadir.

Surenin anlami söyledir: “Biz o (Kur’an)’i Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne oldugunu sen nereden bileceksin? Kadir gecesi bin aydan hayirlidir. Melekler ve Ruh, o gece Rablerinin izniyle (o yil takdir edilmis olan) her is için iner de iner. Esenliktir o, tâ tan yeri agarincaya kadar”.

Surenin Inis Sebebi

Bu surenin inisi hakkinda degisik rivayetler vardir. Bunlardan biri söyledir:

Bir kere Resulüllah (s.a.v) Ashab-i Kirama Israilogullarindan birinin, silahini kusanarak Allah yolunda bin sene cihat ettigini bildirmisti. Ashabin buna hayret etmesi üzerine Cenabi Hak, Kadir suresini indirmistir (Tecrîd-Sarîh Tercemesi, VI, 313).

Kadir Gecesi Denilmesinin Sebebi

Bu geceye Kadir gecesi denilmesi seref ve kiymetinden dolayidir. Çünkü:

a) Kur’an-i Kerim bu gecede inmeye baslamistir.

b) Bu gecedeki ibadet, içerisinde Kadir gecesi bulunmayan bin ayda yapilan ibadetten daha faziletlidir.

c) Gelecek bir seneye kadar cereyan edecek olan her türlü hadiseler Allah Tesl’nin ezeli kaza ve takdiri ile ilgili meleklere bu gece bildirilir (Tecrîdi Sarih Tercemesi, VI, 312).

d) Bu gecede yeryüzüne Cebrail ve çok sayida melek iner.

e) Bu gece tanyerinin agarmasina kadar esenliktir, her türlü kötülükten uzaktir. Yeryüzüne inen melekler ugradiklari her mümine selam verirler.

Hangi Gecede Oldugu

Kadir gecesinin hangi gece oldugu kesin olarak bilinmemekle beraber genellikle Ramazan’in yirmi yedinci gecesinde oldugu tercih edilmistir. Hz. Peygamber (s.a.v) bunun kesinlikle hangi gece oldugunu belirtmemis, ancak; “Siz Kadir gecesini Ramazan’in son on günü içerisindeki tek rakamli gecelerde arayiniz” buyurmustur (Buhari, Müslim).

Baska bir hadiste ise Ibn Ömer (r.a) söyle nakletmistir: Sahabelerden bazi kimselere, rüyalarinda, Kadir gecesinin, (Ramazan’in) son yedi günü içinde oldugu gösterildi. Resulüllah (s.a.v) onlara: “Görüyorum ki rüyalariniz Ramazanin son yedi günü hakkinda birbirine uygun düsmüstür. Artik kim Kadir gecesini aramaya kalkisirsa, onu Ramazan’in son yedisinde arasin, buyurmustur (Buhari, Müslim).

Gizli Olmasinin Sebebi

Islam kaynaklarinda belirtildigine göre Allah Teala bir takim hikmetlere dayanarak Kadir gecesini ve onun disinda daha bazi seyleri de gizli tutmustur. Bunlar:

Cuma günü içerisinde duanin kabul olacagi saat; bes vakit içerisinde Salât-i vusta; ilahi isimler içerisinde Ism-i Azam; bütün taatlar ve ibadetler içerisinde rizay-i ilahi; zaman içerisinde kiyamet ve hayat içerisinde ölümdür. Bunlarin gizli tutulmasindan maksat müminlerin uyanik, dikkatli ve devamli Allah’a ibadet ve taat içerisinde olmalarini saglamaktir. Müminler bu geceyi gaflet içerisinde geçirmemeli, ibadet ve taatle degerlendirmelidir. Ebu Hureyre (r.a)’in rivayet etmis oldugu hadisi serifte Peygamber Efendimiz (s.a.v) söyle buyurmustur:

“Kim Kadir gecesini, faziletine inanarak ve alacagi sevabi Allah’tan bekleyerek ibadet ve taatla geçirirse geçmis günahlari bagislanir” (Buhari).

 

Kadir Gecesinde Neler Yapmaliyiz?

Kadir gecesini, namaz kilarak, Kur’an-i Kerim okuyarak, tövbe, istigfar ederek ve dua yaparak degerlendirmeliyiz.

Üzerinde namaz borcu olanlarin nafile namazi kilmadan önce hiç degilse bes vakit kaza namazi kilmalari daha faziletlidir. Kazasi yoksa nafile kilar.

Süfyan-i Sevri: “Kadir gecesi dua ve istigfar etmek namazdan sevimlidir. Kur’an okuyup sonra dua etmek daha güzeldir” demistir (Tecrid-i Sarih Tercemesi, VI, 313).

Hz. Aise (r.ah) söyle anlatiyor: “Ey Allah’in Resulü! Kadir gecesine rastlarsam nasil dua edeyim? diye sordum. Resulüllah (s.a.v):

“Allahümme inneke afüvvün tühibbü’l-afve fa’fu annî (Allah’im sen çok affedicisin, affi seversin, beni affet)” diye dua et, buyurdu (Tecrîd-i Sarih Tercemesi, VI, 314).

Bu gecenin öyle bir ani vardir ki o anda yapilan ibadet ve dualar mutlaka makbul olur. Bu önemli ani yakalamak için gecenin bütününü tövbe ve istigfar ile geçirmek gerekir. Bu da kisinin imanini tazeler. Gecenin bütününü ibadetle geçiremeyenler en azindan teravihten sonra bir miktar oturup dua etmelidirler.

Bu, bin aydan hayirli oldugu bildirilen gecede insanlik alemini huzura kavusturmak için gerekli olan esaslar indirilmistir. Namaz, zikir, tesbih, Kur’an okumak gibi bedeni ibadetlerimiz yaninda düsünce ile ibadet olarak isimlendirdigimiz tefekkürü insanligin amaci nedir? olgun insan olma mertebesine nasil ulasabiliriz? Nasil insanliga daha iyi hizmet edip, daha çok sevgi sunabiliriz? seklindeki odak noktalari ile güçlendirelim.

Unutmayalim ki; özellikle bu gecede Tevvab olan Allah tövbelerimizi kabul edecektir. Bizlere bir ikram olarak sunulan bu kutsal Kadir gecesinde dualarimizdan insanligin huzuru, sevgi ve kardesligin saglanmasi ve devami için bizlere daha fazla güç, iman vermesi için yakaralim. Yalniz kendi sevdigimiz insanlarin degil, bütün insanlarin sevgiye layik oldugunu animsayarak sevgide saglam ve cömert bir ruha sahip olmak için de yardim dileyelim. Rahman ve Rahim Allah’in adiyla, hepimize hayirli kandiller diliyoruz.

Kaynak: al-islam.com
     

KAAN ERDEM
Açık Profil bilgileri
KAAN ERDEM - Daha fazla Mesajını bul

 03-10-2007, 10:05    #3 (permalink) 
EBRARNISA
Kayıtlı Kullanıcı
 
 


Konu başlıkları   
Son açtığı 10 konu başlığı
Sizleri Taniyabilirmiyim?
Iki Güzel Nülte
şemsiyeli Dua

 

Üyelik Tarihi: 23.08.07
Üye No: 51371
Toplam Mesajları: 273
Toplam Konuları: 3 selamün aleyküm.paylaştığın önemli bilgilerden dolayı allah razı olsun kardeşim.
sormak istediğim birşey var;

Anlatildigina göre Israiloglu. Sem'un adinda biridir. Bin yil boyunca atinin palani kurumadan düsmanla savasir, üstün kuvvet ve cesareti ile karsisina dikilen kafiri dize getirir.

Kendisi ile basa çikamayacaklarini gören düsmanlari, birini karisina göndererek eger kocasini baglar da onu bir eve hapsedip derdinden kurtulacak olurlarsa kendisine bir tas altin adarlar.

Adam gece uyuyunca karisi onu bir urganla baglar. Fakat uyaninca eli ayagini hareket ettirerek urgani kolayca kesiverir. Karisina «Niçin böyle yaptin» diye sorunca kadin «Gücünü denedim» diye cevap verir.

Kadin durumu adamin düsmanlarina bildirince kendisine zincir gönderirler. Fakat adam yine uyaninca onu da koparmakta güçlük çekmez.

Bu arada seytan düsmanlarina gelerek karisina adamdan hangi seyi kesip koparamayacagini sormasini tavsiye eder. Birini gönderip kadina seytanin talimatini ulastirirlar. Kadin adama neyi koparamayacagini sorunca adam «Sac örgülerini» diye cevap verir. Adamin yere kadar uzanan sekiz saç örgüsü vardi.
Adam uyuyunca kadin örgülerin dördü ile ellerini, diger dördü ile de ayaklarini baglar. Kâfirler gelir, adami alir ve bogazlayacaklari eve götürürler. Ev dört yüz direk boyu yükseklikte olmasina ragmen tek direklidir. Bütün düsmanlari basina üsüsür, önce dudaklarini, burnunu ve kulaklarini keserler.
Bu sirada adam Allah'a yalvararak kendisine verecegi asilmadik bir gün sayesinde baglarini koparmasini, evin diregini yerinden oynatarak binayi düsmanlarinin basina yikip kendisinden kurtulmasini diler.

Allâh, duâsini kabul ederek kendisine sasirtici bir güç verir, baglarini koparir, diregi yerinden oynatarak evi düsmanlarinin basina yikip hepsini öldürür ve kendisi böylece düsmanlarinin elinden kurtulur.

bu rivayette <<kalplerin keşfi>> ndenmi alıntı. arkadaşlarımla paylaşabilmek için güvenilirliğini öğrenmek istiyorum.
selam ve dua ile yaradan'a emanet ...
     

EBRARNISA
Açık Profil bilgileri
EBRARNISA - Daha fazla Mesajını bul

 03-10-2007, 15:32    #4 (permalink) 
KAAN ERDEM
Kayıtlı Kullanıcı
 
 


Konu başlıkları   
Son açtığı 10 konu başlığı
Müstehcen konuşmak
Tartışırken Forumlarda Farkındamıyız?
Gidiyorum..sizleri çok özleyeceğim...
ağlamaya hazırmısınız?
Bira şişeleri Mezarlik Duvarinda...
Kurban ve kurban bayramı ile ilgili geniş bilgiler.
şimdi sıra erkeler de....
Moderatör Başvuru Formu
herkesi davet ediyorum...
Mezardan çıkan adam...!!!!

 

Üyelik Tarihi: 09.12.06
Üye No: 20988
Yaş: 28
Toplam Mesajları: 5.250
Toplam Konuları: 470 aleykümselam değerli kardeşim...konu hakkında net ve kaynaklı bilgiye sahip değilim...sizin de bildiğiniz gibi sadece şunu tavsiye dedbilirim..''sorularla islamiyet'' bölümünde kaynaklara dayalı bilgiye sahip olabilirsiniz..ALLAH cc emanet olun selam ve dua ile kalın selametele....


Alıntı:
EBRARNISA´isimli üyeden Alıntı 
selamün aleyküm.paylaştığın önemli bilgilerden dolayı allah razı olsun kardeşim.
sormak istediğim birşey var;

Anlatildigina göre Israiloglu. Sem'un adinda biridir. Bin yil boyunca atinin palani kurumadan düsmanla savasir, üstün kuvvet ve cesareti ile karsisina dikilen kafiri dize getirir.

Kendisi ile basa çikamayacaklarini gören düsmanlari, birini karisina göndererek eger kocasini baglar da onu bir eve hapsedip derdinden kurtulacak olurlarsa kendisine bir tas altin adarlar.

Adam gece uyuyunca karisi onu bir urganla baglar. Fakat uyaninca eli ayagini hareket ettirerek urgani kolayca kesiverir. Karisina «Niçin böyle yaptin» diye sorunca kadin «Gücünü denedim» diye cevap verir.

Kadin durumu adamin düsmanlarina bildirince kendisine zincir gönderirler. Fakat adam yine uyaninca onu da koparmakta güçlük çekmez.

Bu arada seytan düsmanlarina gelerek karisina adamdan hangi seyi kesip koparamayacagini sormasini tavsiye eder. Birini gönderip kadina seytanin talimatini ulastirirlar. Kadin adama neyi koparamayacagini sorunca adam «Sac örgülerini» diye cevap verir. Adamin yere kadar uzanan sekiz saç örgüsü vardi.
Adam uyuyunca kadin örgülerin dördü ile ellerini, diger dördü ile de ayaklarini baglar. Kâfirler gelir, adami alir ve bogazlayacaklari eve götürürler. Ev dört yüz direk boyu yükseklikte olmasina ragmen tek direklidir. Bütün düsmanlari basina üsüsür, önce dudaklarini, burnunu ve kulaklarini keserler.
Bu sirada adam Allah'a yalvararak kendisine verecegi asilmadik bir gün sayesinde baglarini koparmasini, evin diregini yerinden oynatarak binayi düsmanlarinin basina yikip kendisinden kurtulmasini diler.

Allâh, duâsini kabul ederek kendisine sasirtici bir güç verir, baglarini koparir, diregi yerinden oynatarak evi düsmanlarinin basina yikip hepsini öldürür ve kendisi böylece düsmanlarinin elinden kurtulur.

bu rivayette <<kalplerin keşfi>> ndenmi alıntı. arkadaşlarımla paylaşabilmek için güvenilirliğini öğrenmek istiyorum.
selam ve dua ile yaradan'a emanet ...
 
     

KAAN ERDEM
Açık Profil bilgileri
KAAN ERDEM - Daha fazla Mesajını bul

 04-10-2007, 05:46    #5 (permalink) 
KAAN ERDEM
Kayıtlı Kullanıcı
 
 


Konu başlıkları   
Son açtığı 10 konu başlığı
Müstehcen konuşmak
Tartışırken Forumlarda Farkındamıyız?
Gidiyorum..sizleri çok özleyeceğim...
ağlamaya hazırmısınız?
Bira şişeleri Mezarlik Duvarinda...
Kurban ve kurban bayramı ile ilgili geniş bilgiler.
şimdi sıra erkeler de....
Moderatör Başvuru Formu
herkesi davet ediyorum...
Mezardan çıkan adam...!!!!

 

Üyelik Tarihi: 09.12.06
Üye No: 20988
Yaş: 28
Toplam Mesajları: 5.250
Toplam Konuları: 470 Kadir Gecesinde Ne Yapılır?


Bu gece 4 rekat Kadir Gecesi Namazı kılınır.


1.rekatta : 1 Fatiha 3 İnna enzelnâhü

2.rekatta : 1 Fatiha 3 İhlası Şerif

3.rekatta : 1 Fatiha 3 İnna enzelnâhü

4.rekatta : 1 Fatiha 3 İhlası Şerif okunur. Namazdan sonra 1 defa:


Allahü ekber Allahü ekber La ilahe illalahü vallahü ekber Alahü ekber ve lillahil hamd.

100 defa Elem neşrah leke..

100 defa İnna enzelnâhü


100 defa Allahümme inneke afüvvün kerîmün tuhibbül afve fa'fü anni, okunup dua y
     

KAAN ERDEM
Açık Profil bilgileri
KAAN ERDEM - Daha fazla Mesajını bul

 04-10-2007, 11:29    #6 (permalink) 
selenny
Kayıtlı Kullanıcı
 
 


Konu başlıkları   
Son açtığı 10 konu başlığı
Rızkı Veren Allah'tır. Dilerse bol bol verir, dilerse daraltır.
Mubarek Kadir Gecesi Nuru?
Kurbanın Mahiyeti, Vücubu ve Şer'î Hikmeti
İslam'da Şeriat (Allah'ın Kanunları)
Rabbim Bizleri Haramdan Sakinsin?
Arkadaşlar Lütfen Bana Yardim Edin??
Lütfen önemli Arkadaşlar??
anlamlı sözler?
papazın kızı başpapazı müslüman yaptı ?
cennetin anahtarı?

 

Üyelik Tarihi: 21.09.07
Üye No: 56186
Toplam Mesajları: 275
Toplam Konuları: 20 önemli lütfen okuyunuz?

--------------------------------------------------------------------------------

Alıntı:
KAAN ERDEM´isimli üyeden Alıntı 
Kadir Gecesinde Ne Yapılır?


Bu gece 4 rekat Kadir Gecesi Namazı kılınır.


1.rekatta : 1 Fatiha 3 İnna enzelnâhü

2.rekatta : 1 Fatiha 3 İhlası Şerif

3.rekatta : 1 Fatiha 3 İnna enzelnâhü

4.rekatta : 1 Fatiha 3 İhlası Şerif okunur. Namazdan sonra 1 defa:


Allahü ekber Allahü ekber La ilahe illalahü vallahü ekber Alahü ekber ve lillahil hamd.

100 defa Elem neşrah leke..

100 defa İnna enzelnâhü


100 defa Allahümme inneke afüvvün kerîmün tuhibbül afve fa'fü anni, okunup dua y

arkadaşlarım emeğinize sağlık bilgiler için sizden bir ricam burada yazan namazı kılacağız ama bu duaların okunuşunu tam olarak yazarsanız sevinirim bilmiyorum mesela İnna enzelnâhü ve Elem neşrah leke.. dualarını tam yazarsanız duacınız olurum saygılarımla dualarla...............
     

selenny
Açık Profil bilgileri
selenny - Daha fazla Mesajını bul

 04-10-2007, 15:48    #7 (permalink) 
KAAN ERDEM
Kayıtlı Kullanıcı
 
 


Konu başlıkları   
Son açtığı 10 konu başlığı
Müstehcen konuşmak
Tartışırken Forumlarda Farkındamıyız?
Gidiyorum..sizleri çok özleyeceğim...
ağlamaya hazırmısınız?
Bira şişeleri Mezarlik Duvarinda...
Kurban ve kurban bayramı ile ilgili geniş bilgiler.
şimdi sıra erkeler de....
Moderatör Başvuru Formu
herkesi davet ediyorum...
Mezardan çıkan adam...!!!!

 

Üyelik Tarihi: 09.12.06
Üye No: 20988
Yaş: 28
Toplam Mesajları: 5.250
Toplam Konuları: 470 Alıntı:
selenny´isimli üyeden Alıntı 
arkadaşlarım emeğinize sağlık bilgiler için sizden bir ricam burada yazan namazı kılacağız ama bu duaların okunuşunu tam olarak yazarsanız sevinirim bilmiyorum mesela İnna enzelnâhü ve Elem neşrah leke.. dualarını tam yazarsanız duacınız olurum saygılarımla dualarla...............


"İnnâ enzelnâhu fi leyleti'l-kadri vemâ edrake mâ leyleü'l-kadri leyletü'l-kadri hayrun min elfi şehrin tenezzelü'l-melâiketü ve'r-Rûhu fihâ bi-izni rabbihim min külli emrin selâm, hiye hattâ matlai'l-fecr..."

Bismillahirrahmanirrahim

Ayet1: Elhak, biz onu kadir gecesi indirdik.

Ayet2 : Ne bildirir ki sana Kadir gecesi?

Ayet3 : Kadir Gecesi bin aydan hayırlıdır.

Ayet4 : Melâike ve ruh peyderpey iner onda, Rablerinin izniyle her bir emirde (bir hikmetle).

Ayet5 : O (gece) tan ağarana kadar, bir selâmdır.


Bismillahirrahmanirrahim,

Elemneşrahleke sadrek. Ve adağna anke vizrek, ellezi engada zahrek. Ve refağna leke zikrek. Feinne maal usri yüsran. Inne maal üsri yüsra feiza ferağte fensab ve ila rabbike ferğab.

1.Biz, senin göğsünü yarıp-genişletmedik mi?
2.Ve yükünü indirip-atmadık mı?
3.Ki o, senin belini bükmüştü;
4.Senin zikrini (şanını) yüceltmedik mi?
5.Demek ki, gerçekten zorlukla beraber kolaylık vardır.
6.Gerçekten güçlükle beraber kolaylık vardır.
7.Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın (dua ve ibadetle) yorulmaya-devam et.
8.Ve yalnızca Rabbine rağbet et.

Mekke'de nazil olmuştur. 8 âyettir. "İnşirah" açılmak, genişlemek, sevinmek manalarına gelir.
    
Ümmetin öldürecek

--------------------------------------------------------------------------------

Hafız Cemaluddin Zerendi, Hilâl ibn-i Hübab'dan şöyle rivayet ediyor:

Bir gün Hz.peygamberimiz evdeyken torunları (Hz.alinin ve kızı Hz.fatımanın Hasan ve Hüseyin) onu rahat bırakmazlar ve onunla oynamak isterler fakat Hz.peygamberimiz Hz.fatmaya "niçin bunları başka bir şeyle meşgul etmiyorsun"der ve Hz.fatma Hasanı ve Hüseyini alır ve içeri götürür fakat çocuklar yine durmaz annelerini kandırıp tekrar Resulullahın yanına gelirler.Resulullah onları dizlerine oturtur.O sırada Cebrâil arzetti:Ey Allah(cc)ın Resulü, yavrularınızı çok sevdiğinizi görüyorum. Peygamber Cebrâil'e Elbetteki çok severim, onlar yaşantımın iki güzel (fesleğen) gülleridir. diye cevap verdi. Cebrâil Hüseyin'e işaret ederek şöyle dedi: Bil ki ümmetin bu oğlunu öldürecektir. Daha sonra kanatlarıyla uçarak elinde biraz toprakla geri döndü ve Resulullah'a Yavrun bu toprağın üzerinde öldürülecektir. dedi. Hz. Muhammed (s) toprağın adını sorduğunda Cebrâil adının Kerbela olduğunu söyledi.Ve bu sırada Hz.peygamberimiz`e Cebrail şunu söyledi."Hasan ve Hüseyin cennet halkı çocuklarının seyyidleridir ve sünnet ehlinin gözbebekleridir, sürurlarıdır"der.

Resulullah'ın (s) uyuduğu bir sırada, Hüseyin içeriye girdi ve Resul-i Ekrem'e (s) doğru yürümek istedi. Ben onu Resulullah'tan (s) uzaklaştırıp, işimin başına döndüm. Hüseyin tekrar iki alem serverinin yanına yaklaşınca, Hz. Muhammed (s) ağlar bir şekilde uyandı. Ben Niçin ağlıyorsunuz, bir şey mi oldu? diye sorduğumda, Cebrâil bana Hüseyin'in şehid düşeceği yerin toprağını gösterdi. Allah(c.c.) ın gazabı onun kanını dökenlere çok şiddetlidir. diye buyurdu. Daha sonra Resulullah (s) elini açtığında (ince kum) toprağı gördüm. Resulullah (s) bana hitaben buyurdu ki: Ey Ümmü Seleme, canım elinde olan Allah(c.c.) a andolsun ki, bu olay beni çok üzüyor. Benden sonra Hüseyin'i ümmetimden kim öldürecek?

Ve birgün Hz.Hüseyin hac vazivesini görmek için kabeye gider ve o sırada yanında 600 kadarda yandaşı vardır.Şam´a geri dönün size ihtiyaç var diye Muaviye bin Ebi Süfyan´nın(Hz.Aliye biat ediyorum diyenlerden) oğlu Yezid haber yollar.Ve Hz.hüseyin(3.ci Imam) hemen oradan harekete geçer ve yanındaki 600 kişide onunla beraber gelir.Tabiki yol uzun ve her gece yarısı yanındakilere öğüt verir.(Kerbelada kıstırılacağını biliyordu.çünkü cebrail Alihisselamên dediklerini oda duymuştu.)

"Benimle gelmeyin sizleri azad(affetmek) ediyorum.Benimle gelmeyin.İsterseniz dönebilirsiniz" der.Ve bu öğütler ve nasihatlar KERBELA` ya kadar devam eder.KERBELA´ya geldiklerinde Hz.Huseyin arkasına döndüğünde arkasında sadece kendi soyundan gelen (akrabaları)70 kadar insan kalmıştır.

Yezidin görevlendirdiği o zamanların en yüksek rütbelisi olan Hür görevlendirilmiştir.Hz.Hüseyin ve soyundan gelenleri rehin alırlar ve onlara Şam´dan haber gelinceye kadar ne su ne yemek vermemiştir.

Fakat ne hikmetse Hz.Hüseyin nezaman namaza dursa onun soyundan gelenlerle beraber Hz.hüseyinin arkasında saf tutuyordur.Bir gün Hz.hüseyin Hür`e sordu.

Hz.hüseyin: Sen benim kim olduğumu biliyormusun?
Hür: Evet biliyorum.cennet halkı çocuklarının seyyidleri ve sünnet ehlinin gözbebekleri, sürurlarısınız der
Hz.hüseyin: Peki bunları biliyorsunda beni ve soyumu neden bu işgenceyi yapıyorsunuz.Benim kanım size bela getirir der.
Hür: Bana yezid öyle bir şey söylediki şu an ben hem ahiret sorgusu hemde dünya sorgusundayım
Hz.hüseyin: Sana ne bahseytti Yezid
Hür: Bana Şam valiliğini vericek ama kabul edersemde Cehennemlik olacağım der.
Hz.Hüseyin bunun üzerine susar ve hiç birşey söylemez.Ve Şam`dan o kara haber gelir:"Hz.hüseyin ve soydaşlarını öldürün"

Yezidin tüm korkusu Hz.Hüseyinin onu o yerinden yetme korkusudur.Ve Hür Hz.hüseyinin saffına geçer.Haber Yezide çabuk ulaşır ve Yezid hemen korkar.Eğer kendi en yüksek komutanının bunu yaptığını duyarlarsa halk akıllanır der ve hemen o an savaş emri verir ve bütün askerlerini KERBELA`ya yollar.Hür daha yeni Hz.Hüseyine biat etmiştir ve Hz.Hüseyin Hür`e seni azat ettim der.Daha ilk namazını kılmadan Yezidin askerleri gelir.Ve KERBELA da ilk ölende Hürdür .çünkü tek başına ordunun içine dalmıştır hemen.Herkez birer birer ölür ve en son Hz.Hüseyin kalır.

Ve o kötü Olay:
Hz Hüseyin`ide katlederler ve ilk kılıç darbesinden sonra gökyüzünde kan yağmaya başlar taşlar kan ağlamaya başlar ve Hz.Hüseyin`e yakın olan agaçta ağlar toprak ve heryer kandır.Kimin öldürdüğü ise bilinmiyor.

Ve Hz.Muhammed (s.a.v)efendimize Cebrailin verdiği toprağı Hz.Resulllahın zevcesi hala saklamaktadır. Ve Ümmü seleme toprağın kan olduğunu görür "Oğlumuz şehit oldu " der.


Ve aşığıda gördüğünüz bu resimdeki ağaçta o günden beri hala kan ağlamaktadır.Cünkü Hz.hüseyine en yakın agaç buydu.

Kadir Gecesinin önemi

--------------------------------------------------------------------------------

Bin Aydan Hayırlı Kadir Geceniz Mubarek Olsun

Dikkat !!! Her geceyi Kadir Gecesi bilin... Ancak, bu sene 06 Ekim 2007 Cumartesi'yi Pazara bağlayan 25.gece KADİR GECESİ olabilir...
--------------------------------------------------------------------------------

Kur'an-ı Kerim'de Cenab-ı Hak, bu mübarek gecenin kıymet ve faziletini şöyle beyan buyurmaktadır:
"Biz onu (Kur'an'ı) Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu sen bilir misin? Kadir gecesi, bin aydan hayırlıdır.. O gecede, Rablerinin izniyle melekler ve Ruh (Cebrail), her iş için iner dururlar. O gece, esenlik doludur. Tâ fecrin doğuşuna kadar." (Kadir Suresi )

Resul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz buyuruyor:


"Kim Kadir Gecesi'nde inanarak, ihlas ile o geceyi ibadetle geçirirse, geçmiş günahları bağışlanır."


"Kadir Gecesi yatsı namazında cemaatte hazır bulunan, ondan nasibini almıştır."

Müminlerin annesi Hz.Aişe (r.a.) şöyle diyor :
-Dedim ki: Ya Resullullah, Kadir Gecesi'ni bilirsem onda ne şekilde dua edeyim? Şöyle buyurdu:
- Allahümme inneke afüvvün kerîmün tuhibbül afve fa'fü anni. (Allah'ım sen affedicisin, affı seversin, beni affeyle.)

Bu mübarek gecede dua sünnettir. O icabet vakitlerinden birisidir. Süfyan-ı Sevrî demiştir ki, o gece dua etmek, namaz kılmaktan daha sevaptır. Kur'ân okuyup da dua ederse güzel olur.

İbnü Hacer Heytemî Tuhfetü'l-Muhtâc'da der ki:
"Kadir gecesini görene, saklaması sünnettir. Onun kemâliyle faziletine ancak Allah Teâlâ'nın bildirdiği kimseler nail olur."


--------------------------------------------------------------------------------

Kadir Gecesi Kaçıncı Gecedir?

--------------------------------------------------------------------------------

Kadir gecesinin, Ramazanı şerifin 20.sinden sonraki tek gecelerinde aranmasına dair müteaddit hadis şerifler varid olmuştur. Birinden itibaren tek gecelerde aranmasını tavsiye eden büyüklerimiz de vardır.


İmamı Şa'rani Hazretleri, Kadir gecesinin kaçıncı gece olduğunu, Ramazanı şerifin giriş günlerine göre şöyle tesbit etmiştir. İmamı Şarani Hazretleri 30 sene Kadir gecesiyle bu tarife göre müşeref olmuşlardır. Bir çok Allah dostuda bu usulle Kadir gecesini bulmuşlardır.


Pazar günü girerse 29.gece, Pazartesi girerse 21.gece, Salı girerse 27.gece, Çarşamba girerse 19.gece, Perşembe girerse 25.gece, Cuma girerse 17.gece, Cumartesi girerse 23.gece.

Bir hatırlatma: Günler gece ile başlar. 2007'de Mübarek Ramazan Perşembe günü teşrif ediyor.

 

--------------------------------------------------------------------------------

Kadir Gecesinin 27.Gecedir Diyenlerin Delilleri


--------------------------------------------------------------------------------

Ulemanın ekserisi "Leyle-i kadir ramazan ayının yirmi yedinci gecesidir." demişlerdir. Bu görüşün sahibi bulunan ilim adamları delil olarak şu hadis-i şerifi göstermektedirler: "Leyle-i Kadir, yirmi yedinci gecedir."

Bu nakli delile ilaveten akli bir delil ile mevzûu daha belirgin hale getirmek istiyorum. Süre-i celilede (Kadir Suresi) "Leylet'ül Kadri" lafzı üç yerde geçmektedir. Bu lafzın harfleri dokuz tanedir. Bu sayıyı üçle çarptığımız zaman çıkan yekün de yirmi yediyi göstermektedir. (3)

--------------------------------------------------------------------------------
Kadir Gecesinde Ne Yapılır?


Bu gece 4 rekat Kadir Gecesi Namazı kılınır.


1.rekatta : 1 Fatiha 3 İnna enzelnâhü

2.rekatta : 1 Fatiha 3 İhlası Şerif

3.rekatta : 1 Fatiha 3 İnna enzelnâhü

4.rekatta : 1 Fatiha 3 İhlası Şerif okunur. Namazdan sonra 1 defa:


Allahü ekber Allahü ekber La ilahe illalahü vallahü ekber Alahü ekber ve lillahil hamd.

100 defa Elem neşrah leke..

100 defa İnna enzelnâhü


100 defa Allahümme inneke afüvvün kerîmün tuhibbül afve fa'fü anni, okunup dua yapılır.
Kadir Gecesi Olduğu Nasıl Anlaşılır?

--------------------------------------------------------------------------------
Hava berrak ve güzel olur. O gece herşey Allah'a secde eder. Denizlerin suyu bir an tatlılaşır.

--------------------------------------------------------------------------------
Kadir gecesini görmek ne demektir?
--------------------------------------------------------------------------------

Onu görmek demek, ona mahsus olan nurlar ile meleklerin inmesi gibi özelliklere, ilmi ifade eden alametleri görmek yahut öyle bir ilmi ifade eden ve hakikati ancak ehlince bilinen bir keşfe ermektir.
Mümkünse, kandil gecesi olması sebebiyle bir de TESBİH NAMAZI kılınır.

 

 

 


--------------------------------------------------------------------------------

Kadir Gecesi Geçmişmidir Yoksa Tekrar Etmekte midir?

--------------------------------------------------------------------------------

Kadir gecesi, meşhur olduğu üzere, Kur'ân'ın nazil olduğu veya sabahında Bedir zaferinin vuku bulduğu gece olduğuna göre o bir defa olmuş geçmiştir. Her sene Ramazan'da olacak olan onun şeref ve hatırasıdır, demek olur. Nitekim bazıları onun bir defa olup kalktığını kabul etmişlerdir. Fakat Kadir gecesi onlardan dolayı değil, onlar Kadir gecesine rastlamış olduğuna göre de Kadir gecesi bütün sene içinde gizli olup, en çok Ramazan'da ve en çok son onunda ve en çok yirmi yedinci veya sonuncu gece olması ihtimali en galip bulunan mübarek bir takdir gecesi olarak tekrar eder ki, bilinen, çoğunluğun görüşü de budur.


--------------------------------------------------------------------------------

En Mübarek Gece Hangisidir?

--------------------------------------------------------------------------------

Ve "bin aydan hayırlıdır" âyetinden ortaya çıkan da bu gecenin "günlerin efendisi" olan cuma ve arefe gecelerinden de daha faziletli olmasıdır. Bununla beraber bunda da hayli münakaşa edilmiştir. Bu âyet gereğince bunun Mirâc gecesinden de daha faziletli olması gerekir. Fakat yukarıda da geçtiği üzere Resulullah hakkında Mirac gecesi daha faziletli, ümmet hakkında da Kadir gecesi daha faziletli olduğu söylenmiştir. Fakat Kadir gecesi, sene içinde dönen gizli bir gece olduğuna göre bu büyük olayların hepsi birer Kadir gecesine tesadüf etmiş olması, bütün ihtilafı kaldıracak olan en güzel bir şekil olmuş olur. Bunlar içinde Kur'ân'ın ilk nazil olduğu Kadir gecesi ise, hepsinden en faziletli olan yegane Kadir gecesi olması gerektir ki, her Ramazan'ın yirmi yedinci gecesi, bunun her sene devretmiş olma şerefiyle gizli olan Kadir gecesine isabeti en çok düşünülen bir gece olduğu cihetle çoğunluğun görüşü burada toplanmıştır. Bunun gündüzünde de gecesi gibi dua ve ibadet ile mücahede sünnet olur. Ki bunda çeşitli mütâlaalar sebebiyle meydana gelen farklılıklar da ortadan kaldırılmış olur. Zira bilinmektedir ki yer üzerinde bir yerde gece olurken, diğer bir yerde gündüz olur. Her iklimde bulunan kendi gecesini ihya etmek suretiyle aynı hayır ve selametten faydalanırsa da gündüzüyle beraber hesap edilmesi, icabet için daha ihtiyatlı demektir.

Bütün bu açıklamadan sonra sûrenin kendisinden sonrasına bağlanmasından çıkacak olan mânâ da şu olur: O okunması emredilen Kur'ân'ı böyle bir Kadir gecesinde indiren biz büyük şan sahibi olan Rabbin olduğumuz için ancak bize secde et ve yaklaş. Bu mânâda ise Mirac gecesinin daha yüksek oluşunu anlamak mümkün olur. Cenab-ı Allah biz kullarını da Kadir gecesinin hayır ve faziletine eren salih kullar zümresine soksun. Alûsî'nin kaydettiği üzere Sofiyye ıstılahında Kadir gecesi, Allah yolunu tutanın, sevilen Hakk'a oranla kıymet ve mertebesini tanıyacağı özel bir tecelliye erdiği gecedir ki, o gece hak yolcusunun aynı toplantıya ve marifette yetişkinler makamına ilk girdiği vaktidir. Nitekim İbnü Farıd bu mânâda şu beyti ne güzel söylemiştir:

"Eğer o sevgili yaklaşırsa bütün geceler Kadir gecesidir, Nasıl ki bütün kavuşma günleri Cuma günüdür."

 


--------------------------------------------------------------------------------

Her geceyi kadir, her gördüğünü Hızır bilmek

--------------------------------------------------------------------------------

Din adamlarının bazısı, leyle-i kadrin senenin günleri içinde gizlenmiş olduğunu söylemişlerdir. İhmalkarlık yapmasınlar ve diğer geceleri de ihya etsinler diye bu gecenin gizlendiğini ifade etmişlerdir.

Hızır aleyhisselam da gizlenmiştir. İlim adamlarına ve zahid kimselere gösterilen alaka, fukara ve gurebaya da gösterilmelidir. bu ihitimalden dolayı "Her geceyi kadir bil, her gördüğünü Hızır bil" denilmiştir. (3)


Cenab-ı Hak bu geceyi hakkıyla ihya eden kullar arasına bizleri de ilhak eylesin ve bizi zatına kul ve Habine ümmet olma şerefinde daim eylesin.

--------------------------------------------------------------------------------
Kadir Gecesi (Bin Aydan Hayırlı)

-----------------------------


Kur'an-ı Kerim'de Cenab-ı Hak, bu mübarek gecenin kıymet ve faziletini şöyle beyan buyurmaktadır:
"Biz onu (Kur'an'ı) Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu sen bilir misin? Kadir gecesi, bin aydan hayırlıdır.. O gecede, Rablerinin izniyle melekler ve Ruh (Cebrail), her iş için iner dururlar. O gece, esenlik doludur. Tâ fecrin doğuşuna kadar." (Kadir Suresi )

Resul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz buyuruyor:


"Kim Kadir Gecesi'nde inanarak, ihlas ile o geceyi ibadetle geçirirse, geçmiş günahları bağışlanır."


"Kadir Gecesi yatsı namazında cemaatte hazır bulunan, ondan nasibini almıştır."

Müminlerin annesi Hz.Aişe (r.a.) şöyle diyor :
-Dedim ki: Ya Resullullah, Kadir Gecesi'ni bilirsem onda ne şekilde dua edeyim? Şöyle buyurdu:
- Allahümme inneke afüvvün kerîmün tuhibbül afve fa'fü anni. (Allah'ım sen affedicisin, affı seversin, beni affeyle.)

Bu mübarek gecede dua sünnettir. O icabet vakitlerinden birisidir. Süfyan-ı Sevrî demiştir ki, o gece dua etmek, namaz kılmaktan daha sevaptır. Kur'ân okuyup da dua ederse güzel olur.

İbnü Hacer Heytemî Tuhfetü'l-Muhtâc'da der ki:
"Kadir gecesini görene, saklaması sünnettir. Onun kemâliyle faziletine ancak Allah Teâlâ'nın bildirdiği kimseler nail olur."

----------------------------------------------------------
Kadir Gecesi Kaçıncı Gecedir?
----------------------------------------------------------

Kadir gecesinin, Ramazanı şerifin 20.sinden sonraki tek gecelerinde aranmasına dair müteaddit hadis şerifler varid olmuştur. Birinden itibaren tek gecelerde aranmasını tavsiye eden büyüklerimiz de vardır.

İmamı Şa'rani Hazretleri, Kadir gecesinin kaçıncı gece olduğunu, Ramazanı şerifin giriş günlerine göre şöyle tesbit etmiştir. İmamı Şarani Hazretleri 30 sene Kadir gecesiyle bu tarife göre müşeref olmuşlardır. Bir çok Allah dostuda bu usulle Kadir gecesini bulmuşlardır.

Pazar günü girerse 29.gece, Pazartesi girerse 21.gece, Salı girerse 27.gece, Çarşamba girerse 19.gece, Perşembe girerse 25.gece, Cuma girerse 17.gece, Cumartesi girerse 23.gece.

----------------------------------------------------------
Kadir Gecesinin 27.Gecedir Diyenlerin Delilleri
----------------------------------------------------------

Ulemanın ekserisi "Leyle-i kadir ramazan ayının yirmi yedinci gecesidir." demişlerdir. Bu görüşün sahibi bulunan ilim adamları delil olarak şu hadis-i şerifi göstermektedirler: "Leyle-i Kadir, yirmi yedinci gecedir."

Bu nakli delile ilaveten akli bir delil ile mevzûu daha belirgin hale getirmek istiyorum. Süre-i celilede (Kadir Suresi) "Leylet'ül Kadri" lafzı üç yerde geçmektedir. Bu lafzın harfleri dokuz tanedir. Bu sayıyı üçle çarptığımız zaman çıkan yekün de yirmi yediyi göstermektedir. (3)


----------------------------------------------------------
Kadir Gecesi Olduğu Nasıl Anlaşılır?

Hava berrak ve güzel olur. O gece herşey Allah'a secde eder. Denizlerin suyu bir an tatlılaşır.

----------------------------------------------------------
Kadir Gecesinde Ne Yapılır?
----------------------------------------------------------

Abdülhamid Han’ın Kadir Gecesi alayı

Yılın bu tek gecesinde sultan sarayından dışarıya namaza gider. Bunun için düzenlenen alay görülmeye değer manzaralar verir. Eski bir gelenek uyarınca Kadir Gecesi’nde sultanın camiye gidişi bir şenlik niteliğindedir. Bu, özellikle atalarının töresine bağlı İkinci Abdülhamid zamanında böyleydi. Ben onun son Kadir Gecesi alayını gördüm. Yıldız Sarayı’ndan Hamidiye Camii’ne kadar olan her yer ışık halkalarıyla doldurulmuştu. Caminin kendisi çepeçevre küçük yağ kandilleriyle aydınlatılmış ve daha arkalar Arapça yazılar ve mimari desenlerle süslenmişti. Limanın ve şehrin karanlık bir geceye karşı oluşturduğu etki, bir peri masalı gibiydi, uzaktaki gemi direkleri ve minarelerin soluk altın yaldızlarıyla parlıyordu. Tam o sırada bando sesleriyle askerler geldi, süngüleri lambanın ışığı altında ışıl ışıldı. Sonunda minareden müezzin sesi duyuldu.

Bu gece 4 rekat Kadir Gecesi Namazı kılınır.

1.rekatta : 1 Fatiha 3 İnna enzelnâhü
2.rekatta : 1 Fatiha 3 İhlası Şerif
3.rekatta : 1 Fatiha 3 İnna enzelnâhü
4.rekatta : 1 Fatiha 3 İhlası Şerif okunur. Namazdan sonra 1 defa:

Allahü ekber Allahü ekber La ilahe illalahü vallahü ekber Alahü ekber ve lillahil hamd.
100 defa Elem neşrah leke..
100 defa İnna enzelnâhü
100 defa Allahümme inneke afüvvün kerîmün tuhibbül afve fa'fü anni, okunup dua yapılır.

Mümkünse, kandil gecesi olması sebebiyle bir de tesbih namazı kılınır.


----------------------------------------------------------
Kadir gecesini görmek ne demektir?
----------------------------------------------------------

Onu görmek demek, ona mahsus olan nurlar ile meleklerin inmesi gibi özelliklere, ilmi ifade eden alametleri görmek yahut öyle bir ilmi ifade eden ve hakikati ancak ehlince bilinen bir keşfe ermektir.

----------------------------------------------------------
Kadir Gecesi Geçmişmidir Yoksa Tekrar Etmekte midir?
----------------------------------------------------------

Kadir gecesi, meşhur olduğu üzere, Kur'ân'ın nazil olduğu veya sabahında Bedir zaferinin vuku bulduğu gece olduğuna göre o bir defa olmuş geçmiştir. Her sene Ramazan'da olacak olan onun şeref ve hatırasıdır, demek olur. Nitekim bazıları onun bir defa olup kalktığını kabul etmişlerdir. Fakat Kadir gecesi onlardan dolayı değil, onlar Kadir gecesine rastlamış olduğuna göre de Kadir gecesi bütün sene içinde gizli olup, en çok Ramazan'da ve en çok son onunda ve en çok yirmi yedinci veya sonuncu gece olması ihtimali en galip bulunan mübarek bir takdir gecesi olarak tekrar eder ki, bilinen, çoğunluğun görüşü de budur.

----------------------------------------------------------
En Mübarek Gece Hangisidir?(Kadir Gecesi'dir)
----------------------------------------------------------

Ve "bin aydan hayırlıdır" âyetinden ortaya çıkan da bu gecenin "günlerin efendisi" olan cuma ve arefe gecelerinden de daha faziletli olmasıdır. Bununla beraber bunda da hayli münakaşa edilmiştir. Bu âyet gereğince bunun Mirâc gecesinden de daha faziletli olması gerekir. Fakat yukarıda da geçtiği üzere Resulullah hakkında Mirac gecesi daha faziletli, ümmet hakkında da Kadir gecesi daha faziletli olduğu söylenmiştir. Fakat Kadir gecesi, sene içinde dönen gizli bir gece olduğuna göre bu büyük olayların hepsi birer Kadir gecesine tesadüf etmiş olması, bütün ihtilafı kaldıracak olan en güzel bir şekil olmuş olur. Bunlar içinde Kur'ân'ın ilk nazil olduğu Kadir gecesi ise, hepsinden en faziletli olan yegane Kadir gecesi olması gerektir ki, her Ramazan'ın yirmi yedinci gecesi, bunun her sene devretmiş olma şerefiyle gizli olan Kadir gecesine isabeti en çok düşünülen bir gece olduğu cihetle çoğunluğun görüşü burada toplanmıştır. Bunun gündüzünde de gecesi gibi dua ve ibadet ile mücahede sünnet olur. Ki bunda çeşitli mütâlaalar sebebiyle meydana gelen farklılıklar da ortadan kaldırılmış olur. Zira bilinmektedir ki yer üzerinde bir yerde gece olurken, diğer bir yerde gündüz olur. Her iklimde bulunan kendi gecesini ihya etmek suretiyle aynı hayır ve selametten faydalanırsa da gündüzüyle beraber hesap edilmesi, icabet için daha ihtiyatlı demektir.

Bütün bu açıklamadan sonra sûrenin kendisinden sonrasına bağlanmasından çıkacak olan mânâ da şu olur: O okunması emredilen Kur'ân'ı böyle bir Kadir gecesinde indiren biz büyük şan sahibi olan Rabbin olduğumuz için ancak bize secde et ve yaklaş. Bu mânâda ise Mirac gecesinin daha yüksek oluşunu anlamak mümkün olur. Cenab-ı Allah biz kullarını da Kadir gecesinin hayır ve faziletine eren salih kullar zümresine soksun. Alûsî'nin kaydettiği üzere Sofiyye ıstılahında Kadir gecesi, Allah yolunu tutanın, sevilen Hakk'a oranla kıymet ve mertebesini tanıyacağı özel bir tecelliye erdiği gecedir ki, o gece hak yolcusunun aynı toplantıya ve marifette yetişkinler makamına ilk girdiği vaktidir. Nitekim İbnü Farıd bu mânâda şu beyti ne güzel söylemiştir:

"Eğer o sevgili yaklaşırsa bütün geceler Kadir gecesidir, Nasıl ki bütün kavuşma günleri Cuma günüdür."

----------------------------------------------------------
Her geceyi kadir, her gördüğünü Hızır bilmek
----------------------------------------------------------

Din adamlarının bazısı, leyle-i kadrin senenin günleri içinde gizlenmiş olduğunu söylemişlerdir. İhmalkarlık yapmasınlar ve diğer geceleri de ihya etsinler diye bu gecenin gizlendiğini ifade etmişlerdir.

Hızır aleyhisselam da gizlenmiştir. İlim adamlarına ve zahid kimselere gösterilen alaka, fukara ve gurebaya da gösterilmelidir. bu ihitimalden dolayı "Her geceyi kadir bil, her gördüğünü Hızır bil" denilmiştir.
RAMAZAN AYI ve FAZİLETLERİ

--------------------------------------------------------------------------------

Bakara, 183 - "Ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi, sizin üzerinize de oruç farz kılındı. Ola ki sakınıp korunursunuz "

Bakara, 184 - "Sayılı günlerdir. Sizden kim o günlerde hasta veya yolcu olur da oruç tutmazsa, başka günlerde kaza eder. Oruç tutmaya takati yetmeyenlere ise, her gün için bir yoksulu doyuracak kadar fidye vermek gerekir. Kim kendi isteğiyle fazladan hayır yaparsa, bu, kendisi için daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz, oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır."

Bakara, 185 - "O sayılı günler, Ramazan ayıdır ki, insanlara doğru yolu gösteren, hidayeti ve hakkı batıldan ayırmayı açıklayan Kur'an, bu ayda indirildi. Sizden kim o aya erişirse, onu oruçla geçirsin. Kim hasta veya yolculukta olur da oruç tutamazsa, başka günlerde kaza eder. ALLAH size kolaylık diler, size zorluk dilemez. Ki böylece sayıyı tamamlayasınız, sizi doğru yola ilettiği için ALLAH'ı yüceltesiniz ve şükredesiniz."

Bakara, 186 - "Eğer kullarım Beni senden sorarlarsa, şüphesiz ki Ben, çok yakınım. Bana dua ettiğinde, dua edenin duasını kabul ederim. O halde Benim emrime uysunlar ve Bana iman etsinler ki doğru yola gidebilsinler."

Bakara, 187- "Oruç tuttuğunuz günlerin gecelerinde hanımlarınıza yaklaşmanız size helal kılındı. Onlar sizin elbisenizdir. Siz de onların elbisesisiniz ALLAH sizin nefislerinize zulmettiğinizi bildi. Bunun üzerine tevbenizi kabul edip sizi bağışladı. Şimdi artık onlara yaklaşın. ALLAH'ın size farz kıldığını talep edin. Fecirde beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilinceye kadar yeyin, için. Sonra orucunuzu geceye kadar devam ettirin. Mescidlerde itikâfta iken de hanımlarınıza yaklaşmayın. Bunlar, ALLAH'ın koyduğu sınırlardır. Bunlara yaklaşmayın. ALLAH insanlara ayetlerini işte böyle açıklar ki, O'ndan korksunlar."

 

3082 - Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor : "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki : "Ademoğlunun her ameli katlanır. (Zira Cenab-ı Hakk'ın bu husustaki sünneti şudur : ) Hayır ameller en az on misliyle yazılır, bu yediyüz misline kadar çıkar. Allah Teâla Hazretleri (bir hadis-i kudside) şöyle buyurmuştur: "Oruç bu kaideden hariçtir. Çünkü o sırf benim içindir, ben de onu (dilediğim gibi) mükâfaatlandıracağım. Kulum benim için şehvetini, yiyeceğini terketti."

"Oruçlu için iki sevinç vardır: Biri, orucu açtığı zamanki sevincidir; diğeri de Rabbine kavuştuğu zamanki sevincidir. Oruçlunun ağzından çıkan koku (halüf), Allah indinde misk kokusundan daha hoştur.''


3083 - Bir rivayette de şöyle buyrulmuştur: "Oruç perdedir. Biriniz birgün oruç tutacak olursa kötü söz sarfetmesin, bağırıp çağırmasın. Birisi kendisine yakışıksız laf edecek veya kavga edecek olursa "ben oruçluyum!'' desin (ve ona bulaşmasın).''

Buhari, Savm 2, 9, Libas 78 ; Müslim, Sıyâm 164 (1151) ; Muvatta, Sıyâm 58, (1, 310) ; Ebu Dâvud, Savm 25 (2363); Tirmizi, Savm 55, (764); Nesâi, Sıyâm 41, (2, 160-161); İbnu Mâce, Sıyam 1, (1638), Edeb 58, (3823).

3084 - Yine Ebu Hüreyıe (radıyallahu anh) anlatıyor : "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim Allah Teala yolunda bir gün oruç tutsa, Allah onunla ateş arasına, genişliği sema ile arz arasını tutan bir hendek kılar.''

Tirmizi, Cihâd 3, (1624).

 

Ramazan Orucu Hakkında Genel

* Oruç , ikinci fecirden güneşin batışına kadar insanın kendisini ALLAH'ın bir emri olduğundan ötürü ve sonuçta ALLAH'ın rızasını kazanma amacıyla, yemek içmek ve cinsel ilişkiden alıkoyması demektir.

* Oruç kelimesinin anlamı ( Arapçası "siyam" ve " sav" dır. ) nefsi tutmak ve engelemektir.

* Ramazan orucu , Hz. Muhammed'in (s.a.v) Medine'ye hicretinden bir buçuk sene sonra , Şaban ayının onuncu günü farz kılınmıştır.

* Orucun farz oluşu Kur'an , ( Oruç size farz kılındı... ( Bakara , 183 ) Hz. Muhammed'in sünneti , İslam alimleri ve ümmetin fikir ile ( icma ) kesindir.


Oruca Niyet

* Oruca kalben ( bilinç olarak ) niyet etmek yeterlidir.

* Oruç için sahura kalkılmış olması da otomatik olarak bir niyettir.

* Niyetin dil ile de yapılması sünnettir.

* Niyetin vakti , güneşin batışından kaba kuşluğa (öğle namazına yarım saat kala ) kadardır. Bundan sonra niyetlendirilemez.

* Ramazan orucu için bir önceki günün iftarından itibaren niyet edilebilir.

* Ramazan'da her günün orucu için ayrıca niyet edilmesi gerekir. Örneğin , Ramazan ayının başında " Niyet ettim bütün Ramazan'ı oruçlu geçirmeye " tarzında bir niyet geçerli değildir.

* Oruçlu bir kişi orucunu bozmaya niyet etse ve fakat bu niyetini gerçekleştiremese , sadece bozma niyetiyle orucu bozulmuş olmaz. Yiyip içmesi şarttır.

* Ramazan gününün sabah saatlerinde bayılan bir kişi öğle namazı vaktinden önce kendisine gelip, oruca niyet ederse bu niyet geçerlidir.

* Orucun geçerli olabilmesi için niyetin çok net ve kesin bir biçimde " ALLAH rızası " olması gereklidir. Rejim , sağlıklı olmak , zayıflamak gibi düşüncelerde tutulan orucun İslami olarak bir geçerliliği ve değeri yoktur.

* Bir kişi , Ramazan ayında ve Ramazan olduğu bildiği halde kararsız kalsa ve oruca da yiyip içmeye de niyet etmemiş bulunsa , tercih edilen görüşe göre , bu kişi bu kişi oruçlu sayılmaz.

* Bir kişi , geceden oruç için niyet etmiş ve sonra da fecrin doğuşundan önce bu niyetinden vazgeçmiş olsa , oruçlu sayılmaz.


Orucun Vakti

* Orucun vakti , ikinci fecirden başlayarak güneşin batışına kadar devam eden süredir.


* Fecrin doğuşunda şüpheye düşen kişi yiyip içmeyi bırakmalıdır. Fakat yiyip içerse orucu yine de geçerlidir. Daha sonra fecrin doğduğunu kesin olarak bilirse o orucu kaza etmesi gerekir.

* Güneşin batışını kesin olarak bilmeyen kişi iftar edemez. Şüphe ile hareket ederek iftarını açarsa o orucu kaza etmesi gerekir. Güneşin batışından önce orucunu açtığı kesin olarak anlaşılırsa ayrıca kefaret de ( 60 gün aralıksız ) gerekir.


Oruç Kimlere Farzdır?

* Müslüman ve buluğ çağına girmiş olan herkes.

* Sağlığı yerinde olanlar.

* Yolculuk halinde ( 90 km ve daha uzun mesafeler ) bulunmayanlar.

* Hayız ve nifas halinde bulunmayan hanımlar.


Orucu Bozan Şeyler

* Yiyip - İçmek orucu bozar.

* Cinsel ilişki orucu bozar.

* Çiğnenmemiş ve tatlı bir sakızı çiğnemek orucu bozar.

* Unutma sonucu yiyip - içmekte olan bir kişiye, oruçlu olduğu hatırlatılmasına rağmen , o, aldırmayarak yiyip - içmeye devam ederse orucu bozulur.

* Hata ve dikkatsizlik sonucu yiyip - içmek orucu bozar. Abdest alırken , dikkat etmeyip , boğazından su kaçırmak gibi. Dikkatsizlik sonucu kar - yağmur tanesi yutmak gibi.

* Bir ağız içi kanaması sonucu ortaya çıkmış olan kan , yutulduğu takdirde tükrüğe eşit ya da daha fazla miktarda ise orucu bozar. Çektirilen diş için de aynı şey geçerlidir.

* Ağızdan içeri giren gözyaşı ve ter bir - iki damladan fazla ve sakınılabilecek miktarda ise orucu bozar.

* Ağza alınan renkli bir şeyden ( iplik gibi ) ötürü tükrüğün rengi değişmiş ise bu tükrük yutulduğu takdirde oruç bozulur.

* Susam ya da buğday tanesi gibi bir gıda maddesi çok küçük olmasına rağmen orucu bozar.

* Mideden gelen isteğe bağlı kusuntu en az ağız dolusu veya daha fazla ise , yutulduğu takdirde oruç bozulur.

* Burna ve kulağa ilaç damlatmak orucu bozar.

* Kendiliğinden gelen bir kusuntu ağız dolusu olup da isteyerek geri çevrilmiş ise bu , orucu bozar.


Oruca Zarar Vermeyenler

* Oruçlu bir kişinin su ile ıslatılmış bir misvakı kullanılmasında herhangi bir sakınca yoktur.

* Oruçlunun Ramazan'da serinlemek ve ferahlamak amacıyla ve su yutmamaya özen göstermek şartıyla banyo yapmasında bir sakınca yoktur.

* Oruçlunun gül,misk v.b.güzel kokulu bir şeyi koklamasında herhangi bir sakınca yoktur.

* Ağzı çalkaladıktan ve tükürdükten sonra ağzın içinde kalan yaşlık oruca zarar vermez.Bunun tükürükle beraber yutulmasında bir sakınca yoktur.

* Ağız içi kanama sonucu ortaya çıkan ve tükürükten az olan kan orucu bozmaz.

* Gözyaşı ya da ter bir iki damla gibi az miktarda yutulmuşsa orucu bozmaz.

* Havada dağılan bir duman,toz-toprak,öğütülen veya tokmakla dövülen bir şeyden kalkan toz orucu bozmaz.

* Dişlerin arasında kalan yemek kırıntıları orucu bozmaz. Burada ölçü, bir nohut tanesi büyüklüğüdür.(Böyle bir kırıntı,ağızdan çıkarıldıktan sonra tekrar yutulursa orucu bozar.)

* Mideden gelen kusuntu tekrar yutulmuş ise ağız dolusu olmadığı takdirde orucu bozmaz.

* Kaza eseri kulağa kaçan su orucu bozmaz.

* Normal bir deri dokusundan, doğal yollarla içeriye sızan sıvılar orucu bozmaz.( su,krem,güneş yağı v.b )

* Göze damlatılan sıvı ve ilaçlar orucu bozmaz.

* Derideki bir yaraya konan ilaç, içeriye sızsa da orucu bozmaz.

* Hastalık yada benzer bir nedenle ve elde olmaksızın gerçekleşen kusma (ne miktarda olursa olsun)oruca bir zarar vermez.

* Enjeksiyon (iğne) yaptırmak orucu bozmaz.

* Oruçlu bir kişiye, dışarıdan kan verilmesi onun orucunu bozmaz.


Orucun Sünnetleri

* Sahur yemeği yemek sünnettir. Bu yemeği gecenin sonuna kadar geçiktirmek de sünnettir.

* Orucu akşam ezanı okunur okunmaz açmak sünnettir.

* İftar sırasında aşağıdaki duanın yapılması sünnettir. " ALLAH'ım! Senin rızan için oruç tuttum. Sana inandım. Sana güvendim. Senin rızkınla orucumu açtım. Ey bağışlaması bol olan Rabbim! Beni , ana - babamı ve müminleri hesap gününde bağışla! "

* Orucu hurma ile o yoksa su ile açmak sünnettir.

* Oruç sırasında faydasız veya günah oluşturacak her türlü sözden sakınmak sünnettir.

* Oruca kalp ( bilinç ) niyetinin yanı sıra dil ile de niyet etmek sünnettir.
Otuz Ramazan Gecesi Namazı

Bu Ramazan ayının her gecesinde kılınan namazdır. Zuhru'l- Abidin'de bildirilmiştir ki, Ebu Hureyre rivayet eder; Peygamberimiz s.a.v şöyle buyurmuştur:

- Bir kimse Ramazan ayında her gece namaz kılsa, bu iki rekat namazın her rekatında bir fatiha ve üç ihlas okursa, Hak Teala onun her rekatına karşılık yüzbin melek gönderir. O kimsenin yazılmış günahlarını mahv edip yerine haseneler yazmak ve cennette derecelerini yüceltmek için. Aynı zamanda o kişiye 70 köle azad eylemiş sevabı yazılır.


Her Ramazan Gecesi Kılınan Namazların Faziletleri


BİRİNCİ GECE

İbn-i Abbas (r.a) rivayet eder ki, Hz. Rasulüllah efendimiz buyurmuşlar ki:

-Ramazan ayının ilk gecesinde bir kimse iki rekat namaz kılsa, her rekatında Kadir suresini okursa Hak Teala o kimseye üç iyilik verir.

1. Bu ay içindeki orucu ve namazı ona kolaylaştırır.
2. Bu ay orucunu ve namazını kabul eder.
3. Gelecek yıla dek fakirlikten emin kılar.

İKİNCİ GECE

İbn-i Ömer (r.a) rivayet ediyor:

Bu gece bir kimse bir Fatiha ve dört kere Felak, Nas okumak suretiyle iki rekat namaz kılsa o yıl içinde ettiği muameleden ziyan görmez, imansız kalmak tehlikesinden emin olur, ahirette iki iyilik bulur:

1. Cehennemden kurtulur.
2. Cennette felah bulur.

ÜÇÜNCÜ GECE

Rivayetçiler Ömer ve Said (r.a): Bu gece, gecenin sonunda bir Fatiha, beş Kevser ve beş İhlas sureleri ile iki rekat namaz kılan kişi ahirette Ebu Bekir (r.a)'ın elinden bir kase şarab içer ki asla susuzluk görmez.


 

    ŞABAN AYI ORUÇLARI VE BERAAT GECESİ


Şaban Ayında Tutulan Orucun Hikmeti ve Beraat Kandili

Resul-i Ekrem (s.a.v), Şaban ayında oruç tutmaya birkaç nedenden dolayı önem vermiştir.

Recep ve Ramazan ayları arasında kalan bu aydan, insanların gafil olmalarıdır. İnsanlar, haram aylara ve Ramazan'a çok değer vermeleri sebebiyle bu ayın faziletinden gafildirler. İnsanların çoğu Recep ayında oruç tutmanın, Şaban ayında oruç tutmaktan daha faziletli olduğunu düşünüyor. Hâlbuki durum bunun tam tersidir. Konuyla ilgili Hz. Âişe'den (r.anh) rivayet edilen hadis de Şaban ayının, Recep ayından daha faziletli olduğunu ortaya koymaktadır. Resul-i Ekrem'e (s.a.v) Recep ayında oruç tutan bir topluluğun durumu sorulması üzerine,


'Onlar Şaban ayında neredeler?' buyurmuştur. Hadis yukarıda geçmişti.

Resul-i Ekrem'in (s.a.v), 'Recep ve Ramazan ayları arasında kalan bu aydan (Şaban'dan) insanlar gafil kalıyorlar' (Ahmed b. Hanbel) sözü, bizlere şunları hatırlatıyor:

İnsanlar arasında hiç önem verilmeyen bazı zamanlar, mekânlar, şahıslar, insanların gözünde meşhur olan bazı zamanlardan, mekânlardan, şahıslardan üstün olabilir. İnsanlar meşhur olanlarla ilgilenirken, asıl faziletli olanlar elden kaçabilir.

Bu sözler bize şunu anlatıyor: İnsanların gafil oldukları anlarda ibadetle meşgul olmak müstehaptır. Ve bu Allah katında çok sevimli ve değerlidir. Bu nedenle seleften bir grup akşam ve yatsı arasını namazla değerlendirir ve, "Bu vakit, insanların gaflette oldukları vakittir" derlerdi. Aynı şekilde gece yarısı da insanların zikirden gafil oldukları vakittir. Konuyla ilgili Resul-i Ekrem (s.a.v),

'Kulun Rabbine en yakın olduğu vakit, gecenin son bölümüdür. Eğer Allah'ı bu vakitte zikretmeye gücün yetiyorsa bunu yap' (Ebû Davud) buyurmuştur.

İşte bu sebepten dolayı, Resûlullah (s.a.v) yatsı namazını gece yarısına ertelemeyi istemişti; fakat insanlara ağır gelmesinden korktuğu için böyle yapmadı. Bir defasında Efendimiz (s.a.v) yatsı namazı için ashabının yanına teşrif ettiklerinde onların geç vakitte namaz için beklediklerini görünce,

'Şu anda sizden başka yeryüzünde bu namazı bekleyen kimse yok' (Buhârî) buyurmuştur.

Bu hadis, Allah'ı zikredenlerin bulunmadığı vakitlerde zikretmenin ayrı bir faziletinin bulunduğuna işaret etmektedir. Bu nedenle, sokak, çarşı ve pazarda Allah'ı zikretmenin fazileti ile ilgili pek çok hadis ve haber nakledilmiştir.

Konuyla ilgili bir hadis de şöyledir:

'Allah şu üç kişiyi sever:
Birincisi, gece boyunca yol alan bir grup uyumak için başlarını yastığa koyduklarında ve uyku onlara çok tatlı geldiği bir sırada içlerinden kalkıp ibadet eden ve Allah'ın ayetlerini okuyan kişi.
İkincisi, düşmanla savaşa giden bir toplulukta, arkadaşları hezimete uğradıkları halde, kaçmayıp sabreden ve düşmanla mücadele edip öldürülen kişi.
Üçüncüsü de bir topluluğun yanına gelip onlardan bir şey isteyen kişiye kimse sadaka vermediğinde, onu tek olarak yakalayarak kendisine gizlice sadaka veren kişi.' (Tirmizî)

İşte bu üç kişi Allah'a olan dostluklarından ve sevgilerinden dolayı bunları gizlice yapmışlardır. Allah bunları sever, dostluğuna kabul eder.

BERAAT KANDİLİ

Şâban ayının on beşinci gecesi Beraat gecesidir.

Bu geceye, bereketli ve feyizli bir gece olması sebebiyle "mübarek gece"; günahların affı ve kulların temize çıkarılması sebebiyle "Beraat gecesi" ve kulların ihsana kavuşmaları nedeniyle de "rahmet gecesi" gibi adlar da verilmiştir.

Bu geceyi ibadet ve taatle geçirmenin pek çok sevabı ve feyzi vardır. Bu konuda Resul-i Ekrem (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

'Şaban ayının yarısı (Beraat gecesi) olduğunda, gecesinde kalkın ibadet edin, gündüzünde de oruç tutun! Muhakkak ki yüce Allah, o günde dünya semasına iner ve imsak vaktine kadar şöyle der: "Affedilmeyi dileyen yok mu, affedeyim. Rızık isteyen yok mu, rızık vereyim. Şifa dileyen yok mu, şifa vereyim. Şunu isteyen yok mu vereyim…' (İbn Mâce)

Şöyle denilmiştir: Yeryüzündeki müslümanların iki bayram günü olduğu gibi, göklerdeki meleklerin de iki bayram gecesi vardır. Meleklerin iki bayram gecesinden biri, Şâban ayının on beşinci gecesi olan Berat gecesi; diğeri ise Kadir gecesidir.

Müslümanların iki bayram günü ise; Ramazan ve kurban bayramı günleridir. Bu sebeple Şâban ayının on beşinci gecesi olan Berat gecesi meleklerin bayram gecesi olarak isimlendirilmiştir.

Berat gecesine 'Kefaret gecesi' de denilir. Bir hadis-i şerifte, "Kim bayram gecesini ve Şâban ayının on beşinci (Berat) gecesini ibadetle ihya ederse, kalplerin öldüğü günde o kişinin kalbi ölmez" (İbn Mâce) buyrulmuştur.

Bu gecenin bir adı da "şefaat gecesi"dir. Bunun delili şu hadis-i şeriftir:

"Resûlullah (s.a.v) Şaban ayının on üçüncü gecesi ümmetine şefaat etmek için dua edip yalvardı; kendisine, ümmetinin üçte birine şefaat etme izni verildi. On dördüncü gecesi yine dua edip yalvardı; bu sefer üçte ikisine şefaat etme yetkisi verildi. On beşinci gecesi bir daha yalvardı, bu sefer de, kaçak develer gibi Allah'tan kaçanlar dışında bütün ümmetine şefaat etme izni verildi." (Ebû Davud)

Bu gecenin diğer bir ismi de "mağfiret gecesi"dir. Şu hadis-i şerif buna işaret eder:

"Allah Teala (c.c) Şaban'ın on beşinci gecesi kullarına nazar eder ve yeryüzünde bulunanlardan şirk koşanlarla haset edenler hariç, bütün müminleri mağfiret eder." (İbn Mâce)

Diğer hadislerde, bu affın dışında tutulanlar içinde, haksız yere cana kıyanlar, anne babasına asi olanlar, sürekli içki içenler ve akraba ile hukukunu kesenler de zikredilmiştir.

Berat Gecesi Yapılacak Dua ve İbadet

Hz. Aişe (r.ah) validemiz şöyle anlatmıştır:

Resûlullah (s.a.v) Şâban ayının on beşinci gecesi benim yanımdaydı. Bir ara kendisini yanımda bulamadım; diğer hanımlarının yanına gitti zannettim, içimi bir kıskançlık sardı. Hemen kalkıp aramaya başladım. Hanımlarının odalarını dolaştım bulamadım; sonra dışarı çıktım; kendisini Bakî mezarlığında buldum. Baktım ki mümin erkek ve kadınlarla şehitler için Allah'a dua ediyor, aflarını istiyordu. Onu böyle görünce, içimden,

"Anam babam sana feda olsun! Sen Rabbinin razı olduğu iştesin, bizler ise dünya işlerinin derdindeyiz!" dedim ve kendisine görünmeden eve döndüm. Sonra ev teşrif ettiler. Benim nefes nefese kaldığımı görünce,

"Bu halin nedir?" diye sordu; ben de durumu anlattım. Bana,

"Ey Âişe, Allah ve Resûlü'nün sana haksızlık yapacağını mı düşünüyorsun. Hayır, bu asla olmaz. Fakat bana Cebrail geldi ve şöyle dedi: "Bu gece, Şaban'ın yarısıdır (Beraat gecesidir). Allah Teâlâ bu gecede Kelp kabilesinin koyunlarının tüyü adedince mümini cehennemden azat eder. Ancak Allah şu kimselere rahmet nazarı ile bakmaz: Kendisine şirk koşan, kalbi müminlere karşı kin ve düşmanlık ile dolu olan, akraba ile hukukunu kesen, anne babasına asi olan ve sürekli içki içen."
Allah Resûlü (s.a.v) sonra üzerindeki elbiseyi kenara koyarak bana,

"Ey Âişe, izin verirsen bu geceyi ibadetle geçirmek istiyorum" buyurdu, ben de,

"Anam babam sana feda olsun, izin veriyorum" dedim ve Resul-i Ekrem (s.a.v) kalktı namaza durdu, sonra secdeye vardı. Secdede o kadar uzun kaldı ki, ben ruhu kabzedildi vefat etti zannettim. Elimle ayağına dokunduğumda, saadetli ayağını hareket ettirdi. Kulak verdim ki secdede şöyle dua ediyordu:

"Sana bütün benliğim ve duygularımla secde ediyorum. Kalbim sana iman etti! Nimetlerini ve günahlarımı itiraf ediyorum. Zira senden başka günahları affedecek yoktur. Allah'ım! Gazabından rızana, azabından affına ve senden yine sana sığınırım! Ben seni hakkı ile övüp sena edemem; sen kendini nasıl övüyorsan öylece yücesin." (Beyhakî)

Bu hadisler, Berat gecesinin namaz, dua, zikir ve istiğfar gecesi olduğunu göstermektedir. "Şaban'ın yarısı olunca gecesini ibadetle geçirin, sabahına çıktığınız günde de oruçlu olun" buyrulması da bu gecenin ibadetle geçirilmesinin faziletini göstermektedir.

Bu gecede, nafile namaz olarak teheccüd namazı yanında, tövbe, tesbih, hacet namazları kılınabilir. Kazası olanlar kaza namazı kılabilirler. Yüce Allah'tan dinimiz ve dünyamız adına hayırlı isteklerde bulunabiliriz.

Berat gecesi pek mübarek bir gecedir. Berat gecesinde, yaratıkların bir sene içindeki rızıkları, zengin veya fakir, aziz veya zelil olacakları, ölüm vakti gelenlerin ecelleri, hac gideceklerin isimleri ve benzeri işlerin hükmü Allah tarafından görevli meleklere bildirilir. Bu bakımdan Berat gecesinde ibadet etmenin büyük sevabı, feyzi ve bereketi vardır.

Mümine gereken işlerden biri de dualarını kabulünü ve günahların affını engelleyen işlerden kaçmaktır. O günahların başında şirk, bir cana kıymak ve zina yapmak gelmektedir. Bu üçü Allah katındaki en büyük günahlardır.

Günahların affını engelleyen günahlardan biri de, Müslüman kardeşine kin, haset ve düşmanlık beslemektir. Evzaî (rah) günahların affedilmesine engel olan kini şöyle açıklamıştır: Resûl-i Ekrem'in (s.a.v) ashabından herhangi birine karşı yapılan kin ve düşmanlıktır. Ashab-ı Güzin'den her hangi birine karşı yapılan kin, kişinin yakınlarına beslediği kinden daha tehlikeli ve kötüdür.

En Hayırlı Amel: Kalp Temizliği

Amellerin en üstünü kalbin her türlü kötülükten arınmasıdır. Selâmetin en üstünü nefsin isteklerinden ve bidatlerden kurtulmaktır. Faziletli amellerden birisi de önceki salihlerden, âlim ve ariflerden herhangi birisini küfürle, bidatçi olmakla, dalâlette olmakla suçlamamaktır. Yine en üstün amellerden birisi de herhangi bir müslümana karşı kin beslememek, kendisine haset etmemek ve onu küçük görmemektir. Onlar için güzel olanı dilemek, onlara nasihatte bulunmak ve kendi için istediği şeyleri onlar için de dilemektir. Yüce Allah, gerçek müminlerin şu şekilde dua ettiğini haber vermiştir:

'Rabbimiz! Bizi ve bizden önceki geçmiş mümin kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma!' (Haşr 59/10)

Abdullah b. Amr anlatıyor: Resul-i Ekrem'e (s.a.v), 'Ey Allah'ın Resulü! İnsanların en faziletlisi kimlerdir?' diye soruldu. Resul-i Ekrem (s.a.v) de,

'Sözü doğru, kalbi bozuk olmayandır' cevabını verdi.

Ashab (r.anhüm), 'Sözü doğru olan biliyoruz. Ama kalbi bozulmamış olan ne demek?' diye sorduklarında Allah'ın Resul'ü (s.a.v), şöyle buyurdu:

'O, takva sahibi; içinde bir kötülük, haksızlık, kin ve hasedin bulunmadığı kalptir." (İbn Mâce)
BERAAT GECESİ

--------------------------------------------------------------------------------

" Allah-ü Teala hayrı şu dört geceye dağıtmıştır :

a ) Kurban bayramı gecesine,
b ) Ramazan bayramı gecesine,
c ) Şaban ayının orta ( 15. ) gecesine. Bu gece , Allah-ü Teala , ecelleri ve rızkı yazar. Hacca gidecekler bu gece yazılır.
d ) Sabah namazı vaktine kadar arefe gecesi. "

Said, İbrahim Nüceyh'ten anlattığına göre ; üstte anlatılan dört geceyi beş gece olarak tesbit edip şöyle demiştir :

- Onlar beş gece olup biri de Cuma gecesidir.

Ebu Hureyre'den r.a rivayet edildiğine göre ; Rasulüllah (s.a.v ) efendimiz şöyle buyurmuştur :

- " Şaban ayının orta ( 15. ) gecesinin ilk vaktinde Cebrail bana geldi ; şöyle dedi :

- Ya Muhammed! Başıma semaya kaldır.

Sordum:

- Bu gece nasıl bir gecedir."

Şöyle anlattı :

- Bu gece , Allah-ü Teala, rahmet kapılarından üç yüz tanesini açar.

Kendisine şirk koşmayanlar hemen herkesi bağışlar.

Meğerki ; bağışlayacağı kimseler büyücü , kahin , devamlı şarab ( alkollü içki ) içen , faizciliğe ve zinaya devam eden kimselerden olalar. Bu kimseler tevbe edinceye kadar , Allah-ü Teala onları bağışlamaz.

Gecenin dörtte biri geçtikten sonra , Cebrail yine geldi ve şöyle dedi :

- Ya Muhammed başını kaldır. Bir de baktım ki , cennet kapıları açılmış. Cennetin birinci kapısında dahi bir melek durmuş şöyle sesleniyor:

- Ne mutlu bu gece rüku edenlere.

İkinci kapıdan dahi bir melek durmuş şöyle sesleniyordu:

- Bu gece secde edene ne mutlu.

Üçüncü kapıda duran melek dahi, şöyle sesleniyordu:

- Bu gece dua edenlere ne mutlu.

Dördüncü kapıdan duran melek dahi şöyle sesleniyordu:

- Bu gece, Allah'ı zikredenlere ne mutlu.

Beşinci kapıda duran melek dahi , şöyle sesleniyordu:

- Bu gece Allah korkusundan ağlayan kimselere ne mutlu.

Altıncı kapıda duran melek dahi , şöyle sesleniyordu:

- Bu gece Müslümanlara ne mutlu.

Yedinci kapıda da bir melek durmuş şöyle sesleniyordu:

- Hiç bir dilekte bulunan yok mu ki, kendisine dilediği verilsin?

Sekizinci kapıda duran melek dahi, şöyle sesleniyordu:

- Günahının bağışlanmasını dileyen yok mu ki , günahları bağışlansın?

Bunları gördükten sonra , Cebrail'e sordum:

- Bu kapılar ne zamana kadar açık kalacak?

Şöyle dedi :

- Gecenin ilkinden , tan yeri ağarıncaya kadar.

Sonra şöyle dedi :

- Ya Muhammed ! Allah'ü Teala , bu gece , Kelb kabilesinin koyunlarının tüyleri sayısı kadar kimseyi cehennemden azad eder "
PEYGAMBERLERİMİZİN TARİHİ
 

 Hz. Âdem  Hz. Eyyub
 Hz. Nuh  Hz. Harun
 Hz. Zülkarneyn  Hz. Zülkifl
 Hz. İsmail  Hz. Yunus
 Hz. Yusuf  Hz. Zekeriyya
 Hz. Musa  Hz. İdris
 Hz. İlyas  Hz. Sâlih
 Hz. Süleyman  Hz. Lut
 Hz. Üzeyr  Hz. Yakub
 Hz. İsa  Hz. Şuayb
 Hz. Şit  Hz. Hızır
 Hz. Hud  Hz. Davut
 Hz. İbrahim  Hz. Lokman
 Hz. İshak  Hz. Yahya


 
Kader nedir? Hür irademiz var mı yok mu?
gönderen monark tarih 07 Kas 2007 16:10

kader, levh-u mahfuz'da yazan herşeydir. geçmiş, şu an, ve gelecekte olan şeylerin önceden yazılmasıdır. zamanı geldiğinde gerçekleşmesi ise kaza'dır. islamiyet'te amentüyü oluşturan esaslardandır. eğer kader'e, hayır ve şerrin allah'tan geldiğine inanmayan, iman etmiş sayılmaz. kader'den daha önce ise kaderin de içinde bulunduğu allah'ın ezeli ilmi vardır. olmuş olan, oluyor olan, olacak olan, ve kader bile allah'ın ezeli ilmindedir. allah'ın ezeli ilminin varlığının başlangıcı yoktur. diyelim ki geleceğimiz seçimlerimize göre değişiyor, mesela kul işledikleriyle cennet'i ya da cehennem'i hak ediyor fakat ölmeden önce bu bilinmiyor, öldükten sonra kul'un işlediklerine göre gideceği yer belirleniyor. o zaman allah'a cehalet isnad edilmiş olurdu. oysa cahillik acziyet'tir ve allah aciz olmaz.

bu ne demektir? allah, kul'un işleyeceklerini ve gideceği yeri ezeli ilminde bilir. bazı mezheblere göre bunu bilmesi kişinin cüz-i iradesi'ni etkilemez, oysa düşününce ortaya şu çıkar: madem kişi ne yaparsa yapsın sonuç'ta allah'ın bildiği şeyi yapacak, o halde nasıl özgür iradesi olmuş oluyor?

-----
restoranda yemeğinizi bitirdikten sonra genelde bir garson yanınıza gelir ve "tatlı veya çay alır mısınız?" diye sorar. bir süre düşündükten sonra kararınızı verirsiniz. diyelim ki böyle bir durumda çay içmeyi seçtiniz. bunu özgür iradenizle mi yaptınız ya da zaten kaderinizde o çayı içeceğiniz yazıyor muydu?

işte bu ve benzeri sorular, modern insanın var oluşundan bu yana gündeme geliyor. din adamları, siyaset bilimciler ve davranış uzmanları; yüzyıllardır "insanın davranışlarını kader mi yoksa, özgür iradenin mi belirlediğini" tartışıyor. semavi dinler elbette kader kavramının varlığına işaret edip evrendeki tüm varlıkların kontrolünün tanrı'ya ait olduğunu vurguluyor. bilim dünyası ise somut olarak ispatlanamadığı için kadere şüpheyle yaklaşıyor.

örneğin 1926'da kuantum fizikçisi werner heisenberg belirsizlik ilkesini ortaya atarak, "evrendeki bir atomun yerini ve hareketliliğini aynı anda bilmek imkansızdır" dedi. bu özetle şu anlama geliyordu; "eğer aynı anda bir atomun konumu ve hareketleri ölçülemiyorsa, bu atomun gelecekte nerede olacağı ve nasıl hareket edeceği bilinemez." yani heisenberg'e göre atomlardan oluşan kainattaki nesnelerin hareketleri önceden belli değilse, o zaman kader kavramı da bilimsel verilerle açıklanamaz. ancak nobel ödüllü ge-rard hooft'un geçtiğimiz günlerde sonuçlandırdığı 10 yıllık araştırma, kader kavramına karşı çıkan bilim adamlarının dayanak gösterdiği teoriyi çürüttü.

new scientist dergisine kapak olan araştırma kapsamında hooft, "bir parçacığın nerede ve ne hızla hareket ettiğini" aynı anda tespit etme olanağı sağlayan bir model geliştirdi. hooft, bir atomun 43 saniye sonra nasıl hareket edeceğini önceden bilme kapasitesine ulaştı.

araştırma bilim dünyasında büyük yankı uyandırdı. new scientist tarafından dünyanın en iyi matematikçileri arasında gösterilen john conway ile simon koc-hen, araştırmayı "özgür irade" kavramının ölümü olarak yorumladı. princeton üniversite-si'nde görev yapan conway şöyle konuştu: "eğer hooft gibi bir insan atomun konumu ve hareketini aynı anda tespit edebiliyorsa, üstün bir zekaya sahip olan bir varlık evrendeki tüm parçacıkların etkileşimini takip edebilir. bir başka deyişle özgür irademizle yaptığımız seçimlerin belirsizliğinin ardında belirleyici bir düzen vardır."

kochen konuyu daha basit terimlerle anlatarak, "önünüze bir dilim çikolatalı, bir dilim çilekli kek getirildiğini düşünün. çikolatalı keki yemeye başladığınızda, bunun kendi seçiminiz olduğunu düşünüyorsunuz. oysa ki çikolatalıyı yiyeceğiniz zaten belliydi. biz özgür olduğumuz'u düşünüyoruz. eğer hooft'un modeli hatalı değilse özgürlüğümüz sınırlı bir ilüzyondan ibaret olabilir" dedi.

princeton üniversitesi'nin felsefe uzmanı hans halvorson ise "ne olursa olsun, kader ve özgür iradeyi sadece fizikle açıklamaya kalkmak doğru olmayabilir. özgür irade konusunda fiziğin de cevap veremeyeceği sorular var" diyerek konunun zamana bırakılması gerektiğine işaret etti.
-new scientist-

 

-----
"tanrı zar atmaz" kuantum teorisi tartışmalarında meslektaşı niels bohr, atomaltı parçacıklarının düzenli hareket etmediğinde ısrar ettiğinde, einstein, ‘tanrı zar atmaz’ diyerek evrende olağanüstü bir düzen olduğuna inandığını belirtmek istemişti. yoksa o, bugünlerde ortaya çıkan ‘akıllı tasarım’ teorisinin fikir babası mıydı?
-v.molinas-

mutezile mezhebi'nin inanışına göre allah zalim olmaz, kişi işlediklerini kendi seçer, cebriye de ise tam tersi bir inanış vardır ''allah'ın dilemesi dışında hiçbirşey olmaz'' eğer olaylar allah'ın dilemesi dışında gelişiyorsa allah cahil olmuş olurdu, oysa allah cahil değildir. bu tartışmalar binlerce yıldır süregelen tartışmalardır. mutezile'nin aksini iddia eden görüşlerden biri de allah'ın zalim olmadığını şu şekilde açıklar:
''allah mülkünde tasarruf sahibidir.'' diyelimki size ait bir gömleğiniz var, bunu yırttınız, diğer insanlar sizden bunun hesabını soramaz çünki gömlek sizin kendi şahsi malınızdır. nasıl ki insan kendi mülkünde tasarruf sahibi ise, allah da ''mülkünde tasarruf sahibidir''.

alemlerin rabbi olan allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. tekvir 29
-----
gerçekte insanın doğruya ermeğe muvaffak olabilmesi için dilemesi bir şarttır. fakat bütün şart ve sebepler ondan ibaret değil, onun da bir şartı vardır. onun için burada zikirden faydalanma hükmü insanın doğruya ermeği dilemesine bağlanmış olmakla insanlar kendi işlerinde tamamen hakim imişler gibi bir vehim ve zanna kapılmamak ve dileme hususunda da istikamet noktası anlatılmak üzere hal bildiren veya yeni bir cümle başladığını gösteren "vav" ile şöyle buyruluyor: "âlemlerin rabbi olan allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz".

burada hitap, "akıllı âlemler için bir zikirdir" genellemesine göre genel görünmekle beraber "sizden doğru yolda olmak isteyenler" ifadesindeki karine sayesinde bu hitabın özellikle doğru yolda olmak isteyenlere yapılmış olduğunu düşünmek daha kuvvetlidir. şu halde birisi âyetlerin yakın akışına göre nass olarak âyetin ibaresinden anlaşılan, birisi de âyetlerin uzak akışına göre veya âyetlerin akışını göz önüne almayıp görünen ve işaret yoluyla anlaşılan mânâ olmak üzere derece derece iki mânâ düşünülebildiği gibi, âyetin başında bulunan nın, şimdiki zaman veya gelecek zamanın olumsuzluğunu ifade eden bir edat olabilmesine ve dilemelerin bir kayda bağlı olup olmamalarına, bir de "ancak allah'ın dilediği" şeklindeki "istisna-i müferra"ın, "ancak allah'ın dilemesiyle...", bir ihtimale göre de "ancak allah dilediği vakit.." takdirinde olabileceğine göre metnin kendisinde dahi birkaç izah şekli ihtimali bulunmakla beraber âyetlerin asıl akışı, doğru yolda olmayı dilemek üzerine bir hatırlatma ve öğüt olup diğerleri ikinci derecede kalır.

dilemek, mutlak mânâda dilemek gibi görünmekle beraber, bu dilemenin, doğru yolda olmayı dilemek olması sözün akışı gereğidir. yani sözün gelişi bunu göstermektedir. bu bakıştan evvela bir karine bulunduğu zaman gelecek zamanı olumsuz yapmakta da kullanılırsa da asıl olarak şimdiki zamanı olumsuz yapmakta kullanıldığına göre şu mânâ akla gelebilir: bununla beraber siz dilemiyorsunuz, doğru yolda olmak istemiyorsunuz. ancak ilerde allah'ın dilemesi yani doğru yolda olmanızı dileyip de sizi bunu dilemeye mecbur etmesi hali hariç. bunda "şimdi dilemiyorsunuz", da "allah'ın ilerde dilemesi" demek olur. fakat bu durumda hitap, sadece doğru yolda olmak istemeyenlere yapılmış, yüce allah'ın dilemesine de "dilersek gökten üzerlerine bir âyet indiriveririz de ona boyunları eğilekalır." (şuara, 26/4) gibi zorlayıcı ve mecbur bırakıcı bir dileme mânâsı verilmiş olur. insanı dilemesinde tamamen hür ve fiilinin yaratıcısı saymak isteyen mutezile bu mânâya sarılmak istemiş ise de bunda doğru yolda olmak isteyenlere bir öğüt verilmemiş, ancak istemeyenlere hitap ile bir korkutma yapılmış oluyor. bu ise "sizden doğru yolda olmak isteyenler için" şeklinde âyetin akışına uygun düşmez. buna uygun olan hitap, ya genel veya doğru yolda olmak isteyenlere yöneltilmiş olarak doğru olma hususunda da kulun dilemesinin allah'ın dilemesiyle beraber olduğunu hatırlatmaktır. bununla beraber, ey insanlar, veya ey doğru yolda olmayı dileyenler! siz o doğru yolda olmayı başka bir sebep ve suretle dilemiyorsunuz, ancak allah'ın onu dilemesiyle, yani sizin dilemenizi dilemesi, irade etmenizi irade etmesiyle diliyorsunuz.

o halde doğru yolda olmayı başaranlar başarıyı kendilerinden bilmemeli, bunu allah'ın lütuf ve ikramından bilmelidirler.

yahut, siz hiçbir takdirde o dilemeyi kendi kendinize yapamazsınız, o doğru yolda olmayı dileyemezsiniz. ancak allah dilediği, yani sizin dilemenizi istediği takdirde dilersiniz, yaparsınız.

bu iki mânânın ikisinden de elde edilen netice şu olur: allah'ın iradesi olmayınca sizin ne iradeniz olur, ne muradınız, ne doğru yolda olmanız, ne de öğüt almanız. bunların hiçbiri meydana gelmez. çünkü allah âlemlerin rabbidir. onun mülkünde, o istemedikçe hiçbir şey olamaz. onun için doğru yolda olmayı isteyenler de buna muvaffak olmayı kendi iradelerinden bilmemeli, allah'ın lütuf ve ikramından bilmelidirler. işte sözün akışına göre bu âyetin zikir olmasının faydası budur.

görülüyor ki bu mânâlarda "sizden doğru yolda olmayı isteyenler için" karinesiyle, "siz dilemezsiniz" âyeti, "siz doğru yolda olmayı dilemezsiniz" şeklinde; "allah dilemedikçe" âyeti de "allah sizin dilemenizi dilemedikçe" diye tefsir edilmiştir. ebu's-suud, demekle daha ince bir mânâ ifade etmiştir. yani, "siz doğru yolda olmayı gerektirecek bir dileme ile hiçbir vakit dileyemezsiniz.".ancak allah o dilemeyi istediği vakit dilersiniz. çünkü allah'ın dilemesi olmayınca sizin dilemeniz doğru yolda olma neticesinin gerçekleşmesini gerektirmez." demiştir. gerçekte allah irade etmeyince kul irade edemez. fakat allah kulun irade etmesini irade etmekle onun muradını da irade etmiş olması gerekmez. insan bir şey elde etmek ister de muradını elde edemeyebilir. niceleri doğru gitmek ister de başı döner, düşer. o vakit allah onun irade etmesini irade etmiş, fakat irade ettiği şeyin meydana gelmesini istememiş olur. zira allah kulun irade etmesini irade etmese idi, o irade edemezdi. eğer muradını yani istediği şeyin meydana gelmesini isteseydi o şey meydana gelirdi. demek ki allah'ın dilemesi, istenilen şeyin olmasını gerektirici, fakat kulun dilemesi, allah dilemedikçe istenilen şeyin olmasını gerektirici değildir. burada doğru yolda olmayı dilemekten murat, bunun meydana gelmesi olduğu için, onun olmasını gerekli kılmayan dileme, bahis konusunun dışında ve hükümsüz olacağından "siz dilemezsiniz" den murat da istenilen şeyin olmasını gerektiren dileme olmalıdır. şu halde böyle bir kaydın özeti, kulun hem iradesinin hem de irade ettiği şeyin meydana gelmesi için ikisinin de allah'ın iradesine bağlı olmasının şart olduğunu anlatmaktır. çünkü doğru yolda olmak isteyenlere onları buna ulaştırmayan neticesiz bir dileme ile lütufta bulunmanın mânâsı olmaz. o lütuf, ancak doğru yola varmaya muvaffak olmaları durumunda faydalı olmuş olur.

şu halde "allah dilemedikçe" âyeti mutlak görünmekle beraber metinde anılmayan bir mef'ûl (tümlec)ü vardır. böyle bir mef'ûlün olup da zikredilmediğini gösteren karine fiilin müteâddi (geçişli) olması bu zikredilmeyen mef'ûlün ne olduğunu gösteren karine de "siz dilemezsiniz" âyetidir. dolayısıyla mânânın, "allah, sizin dilemenizi dilemedikçe" demek olduğu kuşkusuzdur. bu da hem dilemeyi hem de onun mef'ûllünü kapsamış olmak için anılan dilemenin, dilenen şeyin olmasını gerektirici olması, sözün akışının gereğidir, daha düşün "siz dilemezsiniz" fiili de aynı şekilde müteaddi olduğu için bir mef'ûlü (tümleci)nin bulunması gerekir. bu tümleç de daha önce geçenlerden anlaşıldığına göre "doğru yolda olmak"tır. ancak hitap herkese olduğuna göre, bunda daha genel olarak "herhangi bir şey" yani "herhangi bir şeyi dileyemezsiniz" mânâsı ihtimal dahilinde olduğu gibi, fiili lâzım (geçişsiz) fiil yerine koymak suretiyle yani, "siz hiçbir dileme yapamazsınız" demek olma ihtimali de vardır. bu durumda ise doğru yolda olmak mânâsı üzerinde minneti ifade için yaklaştırma, tamam olmak üzere bunun bir büyük önerme mevkiinde bulunması ve dolayısıyla "doğru yolda olmayı dilemeniz de ancak allah'ın dilemesiyledir" diye örtülü bir dallandırma daha gözetilmesi gerekir. birinci izah şeklinde ise buna ihtiyaç kalmamış olacağından doğrudan doğruya "siz doğru yolda olmayı dileyemezsiniz" diye anlamak daha kestirme ve daha iyi olmuş olur. onun için araştırmacı âlimler bizim söylediğimiz gibi hep bunu tercih etmişlerdir.

bununla beraber hitap genel olmak için fiili lâzım (geçişsiz) fiil yerinde veya "siz hiç bir şey dileyemezsiniz" şeklinde bir büyük önerme olmasını tercih edenler de olmuştur. çünkü bu durumda allah'ın dilemesi olmadıkça kulun hiçbir dilemesinin olamıyacağı açık seçik ve ibare ile ifade edilmiş olur ki, bu da ehl-i sünnet'in tam görüşüdür. doğru yolda olmayı dilemesiyle kayıt altına alındığı takdirde ise, bu büyük önerme ibare yoluyla değil, delalet yoluyla anlaşılmış olacaktır. bu zahirî mânâya daha uygun gibi görünürse de beyan ettiğimiz şekilde doğru yolda olma siyakına takribinde bir mukaddimeye daha muhtaç olacağından dolayı asıl söylenecek şeyden uzaklaşmaktır.

bundan başka bazıları bu "siz dileyemezsiniz" şeklindeki mutlak mânâyı bir zorlama düsturu gibi saymışlar ve mutlak olarak kulun dilemesinin olmadığını söyleyerek yalnız allah'ın dilemesinin bulunduğunu göstermek istemişlerdir. fakat bu hiç doğru değildir. zira istisna-i müferrağlarda hüküm istisnâdan sonra olduğu için burada kulun dilemesi tamamen yok sayılmış değil, allah'ın dilemesi olmadıkça hiçbir dilemenin olmayacağı belirtilmiştir. allah'ın dilemesi ile kulun da dileyebileceği ve hatta istediğinin olmasını gerektirecek bir dilemeye sahip olduğu gösterilmiştir. nitekim "sizden doğru yolda olmayı isteyen için" sözünde de kulun dilemesinin olduğu açıkça görülmektedir. burada, olsa olsa, bir şeyi yapmaya zorlama değil de "cebr-i mutavassıt" (orta derecede zorlama) denilen "dilemeye zorlama" düşünülebilir. bu ise doğrudur. bununla beraber kulun dilemesi allah'ın dilemesine göre olunca, ilâhî irade ne ile ilgili olursa, kulun iradesinin de o şekilde olması gerekir. şu halde allah'ın dilemesi, kulun, iradesinde serbest olması şeklinde tecelli ederse kul dilemesinde serbest bırakılmış olacağından cebr-i mutavassıtın da kalkmış olması mümkün olur. nitekim maturidiyye mezhebi bu esas üzerinedir. kulun irade-i külliyesi yani irade kuvveti yaratılmış ise de irade-i cüz'iyyesi başkaca bir yaratılışa muhtaç olmıyacak şekilde itibâri bir emirdir, demekle bunu söylemiştir. fakat kulun dilemesi allah'ın dilemesinden büsbütün ayrı ve ona aykırı olabilecek şekilde serbest ve hür olduğunu zannetmek de allah'ın, âlemlerin rabb'i olduğunu düşünmemektir. allah'ın dilemesi dışında hiçbir olay düşünülemez. onun için kulların kendi tercihlerini kullanarak yaptıkları fiillerde ne sırf cebir, ne de sırf serbest bırakma vardır. aksine kullar için sırf cebir yani zorlama cereyan eden birçok zorunlu fiiller bulunduğu halde sırf serbestlik yoktur. "rabbin dilediğini yaratır ve seçer. onlar için ise seçme hakkı yoktur."(kasas, 28/68), "iyi bilin ki, yaratmak ve emretmek ona mahsustur. o, âlemlerin rabb'i olan allah ne yücedir."(a'râf, 7/54). dolayısıyla insanlar doğru yolda olmayı dileyerek hakkı ve doğruyu aramalı ve böylece bu zikirden yararlanmalıdır. fakat doğru yolda bulunmaya muvaffak olanlar da bu başarıyı allah'tan bilmeli ve yüce allah'ın, vermiş olduğu dilemeyi kaldırıp yok edebileceğini de unutmamalı, "sizden doğru yolda olmayı dileyenler için" buyrulmakla, "madem ki iş bizim dilememize bırakılmıştır, o halde biz her ne dilersek hak ve doğru olur" zannına düşmemeli, dilemeleriyle sorumluluğun kendilerine ait olduğunu daima hatırda tutmalıdır.

alûsî'de süleyman b. musa ve kasım b. muhaymire'den şöyle rivayet olunmuştur: âyeti inince ebu cehil: demek ki iş bize bırakılmıştır. dilersek doğru yolda oluruz, dilersek olmayız." demişti. bunun üzerine âyeti indi. buna göre de bu âyet, cebrin olduğunu göstermek için değil, tamamen serbest bırakmanın olmadığını göstermek suretiyle doğru yolda olmayı allah'tan dilemeye teşvik akışı içinde inmiştir. korkutmaya ve dileme mecburiyetine delaleti işaret yoluyladır.
-elmalılı tefsiri-

-----
allah'ın ezeli ilmi vardır, ezeli ilim başlangıcı olmayan ilimdir, geçmişi geleceği ve şu an olan herşeyi bilir. bunlar ezeli ilmindedir, allah daha insanı yaratmadan önce, onun yeryüzünde fesad çıkaracağını, kan dökeceğini biliyordu. ezeli ilmi sonsuzdur, sonu olmayanın başı, başı olmayanın da sonu olmaz. yani zaman kavramı yoktur, zira herşeyi bilmek allah'a kolaydır.

şimdi bunun zıddına bakalım, eğer allah'ın ezeli ilmi olmasaydı ve herşeyi bilmeseydi sonradan öğreniyor olması gerekirdi. mesela 2006 yılında güneş tutulacak, allah bunun olacağını bilmeseydi ve tutulduğu zaman haberi olsaydı sonradan öğreniyor olurdu. sonradan öğrenen kimse aynı zamanda o olay olmadan önce olacak şeyi bilemez ve dolayısı ile o konu hakkında cahil olmuş olurdu. bir şeyin olası ihtimallerine göre hesap yapmak tahminde bulunmak, hakeza olacak olayın tahminlerin dışında gerçekleşmesi ihtimalini de beraberinde getirir ve kontrolün allah’ın elinde olmaması anlamına gelirdi. cahil olmak aciz olmak demektir oysa cahil olan ilah olamaz.

buraya kadar anladığımız şey allah’ın asla cahil olmaması gerekliliğidir. cahil olmaması ise onun, olmuş olan, olmakta olan, ve olacak olan herşeyi bilmesi anlamına gelir. yani ezeli ilim asla değişmez. bu, allah'ın ezeli ilminde hiçbirşey değişmez anlamına gelir. peki ezeli ilimde hiçbirşey değişmemesi ne anlama geliyor?

ezeli ilimde hiçbirşeyin değişmemesi demek, allah'ın biliyor olduğu tüm olaylarında değişmeyeceği anlamına gelir. bu durumda olmayacak şeyleri bilmesine gerek yoktur, çünki olmayacak olay zaten ezeli ilimden düşer. mesela sağ kolumuzu yada sol kolumuzu kaldırmak arasında bir seçim yaptık ve sol kolumuzu kaldırdık, allah sol kolumuzu kaldıracağımızı ezeli ilminde zaten biliyordu. geçen olay bize göre kilitlenir artık geçmiştir geriye dönüp aksini yapamayız, peki sol kolumuz yerine sağ kolumuzu kaldırsaydık? bunu yapamazdık çünki ezeli ilimde sol kolumuzu kaldırmamız vardı ve sol kolumuzu kaldırdık. seçtiğimizi sandık oysa seçmedik, çünki seçtiğimiz şey de seçimimizin nasıl olacağı da ezeli ilimde vardı. nasıl ki geçmiş seçimi ve seçtiğimiz fiili değiştiremiyorsak, gelecekte olan seçme fiilini ve olacak olayıda değiştiremeyiz. yani seçeceğimiz şey ve olacak olan zaten allah'ın ezeli ilminde bellidir. bu durumda olmayacak olan zaten olmayacağı için (eğer olma ihtimali olsaydı ezeli ilimde olurdu) ezeli ilimden düşer.

-
allah ikinci bir allah yaratabilir mi? tanrı kaldıramayacağı ağırlıkta taş yaratabilir mi? allah bükemeyeceği demir'i yaratabilir mi?.. allah bunları ''yapmaz'' bu ve benzeri sorular otomatikman düşer, geçersizdir. allah'ın ezeli ilminde olmayan fiil yada olay, gelecekte de gerçekleşmez, zira allah'ın ilmi (ve ilmine bağlı olaylar) değişmez.
-nothing-

allah her şeyin yaratıcısıdır. zümer 62

allah, onların işlediklerini ve işleyeceklerini bilir. bekara 255

allah her şeyi bilir. hucurat 16

yaratan, sinelerde olanları da bilir. yaratan hiç bilmez mi? mülk 13,14

yeryüzünde olan ve sizin nefislerinizde meydana gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (yazılı) olmasın. şüphesiz bu, allah'a göre pek kolaydır. 57/22:
fakat dünya hayatının peşin olan eğlencelerini bırakıp da böyle ahirette vaad edilen bir mağfiret ve cennet için yarışa kalkışmakta gerek memleket ve gerek nüfus itibariyle bir takım dünyevî zararlar, sıkıntılar ve musibetlerin başa gelme ihtimali varken öyle bir müsabakaya nasıl girişilebilir? denirse işte bunun için buyuruluyor ki ne yeryüzünde ne de nefislerinizde hiçbir musibet vuku bulmaz ki bir kitapta yazılmış olmasın. musibet, hedefine isabet eden mermi gibi insana şiddetle dokunan hâdise ve felakettir. arzda vuku bulan musibet, yerde herhangi bir zarar ve harabeye sebeb olan âfet ve ziyanlardır. bu, kuraklık, kıtlık, ürünler veya hayvanlara ârız olan âfetler, ev veya şehir yıkımı, arazi ziyanı ve zelzele gibi diğer bütün zararları içine almaktadır. nefislerdeki musibet ise, ölüm, hastalık, yara bere, kırık, hapis, işkence, açlık, susuzluk, züğürtlük gibi insanlarla ilgili olan acılardır. tatlı başarılar allah'ın lütfu olduğu gibi bütün musibetler de allah'ın ezeli ilminde veya levh-i mahfuz'da yazılmış bir takdiridir. öyle ki o yeri veya nefisleri yahut da o musibeti yaratmamızdan, vücuda getirmemizden önce yazmışızdır. o nasıl mümkün olur denilmesin. çünkü o, allah'a göre kolaydır, allah teâlâ madde ve zamandan müstağni (berî)dir. o halde takdir edilen musibetten kaçınmakla kurtulma mümkün olmaz. o yazılmış ise yalnız müsabakaya girişenlere değil, kaçanlara veya oturup zevk ve rahatına bakanlara dahi gelir çatar. bu hususta, böyle bir inanca sahip olmalı ve o yolda hareket edilmelidir. musibetlere karşı kadere bağlanmanın kalbe kuvvet ve sağlamlık vermesi yanında, gerek acı ve gerek tatlı hadiseler karşısında insanı sarsmayan bir faydası da vardır.

eğer rabbin dileseydi, insanları elbette tek bir ümmet kılardı. oysa, onlar, anlaşmazlığı sürdürmektedirler. 11/118:
bununla beraber rabbin dileseydi, elbette insanların hepsini bir tek ümmet yapardı. "insanlar bir tek ümmetten başka bir şey değillerdi" (yunus, 10/19) âyeti gereğince zaten balangıçta hepsi bir tek ümmet ve bir tek aile idi. âdem ailesi idi. sonra dileseydi hepsini hakka hidayet ederdi, islâm üzerinde birlik ve beraberlik halinde tutardı, ihtilafa, anlaşmazlığa, bölünüp parçalanmaya izin vermezdi. sonuna kadar bir tek millet, tevhid inancı üzere giden bir tek cemaat yapardı. halbuki öyle yapmamış da sürekli olarak anlaşmazlıklar çıkarıp duruyorlar. demek ki, allah teâlâ, hepsinin bir ümmet olmasını dilememiş. hepsine tevhid inancını ve doğruluğu emretmekle beraber, ihtilaflara imkân bırakmış da çeşitli zevkler, çeşitli tutkular ve farklı isteklerle hakk'a karşı çıkıp duruyorlar.

rabbinin rahmet ettikleri dışında. onları bunun için yarattı. böylece rabbinin (şu) sözü tamamlanıp gerçekleşmiştir: "andolsun, cehennemi cinlerden ve insanlardan, (kafirlerin) tümüyle dolduracağım." 11/119:
ancak rabbi'nin merhamet ettikleri, rahmetine mazhar kıldıkları müstesnadır. ki bunlar, ihtilafa düşmezler, hakk'a karşı gelmezler. tevhidden ve istikametten ayrılmazlar, birlik ve beraberlik içinde bir ümmet olurlar. ve zaten onları bunun için halketti, yani tevhidden ayrılmasınlar, anlaşmazlıklara düşmesinler ve bir tek ümmet olsunlar diye yarattı. işte bu müstesnaları bunun için yarattı veya rahmet kılınmış olanların dışında kalanları ihtilafa düşsünler diye yarattı. veyahut bütününü "bakalım hanginiz daha güzel ameller işleyecek." (mülk, 67/2) hikmetiyle imtihan ve yarışma gerçekleşsin, muhalif ve muvafık ayrılsın diye yarattı. ve böylece ihtilaf edip duranlar hakkında rabbinin işte şu kelimesi tastamam yerini buldu: bir kısmı cinlerden ve bir kısmı insanlardan olmak üzere cehennemi elbet dolduracağım.

eğer biz dilemiş olsaydık, her bir nefse kendi hidayetini verirdik. fakat benden çıkan şu söz gerçekleşecektir: "andolsun, cehennemi cinlerden ve insanlardan (inkar edenlerle) tamamıyla dolduracağım." 32/13

diyelim ki, bir hastanın canı sıkıldı ve yatağından doğrulmak istedi, doğrulması için önce doğrulmak fiil'ini seçmek zorunda. hasta doğrulmayı seçti fakat, doğrulmayı seçme fiil'ini seçmedi. o fiil allah tarafından yaratıldı.
allah her şeyin yaratıcısıdır. 39/62 (allah kader'ide yaratandır.)

şöyle düşünelim, önümüzde seçenekler var ve bu seçeneklerden birini seçmemiz gerek. olmayan seçeneği seçebilir miyiz? seçenekler verilmiş, iş bitmiş, kendimiz seçeneğin kendisini yaratamıyoruz (ki ilah değiliz) o halde yalnızca var olan şeyleri seçmek zorundaysak bu özgürlük müdür? Seçeneklerle kısıtlanmış bir özgürlük, özgürlük müdür?monark
  Başa Dön
--------------------------------------------------------------------------------
Re: Kader nedir? Hür irademiz var mı yok mu?
gönderen destina tarih 08 Kas 2007 14:26

monark yazını okudum...Kendinle mi çelişiyorsun yoksa kafa mı karıştırmaya çalışıyorsun anlayamadım arkadaşım...Malum forum olması nedeniyle daha öz [kısa] yazılar yazın lütfen...

İki seçeneğin var ; ya sağ elini kaldırırsın ya sol elini ; kaldı ki 3. elin olsaydı 3. elini kaldırma seçeneğin de olurdu...Hangi kısıtlanmış seçeneklerden bahsediyorsun...Ya iyi vardır ya kötü...Kendi iradenle seçersin bunlardan birini...Allah'ta senin seçimine göre yaratır...Hangi kısıtlanmış seçenek...

eğer biz dilemiş olsaydık, her bir nefse kendi hidayetini verirdik. fakat benden çıkan şu söz gerçekleşecektir: "andolsun, cehennemi cinlerden ve insanlardan (inkar edenlerle) tamamıyla dolduracağım." 32/13

Şüphesiz Allah dilemiş olsaydı herkes hidayette olurdu...Ama işte özgürlük budur...O hidayeti dileyene verir..Hidayeti dilemeyeni sapkınlığa iletir...

Ayetlerde geçen Allahın dilemesi yaratması anlamındadır...Allah hidayeti dileyenin hidayetini diler...Sapkınlığı dileyenin sapkınlığını diler ; nerede kısıtlanmış özgürlük...Rabbin mekanında Rabbin emrine karşı gelmeyi seçen kula bu seçimini yaratan Allah...Bundan daha geniş özgürlük mü olur...

eee her özgürlüğün bir bedeli var...Ödemekten korktuğumuz bedeli sınırlanmış seçenekler , kısıtlanmış özgürlük diye geçiştirmeye çalışırsak ; kendimizi mi kandırmış oluruz , yoksa haşa Allahı mı?
Kıyamette Şefaat Nasıl Olacaktır?
gönderen Minhac tarih 20 Kas 2007 13:59

Ebû Hüreyre (r.a.)’den rivâyete göre, şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v.)’e et getirildi ve ön but kısmı takdim edildi çünkü o etin bu kısmından hoşlanırdı. Etten bir parça ısırdı ve şöyle buyurdu: “Kıyamet günü insanların en saygıdeğeri ben olacağım bunun niçin böyle olacağını biliyor musunuz?
Dinleyin! Anlatayım; Allah bütün insanları öncekileriyle ve sonrakileriyle hepsini büyük ve düz bir alanda toplayacak ve söyleyeceği her söz tüm insanlığa duyurulacak gözler bu manzaralara şâhid olacak, güneş kendilerine o kadar yaklaştırılacak ki sıkıntı ve keder güç yetiremeyecek, çekilmez hale gelecek ve insanlar birbirlerine; Başınıza gelenleri görmüyor musunuz? Rabbiniz yanında size şefaat edebilecek birine bakmıyor musunuz?
İnsanlar birbirlerine, Adem’e müracaat ediniz deyip ona gelecekler ve şöyle konuşacaklar: Sen tüm insanların babasısın, Allah seni eliyle yarattı ruhundan üfürdü ve meleklere secde etmelerini emretti, onlar da sana secde ettiler. Rab­binin yanında bize şefaat et. Ne durumda olduğumuzu görüyorsun, görüyorsun ki halimizi! Adem onlara şöyle diyecek: “Rabbim bugün o derece gazablanmış ki, bu güne kadar bu şekilde gazablanmamış ve bundan sonra da böylesine gazablanmayacaktır. Cennet’te bir ağaca yaklaşma demişti de ben hata edip o ağacın meyvesinden yemiştim. Ben kendi derdime düşmüşüm! Başka birine gidin;
Nuh'a gelecekler ve diyecekler ki: “Ey Nuh! Yeryüzüne gönderilen peygamberlerin il­k olanlarındansın. “Allah, seni çok şükreden kul” olarak vasıflandırmıştır. Rabbinin yanında bize şefaat et! Ne halde olduğumuzu görü­yor ve ne duruma geldiğimizi biliyorsun!” Nuh (a.s) onlara şöyle cevap verecek: “Rabbim bugün o derece gazablanmış ki, bugüne kadar bu şekilde hiç gazablanmamış bundan sonra da böylesine gazablanmayacaktır. Ben de kavmime beddua edip Allah’a karşı bir suç işlemiştim bu yüzden benim derdim bana yeter siz başkasına gidin, İbrahim'e gidiniz!
Sonra İbrahim’e gelirler ve şöyle derler: Ey İbrahim! Sen Allah'ın Peygamberi ve yeryüzü halkı içerisinde O'nun tek dostusun. Rabbin ya­nında bizim için şefaat ediver! Ne halde olduğumuzu görüyorsun? İbrahim şöyle der: “Rabbim bugün o derece gazablanmış ki, bugüne kadar bu şekilde hiç gazablanmamış bundan sonra da bu şekilde gazablanmayacaktır. Ben hayatım boyunca üç yerde yalan söylemiştim Ebû Hayyan’ın rivayetinde bu, yalan söylediği üç yer sayılır) Dolayısıyla benim derdim bana yeter siz başkasına gidin, Musa'ya gidin!
Sonra insanlar Musa'ya gelirler ve şöyle derler: Ey Musa! “Sen Allah'ın Rasûlüsün Allah sana, kitap vererek ve seninle konuşarak seni insanlardan üstün kılmıştır. Rabbin yanında bize şefaat et! Durumuzu görmüyor musun! Musa’da şöyle diyecek: “Rabbim bugün çook şiddetli derecede gazablanmış ki, bugüne kadar bu şekilde hiç gazablanmamış bundan sonra da bu şekilde gazablanmayacaktır. Ben de bir zamanlar bana emredilmemesine rağmen bir adam öldürmüştüm o şuç bana yeter. Dolayısıyla benim derdim bana yeter siz başkasına gidin, İsa'ya gidin!
Sonra İsa'ya gelirler ve şöyle derler, “Sen Allah'ın rasûlü ve Meryem'e ilka ettiği kelimesi ve Ruhundan üfürdüğü kimsesin. Beşikte insanlarla konuşan sensin, Rabbinin yanında bize şefaat et! Durumumuzu görüyorsun! İsa şöyle diyecek: “Rabbim bugün o derece gazablanmış ki, bugüne kadar bu şekilde hiç gazablanmamış bundan sonra da bu şekilde gazablanmayacaktır. İsa, kendi için işlediği bir günah zikretmemiştir. Benim de kendi derdim bana yeter siz başkasına gidin, Muhammed (s.a.v.)’e gidin!
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Muhammed (s.a.v.)’e gelecekler ve şöyle diyecekler Ey Muhammed! Sen, Allah'ın Rasûlü, peygamberlerin sonuncususun. Geçmiş ve gelecek bütün günahları bağışlanan sensin. Rabbin yanında bize şefaat et! Durumumuzu görüyorsun! Bende hemen hareket edip arşın altına gelir ve Rabbime secdeye kapanırım. Sonra Allah, o anda benden önce kimseye nasip etmediği hamd ve övgülerden öyle şeyler bana ilham edecektir. Sonra “Ya Muhammed!” denilecek, “kaldır başını secdeden; iste isteğin yerine getirilecektir. Şefaat et şefaatin de kabul edilecektir.
Başımı kaldıracağım ve “Ya Rabbi, ümmetim! Ya Rabbi, ümmetim! Ya Rabbi, ümmetim!” diyeceğim. Allah, Ya Muhammed! diyecek, ümmetinden hesaplaşması olmayanları, Cennet kapılarının sağından girdir bu girecek kimseler diğer tüm kapılardan da girebilirler.
Sonra Rasûlullah (s.a.v.) şöyle devam etti: Canımı kudret elinde tutan Allah’a yemin olsun ki Cennet kapılarından iki kanadın arası Mekke ile Hecer veya Mekke ile Busra arası kadardır.”

 

 

Bilim ve teknoloji  
 
Kullanıcı adı:
Şifre:
 
 
 

sitene ekle

Lütfen buraya tıkla (süpriz var)!







http://www.site

>


More Cool Stuff At POQbum.com

Fare ilecini takip eden gözler
sablon ProfileWizard.net - Free Myspace Stuff
Myspace Layouts
 
iletişim  
 


htmlkodlar.net

 
 
 

>
 
 
 

Google


Yukarı çık
 

Myspace Layouts

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol